Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Ahmet Çakır - Kupa depremi!

$
0
0

Türkiye Kupası'nın bugüne kadarki hemen her statüsü mutlaka eleştirilmiştir.

O nedenle de defalarca değişmiştir. Bu yılki şekli de pek onay görmedi. Oysa grup düzeninin epeyce işe yaradığı geçen yıl da görülmüştü. Ligde oynatılamayan bazı oyuncularla birlikte gençlere de şans verilmesi hiç yabana atılacak bir kazanım değildi. Kupanın asıl özelliği olan sürprizler de az sayılmazdı. Bu yıl gruplarda imkansız gibi görünen durumlar yani çok büyük sürprizler yaşandı. Bunların en parıltılısını Sivas Belediyespor'un başarısı olarak görmek gerekiyor. 2. Lig ekibi, İstanbul'da Beşiktaş'ı 4-3 yenip grubunu lider olarak bitirdi. Onunla birlikte Amed Sportif Hizmetler, Büyükçekmece Tepecikspor, Bucaspor gibi takımların başarıları da müthişti. Dolayısıyla artık bu eleştirileri bir yana bırakalım: Kupanın bu formatı hiç fena değil.

Yeryüzünde en kolay kahraman ve yine aynı şekilde hain olabildiğiniz bir ülkede yaşadığımızı biliyorum. Bu durum perşembe akşamı Şenol Güneş'in başına geldi. Birkaç gün önce maç için gittiği ancak kar engeli nedeniyle oynayamadan geri dönmek zorunda kaldığı doğum yeri Trabzon'da Şenol Güneş'in bir kahraman olarak ağırlandığını bilmek zor değil. Onun için bu sezon Beşiktaşlı olduğunu yazanlar bile vardı sosyal medyada…

Ancak perşembe akşamı Beşiktaş İstanbul'da Sivas Belediyespor'a yenilince işler birden tersine döndü. Bu sonuç, Trabzon 1461'in kupa dışında kalmasına neden olmuştu. Maç sırasında en az oynayan iki taraf kadar heyecan çeken 1461 taraftarları karşılaşma sonrasında büyük bir öfke içindeydi. Tepkilerin merkezinde de Şenol Güneş vardı. 24 saat öncesinin kahramanı artık onların gözünde bir haindi.

Sosyal medyada böyle durumlarda kimseden insaf ve iz'an beklemeyin! Şenol Güneş'in o güne kadar yaptığı bütün güzel, önemli ve değerli işleri sıfırlayıp çok açık biçimde ona hakaret anlamında bir yığın söz rahatlıkla paylaşılabiliyor. Çok az insanın aklına “Bunları söylemeye ne hakkınız var? Kaybetmeyi o ister mi? Herkesten çok o zarar görmüyor mu bu yenilgiden?” gibi doğal sorular geliyor. Onlar da davulcu yellenmesi gibi kalıyor.

Tam tersine, bir sonraki adımda Bucaspor ile oynayabilmek için bunun kasten yapıldığına herkes kolaylıkla inanabiliyor. Öyle ya, bu ülkede namus, onur, haysiyet sahibi tek kişi biziz. Bizim dışımızdaki herkes böyle olumlu niteliklerden yoksun. Onun için de memleket bir türlü adam olmuyor. Bu saçmalıklara kayıtsız-koşulsuz inanarak yaşamaya çalışıyoruz.

BEŞİKTAŞ'IN LİG ŞAMPİYONLUĞU BİLE TEHLİKEDE

Aslında Beşiktaş'ın bu yenilgisi tam anlamıyla bir deprem! Siyah Beyazlı takımın kupada ne yapabileceğini bir yana bırakın lig şampiyonluğunu bile tehlikeye sokabilir bu yenilgi. Takımdaki moral ve güven kaybı, ligde de yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Sonuçta, kendisi için bu kadar yıkıcı sonuçları olabilecek bir yenilgiyi Beşiktaş'ın “istediğini” düşünebilmek, bizde çok yaygın cinnet halinin yeni bir örneği.

Kastamonuspor 1966 da kupaya renk katan bir takım oldu. Galatasaray'a farklı yenilip bu defteri kapatsalar da hem oynadıkları futbol hem de tribüne koşan taraftarlarıyla sempati topladılar. Bu arada hem Galatasaray hem Beşiktaş küçük bir fırsat kaçırdı. Bu maçlar için değişik bir anlayışla tribünler açılabilirdi. “Karneni ve velini al gel” şeklinde bir kampanya ile tribünler biraz daha şenlenebilirdi. Maça gitme imkanı ve alışkanlığı olmayan birkaç bin insana bu yol açılabilirdi.

Galatasaray bunu Lazio maçı için yapıyor ve çok da iyi ediyor. Sarı Kırmızılı kulübün mağazalarından 199 liralık alışveriş yapanlar 18 Şubat'taki Lazio maçına bilet alabilecek. Tribünden kaçan taraftarı geri getirmek sadece lafla olmaz. Bunun gibi pek çok şey yapılabilir. Federasyon birkaç ay önce bunun sözünü etti ama elbette ki hiçbirşey yapmadı. Yaşadığımız başka sorunlar gibi bunun da kendiliğinden çözülmesini bekliyor TFF. Tabii ki şunu yapmak lazım, bunu yapmak gerek gibisinden nutuk atmaktan da geri kalmıyor ilgili ve yetkililer...


Selim Işıklar - Yakın tarihimizi öğrenmek...

$
0
0

En az otuz yıl önceydi. Bizler de otuzlarımızdaydık ben harıl harıl romanlar yazıyordum... Yakın bir arkadaşım, siyasî; tarihimizi bilmediğinden, öğrenemediğinden yakınmıştı. Okuduğu kitapları, incelemeleri sordum. Çünkü, söylediğine göre, okuduğu kitaplar “yeterli” gelmiyormuş.

O yıllarda hayli ünlenmiş ‘bilimsel' tahlil, çözümleme eserlerini saymıştı. Hepsi de, Türkiye'nin düzenini araştırmak ereğiyle yola çıkmış, iri sözlerle donanmış, o yıllarda üst üste baskı yapmış, buna rağmen galiba pek okunmamış, sadece alınıp karıştırılmış ya da yaprakları bile açılmamış, iddialı eserler.
Bu kitaplar benim kitaplığımda hâlâ duruyor. Çoğunu baştan sona, notlar çiziktirerek, satır aralarını ille kırmızı tükenmezle çizerek okumuştum. Gençliğin getirdiği bir sabır ve meraktı. Sabır, çünkü, bugün itiraf edeyim ki, okuduklarımdan hemen hiçbir şey anlayamıyordum. Dünden, ta başlangıçtan bugüne, Türkiye'nin düzenini öğrenmek şöyle dursun, az buçuk bildiklerim bulamaç olup çıkardı.
O sıralar çok tartışılmış, genç kuşaklar üzerinde etki bırakmış bu kitaplar yine basılıyor, ediniliyor, okunuyor mu, araştırmadım. Ama eski ünlerini korumadıkları tahmin edilebilir.
Şimdilerde Halide Edib Adıvar'ın Türkiye'de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri II'sini (Can Yayınları) okuyorum. Yazarın, yurt dışında kalmayı tercih ettiği yıllarda İngilizce yazdığı yazıları Can Ömer Kalaycı dilimize kazandırmış. Arka kapaktaki tanıtımda vurgulandığı gibi, “sözünü sakınmayan” bir Halide Edib karşımıza çıkıyor; birazdan değineceğim.
Yakın tarihimizi o günlerin tanıklarından öğrenmek akla ve sağduyuya daha yakın bir yol gibime geliyor. Bazan karşıt görüşleri, yorumları bir arada değerlendirmek gerekiyor. Osmanlıcılar, Atatürkçüler, sağ, sol, muhafazakârlar, aydınlanmacılar; sürer gider bu karşıtlıklar.
İmparatorluğun yıkılışından sonra yeni Türkiye'ye, Cumhuriyet'i kuranlara için için düşman kesilmiş bazı yazarların, kimileyin iyice taşkın kimileyin satır arası ağır, olumsuz eleştirileri, öfkeleri yelpazenin bir ucu. Öteki uçta bütün bir imparatorluk mirasını reddediş ağır basar, hem de ne pahasına olursa olsun reddediş.
Okur çeşit çeşit bağnazlığın ortasında kalakalmıştır.
Yine otuz kırk yıl önceydi: Ahmed Hâşim ve Tevfik Fikret üzerine kitaplar yazmış değerli bir yazarımız, edilgin tutumu dolayısıyla “Merdiven” şairini ‘gerici', Abdülhamid'e karşı tutumundan dolayı da Fikret'i ‘ilerici' sayıyordu. Bir söyleşimizde “Ben Fikret yanlısıyım” demişti.
Henüz Kırk Yıl'ı, Saray ve Ötesi'ni okumamıştım. Halid Ziya, Fikret'in nasıl güvençli bir özlemle İkinci Meşrutiyet'i beklediğini anlatır, geleceğin ne olabileceğini ölçüp biçmeyen Fikret, İkinci Meşrutiyet'ten sonra aktif siyasetin içinde yer almış; o güzelim “Sis” şiiri ‘hürriyet piyesleri'nin arasında sahnelerde okunmuş; derken İttihat ve Terakki'nin ‘istibdat'ı boy göstermiş, yıldırılar birbirini kovaladıkça Tevfik Fikret'e “siyah” bir sessizlik düşmüş. Halid Ziya bu siyah suskunluktan, siyah yalnızlıktan kederle söz açar.
Halid Ziya'nın külrengi bir ton arayan saptamaları, Fikret konusunda -olumlu olumsuz şeyler- yazanların ilgisini ne yazık ki çekmemiş.
Yakın tarihimizin değerlendirilişini büyük bir ‘karmaşa' olarak alımlamak zorunda kalabiliriz. Osmanlıcıların bir kanadına göre, Cumhuriyet'in yaptığı her şey yanlış. Atatürk'ün yol arkadaşlarından Yakup Kadri'nin bazı yazılarına bakılırsa, Cumhuriyet öncesinde kültürümüzü ayakta tutabilecek en küçük bir tutamak kalmamış. Halide Edib de aynı kanıda: İmparatorluğun sonunda ekonomi, eğitim, kültür hayatı ve benzeri unsurlar zaten göçmüş.
Bununla birlikte her iki dönemin insanlarının emekleri nesnel bir yaklaşımla değerlendirildiğinde, ‘iyi niyet' göz ardı edilebilir mi? Ama edilmiş. Bir iki ufak tefek sentezci yaklaşım bile korkutmuş: Yakup Kadri'nin Panorama romanı bu sentezci yaklaşımlardan hem de öylesine korkmuş ki, daha 1950'lerde Cumhuriyet'in göçüp gideceği kaygısını taşımış.
Yakup Kadri Gençlik ve Edebiyat Hatıraları'nda görkemli bir Halide Edib portresi çizer. Her şeyden önce Handan romanını çok beğenmiştir. Sonraki yılların Halide Edib'i üzerinde durmamayı yeğlemiş gibidir.
Bugün tartışabilir miyiz?
Sonraki yılların Halide Edib'i ise -demin andığım kitapta yer alan “Türkiye Cumhuriyeti”nde- şunları yazıyor:
“'Şapka Kanunu'nun temel sonucu zaten fakirlikten kırılan Türklerin sırtından Avrupalı şapka fabrikalarını zengin etmek oldu. Genel anlamda bir baskı rejimi olmaksızın bu yasanın geçirilemeyeceği söylenebilir. İslâmcı gericiler, Batı ruhunu anlamış insanlar olan liberaller, hepsi farklı sebeplerden şapka yasasına karşı çıktılar.
Şu olabilirdi: İstanbul'da yazın şapka giyen az sayıda Türk'ün sayısı yavaş yavaş artıp bir kuşak sonra şapka giyenler şehirlerde çoğunluğu oluştururdu. Ancak Türk köylüsü eski başlığını giymeyi sürdürürdü.”
Bunları yazmadan önce, Şapka Kanunu'nun çevresindeki tartışmaları hatırlatan Handan romancısı, “Bu reformların ilki ve en çok gürültü koparanı 1925'te geçirilen ‘Şapka Kanunu'dur” diyor ve ekliyor: “Onu izleyen diğerlerine kıyasla, aynı zamanda en yüzeysel ve nafile olandı.”
O zamanlar İngilizce yazılmış, yurt dışında yayınlanmış bu satırları, araştırmak yersiz, Yakup Kadri okumamıştı, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları'ndaki Halide Edib portresi bu satırlardan iz taşımaz.
Halide Edib'in Şapka Kanunu çevresinde dile getirdiklerini bugün, bunca yıl sonra, saflara, cephelere ayrılmadan, birbirimizi uygarca dinleyerek, hırpalamayarak, ‘yok etmeyerek' tartışabilir miyiz? Hiç sanmıyorum.
Bırakın böylesine netameli bir meseleyi; edebiyat tarihimizi ilgilendirecek, siyasetten bütün bütün uzak bir meseleyi bile tartışamayız: 1918 tarihli Diyorlar ki'de Ahmed Hâşim, Ruşen Üşref'in sorularını yanıtlarken Edebiyat-ı Cedide için Servet-i Fünûn edebiyatı, umumî fikir hayatımıza gere hâlâ çok ilerdedir.” diyor. Bu söz, bu değerlendiriş, edebiyat ortamı gibi hayli küçük bir çevre içinde bile kim bilir hangi ayrılıklara, karşıtlıklara, derken itiş kakışlara yol alır, tartışılmaya kalkışılırsa...
Çok satanlar ortamında ne işe yarayacak?
Yakın geçmişimizi bilmek, öğrenmek, tartışıp değerlendirmek... Hâşim'in sözünü denek taşı alırsak, Servet-i Fünûn dendiğinde, üstelik edebiyat çevresinde, meraklısı dışında kim ne anlayacak? Ya da, Servet-i Fünûn edebiyatı bugün, günümüzde kaç kişiyi gerçekten ilgilendirecek?
Ayrıca, bir edebiyat akımının “umumî fikir hayatımız”ın ilerisinde oluşu çok satanlar-daha çok satanlar ortamında ne işe yarayacak?
Handan romanı Abdülhamid istibdadından uzun uzadıya yakınır. Aynı yazarın Sinekli Bakkal'ı yakınma, şikâyet açısından daha ılımlıdır: Geçen zaman mı törpülemiştir Halide Edib'in düşüncelerini, yoksa geçen zamanda olup bitenler mi? Hüseyin Rahmi Hakka Sığındık romanında İttihat ve Terakki “kaparozcu”larının II. Abdülhamid çağını mumla arattıklarını belirtir...
Kafes'i (1987) yazarken şöyle bir not tutmuşum: “Zamanın sağladığı serinkanlılıkla Abdülhamid istibdadının İttihat ve Terakki istibdadı yanında hafif kaldığı söylenebilir. Her türlü istibdat korkunç olmakla birlikte, ilki, ikincisinin en azından başlangıçtaki görece özgürlük savına imkân tanımış. İkincisiyse, imparatorluğu apar topar çökertmiş. İkincisi, sayısız vatan çocuğunu hazin bir savaşta ölüme sürüklemiş.” (Yirmi dokuz yıl boyunca, beş on bin okur dışında, Kafes hiç kimseyi ilgilendirmedi.)
Yakın tarihimizi araştırmak, zehir çanağındaki bir hazineyi karıştırmaya benzeyebilir. Toplumun en derin acılara göğüs gerdiği, her yeni acının bir öncekini unutturduğu, çok tuhaf bir hazine...

