![]()
Baştan söyleyeyim; objektif değilim, olamam da. Yıllarca rahle-i tedrise oturma liyakatimiz olmamasına rağmen keremen, lütfen kabul buyrulduğum bir halka ve o halkanın imamesi hakkında hiç kimse benden objektif olmamı beklemesin.Tarafım ben. Dolayısıyla aşağıda okuyacağınız değerlendirmelere objektif değil diyenler olabilir; saygı duyarım. Hocasını medh u sena ediyor; yere göğe sığdıramıyor diyenler de olabilir. Dedim saygı duyarım diye; ama bu söz konusu değerlendirmeleri kabullendiğim manasına gelmez. Hatta ötesini bir teklif olarak söyleyeyim; onlar objektif olmaya çalışsınlar. Aşağıdaki satırları ve o satırlarda yerini alan misalleri tarafsız bir gözle değerlendirsinler; umarım farklı sonuçlara ulaşacaklardır. İdeolojik kamplaşmalar ve hasmâne duyguların şevkiyle hüküm verdikleri Hocaefendi’nin bir başka yönünü, İslamî ilimlerdeki ve özellikle tefsirde -konumuz tefsir olduğu için- yerini görmeye çalışsınlar. Zaten hak ve hakikat peşinde koşma da bunu gerektirmez mi? Önyargılarla, delilsiz verilmiş hükümlerle, hissiyatın galebe çalmasıyla hak ve hakikat yakalanabilir mi?Kaldı ki objektif olmak ne demek? Tarafsız olmak da bir taraf tutmak manasına gelmiyor mu? Hele ortada haksızlıkların, zulümlerin, yargısız infazların, okumadan malumat sahibi olup “vur abalıya” mantığı ile hareket edenlerin olduğu bir yerde tarafsız olmak bütün bunlara taraf olmak manasını taşımaz mı? Ne güzel der Cemil Meriç: “Zulmün olduğu yerde tarafsızlık, namussuzluktur.”Bu Ramazan’da katıldığım bir tefsir dersinde dikkatimi çekti. Daha önceden de bu mevzu üzerinde kafa yorduğumu hatırlıyorum ama her nedense bu sene derslerde art arda gelen misaller konu üzerinde yoğunlaşmama, yorumları o gözle dinlememe vesile oldu. Hatta âdetim olmadığı halde konuşulanları not alırken köşeli parantezler açıp anında değerlendirmelerimi bile yazmışım.Malum tefsir; Kur’an ayetlerine yapılan yorumun adı. Birçok çeşidi var; mevziî, tahlilî, icmalî, mukâren (karşılaştırmalı), mevzuî, rivayet, dirayet, mezhebî, tasavvufî, işarî, lugavî, fıkhî, kelâmî, fennî, edebî, içtimaî tefsir vb. Bunların her biri, bir alana düşünceyi hasretmiş, Kur’an’a o gözle bakmış ve derinleşmeye çalışmış. Mücelletlerle tefsir yazılmış tarih boyunca bu dediğimiz sahaların her biri adına. Daha önceleri kafa yorduğum dediğim husus, Hocaefendi’nin tefsirde nerede durduğu? Evet, Fatiha’dan başlayıp Nas Sûresi ile biten bir tefsiri yok Hocaefendi’nin ama 60 yıllık vaaz ve sohbet hayatında vaaz ve sohbetlerine konu ettiği ayetlere getirdiği tefsirler bir bütün olarak düşünülünce tefsir çeşitleri bağlamında Hocaefendi’yi bu kategorilerden birisine sokmak veya yeni bir kategori inşa etmek mümkün diye düşünürdüm.Tefsir alanında derin değil sığ okumaların, ansiklopedik bilgilerin sahibi birisi olarak ulaştığım sonuç şu: (Bu sonucu işin uzmanlarına havale ediyorum; son sözü onlar söyleyecekler, hiçbir iddiam yok; sadece ulaştığım sonucu paylaşıyorum) Hocaefendi tefsirde müstakil olarak bu kategorilerin hiçbirisine girmiyor ama hepsinden de bir iz ve eser taşıyor. İslamî ilim dallarının her biri adına kendisinde var olan bilgi birikimi, bu birikimin usul bilgisi ve muhakeme gücüyle birleşmesinden oluşan analiz, terkip ve bunlar kadar önemli dünü-bugünü ve yarınıyla zamanın ruhuna vukûfiyeti ayetlere getirdiği tefsirleri mevcudun tekrarı olmaktan çıkartıp orijinal hale getiriyor.Dediğim gibi sahanın uzmanlarının üzerinde duracağı hatta yüksek lisans ve doktora tezlerine konu etmeleri gereken bir vakıa bu bana göre. İsterseniz bunu açık bir çağrı kabul edebilirsiniz; ilahiyat fakültelerinde tefsir kürsülerinde doktora tezlerine konu edilmeli Hocaefendi’nin tefsir metodu ve müfessir özelliği. Kendisine talebelik