“Verdük dil u cân ile rızâ hükm-i kazâyaGam çekmezüz uğrarsak eğer derd u belâya”Bağdat’lı RuhiHani derler ya “yazın bu sözü bir kenara” aynen öyle diyorum; yazın bu sözü bir kenara; gün gelecek lazım olacak. Nereden mi biliyorum; Şubat rüzgârlarının buz gibi estiği günlerden. O zaman da yapmıştı dünü, bugünü değil yarını yaşadığını gösteren böylesi bir tesbiti ve zaman onu haklı çıkardı. Hatta bir defasında o süreçteki tavrın hata olup olmadığı ile alakalı bir muhasebe esnasında hatayı üzerine alan bir söylemde bulunduğunda dayanamamış ve “zaman sizin haklılığınızı gösterdi; hâlâ ne bu hayıf?” manasına gelecek kelamda bulunduğumda cevaben bana “muhtevada değil; üslûpta” demişti. Bu da normal; “üslûbumuz namusumuzdur” diyen insandan daha ne beklersiniz ki?Pekala neydi yazın bir kenara dediğim sözü: “bir gün gelecek bugünkü hadiselerdeki farklılığımızın çerçevesini bütün boyutları ile herkes anlayacak. Bize düşen kardeşlik hukukuna aykırı düşen şeyler yapmama.”Bu cümleyi bir kenara koyun, yazının sonunda tekrar döneceğim. Şimdi sizi başlangıçta bu sözün sarf edildiği ortama götürmeye gayret edeceğim. Dershane tartışmalarının yeni başladığı zamanlar. Taraf gazetesi daha 2004 MGK kararlarını yayımlamadı. Kimsenin böyle bir şeyden haberi yok. Ortada kapatma ekseninde bakanlık ve daha üst düzeyde yapılan konuşmalar var. Akl-ı selim sahibi herkesin yanlış dediği bu dayatmaya karşı alınması gereken tavırlar netlik kazandı: yanlışa karşı susmamak, demokratik kurallara uygun tepki göstermek.Bu işin maddi kısmı; ya manevi olarak? İşte Hocaefendi her zaman olduğu gibi burada devrede. Engin İslami bilgisini, ayeti, hadisi ve geleneği harmanlayarak içinde bulunduğumuz şartlar muvacehesinde yeniden yorumluyor. Kendi ifadesiyle “zamanın tefsiri” dediği şeyi arkasına alarak” konuşuyor. Hayatı boyunca yaptığı gibi tevhide vurgu yapıyor yine. “Ben diyene kalplerin kapıları açılmaz” diyor. “Kimsiniz?” sorusuna cevap olarak ‘ben’ diye cevap verene kapıyı açmamış Allah Rasulü (sas)” diyerek hepimizin bildiği o hadisi hatırlatıyor. Devamında; “Ben diyenler kitle halet-i rûhiyesi ile bazı başarılara imza atsa da kalıcı başarılar elde etmesi mümkün değildir.” Arkasından ilave ediyor: “Kabul mu görmek istiyorsunuz halk nezdinde? En zararsızı “biz” demektir. Tevfik-i İlâhiye’ye ulaşmanın yoludur biz demek. Fakat en hâlisânesi Hüve’dir.”“Ben” durağında öyle bir tespitte bulundu ki Hocaefendi şimdiye kadar ilk defa duydum. “Eğer ‘Muhammedün Rasullulah’ demek dinin rüknü, misyonunun bir parçası olmasaydı onu da demezdi.” dedi ve ilave etti: “Hû der yürürdü. Zaten hep “Hû” dedi ve yürüdü; kader de onun yollarına su serpti.” Müthiş bir tespit geldi bana bu. Üzerinde başka vesilelerle duracağım inşaallah. Efendimiz (sas) hayat-ı seniyyelerinde kaç defa ve hangi vesilelerle “Ene; ben” dediğini belirten bir yazı kaleme alacağım yakında nasip olursa. O zaman göreceksiniz Hocaefendi’nin bu tespitinin delillerini.Bu celsede yakaladığım bir başka tesbiti “izafi biz” tabiri oldu. “İlla biz denilecekse, Hüve’ye bağlı bir izafi biz’den söz edilebilir.” dedi. Benim ilk defa duyduğum bu tesbitin hemen ardından ve hiç duraksamadan: “Küçümsemeyin bu yaklaşımları. Allah izzet ve azameti dest-i kudretine perde yaptığı gibi tevfikini de vifak ve ittifakımıza bağlamışsa küçümseyemezsiniz. Bununla beraber asıl olan O’dur. Çünkü biz kulluk için yaratılmışız. “Ben insanları ve cinleri Bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyurur Allah.Pekala bizler nasıl olacak da ene’nin, ben’liğin bizi kendi dünyamıza hapseden