Hekimoğlu İsmail - Dünya bir misafirhane gibidir…

$
0
0

Nasıl ki her nehir kendi yatağını kendi çizer; taşlık bölgeye gelir çağlayan olur, kumsal bölgeye gelir erir, dik yamaçta şelale olur, halden hale girer, yoluna devam eder. İnsan da öyle. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Allah, dünyayı ve içindeki bütün nimetleri insanlar için yaratmıştır. İnsan da İslamiyet'i yaşamak için dünyaya gönderilmiştir. Ahiret inancı, insana Allah'tan başkasına çok bağlanmamayı, onları çok sevmemeyi öğretir. Çünkü ölüm var, ayrılık var, hiçbir şey bâki değil. Amma insan bu dünyaya imtihan için gönderildiğini, bu dünyanın gelip geçici olduğunu bildiği halde kendisini dünyaya kaptırıverir; nefsi, menfaati, makamı ve çevresi ona bu vazifeyi unutturabilir.

Sohbetlerde, derslerde, yazılarda büyük hedefler gösteriliyor; Allah rızası, ebedi saadet, Peygamberimiz (sas)'in şefaati, hizmet vesaire… Fiili hayatta hedefler küçülüyor; ev, mobilya, halı, koltuk, araba, çocukların çeyizi… Sonra da diyor ki: “Ben, cennete gitmek istiyorum.” Pekâlâ, ne güzel. Gidiyor iki yüz bin lira verip eşya alıyor, yirmi lira da sadaka veriyor. Niye? Eşyadan sadakaya para kalmadı. Hâlbuki cennet ucuz değil!

Dünya nasıl geçici ise içinde bulunan bütün canlılar da geçicidir, ölümlüdür. Nereden gelip nereye gittiğini bilen insan, dünyayı yolculuğun kısa bir molası olarak görür. İmam Şâfî; Hazretleri'nin buyurduğu gibi: Bizler, dünyaya imtihan için gelen, âhiret yolcularıyız. “Kervanların, yolculuk esnâsında ev inşâ etmeleri akıl kârı değildir!” Yola çıkan insan yol üzerinde ev yapmaz; göç eden kimse de eşyasını evde bırakmaz. Sen misafirsin, bu dünya sana bir misafirhanedir; misafirhanede çok fazla şey aranmaz.

Nitekim Peygamberimiz (sas) de, üzerinde uyuduğu hurma yaprağından örülmüş hasırın vücudunda izler bıraktığını görenler, hasırın üzerine yumuşak bir şeyler sermeyi teklif ettiğinde Peygamberimiz (sas): “Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.” buyurmuştur.

Mademki insan yolcudur, bizi dünyaya getiren bizi ahirete götürüyor. Öyleyse biz bu dünyaya mal biriktirmek için gelmedik! Her yolcunun çantası vardır, çantadaki eşyalar yolcuyla mütenasiptir. Ahirete giden yolcunun çantasında sevaplar çoksa götürdüğü bu hediyeye karşılık ona saadet-i ebediye verilir.

Yıllarca memuriyet yaptım, hiçbir tayinden şikâyet etmedim. Tayinim çıkınca eşyaları bagaj yapar, ambara verirdim. Ben de otobüsle gideceğim yere giderdim. Evimi taşımak kolay olurdu yani. Her tayinde bize yol masrafı verilir. Yol masrafından da param artardı. Memur arkadaşlar derlerdi ki “Tayin olmak yıkılmaktır.” Ben de derdim ki: “Tayin olmak para kazanmaktır.” Kıtalar arası seyahat ettiğimde de çantamı alıp gittim; çantamda kitap, kalem, defter vardı. Gittiğim yerde acele etmeden yavaş yavaş imkân ölçüsünde lüzumlu şeyleri aldım. Zaten 5. Şua'da diyor ki: “Deccal, israfı teşvik eder. Onun tuzağına düşenler maddeten ve manen kötü durumlara düşer.”

Diğer yandan rahat yaşamak, meşguliyet ister. Hâlbuki ömür kısa; cennete gitmek için tek sermaye, kalan ömrümüz. Yaşımla beraber diplomalarım, sanatım geçip gitti. Elimde sadece Allah'a iman kaldı. Öyleyse fani şeyleri bakiye tebdil etmenin yolu; Allah için işlemek, Allah için görüşmek, Allah için çalışmak, O'nun razı olduğu istikamette bir hayat yaşamaktır.

Netice olarak dünyâ, bir misafirhâne yani bir han gibidir.

Bediüzzaman'ın ağzıyla soralım: İdama mahkûm biri, zindanın süslenmesinden nasıl zevk alabilir?

Ali Aydın - Çınar, çıtasını yükseltiyor

$
0
0

Karşılaşmanın hakemi Serkan Çınar, kariyerindeki çıtasını yükseltmeye devam ediyor.

Dün akşam da güzel bir performans sergiledi. Çınar, verdiği kararlardan sonra olası eleştirileri dinliyor ve ‘Siz ne derseniz deyin ben zaten bildiğimi yapıyorum.' dercesine doğru bir beden dili kullanıyor. Maçın kırılma anı elbette ki atılan gol ve gol sonrası Oliviera'nın direkten dönen vuruşuydu. Ancak, Deniz Türüç'ün çift sarıdan gördüğü kırmızı kart, elbette önemliydi. Hakem Serkan Çınar, Deniz'e gösterdiği her iki sarı kartta da haklıydı. İkinci sarı kartta Deniz'e hafif bir temas vardı. Ama bu futbolcu devam etmek yerine kafasına penaltıya gitmeyi koymuştu. 58'de de Nani-Mabiala mücadelesinde Nani penaltı bekledi. Burada verilen devam kararı doğruydu. Bir parantez de Caner'e açmak gerekir. Eleme maçı 1-0 öndesin, hakem maçı bitiriyor. Düdükten sonra Nani, orta alandan topa vurduğunda top filelerle kucaklaşıyor. Caner'in itirazına anlam veremedim. Hani farka filan ihtiyacın olsa tepkin anlaşılabilir. Ya da bunu izah edebilirsin.

