Ekümenik Rum Ortodoks Patrikliği’ne bağlı ABD Rum Ortodoks Kilisesi’nin 4–5 Aralık günlerinde Berlin’de düzenlediği “Türkiye’de Dinsel Eşitliğin Sağlanması” konulu konferansa katıldım.Türkiye’deki azınlık grupları temsilcileri yanısıra laiklik konularıyla ilgilenen (Başta Ergun Özbudun, İlber Ortaylı, Levent Köker ve Ayhan Kaya olmak üzere) akademisyen, uzman ve siyasilerin söz aldığı konferansta, Türkiye’de otoriter laiklik politikalarının sadece gayri–Müslim azınlıklar açısından değil, gerek Sünni çoğunluk, gerekse Alevi azınlık açısından arz ettiği sorunlar enine boyuna tartışıldı. Konferansta AKP’nin MKYK üyesi Osman Can, CHP milletvekili Rıza Türmen, BDP’nin anayasa uzlaşma komisyonu danışmanı Özgür Göral ve TESEV’den Özge Genç’in katıldıkları panelin moderatörlüğünü yaptım. Ne yazık ki panelistlere yönelttiğim soruları ve aldığım ilginç cevapları burada aktaracak yerim yok. Ama yaptığım kapanış konuşmalarından birinde söylediklerimi şöyle özetleyebilirim: Din ve laiklik konusundaki görüşleri zaman içinde değişen bir kuşağa mensubum. 1923 Lozan Antlaşması uyarınca Yunanistan’dan Türkiye’ye gelip yerleşen bir mübadiller ailesinde doğdum. Onlar Balkan savaşlarıyla başlayan fırtınalı dönemin sonunda güvene kavuşmanın verdiği mutlulukla, Mustafa Kemal Paşa’ya derinden bağlıydılar. “Paşa ne yaparsa doğrudur…” diyorlardı. Ailenin ve okullarda uğradığım endoktrinasyonun etkisiyle, laikliği esas olarak dinden uzak hayat tarzı olarak yorumlayan Kemalist laiklik anlayışını benimsedim. 1960’ların ikinci yarısında üniversitede okurken Kemalizm’den Marxizm’e, yani “din halkın afyonudur” anlayışına transfer etmem hiç zor olmadı. İsveç’te siyasi mülteci olarak bulunduğum 1970’lerde, Marxizm’in doğurduğu büyük hayal kırıklığıyla dünya görüşümü gözden geçirmek fırsatını buldum. Gerek hayat tecrübeleri gerekse okumalarım sonucunda şuna kani oldum: İnsanların maddî ihtiyaçları kadar, manevî ihtiyaçları da vardır. İnsanlık var oldukça dini inançlar da var olacaktır. Modernleşmenin laikleşmeye, yani toplumların dinden uzaklaşmasına yol açacağına dair 19. yüzyıl teorileri fos çıkmıştır. Büyük çoğunluğuyla dünya belki her zamandan daha ateşli dindar olmaya devam ediyor. Önemli olan farklı inançlara saygısız din anlayışlarının zihinleri zehirlemesine imkan tanımamaktır. Din özgürlüğü kadar vicdan özgürlüğü de; inanmak kadar inanmamak özgürlüğü de saygı görmelidir. Din özgürlüğü olmadan vicdan özgürlüğü ve tersi olamaz. Keşke böyle bir konferans, gerek çoğunluktaki, gerekse azınlıktaki, din ve vicdan özgürlükleri kısıtlanan tüm kesimlerin katılımıyla Türkiye’de yapılabilseydi. Umarım uzak olmayan bir gelecekte, başkent Ankara’da böyle bir konferansı gerçekleştirmek mümkün olur. Zira dini devlet tekeli ve denetimi altına alan, dinsel özgürlükleri çiğneyen bir rejim yerine devleti bütün inançlara eşit mesafede tutan, özgürlükçü ve çoğulcu bir laiklik rejimi, bugün Türkiye’nin en büyük ihtiyaçlarından biri. İktidarda hangi parti olursa olsun, gayri–Müslim yurttaşlarını kodlayan, Müslümanları fişleyen bir devlet ne laik sayılabilir, ne de demokratik. Komşu Yunanistan’da din ve vicdan özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar, devletin belirli inançları kayırması Türkiye ile yarışacak boyutlarda. Konferans katılımcılarını ABD Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl yayımladığı Dünya Din Özgürlüğü Raporu’nda Yunanistan’daki durumu anlatan sayfaları okumaya davet ediyorum. Bir de “Yunanistan’da Dinsel Eşitliğin Sağlanması” konferansı düzenlenmesi muhakkak ki çok yerinde olacaktır.
↧