Osman Ulagay “40 yıllık” kategorisine giren arkadaşlarımdandır. Ulagay’ın Kasım 2013’te yayımlanan, Gezi Parkı kitle gösterileri sonrası, “Büyük rüşvet ve yolsuzluk” soruşturması öncesinde Türkiye’nin siyasi manzarası üzerine bir deneme niteliğindeki son kitabını okudum.Kitapta katıldığım ve katılmadığım pek çok fikir var. Burada ancak başlıcalarına değinebileceğim.Katıldığım ana fikir, kitabın başlığında ifadesini buluyor: “Türkiye eskisi gibi olmayacak...” Ve buna ilişkin argümanlar. Kitabın katılmadığım ana fikri ise şöyle özetlenebilir: Başbakan Erdoğan “Batı uygarlığının miadının dolduğu” inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti’ni “bilime ve Batılaşma’ya” dayalı “kurucu felsefesinden uzaklaştırıp İslam dünyasının öncülüğünü yapan bir devlet haline getirmek istiyor...”Öncelikle, Erdoğan’ın Batı uygarlığının miadını doldurduğu inancıyla Türkiye’yi “İslam dünyasının öncülüğünü yapan bir devlet haline getirme” çabasında olduğu tezi, ikna edici değil. Bu tezin aksine pek çok şey söylenebilir. Asıl itirazım ise şu: Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ana sorunlar, “kurucu felsefe”den (Kemalizm’den) “uzaklaşmak”tan değil, aksine bunda ısrardan kaynaklanıyor.Bu felsefe, elbette ki gökten zembille inmedi. Tanzimat’la başlayan Batılaşmacı Osmanlı mirası, 19. yüzyılda Batı’da gelişen ve 2. Meşrutiyet düşünce hayatına damgasını vuran materyalist - pozitivist fikirler ile 20. yüzyılın başlarında Avrupa’da yaygın otoriter modernleşme anlayışının etkisiyle şekillendi. Birçok yazımda değindiğim üzere, kurucu felsefe esas olarak şu ilkelere dayandı:Demokrasiyle modernleşme mümkün değildir. Onun için otoriter bir tek – adam, tek – parti rejimi gerekir. Dinî inançlar (hele İslam), modernleşmeye engeldir. Bunun için devlet dini tekeline ve denetimine alıp, modernleşmeyle çelişmeyecek, tek tip bir İslam anlayışına destek vermeli, dinî özgürlüklere kısıtlamalar getirmelidir. Modern bir toplum ancak aynı dili konuşan, aynı kültürü paylaşan bir toplum olabilir. Onun için devlet, bütün toplumu Türk dili ve kültürüne asimile etmelidir.2. Dünya Savaşı sonundan itibaren kurucu ilkelerde esnetmeler yapılması zorunlu oldu. Tek – parti rejimi yerini çok - partili düzene bıraktı; hak ve özgürlükler üzerindeki kısıtlamalar tedricen gevşetildi. Askerî darbelerle kurucu felsefeyi tahkim çabaları netice vermedi; her defasında özgürlük alanı zamanla genişledi. Batı’da: Modernleşmeyle bilimin dinin yerini alacağı iddiası çöktü; demokrasi çoğulculuğu benimsedi, bireysel haklara grup hakları eklendi. 20. yüzyıl Türkiyesi’ne bile çok dar gelen, hayli kan akıtılarak giydirilen Kemalist dar ceket, her bakımdan çok farklılaşmış 21. yüzyıl Türkiyesi’nde uygulanamaz oldu.Bugün Türkiye’nin ihtiyacı, “kurucu felsefe”yi ihya değil, AB’nin çağdaş, yani özgürlükçü ve çoğulcu normlarına uygun bir rejim tesis etmek. Erdoğan’ın başında olduğu AKP iktidarı, dışa açık piyasa ekonomisiyle gelişen yeni elitlerin, AB’nin, liberal görüşlü aydınların desteğiyle buna yöneldi. AB kriterlerine uyum yolunda ilerlendiği sürece ekonomi büyüdü, demokrasi görece özgürleşti ve çoğulculaştı, ülkenin saygınlığı arttı.Ne var ki, son genel seçimlerden bu yana Erdoğan, Türkiye’yi kuruluş dönemine benzer bir tek – adam ve tek – parti rejimine doğru götürerek hem kendisini hem de ülkeyi çıkmaza soktu. Muhakkak ki 21. yüzyıl Türkiyesi’nin bu eski - yeni dar ceketi kabullenmesi ya da eski, Kemalist Türkiye gibi olması mümkün değildir. Ulagay’ın belki fark etmediği nokta da şu: Liberal demokrat eğilimli arkadaşlar dediği kimseler, şimdi Erdoğan’ı eleştirmekte haklı oldukları gibi, doğru yolda ilerlerken ona destek vermekte de haklıydılar.
↧