A. Turan Alkan - Muaviye ve türevleri

$
0
0

Muaviye'yle ilgili yazı bir ölçüde dikkat çekti ve bu gibi meselelere eğilmek gerektiğini farkettim. Olumsuz yaklaşanlar da vardı ama beni en çok gülümseten, “Bu yazı Muaviye'nin aleyhinde mi lehinde mi anlayamadım!” mealindeki mektuptu.

TARİH BAŞKA, MİTOLOJİ APAYRI...

Muaviye tarihi bir aktör; hayatı, yönetim tarzı ve yaptıkları hakkında bir fikir edinebileceğimiz derecede zengin malzeme var. Tarihi aktörler ve figürler hakkında olumlu veya olumsuz fikir geliştirmek, tarihi ciddiye alan herkesin en tabii hakkıdır. O bir esâtir kahramanı, bir efsâne veya mitoloji unsuru değil, bildiğimiz tarih dışında bir yerde durmuyor. Meselâ Kur'an kıssalarında adı geçen, Karun, Aziz (Hz. Yusuf devrinin firavunu), Ashab-ı Kehf, Zülkarneyn, Nemrud, Hâmân gibi isimler, izah etmeye çalıştığım mânâda tarihi birer aktör değildir. Bunlar hakkında tarih disiplininin ele alıp inceleyebileceği belge, şahitlik veya kronik türünden kaynaklar yok zaten. Onları sadece Kur'an'da zikredildiği kadarıyla tanıyor ve biliyoruz; kezâ zikredilen bütün peygamberler de aynı cümledendir. Gerçi İslâmi literatürde “İsrailiyyat” diye adlandırılan ve kadim Yahudi tarihçi ve din adamları tarafından kaleme alınmış edebiyatta bu benzeri efsânevi şahıslar hakkında hayli mâlumat bulunuyor ve bu mâlumat önemli ölçüde tefsirciler tarafından rağbet görmüştür. Ne var ki bu mâlumat yığını ‘tarih'in ilgi alanına giremiyor; o yüzden esatir kahramanları ve efsaneler hakkında kritikte bulunmak gereksizdir. Onlar sadece ‘ibret' duygumuza hitab ederler.

Mukaddes kitaplarda, insanlara bir ibret olmak üzere nakledilen bu kıssalar ve meseller, ancak inanç alanında kalır; oysaki tarih inancın ötesine taşar. Olgulara vesikaların ışığında yaklaşır, inceler, tartışır ve müsbet-menfî; bir hüküm verir.

Dolayısıyla, “Aman efendim bunlar gelmiş-geçmiş kişiler ve eski meseleler; bu defterleri kurcalamanın âlemi yok. Zaten büyüklerimiz de tartışılması netâmeli bu gibi konular hakkında ağzı olanın ileri geri konuşmasını hoş karşılamamışlardır. Fitneyi uyandırıp azdırmayalım” türünden örtbas edici tavır doğru değil. İslâm tarihinin bütün devirleri eşit derecede ilgi alanımıza girmelidir çünkü İslâm âleminin hicrî; 15. asırda yüzleştiği problemlerin hemen hepsinin tarihi kökleri var; bu köklerle iyi veya kötü her gün yüzleşiyor, problemlerimizin mahiyetini tanımaya çalışıyoruz.

Ne var ki tarihin belirli bir kısmını tartışmaya kapatmak, ecdad güzellemesi yapmak ve Müslümanlar için son derece hayatî; konulara tabu getirmek, sağlıklı düşünceyi, akıl yürütmeyi, mukayeseyi ve nihayetinde önyargısız eleştiride bulunmayı engelliyor.

BAKIŞ AÇISI (ŞAPKA) ANLAM VE HÜKMÜ ETKİLER

Daha sarih ve net konuşmak için aynı örnek üzerinden gidelim: Muaviye hakkında fikir beyan etmeden önce kendimize bir şapka seçmemiz gerekiyor. Tarih kritiği şapkasını seçenlerin yaklaşımını izah etmeye çalıştım; onlar meseleye önyargısız, Batılı bilim çevrelerinin tarifiyle kinsiz ve sempatisiz eğilirler; belgeleri kontrol eder, şahitlikleri ve rivayetleri soruşturur, meseleyi tarihi olayların ‘siyak ü sibâk'a, yani öncesi ve sonrasının oluşturduğu anlam bütünlüğü içine yerleştirerek anlamaya çalışırlar. Onlar için sözü geçen kişinin ‘dinen' taşıdığı önem ayrı bir yerde durur ve analize tesir etmez.

Mensup bulunduğumuz mezhebin bakışı (şapkası) farklıdır. O şapka, bizden önceki (tarihçilerin değil) din âlimlerinin hükümlerini önemsemeyi gerektirir ve bu hükümler eğer tarihi kişi hakkında “Gıyabında konuşup günaha girmeyelim; onlar hakkında hükmü Allah vermiştir, bize didiklemek düşmez” diye bir rezerv koymuşlarsa, tarihi kritik bir anda günah-sevap veya mekruh-mendup gibi dini ölçülerin dünyasına giriverir.

Kaldı ki farklı şapkalar da var geride. Şii dünyasından kimse Muaviye'ye muhabbet ve hürmet duymaz; işin garibi Sünnî; ekolün tarih anlatıcıları Hz. Ali-Muaviye geriliminde neredeyse ittifakla Hz. Ali cephesine gönül bağladıkları için (ki yazarınız da tabiatiyle bu zümre içinde bulunuyor) Sünnî;ler de Muaviye'den hazetmez ve en azından çocuklara ismini vererek nâmını yaşatmazlar.

Aynı nüans Kerbelâ faciâsında daha belirginleşir. Faciayı Sünni kaynaklardan okuyanlar, kendilerini Kerbelâ çölünde Hz. Hüseyin'in safında hisseder ve Yezid'den nefret ederler. Bu nefret öyle büyük ve yaygındır ki Kerbelâ faciasını tarih disiplininin soğukanlı kriterleriyle tahlil etmeye bile kimse istekli değildir. Hâdise, vicdanlarda tarihi olmaktan ziyade dini ve esâtiri bir mânâya bürünmüş, yani son söz çoktan söylenmiştir. Dolayısıyla kimse kolay kolay ‘Tutmayın beni, objektif tahlil yapacağım' diye ortalığa düşüp dini değerler alanında ilmi hükümler geliştirmeye cesaret edemez. Kerbelâ artık inanç dairesine girdiği için, soğukkanlı ilmi tedkiklere konu olamaz. Tarihi hadiseleri inancın himâyesine almanın zararını bütün Müslümanlar görüyor.

MUAVİYE NİÇİN ‘MODERN'?

Muaviye'nin teşkil ettiği örnek, soğukkanlı tahlile daha müsait ve önceki yazıda kısmen bunu yapmaya çalışmıştım.

O, bugünün gazetelerinde bile benzerlerine rastlayacağımız kadar modern vasıflar gösteren bir yöneticidir. Başarılı bir siyaset adamıdır, iktidara tutkundur. Rakiplerini safdışı bırakmakta hangi vasıta daha az maliyetli ise ona bavurmaktan çekinmez. Yönetim işlerinde dini kıstaslardan ziyade kendisini başarıya götürecek unsurları tercih etmesiyle hafif tertib laik (ama daha çok Makyavelci) bir çizgide ilerlemekle birlikte işine geldiğinde âyet ve hadisleri şahit göstererek eylemine meşrûluk kazandırmaktan da vazgeçmez. İnatçı değildir; ebedi dostu ve düşmanı yoktur. O devrin şartları ölçüsünde kamuoyunu mükemmel yönlendirmesi ve kontrolünde tutmasıyla tanınmıştır. İşte bu gibi vasıfları, onu ‘modern' kılıyor; aslında modern maksadı tam ifade edemeyen, şanssız bir sıfat. Muaviye, bütün çağlar boyunca en çok örneğini gördüğümüz politikacı tipinin İslam tarihindeki ilk prototipidir. Onun politik davranışlarını, bir kısmımızın sandığı gibi dini esaslar ve ‘takvâ' değil politik çıkar ve başarı belirlemiştir. Muaviye'nin benzerlerine her ülkenin millî; tarihinde rastlayabilirsiniz; bu haliyle ‘evrensel' bir nitelik gösteriyor.

MUAVİYE'NİN BENZERİ NİÇİN ÇOK; HZ. ÖMER'İN BENZERİ NİÇİN ÇOK AZ?

Muaviye örneği, bütün askeri ve idari başarılarına rağmen (İslâm devleti onun zamanında bir dünya gücü olmuştu) Müslümanlar için hayal kırıklığı uyandırıyor çünkü biz, Müslüman sıfatlı yöneticilerde siyasetin evrensel arazlarını değil, İslâm'ın müteâl vasıflarını görmek istiyoruz. Her yöneticiden bir Hz. Ebubekir dirâyeti, bir Hz. Ömer adâleti, bir Hz. Osman adanmışlığı, bir Hz. Ali vicdânı ve bir Ömer ibn-i Abdülaziz takvâsı bekliyor ve umduğumuzu bulamayınca üzülüyoruz. Beklentilerimiz yüksek fakat tarihin genel hikâyesi içinde biraz yersiz bir beklenti. Muttakî;liğini yöneticilikleri esnasında gösterebilenler sayıca çok az ve bunlar elbette hüsn-i misâl olarak yüceliyorlar. Tarihin hikâyesi bize farklı bir şey söylüyor ve diyor ki, “Yöneticiler, eğer yönetim sistemi tarafından sınırlandırılmaz, denetlenmez ve hesap sorulamaz derecede güce erişirlerse –tamamı değil belki- fakat pek çoğu eninde sonunda Muaviye gibi siyasetin gereklerine teslim olur; ideallerinden sapma gösterir, baskıya yönelir ve sıradanlaşır.

Bütün dünya tarihinde Muaviye'nin yüzlerce, binlerce türevi var. Yöneticisini lâyüsel, tam anlamıyla muktedir bırakan, sınırlandırmayan, denetlemeyen ve hesap vermeye zorlayamayan her politik iklim kendi Muaviye'sini üretir ve buna şaşılmaz lâkin Hz. Ömer'in yanına koyabileceğimiz kaç hüsn-i misâle sahibiz?

Kıssadan hisse: Fazileti, yöneticinin şahsi vasıflarından bekleyen toplumlar çokça Muaviye ve benzeriyle karşılaşırlar ve Hz. Ömer gibi şahsiyetler istisnâ kalır. İşin doğrusu, yöneticiyi, sınırsız iktidarın baştançıkarıcılığı ile baş başa bırakmayan, denetimci bir sistem kurmaktır. Bu sistemin günümüzdeki adı ‘güçler ayrılığı'na dayanan hukuk devletidir.

Reha Çamuroğlu - Müdahale dinamikleri

$
0
0

Geçen pazar günkü yazımda siyasi sistemin tıkanması ve siyaset aktörlerinin kendilerini işlevsizleştirmeleri üzerine yazmıştım.