yapmış olanlar başta ehli insaf hocaların bu çağrıya kayıtsız kalmayacağını düşünmek istiyorum. Her neyse…Bana bütün bunları düşündüren hususlardan özellikle bir tanesi çok dikkatimi çekiyor; bu yazıda onu paylaşmak isterim sizlerle. Hocaefendi, tefsirini yaptığı neredeyse her bir ayette Kur’an’ı zamanımıza getiriyor; bugünkü şartlarda ve konjonktürde onu nasıl anlamamız ve hayata taşımamız gerektiğini ifade ediyor. İslam tarihi süreci boyunca buna farklı tefsir alanlarında lügavî, işarî, fıkhî yani yukarıda saydığımız tefsir alanlarında nasıl açılımlar kazandırıldığını bir başka dille mevcudu tekrarı anlatmanın bir adım ötesine geçiyor. Ben kasır fehmimle okuduğum birçok çağdaş tefsirde mevcutların tekrarı ile yetinildiğini gördüm. Hâlbuki esas olan o evrensel ve tarih üstü özelliği ile Kur’an’ın bize hitap etmesi değil midir? Eğer bu tefsir adı altında yazılan kitaplarda yapılmayacaksa, nerede, nasıl ve kim yapacak?Bir derste geçen bir-iki örneği numune olarak aktarayım. Uzun boyu, mükemmel hıfzı, hiç kimseyi incitmeyip herkesi gönüllemeyi kendine adeta misyon olarak benimseyen sadık yârân adeti olmadığı halde bir soru sordu: “Ramazan’da teravih ve oruç haricinde ekstra ibadetler yapılmalı mı?” Soru hemen herkesin cevaplayabileceği basit bir soru olabilir. Ben bana sorulsaydı şunları derdim diyerek dinlemeye başladım. Bir taraftan da soruyu cevaplayan Hocaefendi olduğu için şimdi yeni bir açılım, ilk defa duyacağımız farklı bir düşünce gelebilir demekten de kendimi alamadım ve o gözle dinlemeye başladım. Yanılmamıştım: Mekkî ve Medenî ufuk diye en azından benim kendisinden ilk defa duyduğum kavramlar ortaya attı ve cevabı bu iki kavram üzerine oturttu. Hocaefendi’ye göre Mekkî ufuk, “Geceleri çok az uyurlardı, seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (Zariyat, 17-18) ve “Sen onları rükû ederken, secde ederken, Allah’ın lütuf ve rızalarını ararken görürsün.” (Feth, 29) ayetlerinde kendine yer bulan insanların gece ibadetleri ile kulluklarını taçlandırmalarıdır. Mekkî ufku böyle belirledikten sonra dedi ki Hocaefendi: “İşte bu ayete mazhar olan ashab gibi davranılabilir ama herkese teklif edilemez. Götüremeyebilirler insanlar. Herkese teklif edilecek şey Medenî ufuktur.” Medenî ufku anlamak mümkün; farzları eksiksiz kusursuz yerine getirme, nafileleri de imkân nisbetinde yapma.Bu cevap sırat-ı müstakim tabiriyle anlatabileceğimiz her kelime ve her harfinden dengenin temayüz ettiği bir cevap. Tamam ama ben inanıyorum ki bu cevap Hocaefendi’nin olması gereken adına öteden bu yana belirlediği hedef ve gayenin çok berisinde. Onun için cevap burada bitmeyecek, yeniden daha fazlasına işaret edecek diye bekledim. Nitekim o da oldu: “Herkes gücünün yettiğince yapmalı ama gözü de hep yükseklerde olmalı. Seni hakkıyla zikredemedik Ey Mezkûr, şükredemedik Ey Meşkûr, ibadet edemedik Ey Ma’bud” demeli. Çünkü ne yaparsak yapalım, ne kadar ibadette bulunursak bulunalım, O’nun hakkını veremeyiz.” Şimdi dikkat edin; “Belki de yapılan ibadetlerden çok daha ötesinde yeri vardır bu düşüncenin nezd-i Ulûhiyette.” Sonra durdu ve “Kulluk bu! Gerisi kulluk gibi bir şey.”İlerleyen dakikalarda makam münasebetiyle Efendimiz’den ganimet isteyen ve ‘adil ol’ diyen sahabi misalini verdi. O hadiseyi ve Efendimiz’in cevabını günümüze yansıtması başlı başına bir başka örnek. II. Abdülhamid’in yaveri Meded Efendi, Kurban dayı vb. kendini bilmeyen velilerden, abdallardan bahis açıldı. Orada yaptığı değerlendirmeler bir başka örnek. Ve size bunların hepsi bir derste mi geçti dedirtecek başka örnekler.İbrahim Hakkı ile bitireyim: “Hakkı gel sırrını eyleme zahir; Olmak istersen bu yolda mâhir; Harabât ehline hor bakma şâkir; Definelere mâlik vîrâneler var.”