zindanından kurtulup sırasıyla biz’i, izafi biz’i ve nihayet hû’yu yakalayacağız? Üç kelime tek cümlelik cevabı var bu sorunun; imanı marifetle derinleştirerek. “İmanını marifetle derinleştirmeyenler hayvaniyet ve cismaniyet ağlarından kurtulamaz, kalbin ve ruhun hayat mertebesine çıkamazlar.” Aksi halde ne olur? Bunun da kısa bir cevabı var Hocaefendi’de; “yol yorgunluğundan kurtulamaz.”Bu tespitin açılımı sayılabilecek mahiyette çok beyanı var. Sadece birisini söyleyeyim: “İmanını marifetle bezeyemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Marifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında can çekişir durur. Aşk ve muhabbeti Sevgili’ye ulaşma yolunda kulluğa bağlamayanlar da, sadakatlerini ifade etmiş sayılmazlar.”Sohbete dönüyorum; yol yorgunluğu dedikten sonra bir misal verdi Hocaefendi. İster düşünce istikameti, isterseniz düşüncenin kanaat-i râsihe haline gelmesi deyin. Hybrid arabaların çalışma sistemlerini misal verdi. “Araba baştan bir güçle çalışıyor, sonra kendine yetecek enerjiyi kendisi üretiyor. İmanlı kalp bu noktada bir dinamo gibi çalışmalı.”Burada biraz soluklanalım; malum, dinamo, mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çevirerek elektrik akımı üreten alete verilen isimdir. Bana yukarıda düşünce istikameti dedirten de işte bu dinamo tabiri. Can dostum, Hocaefendi’nin bu tabiri yıllar önce kaleme aldığı ‘İslam Düşüncesinin Ana Karakteristiği’ adlı makalesinde yazdığını hatırlattı bana dersten hemen sonra. Oradaki ifadesi daha edebi bir dille aynen şöyle: “İman, inkişaf ve derinliği ölçüsünde bu hareket insanının ana dinamosu; ibadet, onun destekleyici ve koruyucu dinamiği; ahlâk ve topyekûn insanî münasebetler alâmet-i farikası ve fasl-ı mümeyyizi; kültür, tabiîleşmiş en önemli buudu; sanat da, tecessüslerinin, tefahhuslarının, iç sezi ve iç müşâhedelerinin akisleridir.”Buraya kadar arza çalıştığım muhabbet ortamını sakın ola ki Bamteli, Herkul Nağme’lerde dinlediğiniz türden bir sohbet zannetmeyin. Çok ama çok düşünceli Hocaefendi. Mükedder ve elemli hali yüzünden okunuyor. Kesik kesik konuşuyor. Dalıp dalıp gidiyor. Bazen gözlerini sabit bir noktaya dikiyor, sonra birkaç cümle söylüyor. Yine gözleri bir noktaya takıldı bu dinamo misalini verdikten sonra ve Alvar İmamı’nın 7 kıt’alık “Sen Mevlâ’yı sevende / Mevla seni sevmez mi?” şiirini baştan sona okudu. Hele son kıtayı bir seslendirişi vardı; muhtevayı tam anlamıyla yansıtan ses tonu ciğerlerimizi parçalayacaktı: “Sular gibi çağlasan / Eyyüb gibi ağlasan / Ciğer-gâhın dağlasan / Ahvalini sormaz mı / Lutfîya yâri gözle / Can u gönülden sızla / Dergaha dönder yüzün / Duan kabul olmaz mı?”Namaz vakti yaklaşıyordu. Kalkacaktı artık. Kalkmasının işareti sayılan cübbesini elleriyle toparlarken “Her şey hüve’de başlıyor ve hüve’de bitiyor” dedi. “Yıllardır Üstad Hazretleri’nin hüve nüktesini okuruz ama anlayamamış biz. Ali Fuat Başgil, ‘Bediüzzaman’ın büyüklüğünü gösteren başka bir şey olmasaydı hüve nüktesi yeterdi’ diyor.”Bunlar son cümleleriydi. Kalktı, odasına girdi. O odasında namaz hazırlığı yapadursun ben size dünkü beraberliğimizden bugünü tamamlayan bir başka kare yansıtarak veda edeyim: “5-10 insan geceleri kalkıp yüreği yırtılırcasına ağlasa ve halini Allah’a arz etse, ben bu kasvetli bulutların dağılacağına inanıyorum. Çok değil 5-10 insan. Gel gör ki şekilden, taklitten, suretten kurtulamadık.”Son sözüm; yazın bu sözü bir kenara dediğim farklılığın tezahürü ile alakalı. Farklılık Hû’da karar kılıp, sadece O’nun (cc) limanına demir atmaya bağlı. Bilmem arz edebildim mi?
↧