Elbette onlar kendilerine bunu yaptıktan sonra “boşluk kabul etmeyen iktidar” mutlaka yerlerine bir “davulcu” yahut “zurnacı” buluveriyordu. Kalkıp oynamayı seversiniz yahut sevmezsiniz ama olağanüstü rejimlerde oynayıp oynamamak size kalmaz, mecburidir!

Değerli siyasetçi Sayın Mehmet Dülger, yazımın bir bölümüne itiraz etti ve sağ olsun üşenmeyip itirazını kâğıda döktü, bana gönderme nezaketinde bulundu. Merhum Demirel'in 1980 öncesinde çok yakınında bulunan bir siyasetçi olarak görüşleri ilk elden tanıklık değerindedir. O nedenle Sayın Dülger'in mektubunu satırına dokunmadan aktarıyorum. Elbette CHP ve MSP'nin de döneme ilişkin tanıkları olabilir eğer onlar da görüşlerini yazarlarsa cevap hakları olacaktır.

“Çok Kıymetli Reha Bey,

Zaman Gazetesi'nin 24 Ocak 2016 günü yayınlanan Pazar Eki'nde “Demokrasimiz ilerliyor mu?” başlıklı bir yazınız çıktı. Keyifle okudum. Sadece yazının 4. sütununda kaleme aldığınız bir mesele hakkında gerçeği paylaşmak istiyorum. Söylediğim pasajda, “…1980'de Demirel ve Ecevit bir cumhurbaşkanı seçebilseler yahut bir erken seçim kararı alabilselerdi, askeri darbe en azından belirsiz bir geleceğe ertelenmez miydi?” diyorsunuz.

İzninizle bazı yaşanmış gerçekleri dile getireyim.

Hatırlayacaksınız devrin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren merhum, Amerika Birleşik Devletleri'ne yaptığı (bana kalırsa askeri darbe için icazet aldığı) seyahat dönüşü gazetecilere şu beyanatı veriyordu: “Bana Amerika'da sordular. Bugüne kadar 102 tur atılmasına rağmen, Meclisiniz bir türlü cumhurbaşkanı seçemedi. Bu nasıl iştir? Ben de cevap veremedim ve çok mahcup oldum.” Bu etkili beyan siyasi camiada da önemle ele alındı ve Anayasa boşluğunun doldurulması için rahmetli Demirel'in öncülüğünde, bir Anayasa değişikliği teklifinin hazırlanması ve Meclis'ten geçirilmesi için anamuhalefet partisi lideri rahmetli Bülent Ecevit'le bir görüşme zemini arandı. İki lider buluştular. İki saate yakın süren görüşmeden hiçbir netice çıkmadı. Sayın Ecevit bir anayasa değişikliği fikrine yanaşmıyordu. Meclis'te bir azınlık hükümetinin başbakanı olan Sayın Demirel'in teklifi, dünyadaki diğer demokratik ülkelerde de uygulanan metodun bizim anayasamızda da uygulanmasını öngörüyordu: İlk iki turda % 66 oy oranı aramak, olmadığı takdirde üçüncü turda en çok oy alan iki aday arasında seçim yaparak, cumhurbaşkanlığına en çok oy alanın geçmesini sağlamak… Bu teklifin Sayın Ecevit tarafından niçin reddedildiği hâlâ meçhulümdür.

Bunun üzerine Adalet Partisi, yine her demokratik ülkede başvurulan bir usule başvurdu. Meclis aritmetiğinin tıkanması karşısında çözümü halk hakemliğinde aramak. Bunun üzerine Sayın Demirel bir erken seçim önergesi hazırlatarak, Meclis'in bu konuda karar almasını arzu etti. Hazırlanan teklif TBMM Anayasa Komisyonu'na sevk edildi. Komisyondaki kararın sonucunu zamanın Anayasa Komisyonu Başkanı Milli Selamet Partisi Milletvekili Şener Battal açıkladı. MSP ve CHP'li üyelerin çoğunluğu ile verilen karar, “Erken seçimin anayasaya aykırı olduğu” merkezinde idi. Esas niyet ise MSP ve CHP'nin azınlık hükümeti başbakanı Sayın Demirel'i zora sokmak istemesinden ibaretti.

Bu mutlak çözümsüzlük, diyalog ve mutabakat arama gibi demokratik usuller bir türlü benimsenemediği için, Türk demokrasisinin önünü tıkadı. Siyasetçilere de “fevkalade bir yol” beklemekten başka yapılacak bir şey kalmadı. Darbe için böylece harikulade bir zemin hazırlanmış oluyordu. Zaten 12 Eylül darbesi de gecikmedi.

Kıymetli Reha Bey,

Görevim icabı bildiğim gerçeklik böyledir. Ortada, zamanın hükümetinin, insafsız bir oyun ile bertaraf edilmesi söz konusu olmuştur. Bu oyun da darbe senaryosunun sahnelerinden biriydi.

Vicdanımda, bugün her ikisi de Allah'ın rahmetine kavuşmuş bulunan Sayın Bülent Ecevit'le Sayın Necmettin Erbakan'ı, bu önemli konudaki samimiyetsizlikleri ve küçük hesapları yüzünden suçlu, dar görüşlü ve ufuksuz bulurum. Düşüncesizlikleri, Türkiye'ye bir rejime mal olmuştur.

Cumhurbaşkanlığı seçim usulü içinde 1961 Anayasası'nda yer alan bu eksiklik, 1982 Anayasası'nda giderilmiş ve seçim için sonsuz turlar ihtimali ortadan kaldırılmıştır.

Bu konuda söyleyecek daha nice husus var ama izninizle burada kalayım. İşin en kısası benim anlattığım gibidir. Başka bir vesile ile inşallah daha derinleri de dile getirme fırsatı olur.

Bilvesile size ve Hanımefendi'ye sevgi ve hürmetlerimi, en iyi dileklerimi sunarım.”

Evet, “siyasetçilere de fevkalade bir yol beklemekten başka yapılacak şey kalmadı” diyor Sayın Mehmet Dülger. Bile isteye tıkanan sistemler, bütün çıkış yolları kapandığında, böyle sonuçlar üretirler. Sonra bütün bir toplum oturur, “Godot”yu beklemeye başlar.* Eğer siyasetçiler de beklemeye başlamışsa, geç kalınmış demektir.

*Godot; ünlü yazar Samuel Becket'in “Godot'yu Beklerken” oyununun

“hayali” kahramanı.

Ahmet Çakır - Top yapıştırıcı

$
0
0

Bu başlık, onu tanıyanların yüzünde geniş bir gülümsemenin yayılmasına yol açacaktır. Çünkü ne zaman O'ndan söz açılsa, mutlaka bu olay anlatılır. Ben de olayı o kadar çok dinledim ki, yaşayanlardan biri yanımda anlatacak olsa, “Hayır, orası öyle değildi” diye karışabilecek hale geldim.

O en eski spor fotomuhabirlerinden biriydi. Olay, Babıali'nin efsane isimlerinden, sonradan Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı da yapan ünlü bir spor müdürünün titizliğinden kaynaklanmıştı. O hafta yapılan önemli bir maçtan mutlaka güzel fotoğraf gerekliydi. Ancak foto muhabirlerinin hiçbirinde onu tatmin edebilecek bir fotoğraf yoktu. Tam hepsini haşlamaya hazırlanıyordu ki bizim “Top yapıştırıcı” kurtarıcı olarak ortaya çıkmıştı.

Fotoğraf gerçekten güzeldi ve sayfayı kurtaracak nitelikteydi. Ancak karede top yoktu. Fotoğraftaki hareket çok güzeldi ama topun olmayışı işi tatsızlaştırıyordu. O da çareyi bulmuş ve daha önce hazırladığı çeşitli boyutlardaki toplardan en uygununu fotoğrafa yapıştırmıştı!

Önceden çizilmiş olan sayfada ‘palamut gibi' yeri ayrılmış fotoğraf keyifle konulur ve iş biter, gazete baskıya girer. Müdürün keyfi yerindedir birlikte işkembeciye giderler. Orada da fotoğrafı övmeye başlayınca müdür yardımcısı dayanamaz ve “Fotoğrafın aslında top yoktu. Yapıştırdı topu!, Sana da yutturdu” der.

“Ben çok dikkatli baktım... Bana yutturamaz!” dese de içine kurt düşer ve çorbayı bile bitirmeden gazeteye dönüp fotoğrafın orijinalini bulur. Uzun boylu bir incelemeye gerek olmadan iş anlaşılır. Çünkü zaten alelacele yapıştırılmış olan top, sayfa filmi çekildikten sonra fotoğrafın üzerinden düşmüştür!

Müdür önce çok bozulur. Baskıyı filan durdurmak ister ama bunun hiç kimseye yararı yoktur. Tam tersine bir yığın ek sorun yaratacaktır. Bu nedenle yapıştırma toplu fotoğraf ertesi gün aynen çıkar gazetede...

Bizimki de müdür yardımcısının talimatıyla birkaç gün ortalıkta görünmez. Sonrasında müdürün siniri geçer, iş kapanır.

Bizimki de zamanla bir hastalık haline getirir top yapıştırma işini. Öyle ki, bir gün fotoğrafta topun bulunduğunu fark etmez ve bir tane daha yapıştırır.

‘Acı pirinç, Silvana Mangano!'

Aradan 30 yıl geçtikten sonra, aynı numarayı benim yanımda da yapması, atalarımızın, “Can çıkar huy çıkmaz” sözünü etmekte ne kadar haklı olduklarını gösterir gibiydi...

1990 Dünya Kupası için İtalya'ya birlikte gitmiştik. Aslında, Arap şeyhleri gibi yaşayabilecek kadar çok para almıştık çünkü Asil Nadir'in parlak dönemiydi ve biz de onun gazetelerinden birinde çalışıyorduk. İnsanın cebinde ne kadar çok parası olursa, o kadar cimrileşiyor galiba, biz de paranın neredeyse tümünü geri getirebilmek için her türlü önlemi alıyorduk! Bu kapsamdaki faaliyetlerimizden biri de otelde yemek yapmak oluyordu.

Otelin karşısındaki küçük markete girip raflarında pirinç aramaya başladık. Ben o arada, yaşlı bakkala pirinç istediğimizi İngilizce olarak anlatmaya çalıştım. Bunun faydasız olduğunu biliyordum ama laf olsun diye denedim.

Bizimki hemen, “Sen bu işi bana bırak” diye müdahale etti. Sonra da adamın karşısına geçip, “Acı pirinç Sinyor, Silvana Mangano!” diye tekrarlamaya başladı.

Bilmeyenler için anlatmak zorundayım: Yıllar önce, güzelliğiyle ünlü İtalyan aktristi Silvano Mangano'nun Vittoria Gasman ile birlikte oynadığı oynadığı Acı Pirinç (1949) adlı film ülkemizde de büyük ilgi görmüştü.

