“Hey gidi Karadeniz” diye başlayasım var. Şimdi sen kumsalıyla engini arasına tuzaklar girmiş bir deniz, türlü hile ile kıstırılmış aslan gibisin.Açıklardan tülleniyor yüzün, kıyıya varamıyorsun. Coşsan, dalgaların koca taş bloklara çarpıp geri çekiliyor. Yorgun düşüyorsun. Ölümcül yaralı devin haşmetli hüznünü, hantallaşmış şikâyetini seyrediyoruz; afyonlanmış aslanın kafesine giren şımarık bir çocuk gibi, elimizde terbiye kamçısıyla. Hendesenin zaferi! Mağruruz bu yüzden. İnsanız ya, boyun eğdirdik. Efendiyiz neticede. Egemeniz. Gerekçelerimizi de eksiksiz ürettik. En müşkülpesentleri bile ikna ettik. Enginle kıyı arasında kıstırılmış balıkların oksijensiz kalıyor oysa. Çaresizce açılıp kapanan rengi uçuk bir solungaç. Yüzmeye alışkın karabatakların uçmayı bilmiyor. Kapağı düşen kapanın içinde şaşkın, öyle kıskıvrak. Ölü gözlerle bakıyor etraftaki gürültüye. Bir zamanlar senin olduğun yerde şimdi geniş bir çöl uzanıyor. Lâ-teşbih, çöl masum. Dozerler, iş makineleri, kepçeler, hepsinin rengi sarı, senden çaldıkları yerin üzerinde cirit atıyor. Bir iki kez senden alınanı geri almayı denedin, hayret, olmuyor. Sen sürülmüş, sen cezalı, ebedi dertli, ezeli kederli; kendi toprağından atılmış, geri çekilmiş, seyrediyorsun. Bir zamanlar çırpınarak baktığın bayrağa bakar gibi değil başka türlü seyrediyorsun. Henüz atmakta olan kalbini katilinin elinde seyreder gibi. Bense seni bir pencereden seyrediyorum. Sadece kendi penceremden, sadece bir pencereden. Suçluyum. Ama fırtına da orada kopuyor. Sen ki benim bir camın arkasından seyrettiğim denizsin. Ben ki bir bardak suda fırtına koparan, bir damlada okyanusun seyrine dalan biriyim. Sen ki kıyamette davacı olacak dağlar, ırmaklar, ağaçlar ve kurt ile kuş, pars ile ceylân kafilesindensin. Şimdi tutmuş, senin kıyında hararetle ekmek teknelerimizi, kayık damlarımızı yakıyoruz. Senin sebebin benim boynuma. Senin vebalin bizim yüzümüzün karası. Ben, senin gafilin vefasızın, Biz, hayırsız ve uykuya dalmışların. Hiç öyle olmasa bu ateşi kendi ellerimizle yakmak için bu kadar bekler, bu kadar seyreder miydik hiç? Bidayette itiraz yok idiyse nihayetteki isyan kaç para? Kumsalın dört bir yanından yükselen şu alevler, kendi odununu kendine yakıt edinerek kıvrıla kıvrıla yükselen şu yangın, şu boğum boğum duman ne kadar hazin olsa da bir tapınak yangını olmuyor bu yüzden. Sadece bir mum alevi. Sadece kendi cirmi kadar yer yakan görkemli bir elveda. Ey benim üzerine ölü toprağı serpilmiş, kanayaklı, uydum akıllı şehrim. Ben lânetli Kassandra, olacakları görüp de buna kimseyi inandıramayan kâhin Prenses. Böyle giderse bu ateş önüne geleni yutacak, saçların tutuşsa söndürmeye bir avuç su bulamayacaksın. Kalbimden bu acının koptuğu yerin adını bulup çıkarsam herkes beni anlayacak sanıyorum. O zaman azalır belki sızım. Ama ben ki Hz. Âdem’in torunlarından biriyim. Bana öğretilen kelimeler arasında hak gasp etmeye karşılık gelen biri yok. Denizin de kıyamet gününde karşıma dikileceğinden eminim çünkü. Bu dünyanın bizim bilmediğimiz bambaşka bir yüzü bambaşka bir tarihçesi de var, bilirim. Oysa ne çok kelimen var senin. Rüzgârların en hafifiyle tüllenen yüzün, en sertiyle enginden kıyıya köpürerek koşan dalgaların. Bir Kalandar gecesi kar soğuğuyla iskeleyi, kumsalı basmışlığın, tekinsiz armadaları getirip burnumuza dayamışlığın. Muhacir kafilesine gidişte dertdaşlığın, dönüşte yoldaşlığın. Uğultun, fırtınan, boranın, yağmurun. Hepsinin kelimesi sende. Bir benim kelimem yok. En fazla sızıltılı, şikâyetçi bir ses. Hançereden gerisin geri itilmiş zayıf bir çığlık. Bir ağıt. Bir de tabir dilinde kâbus olarak yorumlansa bile yine de kabaran dalgalarından razı olduğum rüyalarım. İçinde sen varsın ya, bu rüya dokunmaz bana. Avunmuşluğum. Hey gidi koca Karadeniz! Senin için ağıt yaksam da kendi ismimde bitiriyorum. Sana ağladığımı sansam da kendime yanıyorum. Küskünlük de var kalbimde pişmanlık da. Hâlâ küle dönmedim, hâlâ yanıyorum. Hiçbir şeyden vaz geçmedim, kimseyi affetmiyorum.
↧