Hükümetten üç bakanın istifası ve bir bakanın azledilmesine yol açan rüşvet ve yolsuzluk operasyonu Türkiye’nin tek gündemi. Aylar öncesinden başlayan skandalda milyar dolarlar havada uçuşuyor.Millet şaşkın. Hayal kırıklığı ve şok etkisi büyük. Medyada, kahvehanelerde, evlerde hep bu konuşuluyor.Kamuoyuna yansıyan belgelere bakılırsa iddialar korkunç: Ayakkabı kutusuna doldurulmuş dolarlar, yatak odalarındaki çelik kasalar, para sayma makineleri, 105 milyon dolara varan rüşvetler, İçişleri Bakanı tarafından rüşvetle devlet koruması verilen karapara tüccarı, şikâyetçi olduğu için yine rüşvetle sürgün edilen emniyet amiri, rüşvetle yasa dışı vatandaşlık işlemleri, emsal değerleri artırılıp talan edilen kamu arazileri, imara açılan SİT alanları, çikolata kutusu ve takım elbiseleri içinde kuryelerin taşıdığı avrolar... Liste uzun. Normal bir ülkede bir tanesi tsunami etkisi yapacak nitelikte vahim suçlamalar. Hükümet, iddiaların açığa çıkmasını, suçlamalar asılsız ise insanların aklanmasını sağlayacak adımlar atmak yerine savcıları baskı altına alarak, yüzlerce polisi görevden alarak, yargı bağımsızlığını bitiren bir tüzük çıkararak şaibeyi daha da büyütüyor. Ama HSYK açıklaması ve Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararıyla soruşturmayı önleme yolları tıkanmış durumda.Adeta çok asude, güzel kokular içindeki bir çiçek bahçesinin altından geçen fosseptik borusu patlamış gibi. Herkes neye uğradığına şaşkın. Kutuplaştırıcı politikalar nedeniyle zaten kızgınlığı tavan yapmış olan muhalif kitleler AKP’ye öfkeli. Başbakan Erdoğan’a büyük sevgi besleyen, her zor kavşakta destek veren ve yaptığı icraatları takdir eden kitleler, bütün bunların gerçek olmadığını duyup rahat etmek istiyor. Bu duygularla hırsızlığı ortaya çıkaran yargıya, polise kızıyor. Erdoğan ve hâlâ gidişattaki acı sorunları dile getirmek yerine ikbal beklentisi ve diyet baskısıyla gaz vermeyi tercih edenler, vatandaşın gerçeği görmesini önlemek için dakika başı yeni bir komplo teorisi üretiyor. İsrail, ABD, Gezici işadamları, camia, diğer uluslararası güçler olağan günah keçileri. Dün “İyi ki varsınız” diyerek, kolejlerine, Türkçe Olimpiyatları’na katılıp övgüler dizip destek verdiği camiayı örgüt, çete, paralel devlet gibi yaftalayarak, yargı sürecini darbe diye niteleyerek, patlayan yolsuzluğun üzerine yeni bir hukuksuzluk eklemekle meşgul.Demokratik iktidarları boğan eski vesayetin geriletilmesi için gerekirse ‘mezardan kalkarak’ 12 Eylül referandumuna destek veren, 27 Nisan bildirisi ve AKP’yi kapatma girişimine karşı dimdik duran bir sivil toplum grubunu, “in”lerine girmekle tehdit ederek, KCK’ya benzeterek gündem değiştirilmek isteniyor. Yolsuzluğu örtmeye çalışırken toplumu birbirine karşı getirme, tarihi Ergenekon davalarını kumpas diyerek itibarsızlaştırma bile göze alınmış durumda. Bütün bu çabalar şimdilik bir kısım vatandaşların kafasını karıştırsa da İstanbul belediye başkanlığından beri yanında olan Erdoğan Bayraktar ve İdris Naim Şahin gibi kritik isimler çok düşündürücü çıkışlarla partiden istifa ediyor. Bayraktar, “Suçlama konusu her şeyi talimatınızla yaptım, siz de istifa edin.” derken Şahin, partinin “oligarşik bir yapının” kontrolüne geçtiğini söylüyor. Polislere yapılan operasyonlara itiraz ediyor. AK Parti’nin bir kimlik partisinden çok kitle partisi gibi görülmesini sağlayan Hakan Şükür, Ertuğrul Günay, Haluk Özdalga gibi isimler ayrılıyor.İç gündemi sarsan bu skandalın dikkatten kaçan ve komplo teorilerine değil belgelere dayanan ve hem dış politika hem milli güvenlik açısından çok kritik iki yönü var: Birincisi, İranlı Reza Zarrab’ın bakanlarımızla giriştiği rüşvet ilişkisinin ortaya koyduğu vahim tablo. İddialar doğruysa yetimin malının yenmesi bir yana bu ilişki bakanları her türlü dış şantaja açık hale getirir. Bu şekilde yakayı kaptırmış bir bakanın şantaj karşısında yapmayacağı hiçbir şey olmaz.İkincisi, İran’la yapılan ticaretin özellikle son iki yıla ilişkin tuhaf sonucu. Türkiye için önemli bir ticaret bu ama asıl ambargolar altındaki İran için can simidi. Hâlbuki İran, karşı karşıya olduğumuz Baas rejiminin en önemli finansörü. Yani Türkiye’nin karapara aklama riski üstlenerek yaptığı bu paranın en azından bir kısmının Baas’a gittiğine kuşku yok. Suriye’deki radikal gruplarla ilişkiyle yan yana koyunca vahim bir durum. İsrail ve ABD ile arasını düzelten İran, Ortadoğu’nun “yapıcı, barışçı” ülkesi. Tahran için bir sürü risk alan, Suriye’de görünüşte İran’la mücadele eden Türkiye ise şaibeli ülke haline getiriliyor.'Düşman'ını finanse etmek nasıl bir ilişkidir?!.
↧