Şimdi bizimki de bu izi sürerek, pilavlık pirince ulaşmak istiyordu...

Karagöz oynatırcasına söz ve hareketlerle bu tuhaf diyaloğu sürdürürlerken, ben rafta pirinci bulmuştum.

Biz o gün pilavı pişirip afiyetle yerken, daha sonraki günlerde olay, “Türk'ün yaratıcı zekasının bir örneği olarak” literatürdeki yerini aldı.

Hatta çok ünlü bir gazeteci ağabeyimiz olaydan öylesine etkilendi ki, sadece günün ya da haftanın değil, bütün Dünya Kupası'nın en ilginç notu olarak bunu gazetesine geçti.

Ben de, Türk'ün büyük yaratıcı zekası incinmesin diye sesimi çıkarmamayı daha uygun buldum.

Nazan Bekiroğlu - Buz üstünde –sek –sak çekimi

$
0
0

Önce çok üşüsek. Öyle bir üşüsek ki ne giysek hiç yokmuş gibi. Kapıyı, pencereyi örtsek sımsıkı.

Battaniyelere sarınsak ve sıcağın kıymetini bilsek eskiler gibi. Bu örtü hemen kalkmasa. Buzların çözülmesi günler sürse ve evlerde mahsur kalsak. Hiç böyle olmamış mıydı? Şaşırsak. Elektrik kesilse, her şey dursa, asansörsüz kalsak meselâ. Akıllı-akılsız telefonlar, tabletler bir bir tükense.

Kar birikse camlarımızda yarım metre, bir metre. Manzaramız kapansa ve biz fark etmesek. Kendi derdimize düşsek. Aciliyeti hissetsek. Sararsa benzimiz. Alışmadığımız korkular dolaşsa damarlarımızda. Yaz tatili planları yapmak gelmese aklımıza. Aklımız başımıza gelse. Kışı kurtarmaya baksak sadece. Mumları süs için değil tutumlu yaksak bitmesinden korkarak. İki patatesin, üç soğanın hesabını yapsak. Unun, bulgurun azalmasından telâşlansak. Karı eritip su yapmanın yolunu bulsak. Kibritimiz nemlense, kara ateşte mayasız ekmek pişirmek nasıldı hatırlasak. Elde ne kaldıysa birleştirip bir çorba yapsak. Buna da şükür, diyebilsek dilimiz damağımız yanarken. Halden anlasak. Ellerimizi sıcak sudan soğuk suya da soksak, birini yağda birini balda bırakmasak. Kuş sütü de eksilse soframızdan kuru üzüm de. Yetmeyi, yetinmeyi öğrensek yeniden.

Yarıştığımız zamanın, makine dişlileri adedince böldüğümüz saatin bir manası kalmasa. Tabiatın takvimini kavrasak aniden. Tanın atmasından günü, karanlığın çökmesinden geceyi çıkarsak. An gelse, zamanı şaşırsak. Öyle bir yağsa ki karlara batıp çıksak, kırk yıllık yolumuzu şaşırsak, kapısından geçip evimizi tanımasak. Nasılmış buzda yürümek, sendelesek biraz, düşsek kalksak, kanasak. Zincirler sökemese arabamızı yerinden. Bir karışlık rampa nasıl da aşılmazmış, şaşırsak. Fatihiyim sandığımız yollar haddimizi bildirse. Boyun eğdirmekle övündüğümüz doğa ağzımızın payını verse. Ağzımız burnumuz dağılmasa da biraz terbiye olsak. Ders alsak. Utansak.

Biraz güçsüz hissetsek kendimizi. Sarhoş olmasak güzelliğimizden, gücümüzden böyle emin olmasak. Atom karıncalığımızla övünmeyi, kurnazlığımızla böbürlenmeyi bıraksak. Kibirlenmesek zekâmızla, işleyen elimizle gururlanmasak. El elden üstünmüş, bir santim buzla baş edemediğimizi şu küçücük beyinlerimizle anlasak artık. Bu kadar şımarmasak. Kurnazlık da bizimmiş, bilmişlik de bizdenmiş. Cingözlükte üstümüze yokmuş, hâkimiyet kurmada da. Ama şımarık varlığımız bir karıncadan daha dayanıksızmış, bir tarla faresi kadar olamayan aciz yanımız varmış. Bilsek çapımızı, böyle meydan okumasak.

Meğer korunaklı yaşamlarımız her an bir sırça gibi kırılabilirmiş. Pamuk ipliğine bağlıymış konforla besili yanlarımız. İstemesek de varlığın en yalın haline dönmemiz an meselesidir. Uygarlık bir düğmenin ucundadır sadece. O da her an bozulabilir. Ve bu kar, zalim insanın baş edemeyeceği gücü hatırlatması bakımından ayrıca değerlidir. Kuru tuzumuz önce ıslanıp sonra eriyebilir. Kaza da kader de bizim içindir. Akla gelmeyen başa gelebilir. Küpe olsa kulağımıza ve âh unutmasak. Bizden büyük Allah var, böyle mağrur olmasak.

Anlasak. İnsanmışız şunun şurasında, kulmuşuz işte. İnsanüstülük taslamasak, kendimizi efendi sanmasak. Düştüğümüz yerden başımızı kaldırsak, her türlü kaza ihtimaliyle dolu göklere de bir santimlik buza baktığımız kadar uzun baksak. Ve ki buzlar çözüldüğünde kaldığımız yerden başlamasak. Biraz daha arı-duru, biraz daha insan olsak. Bunca savaştan, ölümden ibret almayan biz, ayağımız düz basınca anında canavarlaşmasak.

Düşünsek ve bilsek. Birazcık akletsek. İş işten geçmeden kendimize çekidüzen vermeyi öğrensek. Nasılmış rüzgârın kırdığı daldan tasalanmak; neymiş doğanın bereketini, Yaratan'ın merhametini beklemek, niceymiş göklere sığınmak, toprakla avunmak?

Ruhuz evet, zekâyız, kelimeleri de öğrendik. Ve her şey tamam zannettik. Ama etten, kemikten, kandan, sinirden olan da biziz. Rıza günü geldiğinde bir kuşkanadıyla tartılacak kendi kendisine tanık tutulan kalbimiz.

Demem o ki meleği böyle incitmesek, gökleri böyle gücendirmesek. Kendimize etmesek.


Abdullah Aymaz - Cesaret ve gerçek iman

$
0
0

Belçika'da 19 Ocak 2016 tarihli Ku Leuven Üniversitesi Fethullah Gülen Kürsüsü ikinci beş yıllık anlaşma yenilenmesinin açılış programında Leuven Üniversitesi Rektörü Rik Torfs'un irticâlî; konuşması:

Bu kürsü 2010 yılında kuruldu ve beş yıl boyunca pek çok şey değişti. Bugün bu önemli günde özellikle şu üç noktayı göz önünde tutmamız gerekiyor.

Birinci nokta şu: Bugün pek çok insan dinin tehlikeli ve yanlış bir şey olduğunu, dünyadaki pek çok suç ve cinayetin temelinde din olduğunu düşünüyor. Bazılarına göre dünya din olmayınca daha iyi olacak. Bunları daha sıklıkla duyar hale geldik. Eskiden ‘tanrı tanımazlar' (ateistler) vardı, şimdi ise ‘tanrı düşmanları' (anti-teist'ler) var. Dinin tehlikeli olduğu ve bertaraf edilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bunlara göre, çalışmalarımızın ve düşüncelerimizin temel taşını rasyonel düşünce oluşturmalı ve sadece gözlemlenebilen ve test edilebilen ile ilgilenmemiz gerekiyor. Bu tür hissiyata sahip olanların sayısı beş yıl önceye göre daha fazla, zira insanlar basit sözler, basit çözümler duymak istiyor. Sizin hareketiniz ve bizim üniversitemiz ise dinsiz bir dünyanın sorunlarımıza çözüm getirmeyeceği fikrini paylaşıyor. Hayatın karmaşık olduğunu itiraf etmeliyiz. Ama bu karmaşıklıkta bir güzellik var ve bu ikisi el ele gidiyor. Üniversitemizin misyonunda da belirtildiği gibi hayat ve din beraber ele alınmalı. Bizler, 19. yüzyılın pozitivist bilim anlayışını devam ettiren bilim insanları değiliz. Bu, bizim yolumuz değil. Sizin de değil. Biz bir Katolik üniversiteyiz ama aynı zamanda farklı dini inançlara açığız. Hayat bakışımızı eğitimin bir parçası olarak ele alıyoruz ta ki insanlar sadece yarının dünyasını renklendirmesin aynı zamanda bugünün ciddi buhranları içinde de ayakta kalabilsinler. Bu birinci noktam ve bizler bu noktada ortaklarız.

İkinci nokta ise dine nasıl baktığımız ile alakalı. Bizler dine hem imanla hem de kritik bir gözle bakıyoruz. Sizin hareketiniz ve üniversitemiz dine, hiç hareket etmeyen bir olgu olarak yaklaşmıyor. Kendi geleneklerimize itimadımız var. Aynı zamanda kendimizi, kendimize eleştirel bakacak kadar da güçlü hissediyoruz. Aslında bu güç ve açıklık geleneğe olan bu itimadımızdan kaynaklanıyor. Bu ikisi de el ele gidiyor. Bu durum hem Sayın Fethullah Gülen'in mesajlarında hem de sahih Katolik geleneğinde gayet açık şekilde ifade ediliyor. Hep dendiği gibi ‘Ecclesia sancta semper est reformanda'; yani ‘mukaddes Kilise her daim yenilenmeye müteveccihtir'. Din, statik değildir, dinamiktir. Eğer dinamik olmasa idi canlı olamazdı. Bu ikimizin de iştirak ettiği bir şey, her ne kadar pek çokları iştirak etmese de. Bu mesaj, hem bugün hem yarın için önem arz ediyor.

Üçüncü nokta ise, ki çok önemlidir, cesarettir; doğru tahliller yapma cesareti, diktatörlüğü seçmeme cesareti, aynı zamanda diktatör olma niyetindeki insanlara karşı durabilme cesareti. Bu çok mühimdir ve siz bunun mümkün olduğunu ispat ettiniz. Elbette mümkündür. Avrupa'da bizler çözüm üretmede kolaycılığa kaçmamalıyız. İtimat edilmeyen ortaklarla uzun soluklu iş yapılamaz. Güven vermeyenlerle barış tesis edilemez. Cesaret de aslında gerçek imanın bir neticesidir ve biz bu konuda sizinle aynı hissiyatı paylaşıyoruz.

