Geçen yaz Türkiye devletinin, gayri-müslim yurttaşlarına etnik - dinsel kimliklerine göre “soy kodu” verdiği ortaya çıktı. (Agos, 1 Ağustos 2013) Daha sonra bu kodun Rumlar için 1, Ermeniler için 2, Yahudiler için 3 olduğunu öğrendik.Bu ayın başında da 2004’te alınan bir MGK kararı uyarınca devletin o tarihten bu yana muhtelif Sünni cemaatlere mensup olan yurttaşları anayasaya ve yasalara aykırı olarak fişlediği ortaya çıktı. (Taraf, 2 Aralık 2013) Kodlama ve fişlemeler Cumhuriyet’in ilanından bu yana iktidarda hangi parti olursa olsun uygulanan otoriter laiklik rejiminin, demokratik bir toplumun gerekleriyle bağdaşmayan yönlerinin sadece yeni ifşa olanları. Yurttaşlarına dinî inançlarına göre işlem yapan bir devlet, laik olamaz. Basit gerçek şu ki, Türkiye’nin laikliği yasaların laik nitelikte olmasından ibaret. Devletin gayri–resmi, ilan edilmemiş bir dini (Diyanet İşleri Başkanlığı dini) var ve devlet bu dine mensup olmayanlara karşı ayrımcılık uyguluyor. Türkiye’de laikliğin lafta kalmaktan çıkması için alınması gereken yasal önlemleri sıralayan bir inceleme, Norveç Helsinki Komitesi tarafından yayımlanan “Ocak–Haziran 2013: Türkiye’de İnanç Özgürlüğü Hakkını İzleme raporu.” TESEV’den Dilek Kurban, raporun önsözünde durumun vahametini veciz bir şekilde ifade ediyor: “Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, kimin nerede hangi koşulda ibadet edeceğine, hangi dinin ve mezhebin yasal ve meşru olduğuna, dindar adamların ve dindar bireylerin nerede ne giyebileceğine, dinî eğitimin nerede kimin tarafından ve nasıl verileceğine devlet karar vermiştir, vermeye devam etmektedir.” Raporda üzerinde durulan en önemli hususlardan biri, inanç özgürlüğünün sadece bireysel değil, aynı zamanda kolektif bir hak olduğu. Bu nedenle uluslararası insan hakları mevzuatı inanç gruplarının tüzel kişiliğe sahip olmalarını öngörüyor. Ne yazık ki Türkiye’de, bırakın diğer inanç gruplarını, statüleri Lozan Antlaşması’yla güven altına alınmış olan gayri-müslim inanç gruplarına dahi tüzel kişilik tanınmıyor. Sünni, Alevi, gayri–müslim ve diğer tüm inanç gruplarının ve elbette ki bu arada toplumsal bir gerçeğimiz olan, kökleri yüzyıllara uzanan ve halk arasında yaygın İslami tarikat ve cemaatlerin de tüzel kişilik kazanmalarını mümkün kılacak yasal düzenlemelerin, inanç özgürlüğünün yerleşmesinin icaplarından biri olduğu muhakkak. Tarikat ve cemaatler üzerinde 1925’te konulan yasak, bugün cemevlerinin yasal statü kazanmasını engellemek için kullanıldığı gibi, öteki dinî gruplara karşı tehdit olarak yedekte tutuluyor. Dinsel gruplar, inançlarıyla ilgili suç teşkil etmeyen faaliyetlerinde özgür olmalıdır. Bu özgürlük güven altına alınmadığı sürece, şeffaf olmalarını beklemek boş laftan ibarettir. AKP Ankara Milletvekili Haluk Özdalga’nın, 1925 tarihli tekke ve zaviyeleri yasaklayan kanunun yürürlükten kaldırılması için geçen ay verdiği kanun teklifinin kabulünün şeffaflaşmanın sağlanması yönünde bir adım olacağı muhakkak. Özdalga, gerekçesinde şöyle diyor: “İbadet ve dinî inançların gereğinin nerede ve nasıl yerine getirileceği, ibadet yerinin neresi olacağı, tamamen inananlara ait bir karardır… Dini, toplumdaki pek çok sorunun kaynağı olarak gören ve o nedenle sert bir şekilde kontrol altına almak isteyen zihniyetin yaptığı bu kanunun… günümüzde herhangi bir siyasal veya toplumsal ihtiyacı karşılamadığı açıktır.” Teklifinin Özdalga’nın kendi partisi tarafından bile dikkate alınmayışı, dinsel özgürlükleri yerleştirmekten ne denli uzak olduğumuzun bir işareti.
↧