Son günlerde bir televizyon programı izledim. Konusu dershanelerin durumuydu. Hükümet yanlısı bir arkadaşımız ile gazetemiz yazarlarından bir arkadaşımız karşılıklı oturmuş müzakere ediyorlardı.Bu çok hoşuma giden bir durumdu; iki dost insan birbiriyle bir konuyu görüşüyor, ortak yol yürümenin gereğini yapıyorlardı. Ama az sonra ekranda başka insanlar görünmeye başladı. Tabii müzakere birdenbire ateşli bir tartışmaya dönüştü. Normal zamanda hiç tartışmayacak iki arkadaşımız birdenbire rakip gibi davranmaya, kendilerine yakışmayacak cümleler kurmaya, karşılıklı birbirlerine saldırmaya başladılar. Programın diğer konukları da ayrışmış, birileri hükümetten arkadaşımızı, diğerleri de gazeteden arkadaşımızı savunuyordu. Garip olan şuydu ki, yaptıkları şey bir fikri savunmaktan ziyade iki arkadaşımızı birbirine düşürecek kışkırtmadan ibaretti. İçim yandı, kalbim çizik çizik oldu. İki arkadaşımızın dostlarını düşmanları arasından seçmeye başlayınca dostlarına nasıl düşmanca davrandıklarına tahammül edemedim. Televizyonun düğmesine basıp başka kanala geçtim. O da ne, başka iki arkadaşımız da oradalar ve müzakere ile halledecekleri meseleleri, milyonların önünde münakaşa ile halletmeye çalışıyorlar. Sonraki kanala geçtim. Ardından daha sonraki kanala, daha sonraki kanala… Bizlere ne oluyor Allah aşkına!?.. Muhabbet iki baştan denir. İyi zamanlarda sofralar paylaşan, hukuk gözeten dostların menfaat çatışmaları sebebiyle birbirlerinden şikâyete başlamaları olsa olsa düşman sevindirir. Bunda ileri gitmek ise vebaldir. İnsana parmak dişleten hadiseler yaşanıp kulak tıkatan sözler işittirmeye kimsenin hakkı yoktur. Yenişehirli Avnî Bey’in söylediği şu beyte kulak verin: “Ehibbâ şîve-i yağmâda mebhût eyler âdâyı / Hudâ göstermesin âsâr-ı izmihlâli bir yerde” Şöyle demek: “Allah bir yerde çöküş emaresi göstermeye görsün, dostlar, yağmacılıkta düşmanları bile geride bırakır.” İnşallah bu yazıyı okuyan herkes, yüz elli sene evvel söylenen bu beytin içinde kendine bir yer bulur ve masiva denilen şeyin kıskacında ne yapıp ettiğini yeniden değerlendirir. Herkes kendisine şunu sormalıdır mesela: Ben menfaate dayalı dostlukların insanı mıyım? Eğer öyle isem nasıl bu hâle geldim? Geldiğim hâlden memnun değilsem tavırlarımı sürdürmeli miyim? Şu anda bana hasbî bir dostluğu terk ettiren şey nedir? Allah için dost olmam gerekenlerle dostluklarımı kestim mi yoksa? Fedakârlık, mürüvvet, kerem, alicenaplık yeryüzünden kalktı mı? Dar gününde Hızır olup imdadına yetişmem gerekenlere ihanet mi ediyorum? İkbâl günlerinde yanımda olan dostlarımı kötü günde rakiplerinin insafına mı bırakıyorum; yoksa rakipleriyle beraber olup dosta mı saldırıyorum? Bu soruları uzatabilirsiniz? Durduğunuz yerden hadiselerin görüntüsü size başka sorular da ürettirebilir. Elbette her soru için mazeret de bulmanız, hatta dostunuzu suçlayacak tarzda kendinizi aklamanız da mümkündür. Bana göre işte tam da bu noktada, herkesin kendini aklama noktasında vicdanının sesini dinlemesi gerekir. Dost ile aranıza giren üçüncü kişilerin haline bakarak bunu yapabilirsiniz. Bu durumda karşınızda üç kişi bulacaksınız: 1. Sizi yöneten, yönlendiren ve iradenize hükmedip davranışınızı belirleyen kişi. 2. Sizi emelleri için kışkırtan, sizinle aynı safa geçip güç birliği yapan, ama aslında sizinle ortak hiçbir kavramı, meselesi, ideali, imanı olmayan kişi. 3. Bütün kişilerin üstünde olan kâdir-i mutlak kişi. Söylemeye gerek yoktur ki bize üçüncü seçeneğe yaraşır davranmak düşer. Ama buna rağmen birincilere ayak uydurmuşsanız kendinizi mağdur hissediyorsunuz demektir. Yok, eğer ikincilerle ortaklık yapıyor, onların tuzaklarına düşerek nefsinize yeniliyorsanız gaddar olmuşsunuz sayınız. Her iki hâlde de zarar ve ziyan kaçınılmaz olacaktır. Yine aynı şair şöyle buyuruyor çünkü: “Âblar dolâblar yekdiğerinden âh çeker / Birbirinden müştekî mağdûrlar gaddârlar (Su dolabı ile su, birbirinden ah çekiyorlar. Garip!.. Mağdurlar ile gaddarlar birbirinden şikâyetteler.)” Demem odur ki herkes, yegan yegan, kimsenin etkisinde kalmadan, kimsenin sözüne uymadan, bu ders hanesini kendi vicdanıyla görüşmelidir. Hayır görünen şeyleri istemenin şer olabileceğini; şer görünen şeylerden hayır gelebileceğini de unutmadan. Aksi takdirde bir gün gelir, bugünkü tavrımızdan utanabiliriz, vicdan azabı duyabiliriz, haksızlık yapmış olabiliriz. O vakit bizim için söylenecek söz çok ağırdır ve bunu dahi bir şair şu şekilde dillendirmiştir: “Şimdi münâfıkânedir ülfet zamânede / Ahbâb ile mahabbet o da bir zamân imiş (Şimdilerde zamane insanlarının dostlukları meğer ne kadar da münafıkanedir. Meğer dostlar ile sevgi bağını devam ettirmek de eskidenmiş!). Allah hepimizi münafık olmaktan esirgesin!..
↧