Benim babam taşrada bir sermuharrirdi. Gençlik yıllarında Hedef adlı mahalli bir gazete çıkarmış, farklı gazetelerde yazmış, Milliyet’in Trabzon muhabirliğini yapmıştı ve öldüğü zaman yerel Hizmet gazetesinin başyazarıydı.Güzel yüzünü en çok da otuz yaşından sonra kendisine tuttuğu bir hocadan Kur’an öğrenirkenki ışığıyla, bir manifatura mağazasının derinliğinde anımsasam da o, ömrü boyunca kumaşlardan çok kâğıtların ve kalemlerin üzerine eğilmişti. Geçtiğimiz hafta sonu, üzerimde babasını on dört yaşında iken kaybeden bir çocuğun duyguları, ağır bir mürekkep kokusunun ortasında Hizmet gazetesinin koleksiyonu üzerine eğildim ve merak ettim: Yazılarını çağdaşlarının hemen hepsinde rastladığımız türden zarif ve eğik bir el yazısıyla kâğıda mı yazmıştı? Daktilo mu kullanmıştı? Onun da “bir dosya kâğıdı” sınırı var mıydı? En önemlisi, ne yazmıştı? Bunu az çok biliyorum elbet ama ilk kez bir akademisyen bilinci ile, sistematik olarak ve kim bilir kaç ay sürecek bir çalışmanın başlangıcında 1961 yılının cildini açtım ve sayfaları çevirmeye başladım. Merkez haberlerinin yanı sıra çoğu adam öldürme, yaralama, kız kaçırma, taciz gibi mahalli haberlerle dolu bu gazetede diğer yandan tiyatro üzerine bir seri, Mehmet Kaplan’ın bir şiir tahlili, Orhan Veli’ye dair bir analiz de tiraja halel vermeden yerini almıştı. En ilginci de Londra’da açılan bir Opera Merkezi gibi Hemingway’in ölümünün de 60’ların Trabzon’unda bir haber değeri vardı. Ve işte. Başladı. İlk yazısının “Gerçek Münevver İhtiyacı” üzerine olması kalbimi yerinden hoplattı. Bu yazıda memleketin hâli, ayağa düşmüş politikadan şikâyet ediyor. Siyasetin kirli insanların elinde kalmasından biraz da aydınları sorumlu tutuyor. Çözümü politikacıdan değil münevverlerden bekliyor ve o kadar sık tekrarladığı ibareyle “Yarının mesut, müreffeh ve büyük Türkiye’si” için gerçek aydınları siyaseti devralmaya davet ediyor. Benim babam, fark ettim ki daha çok siyaset yazmış ama insanlık ülküsünü siyasetin üzerinde tutarak yazmış. Çok ütopik ama Türkiye’de seçimleri mebus adaylarının değil, partilerin kazandığından yakınıyor meselâ. O da bunun bir “Mâlihulya” olduğunun farkında yazısının başlığına bakılırsa. Ama yine de partizanlığın kardeşliği hırpalamayacağı “Büyük ve Çağdaş Bir Türkiye” hayalinden vazgeçmiyor. Sosyal refahın ekonomi ve siyasetle bir arada değerlendirilmesi gerektiğinin farkında ve hepsini zihniyete bağlıyor. Zihniyet, asıl meselesi gibi görünüyor. Koskoca bir imparatorluğun harita üzerinde geldiği yerin sorumluluğunu önce siyasette değil zihniyette arıyor. İstanbul Hayriye Lisesi yıllarında, okulun müdürü (ya da hocası) Kenan Rifai’nin eli ona ne kadar değmişti, bilemiyorum. Ben erken kaybedenlerdenim çünkü. Kaybettiğinin değerini sonra fark edenlerden. Ama onun, gündelik olayları bile bir zihniyet meselesi olarak yorumladığı besbelli. Trafik kazalarından şikâyet ederken bile çare olarak “Muazzam teşkilât” istiyor. Olaylar ve kişiler üzerinden zihniyetleri tartışıyor daha çok. O yıllarda bu taşra kentinde konuşlanmış NATO mensuplarının çağrıldığı bir sosyal etkinlik gecesine şehir gazetecilerinin çağrılmayışından inciniyor aynı zihniyetsizliğin izini sürerek. Seçim öncesi mitinglerinden alıntıladığı/alıntılayamadığı kaba cümleleri, onun ifadesiyle “Miting Cevherleri”ni örnek göstererek, “Demokrasiyi hâlâ kelimenin ifade eylediği manada kuramayışımızın sebeplerini araştırıp durmamızı” yadırgıyor ironiyle. Meclisteki sille tokat girişmeleri kınıyor. Çalmalara çırpmalara ateş püskürüyor. Gönlünü hırs bürümüş siyasîlerin vaatleriyle için için dalga geçiyor. Maçka’ya liman vaat edilse şaşırmayacak! Maçka’da deniz yok oysa. Ey canımın canı baba. Ben senin yanında, kucağında, ikliminde büyürken, çiçeklenirken sen bunları yazmışsın. Bu yazılara eşlik etmiş benim bebek sesim, ağlamalarım, gülmelerim. Şimdi benim yaşım senin öldüğün yaştan on fazla. Ama senden öğreneceğim hâlâ ne kadar çok şey var. Nurlar içinde yat.
↧