Şehirde gerçekten ne olup bitiyor merak mı ediyorsunuz bir düğün salonuna uğrayın. Halkın gazetesi orada çıkıyor, en çarpıcı manşetler orada atılıyor.Anlı şanlı televizyon programlarını alt edecek şenlik görüntüleri o mekanlarda can buluyor. Hayır hayır, davetli olmanız gerekmiyor. Nasıl olsa girişte kimse kimseyi tam tanımıyor. Sizi kız tarafı erkek tarafından, erkek tarafı da kız tarafından zannedecektir nasıl olsa. Selam verip gülümseyerek inin apartmanların, otellerin alt katlarına. Hayırlı olsun, tebrik ederim, Allah mutlu etsin, deyin. Bakın ki orada ne ışıklar yanıp sönmekte ne müzikler çalınıp dönmekte, ne yüzler aydınlanıp dalgalanmaktadır. Kadınla erkek, çocukla yaşlı, önceden karar verilmiş bu barış ve esenlik avlusunda nasıl da toplanmakta, kendi sinir ve kemiğinden ayıklanıp kitlenin mayasına nasıl da karışmakta. Mucizevi bir ayakkabı gibi küçülüp büyümekte hali vakti yerinde olanla olmayanın ayağına olacak kadar renkten renge modelden modele de dönmekte. Bir akşam öncesi Malatya sesleriyle çınlayan tavan bu akşam Samsun eteklerinden devşirip getirdiği sesleri bir zaman macunu gibi eritip yoğurmakta… Yarın Trakya havalarına dönecek belki. Oluşun şenlik kazanı durmadan kaynayacak nasıl olsa.Taşranın şehir elbisesiyle salınışıKim ne derse desin düğün salonu taşranın şehir elbisesiyle salınışıdır da. Yüksek teslimiyet altında curcunalı çelişkisini uyum aşkıyla doldurup taşırır. Köylerde ve küçük şehirlerde, kırda ve bahçelerde, mahalle aralarında, neredeyse bin yıllık alışkanlıklar, kurallar ve ritüeller düğün çemberine bürünür, yaşama isteğini hatta direncini beton yapıların yüzüne haykırır. Saklı isyanı şerbeti bardaklara dolar. Düğün sahipleri, evlenenler, konuklar hatta bu mekanları işletenler de bütün bu olup bitenlerde plastik bir saçmalık yattığını pekala bilirler. Fakat hayata un öğüten değirmen bu suyla dönmekte ve küçük istisnalar dışında başka bir manevra alanına imkan vermemektedir. Büyük taşra sıkıntısının nasıl ter, nasıl yüksek gürültü ve nasıl görülmez tozlarla dalgalandığını görmek ve buradan övünç değil gerçeklik sosyolojisi çıkarmak istiyorsan işte apaydınlık bir arena… Düğün salonu. Her yerde. En çok da hafta sonları. Dolu. Dopdolu.O arenada, Metin And’ın seyirlik köy oyunları ismini verdiği oyunlardan ne tortular bulacaksın. Şu baş köşede bir gün olsun tahta çıkma duygusunu doyuruyormuş gibi gözüken fakat hakikatte şu işkence bitse de yarın sabahı bir görsek duygusuyla kıvranan damat ve gelin, şu başka köşede elindeki fotoğraf makinesini kelebek yakalayıcısının ağı gibi önüne gelen herkese kapatan fotoğrafçı, şu baş misafirler masasına birikmiş mutluluk sözleri arasına dürülmüş iç çatışmalar, birbirini süzmeye çok meraklı gençlik ve ergenlik bakışları, yaşlıların bir kenarda unutulmuş hatırlanma mendilleri, iyi ki bu düğünler, iyi ki bu salonlar var yoksa hiçbirbirimizi göremeyeceğiz sözlerinin, yönü belirsiz kahkahalarının eriyip gitmesi. Herkesin bu karma zaman