Sizinle paylaştığımız diğer bir şey de beş yıldır faaliyetlerine devam eden bu kürsü. Daha önce de sizinle beraber çalışmış ve Avrupa Parlamentosu'nda bir program tertip etmiştik (2005 yılındaki Brüksel Abant toplantısına atıf yapıyor). Biliyorum ki sizler kendisine güven duyulan ortaklarsınız. Biliniz ki bizler de itimad edilebilecek insanlarız. Bunu bildiğiniz kanaatindeyim. Bu, gelecek için gayet mühim; ama sadece sizin ya da bizim için değil, gelecekte hür, demokratik ve sulh dolu bir dünyaya sahip olmak için önemli. Bizler bu noktada ortaklarız.

Siz ve biz sivil toplumun üyeleriyiz. Sivil toplum olmadan gerçek, cesaret verici ve kalıcı çözümler bulamazsınız. Burada bulunduğunuz ve bu kürsüyü ikinci döneminde de destekleyerek üniversitemize duyduğunuz itimadı yenilediğiniz için sizlere çok müteşekkirim. Beraber çalışacağız ve bugün şahit olduğumuz karanlıklara rağmen istikbalde, içinde dinin var olduğu ve sulhu arayan insanların bulunduğu bir dünyanın mümkün olduğunu göstereceğiz. Çok teşekkürler.

Mustafa Ünal - Abant varsa umut var demektir

$
0
0

'Abant Toplantısı'na yeni katılıyorum' desem yeri. Yıllar önce gelmiştim. Ya birinci veya ikincisiydi. Mesajlarını, sonuç bildirgesini takip ettim elbette. Ama uzaktan. Her toplantısında ülkenin önemli meselesi masaya yatırıldı ve çareler arandı. Özellikle masanın etrafı dikkat çekiciydi.

Bir araya gelmeleri pek beklenmeyen toplumun değişim kesimlerinden düşünce adamları fikir alışverişinde bulundu. En aykırı tezler çarpıştı ve ortaya önemli neticeler çıktı. Söyleyecek sözü olan konuştu. Ağzı olan değil. Derdi ülkesi olan her ses masada kendine yer buldu. Bugün söylemesi biraz garip kaçacak ama AK Parti'nin ilk dönem politikalarına da ışık tuttu.

İlk geldiğim Abant'ın moderatörü Mehmet Aydın Hoca'ydı. O zamanlar akademisyendi. Daha sonra siyasete geçti. Bir ara bakanlık da yaptı. O gün söylediği bir sözü hiç unutmam. Şöyle demişti: “Baskı ve zulüm dönemleri insanı ikiyüzlü yapıyor.” Korku yüzünden bu toprakların insanı bir resmi bir de gerçek görüş taşıyor. Muhatabına göre de konuşuyor.

Zavallı ülkemin değişmeyen kaderi. Ne yazık ki bu tespit bugün de aynen geçerliliğini koruyor.

18 yıl önce başladı Abant. 34. toplantı için Bolu'dayım. Bazı yıllar iki defa toplandı. Sınırları aştı, yurtdışına taşındı. Onun için 34… 18 yılda 34 toplantı. Dün 100'ün üzerinde fikir adamı Abant'ta değil Bolu'da bir araya geldi. Tüfeğin mertliği bozmasından muzdarip olan Köroğlu'nun diyarında yani. Çevresi orman ve karlarla kaplı. Köroğlu'nun dolaştığı yüksek tepelerin başı dumanlı.

Toplantının konusu 'Demokrasinin Türkiye Sorunu'. Son derece isabetli. Türkiye'nin içinde bulunduğu atmosfere yani günün anlam ve önemine uygun. Masanın etrafı eskisi gibi. İsimler ve yüzler farklı tabii. Dün olup da bugün olmayanlar var. Malum sebeplerden. Ama olanlar da var. Gaffar Yakın sözgelimi. Abant deyince ilk akla gelen isimlerden biri o.

Yakın siyasetçi kimliğinin yanı sıra Türkiye üzerine kafa yoran bir aydın. Ankara'dan yola çıkarken avukat kızı takılmış, 'Baba hava bozuk. Avukata ihtiyacın olabilir. Ben teyakkuzda bekliyorum' diye. Acı fakat gerçek. Bir düşünce ve fikir toplantısı bile risk altında.

Hakkını teslim etmek lazım, mevcut siyasi iklimde böyle bir toplantının yapılabilmesi bile başlı başına başarı. Organizasyon ve katılımcılar açısından takdir edilesi büyük cesaret. Oysa bugün Abant Ruhu'na o kadar çok ihtiyaç var ki. O ruh 'farklılığı zenginlik kabul ederek bir arada yaşamak' demek. Farklılığı yok edilmesi gereken 'düşman veya muhalefet' görmemek demek.

Masaya bakıyorum eskinin düşünce zenginliği aynen korunmakta. Kimler yok ki… Ahmet Turan Alkan da burada, Baskın Oran da. Mümtaz'er Türköne, Reha Çamuroğlu, Ertuğrul Günay. Hüda Kaya, Eser Karakaş, Celal Başlangıç, İhsan Atasoy… Liste çok uzun. Çeşitliliği somutlaştırmak için birkaç isim saydım sadece.

Demokrasi konuşuldu, hak ve hürriyetler konuşuldu, özgürlükler konuşuldu. Çıkışın nasıl olacağı tartışıldı. Çok zıt fikirler seslendirildi. Ama kavga etmeden, yumruklar sıkılmadan, düşünceye düşünceyle karşılık verildi. Herkes birbirinin fikrine saygı duydu. Umut da vardı, karamsarlık da. İlk oturumu yöneten Rema Çamuroğlu, “Böyle bir dönem hatırlamıyorum ben. 12 Eylül dahil. Işığı gözükmeyen karanlık bir tünelde gibiyiz.” dedi. Tünelden çıkış yok mu? Onun da cevabını verdi: “Olağanüstü dönemler olağanüstü şekilde sonuçlanır.”

Murat Belge “Sonunda güçlüler değil haklılar kazanacak.” dedi. Ertuğrul Günay 100 yıl öncesinin perspektifiyle bugünü yorumladı. 1916-18 yıllarını hatırlattı. Çünkü 'Hayat ileri bakarak yaşanır. Ama geriye bakarak anlaşılır'. İnşallah tarih tekerrür etmez. Baskın Oran, “Ben korkuları olan insandan korkarım.” dedi. Umudu da diri: 'Şerden hayır çıkar.'

Toplantıların her bölümü zengin tartışmalara sahne oldu. Bugün açıklanacak bildiriye yansıyacak. Ben içerikten çok Abant'ın bu zor dönemde yapılabilmesini sevdim. Abant Ruhu varsa hâlâ umut var demektir...

Hilmi Yavuz - 'STK'lar mı? Kimi kandırıyorsunuz beyler?

$
0
0

Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz perşembe günü ‘Türkiye Anayasa Platformu' adı altında örgütlenen kurumlarca düzenlenen toplantıda bir konuşma yaptı ve bu Platforma, ‘sivil toplum kuruluşları [STK'lar]' olarak atıfta bulundu.

Türkiye'de öteden beri, ‘sivil toplum'un açık ve seçik bir tanımı yapılmamıştır. Kimilerine göre ‘Atatürkçü Düşünce Derneği' de sivil toplum örgütüdür, kimilerine göre ‘TÜRGEV' de!

Önce ‘sivil toplum'dan neyin anlaşılması gerektiğini ortaya koyalım: Sivil toplum'a ilişkin olarak yapılan tanımların tümünde, ‘sivil toplum', ‘Devletten özerk' bir alan olarak tanımlanıyor. Björn Beckman'ın, ‘Demokratikleşmeyi Açıklamak: Sivil Toplum Üzerine Notlar' adlı makalesinde verdiği tanımlara bakalım: ‘Sivil toplum, devletle aile arasında, devletten ayrı ve devletle ilişkide özerkliğe sahip birlik alanıdır'[Gordon White]; ‘sivil toplum, gönüllü, kendi kendini yaratan, devletten özerk, örgütlü toplumsal yaşam alanıdır' [L.Diamond]. Charles Taylor'a göre ise, sivil toplum, ‘minimal anlamda devletin vesayeti altında olmayan, özgür birliklerin bulunduğu yerde; güçlü anlamda ise, sadece bir bütün olarak toplumun devlet vesayetinde olmayan bu tür kendini yapılandırabildiği ve eylemlerini koordine edebildikleri yerde' var olur. Beckman'ın deyişiyle, Devletten özerk olmak, sivil toplumun tanımına dahilse [-ki, görüldüğü gibi, dahildir! H.Y], bundan ‘sivilliğin derecesinin özerkliğin derecesine bağlı olduğu sonucu[nun] çıka[cağını]' bildiriyor.

Açıkça görülmüyor mu?: Bir kuruluşun ‘sivil toplum' örgütü olabilmesi için, Devlet'ten, Devlet'in resmî; ideolojisinden özerk, dolayısıyla da ‘devletin vesayeti altında olmayan' bir yapıda var olması zorunluluğu vardır. ‘Özerklik', tanımı gereği, ‘sivil toplum' kavramının ‘olmazsa olmaz'ıdır…

Pek iyi de, Devlet'ten özerk olmayan ve vesayetçi rejimlere ideolojik olarak eklemlenmiş örgüt ya da kuruluşlar ‘sivil toplum' değilseler, onları nasıl konumlandırmak gerekecektir?

Louis Althusser'e bakalım: Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları'nda, Devletin Baskıcı Aygıtları'nın, tümüyle kamu alanında yer almasına karşılık, Devletin İdeolojik Aygıtları'nın en büyük kesiminin ‘özel alanda' yer aldığını belirtir ve şöyle der: ‘Devletin ideolojik aygıtlarının özel ya da kamusal olması pek önemli değildir. Önemli olan, işleyişleridir. Özel kurumlar da, aynen devletin ideolojik aygıtları gibi işleyebilirler.'

Demek ki, Devletten hiçbir kayıt ve koşulda ‘özerk' olmayan örgüt ya da kuruluşlar, ‘sivil toplum' değil, Devletin İdeolojik Aygıtları' gibi işlev gören yapılardır. Devletin İdeolojik Aygıtları olarak işleyen kuruluşları, ‘sivil toplum' diye yutturmaya kalkmak, öteden beri bu ülkede geçerli olmuştur ve bugün de görüldüğü gibi, geçerli olmaya devam ediyor… Örnekler çok: Tek parti iktidarında Halkevleri'nin konumu ne idiyse, Kemalist vesayetçi askerî; iktidar dönemlerinde Atatürkçü Düşünce Derneği'nin konumu tastamam odur;- yani hem Halkevleri hem de Atatürkçü Düşünce Derneği tipi örgütler, ‘sivil toplum' kuruluşları değil, Devletin İdeolojik Aygıtları gibi işlev gören yapılardı o tarihlerde…

Bugüne gelelim: Cumhurbaşkanının ‘Türkiye Anayasa Platformu'na katıldığını bildirdiği 300'den fazla ‘sivil toplum' kuruluşundan hangilerinin [acaba var mı?] bugünkü vesayetçi devletten ‘özerk' konumda olduğunu bilmek gerekir: ‘Türkiye Anayasa Platformu'nda itina ile yer alan Bilal Erdoğan'ın TÜRGEV vakfı, mesela, bir ‘sivil toplum' kuruluşu mudur?

