![]()
Kendimiz için en iyisini istemekten daha doğal ne olabilir? Biz de tam bir hukuk devletinin hakim olduğu, kuvvetler ayrılığının işlediği, kimsenin fişlenmediği, hakların ihlal edilmediği, özgürlüklerin korunduğu bir ülkemiz olsun istiyoruz. Ancak ortada basit bir soru var. Acaba bu idealin gerçekleşmesini talep ederken ne kadar gerçekçiyiz?Söz konusu ‘hukuk devleti' idealizasyonu Batı'da ortaya çıkmış, Batı'nın sosyolojik zemini üzerinde işlev kazanmış bir proje. O coğrafyada tarihsel olarak yöneten/yönetilen farklılaşmasının sınıfsal bir zemini bulunuyor ve demokratik taleplerin meşruiyeti giderek ‘halka' dayandırılabiliyor. Bu ‘halk' bireysel farklılaşmalar dışarıda bırakıldığında, devlet karşısında eş düzeyli ve homojen bir yapıda. Devletin rakibi değil… Yönetimin tek korkusu kitlesel bir itirazın ortaya çıkması… Dolayısıyla da halkın taleplerine dikkat edilmesi, farklı taleplerin şeffaflaşması, aralarında denge kurulması ve bunların topluma anlatılması, rejimin istikrarı için kritik bir unsur. Medyanın hayati işlevi de bu alanda.Bize gelirsek ‘halk' ne eş düzeyli ne de homojen. Hiçbir zaman da böyle olmadı… Genel bir yönetilen kategorisinden ziyade, her biri yönetenle ayrı ilişki içinde olan cemaatlerden oluşan bir kitle oldu. Bu nedenle Osmanlı yönetimi devleti de kimlikleştirmiş ve onu cemaatlerin dışında tutmuştu. Ama sistemin bozulması için fazla zaman gerekmedi. Merkezin ‘hakemlik' yeteneğinin zayıfladığı her an, cemaatlerin çeşitli hizipler ve güçlü kişilikler üzerinden devlete nüfuz etmesinin ya da isteğini yaptırmasının yolu açıktı. 19. yüzyılda modernlik yolunda hayata geçirilen reformlar Osmanlı'da da bir yeknesak ‘halk' olduğunun varsayılmasını gerektirdi ama herkes gerçeğin bu olmadığını biliyordu. Aksi halde Süryani, Rum ve Ermeni tehcirleri yaşanmaz, Kürtler yok sayılmaz, laiklik de böylesine katı ve dışlayıcı bir anlayış içinde ele alınmazdı. Ordu 19. yüzyılın daha ilk yarısında Anadolu köy ve kentlerinin kimliksel çetelesini tutuyor, bugünün tabiriyle ‘fişleme' yapıyordu.Fişleme halen devam ediyor ve bizler buna hukuk devleti adına karşı çıkıyoruz. Ne var ki fişleme gerçekçi bir araç, çünkü cemaatlerden oluşan toplumsal yapılar doğaları gereği şeffaf olamazlar. Her cemaat kendi içinde korunaklı bir alan yaratmakla kalmaz, diğer cemaatler karşısındaki siyasetini de belirli bir strateji içinde açığa vurur ve bunu devlet üzerinden yapma yollarını arar. Sonuç cemaat yapılanmaları arasında akut hale gelebilen güvensizlik halidir… Devlet ise bunların hiçbirine güvenmez ve işe aldığı her kişinin ‘kim' olduğunu bilmek ister. Aksi halde yönetimin idari zaaf içine düşebileceği, oyuna getirilebileceği yaygın bir kanaattir. Ancak fişleme yapan sadece devlet değildir. Cemaatler de fişleme yapar… Hatta bu ülkede hepimiz her an zihnimizde fişleme yaparak yaşarız. Olayları takip etmenin ve anlamanın yolu olarak bunu içselleştiririz.Fişleme olmasın, hukuk devleti olsun diyenler tabii ki samimi ve doğru bir önerme yapıyorlar. Ama ‘fişleme niçin var' diye sormadan bunun kalkmasını istemek, ya da önce ‘hukuk devleti niçin yok' demeden olmasını talep etmek sadece hoş bir retorik. Bugün onca apaçık delile rağmen hâlâ ‘darbe suçlaması tümüyle uydurulmuştur' denebiliyorsa, bunun nedeni toplumun laik cemaatinin zihnindeki doğal fişlemedir. Aynı şekilde yolsuzlukların tümüyle palavra olduğunu iddia etmenin meşruiyeti de, ‘karşı' tarafla ilgili zihnimizdeki fişlemelerdir. Ne var ki olayın tek yönü bu değil… Çünkü zihnimizde fişlemelerin olması, bu fişlemelerin ille de temelsiz önyargılara dayandığı anlamına gelmiyor. İşin kötüsü, herkesin cemaatçi refleksler gösterdiği bir parçalı toplumda zihnimizdeki fişlemelerin önyargı düzeyini takdir etme yeteneğimiz de zayıflıyor. Herkes kendi çevresindeki kişilerin kanaatlerinden hareketle kendisi için bir kanaat oluşturuyor ve diğer herkese bu prizmanın içinden bakıyor. Böylece fişlemeler de kişisel olmaktan çıkıp sosyalleşiyor ve bir irade ile birleştiği ölçüde de ‘siyasallaşıyor'. Medya ise bu hamurun yoğrulması için kullanılıyor.Fişleme alışkanlığı, Türkiye bir hukuk devleti olduğunda ortadan kalkacak. Ama fişleme ihtiyacı sürdükçe de burası bir hukuk devleti olmayacak. Çözüm derine inmeyi, demokrasi ile sosyoloji arasındaki ilişkiyi irdelemeyi gerektiriyor. Türkiye önce toplum olmayı, birlikte yaşamayı isteyecek. Böylece demokrasi anlamlı hale gelecek ve ancak ondan sonra hukuk devletinden, kuvvetler ayrılığından, yargı bağımsızlığından söz etmek ‘gerçekçi' olacak. e.mahcupyan@zaman.com.tr