19 Aralık 2013 tarihli Cumhuriyet Kitap’ta Enis Batur’un önemli bir yazısı yayımlandı: “Durmadan dönüp bakmak”. Batur, “Durmadan dönüp bakmak” başlığıyla, belki, Cahit Külebi’nin bir dizesini de esenliyordu: “Sen de unuttun mu, dön geri bak.”Uyduruyor olabilirim. Ama birdenbire “Tokat’a Doğru”; Yeşeren Otlar’da yer alır bu şiir. Hem “Tokat’a Doğru”yu, hem “Tokat’a Girerken”i Tokat Avcı Er Eğitim Taburu’ndaki askerliğime giderken defalarca okumuştum. Önce bu hatırlayış... Tokat, onca yıl sonra gerçekten şiirlerdeki gibiydi. Gerçi şehir büyük değişimlere uğruyordu, yeşeren kavaklar, bağlar azalmıştı, bununla birlikte Külebi’nin Tokat’ı hâlâ nefes alıyordu...“Sen de unuttun mu, dön geri bak”, şiir boyunca, her dörtlüğün sonunda döne döne değişir: “Bir yandan tekerler döner, dön geri bak.” / “Kavaklar yeşeriyor dön geri bak.” / “Gözlerim yaşarıyor, dön geri bak.” / “Hamutlar şak şak eder, dön geri bak.”“Dön geri bak” Tomris Uyar’ın en güzel hikâyelerinden birinin adı da oldu...Enis Batur ‘durmadan’ diyor, bir uyarı, bir özendiriş dileğiyle herhalde. Çünkü yazısı şöyle başlıyor:“Tahir Alangu’yu hak ettiği (!) ölçüde unutmuşuz: Birkaç öğrencisi (Ardıç, İleri) sayılmazsa, kimse üzerinde durmaz oldu o değerli araştırmacı-öğretmenin -’öğretmen’i burada gerçek, yüksek anlamında kullandığımı belirtmeliyim.”“Gerçek” bir öğretmenArdıç, Engin Ardıç. Engin Ardıç, Ferhan Şensoy, Yaşar İlksavaş, artık aramızda olmayan Ahmet Kaptan, edebiyata tutkun bu adlar Tahir Alangu’nun, Galatasaray Lisesi’nde öğrencisiydiler. Ben olamadım. Alangu hayatımdaki öğretmenlerdendi, Enis’in söylediği gibi “gerçek” bir öğretmen.Enis Batur, “o değerli araştırmacı-öğretmenin” Necatigil’le uzun bir söyleşisine değiniyor. Necatigil’in şiirinde masallardan esinler üzerine müthiş bir söyleşi. Enis müthiş bir saptamayı eklemekten kendini alamamış: “Bir tür ‘doruk söyleşi’ bu; yarım yüzyıl geçmiş aradan, öneminden kırıntı yitirmediği gibi, bugün bir eşdeğeri üretilebilir mi Türkiye’de, düşündürüyor.”Öyle sanıyorum ki, üretilemez. “Dön geri bak”lar artık çok uzak. Kimsenin “durmadan dönüp bakmak”lara hiç mi hiç ihtiyacı kalmadı. Sebebini yine Enis Batur’un yazısından alıntılayacağım:“Alçakgönüllü ortamlarda doğup büyümüş, alçakgönüllü serüvenlerini titizlikle dokumuş böyle insanları yeniden yetiştirebilme yeteneği kalmış mıdır şu toplumun?”1971 ya da 1972; Alangu hocamızın evindeyiz, ben, Naci Çelik, Hulki Aktunç. Çok erken yitirdiğimiz sevgili arkadaşım Hulki Aktunç, kim bilir hangi öyküsünün hangi ayrıntısı için, Alangu’dan meddah hikâyesinin bazı özelliklerini öğrenmek istiyor. Bu buluşmayı, Behçet Necatigil’in aracılığıyla Naci Çelik sağlamış olmalı.Alangu bir türlü meddah konusuna girmiyor. O günlerde çingene folkloruyla yakından ilgilenmekte. Çingene folkloruna dair birbirinden ışıltılı bilgiler veriyor ama, meddah hikâyesine, Hulki’nin titizlikle hazırlanmış sorularına teğet geçiyor.Sonradan öğreneceğiz: Yorgun, hastalıkla boğuşan bir Tahir Alangu’dur karşımızdaki. Nitekim 19 Haziran 1973 tarihinde onu kaybedeceğiz. Doğumu 24 Aralık 1915; Necatigil, sözlüğünde, “(nüfus kaydında 1916)” parantezini açmış... Bugün Alangu hocamızdan yaşça büyüğüm...Enis Batur o evi gördü mü, bilmiyorum. Ama bire bir söylediği gibiydi: “Alçakgönüllü ortamlarda”... Bir akşamüstüydü, Alangu’nun eşi Mesude Hanım bize, elbette ev yapımı, elbette dereotu unutulmamış peynirli poğaçalar ikram etmişti, hepimizden zayıf, basbayağı sıska Hulki hepimizden fazla yemişti...