nehrinde sürüklenip giderken bir an olsun bir dala tutunma, kurtulma isteği de duymaması. Az önce düğün danslarını bütün saf acemilikleriyle yapmış çiftin kulaklarına dolan ıslak ve gıda boyası kokan Ferhat Göçer sesi altında yapış yapış mutluluk ve alın kırışlar sağanağı…Bunlar bunlar da bir şey söyler mutlaka ancak, kıyafetlere özellikle kıyafetlere bakmalı bir göz. Şehrin iç taşrasının vitrinlerinden, çakma dünya markalarının diri ve yağız delikanlıların bedenlerine sarılışındaki sıçrama, rüküşlükle televizyon programlarındaki modacıların sözlerinden biçilmiş kumaşlara sığmaya çalışan yeni şehir ahlakı. Biraz özgürlük ile sınırlı ciddiyet arasına sıkışmış kadınların çevredeki ne der bakışlarından yavaş yavaş süzülüp dökülen ipeksi düşüşleri. Kasket kadar başörtüsü, kuaför fırçasının sıcak ve esintili dokunuşları ile dışarı fırlamış saç topuzları. Yanaklara yapışan allar ve yıldızcıklar. Arzu ile utangaçlık, isyan ile teslimiyetin insan denilen varlığın bu renkli su havuzunda bir mahşer içgüdüsüyle dönüp havalanışı… Daha, daha ne olsun.Fakat hiçbir şey müzik kadar, bunca zaman ve hep sona saklanan yöresel müzik kadar açığa çıkaramaz hiçbir şeyi. Popüler müzik vaktini doldurup asıl müzik başladığı, sazlar, davullar, keman ve darbuka, kemençe ve klarnet ve cümbüş, halay, horon, oyun havası her neyse, sıkışmış ve bastırılmış uykusundan uyanıp çok afrodizyak hatta bir beden dini gibi cezbeye kapıldığında başlar düğün. Düğün demek çalgı çengi, müzik demek saklı dilin şelalesine kavuşması demektir. Çocukluğumun geçtiği kasabada bir düğün varsa, önce çalgılı olup olmadığı sorulurdu. Eğer çalgı, oyun, yeme içme yoksa bir düğünde, bin yıllık bir acıyla bakarlar, sessizce geri çekilirlerdi. Bir yandan gündelik hayatın burgusu bir yandan düğün dernek işlerinin yorucu akışı zaten insanları yeterince bağlayıcı olurdu ki, insanlığın en eski vakitlerden beri yaşata dönüştüre getirdiği düğünün de tam olmasını isterlerdi.Tavanlardan halk yıldızları saçılıyorDüğün salonlarında da ilkin şehirde yaşamanın, modern olmanın, biz de buradayız, hayatın içindeyiz demenin bir karşılığı olarak, güncel müzik dinleniyor, hatta bazı sanatçılar sahneye çıkarılıp eğleniliyor fakat bunların hiçbirisi salonlara tam hükmedemiyor. Meyhane ile kır düğünü, şenlik ile eski zaman toyları belki asıl bu otantik müziklerle güncelleniyor, insanlar kendi dramlarını varlık düğününe böylelikle çeviriveriyorlar. O zaman giyilen kıyafetler, ayakkabılar, takılar, sosyal ve dinsel göstergeler, yaş ve cinsiyet, sosyalleşmenin parantezi açılıveriyor ve herkesin içindeki sosyal çocuk bütün şen gülüşleriyle tavanları çınlatıyor… Karadeniz ile İç Anadolu, Doğu ile Trakya sıkışıp düğün salonlarına doluyor, gelin arabaları süsleri, kuaför dokunuşları, takılar ve davetiyelerin ötesinde tarihin güncel dokunuşları köşelerde iz bırakıyor. Gerçeklik şehrin plastik damarlarını başka bir kanla dolduruveriyor. Tavanlardan toz yerine halk yıldızları saçılıyor.
↧