Sayın Başbakan’ın ilk açıklamayı şöyle yaptığını düşünelim: “Oğlum Bilal, kızım Sümeyye de olsa, eğer kamu malından bir arpa tanesine el uzattılarsa, o eli keserim...”Böyle bir açıklamanın ardından soruşturmanın selameti için ilgili bakanlar açığa alınsaydı, sonra eğer yolsuzluk operasyonları, iddia edildiği gibi içi boş ve siyasi maksat taşıyan kötü niyetli ataklarsa, ortaya çıkartılarak cezası verilseydi, iktidar kazanan taraf mı olurdu kaybeden taraf mı?Maalesef meseleye tam bir savaş mantığıyla yaklaşıldı ve ilgili-ilgisiz onlarca kişi görevden alınarak -ki işin ucunun daha nerelere varacağı meçhul- hukukun ve adaletin değil “bir nevi” siyasetin gereği yapıldı. Bu siyaset her şeyi sandığa bağlayan bir siyaset. Bunun için seçim çalışma planları adeta savaş planı gibi yapılıyor. Memleket seferberlik havasına sokularak vatanseverler ve hainler oluşturuluyor.Bu mevzuda yazılacak şeyleri şimdilik erteleyip, ilk mahkemenin hükme bağladığı bir örnek olaya göz atalım. Bu sütunda birkaç defa geçen “Mensalão Davası” davasını hatırlayanlar olacaktır. Başkan Lula döneminde işadamları, bürokratlar ve milletvekillerinin yer aldığı, iktidar partisi içinde bir oluşum dikkatleri çekiyor. Araştırmalar düzenli olarak her ay, işadamları tarafından bazı milletvekillerinin hesabına yüksek miktarlarda para yatırıldığını gösteriyor. Yapılan teknik takip neticesinde dava açılıyor ve Başkan Lula’ya da uzanan davada beş bakanın adı geçiyor. Brezilya Başkanı Dilma Rousseff, tevil ve yoruma girmeden bakanların beşini de görevden aldı. Sonuçta iktidarı fena halde sarsacak bir davadan çiziksiz kurtuldu. Bu örnekleri yazarken ızdırap çekiyorum. Çok değil, daha sekiz ay öncesine kadar Brezilyalılara Türkiye’den örnekler verir, onların hayran hayran dinleyişi karşısında kalbimiz şükran hisleriyle dolardı. Şimdi “Ne olacak bu Türkiye’nin hali?” noktasına geldik. Geldik de nerelerden geldiğimize iktidar elitlerinin yazdıkları üzerinden bir bakalım. Tunus, Libya, Mısır ve Suriye’de halk hareketleri başladığında bölgenin oyun kuran ağabeysi havasındaydık. Bölgesel güçtük, karar vericilerden biriydik artık. Bu havalar yaşanırken Fethullah Gülen Hocaefendi “Arap Hazanı” diyerek, iki büklüm oluyordu. O ülkelerin son durumu ortada.Gazze’nin hamisiydik; İsrail’e şah çekiyorduk. Dünyanın gözü önünde özür bile dilettik. Başbakan Gazze’ye gidip, bu zaferi taçlandırmak istiyordu. İsrail rahatsızdı. ABD cenahından “erteleyin” uyarıları geliyordu. Bölgesel güç olarak sözümüzü söyledik: “Sizden mi izin alacağız!” Söyledik ama Gazze şimdi “hamisini” de kaybetti ve bizim ziyaret bir dahaki bahara kaldı.Ağzımızın tadı Şam şekeriyle gelecekti asıl. Esed’in gidişine tarihler veriyorduk. “İki bayram arası” türküleri söylüyorduk; olmadı. “Esed’siz Suriye” formülüne bel bağladık; olmadı. İran sahaya indi ve aldı. Şimdi “Erdoğan’sız AKP” korkularına geldik. Diğer taraftan İran, evimizin içinden çıkıyor. Sıfır sorun politikasından, bölge ağabeyliği politikasına geçişin hazin neticesine getirilen yorum şu: “Biz komşularla sıfır sorun derken yönetimleri değil, o ülkelerin halklarını kastettik.”Seçimler var; artık iç politika zamanı. Ama olmuyor. “Nizam verme” sevdası seçimleri de anormalleştiriyor. Eldeki fişlere göre insanlar tasfiye ediliyor; yetmiyor kurumlar kapatılmak isteniyor. Yaptıkları ortaya çıkıp, itiraz sesleri yükselince açıklama geliyor: “Bizim samimi hizmet eden kardeşlerimizle ne problemimiz olabilir? Biz onların içinde yuvalanmış örgütü tasfiye ediyoruz.” Bu arada “ümmetin menfaati” adına “siyaseten katil” fetvasının çağdaş versiyonu yayınlanıyor ve bunun adı da “Yeni Türkiye” oluyor.“Yeni Türkiye’den” iktidar kalemlerinin ne kastettiğini anlamaya “aklım ermiyor.” Bizim yeni Türkiye’den anladığımız son derece basit ve hukukun üstünlüğünü ortaya koyan Efendimiz’in şu cümlesinden ibaret: “Vallahî, hırsızlığı sabit olan kızım Fatıma bile olsa, cezasını verirdim!”
↧