Değerli Ali Çolak 16 Kasım 2013 tarihli Zaman’da, kendi köşesinde “İki tarz-ı şiir”i yayımladı. Çolak, bu önemli yazısında, özetin özeti, yurdumuzda iki ayrı şiir yazıldığını saptıyordu.İlki, dergilerde yayımlananlar, adları sanları belli şairlerin kitapları; ikincisi, başta İstanbul, büyük kentlerden uzakta, taşrada yaşayan şairlerin yazdıkları. Ali Bey, kendi köşelerinde, Anadolu’da, hemen hepsi adsız sansız şairlere ilgisiz kalış için üzüntülerini dile getirmişti. Galiba en çok şu satırları dokundu bana: “Anadolu şehirlerinden birine ne zaman gitseniz, meçhul bir şairle karşılaşırsınız. Kendisinde doğuştan bir şiir madeni ve hâkim olunamayan, coşkulu bir yazma arzusu bulunduğunu anlatan bu meçhul şairlerin en büyük derdi, eserini tanıtacak bir imkâna ulaşamamaktır. Kitaplarını bir şekilde bastırmışlardır ama nedense tanınmak, bilinmek ve geniş kitlelere ulaşmak problemlerini çözememişlerdir.” Yarım yüzyıla git git yaklaşan yazarlık yaşamımda birçok Anadolu kentine gittim. Çoğu kez ‘yazar’ kimliğimle. Bir imza günü, bir söyleşi, fuarlar, bir üniversitenin ağırlayışı. Her defasında o şairlerle tanıştım. Yalnız şairler mi; kimileyin hikâyeciler, deneme yazarları. Kitaplarını armağan etmek inceliğini gösteriyorlardı. Aralarında yıllardan beri şiir, öykü yazanlar vardı. Sonrası mı; Ali Bey’den okuyalım: “Edebiyat ve sanat dünyası ise kendilerine karşı adamakıllı kör ve sağırdır. Bu durumda başvurulacak tek yol, kendi kitabını kendisi dağıtmak; eşe dosta, tanıdıklara ve ‘merkez’den gelmiş yazar, şair, gazeteci gibi tanınmış insanlara ulaştırmak, böylece o kör ve sağır duvarları aşmanın bir yolunu aramaktır.”Oysa, merkezden gelenler, hemen hep teşekkürlerle geçiştirirler. Ne yalan söylemeli; bin bir emek, heves ve hayalle yazılmış o kitapların çoğu kez otel odalarında, kapakları açılmadan unutulduğu yürek yakıcı bir gerçektir.Tersini düşünelim, aldınız, okudunuz, bir yerlerde iki satır da olsa andınız; neye yarar? Yine yitiklere karışıp gidecektir… Özleyişler, hüzünler duyarak yıllar öncesine döndüm. Edebiyata her emeği sevgiyle, şefkatle kucaklamak isteyen Behçet Necatigil, bir öğledensonraydı, sigara dumanlarıyla gri-mavi odasında, Anadolu’da yayımlanan bir edebiyat dergisini göstermişti bana. “Tanıtmak, yaşatmak gerekir bu dergileri” diyordu. Büyük kentlerin anlı sanlı edebiyatçılarıyla bu dergilerdeki “yapayalnız” şairlerin, yazarların buluşacağı günü özlüyordu, gözlerinin içinde o tuhaf, size de mutlaka yansıyan hüzün. Nice zamanlar geçti, eşsiz Necatigil’in bu özleyişi, bekleyişi, bu umudu bir türlü gerçek olamadı. Dahası, edebiyatı öylesine seven, yurt çapında kucaklamaya istekli kişiler de birer ikişer çekip gittiler yeryüzünden. Örnekse bir başkası, Attilâ İlhan. Ankara’da mıyız, İstanbul’da, Maçka’daki giriş katında mı; Attilâ Ağbi bir taşra dergisinden kendisine yöneltilmiş soruları yanıtlamış, “Çocuklar ne kadar dikkatle okumuşlar, düşünmüşler” diyor… İki tarz-ı şiir… Fakat daha da vahim bir şey var: Bu şiirler ayrılığı gibi, yaşamlar, yaşam biçimleri ayrılığı, hem de her alanda, handiyse nefes alışta bile. Ali Çolak’ın yazısını biraz da böyle okudum. Birer zenginlik, yaşama kültürüne katkı olabilecek bu ayrılıklar, birer keder olup çıkıyor, kendimi bildim bileli. Sanıyorum bu ağır kederde, son yıllarda siyasetin de büyük payı var. Birleştirici olmanın çok ötesinde, git git daha ayırıcı, daha cepheleştirici siyasetler, Çolak’ın söz açtığı o iki şiir tarzı gibi, hayatları da ikiliklere, üçlüklere, beşliklere sürüklüyor. Ustalar ustası Gülten Akın’ın özlü “Bir Gün” şiiri: “Göstere göstere bilediğin bıçak / bir gün elini kesecek”…
↧