Kimi kandırıyorsunuz beyler!

Ahmet Selim - Kader de var sorumluluk da (2)

$
0
0

David Hume'un bazı soruları, çıplak aklı en çok zorlayan sorulardır.

Burada zikretmiyorum ki, takılan olmasın! Yalnız şu kadarını söyleyeyim: Dünyada kötülükler ve zulümler cüz'i iradenin eseri olarak var. Kudreti sonsuz olan Rabb'imiz onları (dileseydi) elbette ki önlerdi. Ama dünya o zaman mahiyet değiştirirdi ve “imtihan-tekâmül” sahnesi olmaktan çıkardı. Yine de bazı hallerde İlâhî; müdahale var ve bu dünya o sebeple henüz yaşanmaz hale gelmedi. (Tasarruf daimidir, kesintisizdir. Müdahaleyi özel mânâda kullandım). Fakat bir gün gelecek, bu dünya, insanların cüz'i iradesi dolayısıyla mihverinden çıkmaya müstahak olacak. “Kıyamet” işte o gündür.

Kader inanışı olgunlaşmadan tefekkür olmaz. Çünkü; tefekkürün yönü, istikameti, yolu tayin edilemez. Kadere, tevilli veya açık itirazlar, aslen, dünyevî; hayatla sınırlı bir adalet duygusundan kaynaklanıyor.

Mesela deniliyor ki; hastalıklar var, acılar var, çeşitli musibetler var; bunlar neden oluyor? Bu soruya iki türlü cevap veriliyor:

1) Bunların, yaptıklarımızdan dolayı başımıza geldiği düşünülüyor. Böyle bir esas var; fakat aslî; şümulle kavranamıyor, “fazileti müsellem (vasfen ve şahsen müsellem) kişilerine başına gelenlerin sebebi nedir?” sorusu açıkta kalıyor. Ayrıca orada iradesini kullanmasıyla ilgisi bulunmayan kişilerin durumları izah edilemiyor.

Doğrusu şudur: Allah zulmetmez, biz zulmederiz. Ama herkesin maruz kaldığı zulüm veya musibet, kendi cüz'i iradesiyle ilgili olmayabilir; başkasının iradî; davranışlarıyla ilgili olabilir… “Resulullah Efendimiz (sas)'e de zulmettiler, ashaba da, alimlere de zulmettiler… Bu zulümde Allah'ın rızası yok, müstahak görmesi de yok; kafirlerin iradesi var. Allah zulmetmez, insanlar zulmeder. Zulmette olan zalimler zulmeder. Böyle yapmakla, aslen, kendi kendilerine de zulmetmiş olurlar. Yukarıda belirtilen esas, bu genişlik içinde kavranılmalıdır.

Senetü'l Hüzün'ü düşünün… Muhasara olayını… Müslümanlar açlıktan inliyor haldeydiler. Peygamberimiz aynı sene, hem Ebu Talib'i, hem Hz. Hatice'yi kaybetti. “Hüzün senesi” denilmesinin sebebi buydu… En büyük beşerî; acı, evlat acısı. Peygamberimiz, bütün evladını, Hz. Fatma hariç, kendisi hayattayken kaybetmiştir… Zindanlarda kırbaçlanan, inletilen İslâm âlimleri var… Ömrünü hastalıklarla geçirmiş, “cumaya gidememesinin sebebini” son deminde açıklayan mezhep imamı var… Misaller saymakla bitmez. Burada “herkes ettiğini bulur” olur mu? Hitap umumidir: İnsanlar yine de, farklı iradelerle de olsa, kendi kendine zulmetmiş oluyor… Bu, birinci husus.

İkinci husus, hiç elimizde olmayan ve başkalarının da iradesiyle ilgili bulunmayan musibetlerin varlığıdır. Ahiret hayatıyla bütünleştirmezseniz, bunu elbette izah edemezsiniz. Dünya, bir imtihan sahnesidir. Biz sıhhat ve afiyet niyaz edeceğiz, musibetlerden korunmayı dileyeceğiz. Tedbir alacağız. Fakat başımıza gelene de sabrederek, karşılığında vaat edilene ermeyi düşüneceğiz… Her halin, İslâmî; bir karşılığı ve mânâsı var. Bir zerre boşluk yok.

Dünya sınırları içinde “mutlak adalet” aranmaz. Aransaydı dünya “mü'minin zindanı” olur muydu? Dünyada rahatlık olmayacağı bildirilir miydi? Şunu ihmal ediyor değilim: Dünyada elbette ki mutlak adaletin tecellileri var… Fakat bu tecelliler de, “dünyacıların” arzu ettikleri cinsten bir objektif genelleme darlığına irca edilemez.

2) İyice zora düşen, bu defa kader mefhumunu farklılaştırıyor: “Tabiat kanunları var, fizikî;-kimyevî; kanunlar var, topyekûn maddenin kanunları var; bunlar Allah'ın yarattığı kanunlardır, kader de budur… Kader zaten (kadr-miktar) demektir vs.” Güya insanı dışlıyor.

Mümtaz'er Türköne - Bülent Arınç parametresi

$
0
0

Bu parametreyi, ilişkide olduğu her şeyi değiştiren bir bağımsız değişken olarak da düşünebiliriz.

Bu parametre, iktidarın çok karmaşık hiyerarşisini ve kapladığı geniş alanı "özgül ağırlığı" ile boydan boya belirleyen en temel değişkenlerden biri. Dışarıdan, muhalefetten, potansiyel düşmanlardan biri değil, iktidarın temel kimyasını şekillendiren bileşenlerin birinden söz ediyoruz. Halâ iktidarın iknaya ve rızaya dayanan meşruiyetini, Bülent Arınç parametresi tek başına oluşturuyor. Ağırlığını ve etkisini, sahip olduğu iktidardan veya nüfûz ettiği alandan değil, haklılığından ve sağladığı güvenden alıyor. İçeriden olması, kendi adına konuşması, konuşmasının bir vicdanî; mükellefiyet olarak hemen karşılık bulması hep bu parametrenin bağımsız bir faktör olarak gücünü gösteriyor.

Bülent Arınç'ın Taha Akyol'un programında söylediği sözler bu yüzden, bugüne dair demokrasi ve hukuk sorunlarının tamamının algısını değiştirecek kadar önemli. "Hakimler tehdit ediliyor" diyorsa, "yargıç güvencesi"nin bütünüyle ortadan kalktığına hükmetmelisiniz. "'Meslekten çıkartılırsın, verilen talimatlara uymazsan başına neler gelir' diye, insanlara maalesef ceza veriliyor" diyorsa, başınıza örülecek çoraplardan emin olamazsınız. Bülent Arınç, "Paralel yapı operasyonları" diye insanların verilen talimatlarla tutuklandığını, cezaevinde tutulduğunu ve savcıların kasten iddianame hazırlamayarak tutukluluğu bir zulüm aracına dönüştürdüklerini söylüyor. Devam ediyor: "Yargının en ağır yaralarından birisi, savcılara -MİT TIR'ları, Can Dündar davası gibi- böyle çok iddialı davalar açtırmak" ve yargının içine düştüğü bu acı durumdan mutlaka kurtulması gerektiğini vurguluyor.

Arınç'ın "Dolmabahçe mutabakatı" hakkında, birinci ağızdan verdiği bilgiler yakın tarihimizin bu çok önemli bilmecesini çözerken, birinci sırada Cumhurbaşkanı'nı büyük bir vebalin altına sokuyor. Dolmabahçe mutabakatı, siyasî; entrikalar, seçim hesapları ve Türkiye'nin birlik ve bütünlük politikasının, Kürt Sorunu'nun ve tam da Çözüm Süreci'nin iç içe geçtiği çok önemli bir aşamaydı. El sıkışıldı, mutabakat sağlandı; ancak HDP lideri "seni başkan yaptırmayacağız" diye başlattığı seçim kampanyası ile AK Parti'ye karşı parlak bir çıkış yapınca, masa devrildi, mutabakattan vazgeçildi. Üç hafta sonra Erdoğan bu mutabakatı tanımadığını ve bilgisi dışında yapıldığını ilan ederek durumu toparlamaya çalıştı. Bülent Arınç işte bu mutabakatın doğrudan Erdoğan'ın talimatı ve tafsilatlı müdahaleleriyle şekillendiğini söylüyor ki, bildiğimiz her şeyi değiştiriyor. Bunu söyleyen dönemin bir müşahidi veya muhalefet temsilcisi değil, Dolmabahçe Mutabakatı denilen görüşmeyi planlayan ve icra eden Hükümet'in resmî; sözcüsü.

Bülent Arınç parametresini ciddiye almalısınız; çünkü düşüncelerine ve tercihlerine katılmasa bile herkesin sözüne itibar ettiği, vicdanında emin olduğu, üstelik yetki ve sorumluluk sahibi bir kişi devreye giriyor. Müdahale basit bir vicdan patlaması değil, politik süreçlere ve iktidar denklemine bilinçli bir müdahale. Bülent Arınç, kapısı çalındığı zaman konuşan, eteğindeki taşları döken biri değil. İzliyor, ölçüyor ve bir parametre olarak devreye girmeye karar veriyor. Ağzından çıkan sözlerin yol açacağı sonuçları, devireceği hacıyatmazları gayet iyi hesaplıyor. Bu yüzden söylediklerinin rüzgârı ile iktidar gemisinin yöneleceği istikameti takip etmek gerekiyor. Çok fazla kişiselleştirmeyin, bu parametre Bülent Arınç'ın şahsında somutlaşıyor ama 13 yıllık iktidarın çevresinde, bugün kişiselleşen iktidar tekelleşmesinden pek de memnun olmayanların ortak aklını ve gücünü temsil ediyor.

Bülent Arınç parametresini ciddiye alanların, bu sözlerden sonra Saray çevrelerinin girişeceği seri infazları da takip etmesi lâzım. Sözler ağır, bu sözleri düştüğü yerden yani muhatabının üzerinden kaldırıp durumu düzeltmek çok zor. Dün Abant Platformu'nda üzerimize çöken kasvetin, büyük ölçüde kişiselleşen siyasî; sorunlarla baş etmenin zorluğundan kaynaklandığını fark etmiştim. İşte o kişiselleşen düzeyde teoriler, yüksek ve orijinal fikirler ve prensipler değil, Bülent Arınç parametresi etkili oluyor. Öyleyse verdiği mesajları tekrar özetleyelim: Yargı tehdit ediliyor, Dolmabahçe mutabakatı Erdoğan'ın eseri, paralel avı iktidarın yargıya müdahalesi ile zulme dönüşüyor… En önemlisi, bu parametre her an devreye girmeye hazır, tetikte bekliyor.