Şimdi ürpererek hatırlıyorum Hulki’nin söylediklerini, “Poğaçalar pek güzeldi, meddah olmadı bari poğaça...”Yine ürpererek hatırlıyorum, dört bir yanın kitaplarla dolup taşışını, eskimiş eşyayı, koltukların eprimiş kumaşını, bütün o dar imkânlardan fışkıran -Enis’ten ödünç aldığım- “Sokratik” havayı...Enis diyor ki: “Kısıtlı olanaklarıyla yabancı dil öğrenmeyi, geçmişin kültürüne eğilirken modern perspektif geliştirmeyi, sayısız öğrenciye ufuk açmayı, ‘temel’ sağlamayı başarmışlar.”Yalnız Necatigil ve Alangu mu? Beğeni ve düşünce ayrılıklarımızı bir yana bırakarak; Atatürk Erkek Lisesi’nde son sınıfta öğretmenim Rauf Mutluay’ı da ille bu satırlar arasında anmak ihtiyacını duyuyorum. Necatigil’in şiirindeki gibi, belki yaşlanıştan, gözlerim doluyor. Perşembe öğledensonraları, cumartesi öğlene kadar, haftada altı saat, Mutluay’ın Türk Dili ve Edebiyatı derslerini ne kadar çok özlemişim!..Ders kitaplarının ufuksuzluğunu bir anda kırardı. Fikret’in “Sis”inden Yahya Kemal’in “Siste Söyleniş”ine onunla yol alıp gitmiştik: “Hulyâma bir ezâ gibi aksetti bir daha; / -Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr!- O beddua...” Tarihten, tarih ve yurt bilincinden edebiyata, sanata açılan uzun bir tartışmaydı.Bâkiye Hanım olmasaydı...Lise bir ve ikideki öğretmenim Bâkiye Ramazanoğlu’nu görür gibiyim: Sınıfa giriyor, kürsüye iki kitap koyuyor; Sabahattin Ali’nin ve Sait Faik’in, Varlık Yayınları’nca yıllar sonra yeniden yayımlanan eserlerinden ikisi. Bâkiye Hanım olmasaydı, Sait Faik’i de, Sabahattin Ali’yi de galiba büsbütün geç tanıyacak, okuyacaktım. O hep hüzünlü sesiyle “Mahalle Kahvesi”ni okuyor bize hocamız; sonra bir ders boyunca bu hikâyenin ilettiği ahlâk değerlerini tartışıyoruz...Tahir Alangu’nun Sait Faik İçin kitabını lise sondayken Elif Kitabevi’nde ‘buluyorum’. Yeditepe Yayınları arasında 1956 yılında yayımlanmış. Sait Faik üzerine değerlendirmeleri, onun ölümünden sonra kaleme alınanları, kapsamlı, bilgilendirici bir önsözle derlemiş Alangu. Yalnızca övgüler yer almıyor bu derlemede, bugün bize çok gülünç gelen horgörülere de yer verilmiş.Bunlardan biri, burada yazarının adını vermek yersiz, taa 2000’lerde Bu Yalan Tango’da uzunca bir karabasan için esin kaynağım olacak. Hocamızın o derlemesi olmasaydı...Yine Tahir Alangu imzalı, üç ciltlik, yeni basımlarının yapılıp yapılmadığını bilmediğim, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman her zaman başucu kitaplarım arasında. Hikâye ve romanımızın ustalarını 1960’lara kadar getiren, derin ve sanatkârca incelemelerle bezenmiş bu antolojinin de yazarlık donanımımda yeri sözcüklerle anlatılamayacak kadar büyük...Kopuk kopuk hatırlayışlarla, onların sonucu, hep ‘üç nokta yan yana’larla sürüyor bu yazı. İşte Bâkiye Hanım’ın Maçka’daki evindeyim, hep aynı, o alçakgönüllü evlerden biri, belki eşyası biraz daha bakımlı, şu siyah büfe abanoz ağacından olabilir... Beyaz peynirli keki ilk kez orada yedim, çok sevmiştim; hocamız kendi yapmıştı...Liseyi bitirdiğim yıl, ilk kitabım! Cumartesi Yalnızlığı’nı Bâkiye Hanım’a sonsuz gönül borcu duyarak imzalıyorum. Yine Maçka’daki giriş katı, beni tebrik ediyor, öğretmenimin elini öpüyorum...Enis “Durmadan dönüp bakmak”ı iyi ki yazmış; bu anılara besbelli özlemim varmış!1970’lerin sonu, Beşiktaş’ta çarşıdan geçiyorum, Necatigil “Temmuz Tilkileri”ni Oluşum dergisinde yayımlamış; çarşıda, ayaküstü... Behçet Necatigil’in öğrencisi olmadım; yaşamımdaki en değerli öğretmendi oysa...Tarih öğretmenim Zehra Tapman; kendi isteğiyle bir huzurevine çekilip orada öldü... İlkokul öğretmenlerim: Ulviye, Belkıs, Nevzat öğretmenler...Anılarda hepsi ‘bugünkü’ bizlere hâlâ şefkat eli uzatıyor.
↧