Abdülhak Hâmid’in Hatıraları Dergâh Yayınları arasında yeniden basıldı. Bu çok ‘renkli’ eseri ‘kitap’ olarak bize kazandıran İnci Enginün “ikinci baskıya önsöz”e şöyle başlıyor:“İnanılmayacak bir şey ama, gerçeğin ta kendisi. 1994’te basılan Abdülhak Hâmid’in Hatıraları on yedi yıl içinde bitti ve ikinci baskısının yapılmasına ihtiyaç duyuldu.” Örtük bir istihzanın bu ilk cümlelerinden sonrası enikonu düşündürücü; alıntılıyorum: “Türkiye’de binlerce Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencisi olduğu halde sadece 1300 adet basılan kitap bunca yılın ihtiyacını karşılamıştı. Bu tespit üzerinde herhangi bir yorumda bulunmak istemiyorum, fakat araştırıcı ve yayımcı açısından ne kadar şevk kırıcı olduğunu, bu ikinci baskının okuyucularıyla paylaşmak arzusunu da yenemiyorum.” ‘Ulu şair’in hatıralarını on yıl kadar önce, Bodrum’da, yaz tatilindeyken okumuştum. O dönemde Hâmid’in yaşamından ve eserinden esinli bir roman yazma çabası içindeydim. Kumkuma olacaktı romanın adı. Hâmid’le ilintili pek çok kaynağın İnci Hanım’ın emeğiyle bugüne kazandırıldığını elbette biliyordum. Kumkuma’yı yazabilseydim, Hâmid romanda bir ‘hortlak’ olarak varlığını sürdürecek ve kendisini bunca koruyan, yaşar kılmaya çalışan, değerli İnci Enginün’e de şükran duyması gerekirken handiyse alaylar söyleyecekti… Nankörlüğünden mi? Hayır, kaskatı gerçekçiliğinden. Benim hortlak Hâmid’im kendisine yönelik umursamazlığı alaya alıyor, git git unutulduğunu, nihayet yok sayıldığını biliyor; üzülmek yerine, yeni yeni dünya nimetlerinin peşinde koşuyordu. Şüphesiz, kendisini yok sayanlara lânetler de yağdırıyordu. Daha Esendal’ın hayli eski tarihli bir öyküsünde Ulu Şair’in ‘okunmazlığı’ dile getirilmiştir. Yaman bir ironinin eşlik ettiği bu öyküde, Hâmid edebiyatımızın, şiirimizin en büyükleri arasında sayılmakta, gelgelelim onu içtenlikle okuyan, özümsemiş tek kişiye rastlanılmamaktadır… Hâmid’e ilgim Finten’i okuduktan sonra. Lise son sınıfta öğretmenimiz Rauf Mutluay, ders kitabımızdaki seçme Finten parçasından yola çıkarak bu oyunla epey alay etmişti. Mutluay’a göre, sonradan yazdı da, Hâmid çok talihliydi, onca kof eserine rağmen, hayatı boyunca göklere çıkarılmıştı. Uzun süre bu değerlendirişin etkisi altında kaldım. Ahmet Muhip Dıranas’ın sadeleştirdiği, yeni bir sahne düzeni kurduğu Finten’i okuyunca çok şaşıracak, eserin özgününü okumak ihtiyacını duyacaktım. Hemen ekleyeyim; Finten tiyatro edebiyatımızın en önemli eserlerinden biridir, savrukluğuna, fazlalıklarına rağmen. Böylesi bir eserin nice zamanlar gözden ırak kalışını kavramak çok zor. Gelelim anılara. Abdülhak Hâmid “Bundan tahminen yetmiş iki sene evvel” diye başlıyor, “Boğaziçi’nin Rumeli sahilleri oldukça mâmur ve kısmen bir manzara-i kibarâyaneye mâlikti.” O yetmiş iki seneden bu yana da epey uzun bir zaman geçti; fakat Hâmid’in anıları –çetrefil dili bir yana– hiç eskimemiş! Çünkü bu anılar ‘birey’ olabilmiş bir yazarın anıları. Hayatını bütün içtenliği ve çıplaklığıyla anlatan şaire ister istemez derin saygı duyuyorsunuz. İmparatorluğun sonundaki Doğu ve Batı’yı Abdülhak Hâmid’in Hatıraları akıllara durgunluk verici özlülükle yansıtır. Ne var ki, binlerce Türk Dili ve Edebiyatı öğrencileri gibi, Doğu-Batı meselemiz üzerinde kafa yoranlar da Hâmid’in yazdıklarına hiç değilse göz atmak gereğini galiba duymamışlar. İnci Enginün’ün kişilere ve olaylara dair zengin bilgilendirmesiyle bezenmiş bu anıların 2013’te kaç adet basıldığını bilmiyorum. Dilerim ilgi çeker. İnci Hanım gibi ben de Hâmid’i yaşatmaktan vazgeçmeyen Dergâh Yayınları’na teşekkür ediyorum.
↧