Selim İleri - Enflasyonu enerji fiyatları yükseltiyor

$
0
0

2016 Ocak ayında Borsa İstanbul yüzde 2,44'lük bir yükseliş gerçekleştirdi, 71 bin 726 puanla başladığı ocak ayını 73 bin 481 puandan kapattı.

Borsa geçen yıl sonu ve bu yıl içinde birkaç kez denediği 70 bin ve 68 bin puan seviyelerinden tepki vererek yine alıcılı bir şekilde kapattı. Tahmin ettiğimiz gibi bilişim sektörü ve bedelsiz sermaye artışı bekleyen düşük sermayeli güçlü şirketler yine bir adım öne çıktı. Yaklaşan dördüncü çeyrek bilançoları nedeniyle banka ve beklentili hisselerin yanı sıra hikâyesi olan şirketler tercih edildi.
Kasım ve aralık ayında 2 milyar dolara yaklaşan satışlarıyla endeksi 68 bin puana kadar gerileten yabancı yatırımcılar, ocak ayında bir miktar alıma geçmiş gözüküyor. Bu alımlarında etkili olan husus, dolar bazında bakıldığında hisse fiyatlarının cazip hale gelmesi ve bilanço açıklamalarının yaklaşması gösterilebilir.
Şimdilik ABD ve Asya merkez bankaları piyasalardaki kötü gidişe karşı para ve sermaye piyasalarını destekleyen birtakım açıklamalar yaparak tehlikeli gidişe şimdilik dur dedi. Japonya Merkez Bankası BoJ faiz oranlarını ekonomideki olumsuz gidişat nedeniyle negatif seviyelere çekerken, piyasalar bu karara ilk anda olumlu tepki verdi. Aynı şekilde ABD Merkez Bankası FED faiz artışına ara vererek, gelişmekte olan piyasalar ve düşen emtia fiyatlarının yukarı yönlü tepki vermesine olanak sağlamış gözüktü. Borsa İstanbul 68 bin puanı test ettikten sonra yaklaşık 5.500 puanlık bir tepki vererek 73 bin puanı aştı. Merkez Bankası'nın politika faizini sabit bırakmasının ardından dolar, gördüğü 3,06 liradan 2,95 liraya kadar geriledi.
Gelelim önümüzdeki haftaya. Türkiye ocak ayı enflasyon rakamlarının yüksek çıkması ve son birkaç yılın en yüksek seviyelerine ulaşması bekleniyor. Dünyada doğalgaz ve petrol fiyatları düşerken Türkiye'de enflasyonun yükselişe geçmesi son derece tuhaf. Düşünün petrol 30 dolar civarında ve dolar bazında son iki yılda yüzde 70 değer kaybederek 112 dolardan 36 dolara kadar gerilemiş durumda. Dolar ise son iki yılda yaklaşık yüzde 40 değer kazanmış durumda. Türkiye'nin kazancı ortada ama maalesef özellikle doğalgazda geçen yıllara göre daha fazla bir fiyata katlanıyoruz.
Sonuç olarak artan terör olayları ve bölge kaynaklı savaş durumunun yanı sıra Rusya ile ilişkilerin günden güne kötüye gitmesi ekonomimize ek yükler getirirken, İran ambargosunun kalkması Türkiye'ye henüz nasıl bir etki yapacak belli değil. Önümüzdeki hafta açıklanacak ihracat verileri ve ocak ayı enflasyonu piyasalarda bir duraksama yapabilir.
Geçen hafta Borsa'nın yükselişe geçtiğini ancak bu noktada 75 bin puan seviyesinde zorlanma olabileceğini belirtmiştim. 74 bin sınırına yaklaşan Borsa'nın yükselişini sürdürerek 75 bin puanı test etmesi mümkün gözükmekle birlikte, yabancıların son bir aydır alım yaptıkları hisselerde satıcı tarafa geçmeleri çok zaman almayabilir. Bu aşamada Borsa'da yaşanan son yükseliş hareketini bir tepki yükselişi olarak görmekte ve hareketin bilançolar açıklanana kadar süreceğini düşünmekteyim. Hisse ve sektör olarak zorlu geçen ekim-aralık döneminde ihracatını artıran ya da satışlarını yine dolar bazında gerçekleştiren şirketler ön plana çıkabilir.
Dolar bazında borcu olan şirketler ise bir önceki çeyreğe göre zararlarını azaltsalar bile, 2015 yılı bütününe bakıldığında sermayelerini neredeyse tüketmiş durumdalar. Türkiye'de bu döviz bazında borçluluk çılgınlığına en iyi örnekler enerji ve futbol endüstrisi olarak gösterilebilir. Fütursuzca harcanan milyon dolarlar bilançolarda onarılması mümkün olmayan açıklara yol açtı. Türkiye ekonomisi dolar bazında son iki yılda yüzde 10 civarında küçülmüş durumda. Dünyada parasal akımların ters yöne doğru kayması ile birlikte Merkez Bankası rezervleri Türkiye'nin de içinde bulunduğu ülkelerden batıya doğru akmakta. 2016 yılında da bu trendin devam etmesi güçlü bir ihtimal.
Kasım ayında yapılacak ABD başkanlık seçimleri, 2017'de Avrupa'da parasal genişlemenin sona erip ermeyeceği, Çin ekonomisine ilişkin endişeler, ABD ile Japon ve Alman borsalarının düzeltme hareketine başlamaları, borsalar açısından aşağı yönlü baskıların devamına yol açabilir. Şimdilik olumluya dönen kısa vadeli göstergelerin henüz uzun ve orta vadede oluşmadığı ve piyasaların bu yükseliş hareketine temkinli yaklaştığını düşünmekteyiz. 75 bin puan kuvvetli direnç. Ancak yüksek yabancı alımı ve işlem hacmi ile aşılırsa 77 bin puana kadar bu tepki yükselişinin devam etmesi söz konusu olabilir. Enflasyon, ihracat ve ABD istihdam verileri yanı sıra PMI verileri açısından Çin takip edilmeli.


Petrol fiyatları

Petrolde 36 dolar test edildi, yükselişin devamı gelir mi? Geçen haftaki analizimizde bahsettiğimiz gibi petrol fiyatları son 13 yılın en düşük seviyesi olan 27 doları test ettikten sonra yükselişe geçti. Bahsettiğimiz 36 dolar seviyesi test edildi ve petrol haftalık kazancını sürdürerek 35,91 dolar seviyesinden haftayı kapattı. Petrol fiyatları için artık 20 dolarlık seviyeler ne olursa olsun ucuz ve çok uzun süre kalmayacak seviyeler olarak görünse de, 2016 yılı içinde birkaç kez daha göreceğini tahmin ediyorum. Belki mart ayına yaklaşırken ya da şubat ortasında yeniden görmemiz mümkün. Çin, Japonya ve Avrupa kaynaklı zayıf ekonomik durum petrol fiyatlarındaki düşüş eğilimini destekliyor. 2014 yılına kadar 110 doların üzerinde işlem gören petrol fiyatları son kapanışa göre yüzde 67 civarında bir kayıp yaşamış durumda. Bu yıl için konuşacak olursak, ocak ayında test edilen 27 dolar seviyesi bir dip noktası sayılabilir. 1998 petrol krizinde fiyatlar 30 dolar seviyesinden 10 dolara yaklaşık yüzde 70 değer yitirmişti. 2008 yılındaki zirve noktası 147 dolar olan petrol, bugünkü 27 dolarlık seviyesi ile kıyaslandığında yüzde 81 değer kaybetmiş durumda. İran ambargosunun sona ermesinin ardından petrol kuyularında üretimin tam gaz devam etmesi ve doların tüm para birimleri karşısında tarihinin en güçlü seviyelerine yaklaşması petrol fiyatlarını buraya taşıdı. Bu noktadan sonra ya geri dönüş başlayacak ya da büyük bir doğu krizi geliyor.

Melih Arat - Liderlikte değişen bir şey var mı?

$
0
0

Harvard Üniversitesi'ndeki master dersleri kapsamında ilginç bir ders alıyorum.

Edebiyat Eserleri ve Filmler Üzerinden Liderlik Vakaları dersinde dünya edebiyatından ve klasiklerden metinler okuyor ve liderlik konularını tartışıyoruz. Antik Yunan trajedyalarını hep okumak istemiştim. Bu ders fırsatıyla Sofokles'in Antigone'sini okuduğumda günümüz liderliğiyle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Sofokles üç neslin hikâyesini Kral Oidipus, Oidipus Kolonos'ta ve Antigone isimli üç oyunda anlatmış. Birinci oyunda kahin, Kral'a doğacak oğlunun Kral'ı öldüreceğini ve annesiyle evleneceği kehanetini söyler. Doğan çocuğu uzaklara gönderen Kral'ın çocuğu büyür ve Argos Kralı'nın kızıyla evlenir. Gerçek babasını tanımayan çocuk bir savaşta babasını öldürür ve öz annesiyle evlenir. İki kız, iki erkek çocuğu olur. Öz annesiyle evlendiğini öğrenince kendini kör eder, annesi de intihar eder. İktidardan çekilir ve uzaklara gider. İki erkek çocuk ülkeyi dönüşümlü yönetmeye karar verir. Fakat ilk kez iktidara gelen Etiokles iktidarın verdiği güce âşık olur ve zamanı gelince yönetimi kardeşine teslim etmez. Kardeşi Polinikes, Argos ülkesinin ordularını toplar ve kardeşine savaş açar. Savaşta iki kardeş birbirlerini öldürür. Ailedeki tek erkek olan dayıları Kreon, Kral olur.

Kreon, eski kral olan yeğenini anlı şanlı bir törenle gömer; ülkeye saldıran, kendi hakkını arayan kardeşi Polinikes'i ise kurda kuşa yem olsun diye bir tepeye gömmeden bırakır. Üçüncü oyun burada başlar. Dört kardeşten hayatta kalan iki kız kardeşten biri olan Antigone, ölen kardeşini gömmek ister. Çünkü Tanrıların yasasına (ülkenin anayasasına) göre, gömülmek her ölümlünün hakkıdır. Kral Kreon ise dediğim dedik bir liderdir. “Ben kralım, yasa filan tanımam, benim dediğim yasadır. Bana karşı çıkan herkes de ihanet etmiş sayılır. Yeğenim de olsa, gelinim de olsa itiraz ederse haindir ve önce zindana atılır, sonra da öldürülür.” der. Bu arada Antigone kardeşini gömer. Bu durumu fark eden bir asker, krala bunu haber vermeye bile çekinir. Çünkü hiddetiyle tanınan kral, askeri oracıkta öldürebilir.

Bu arada Antigone ile nişanlı olan oğlu, babası Kral Kreon'a şöyle der: “Kendi düşüncende bu kadar ısrarcı olma! Kim yalnız kendisinin haklı olduğunu sanır, aklının ve ruhunun benzersiz olduğunu düşünürse, içinin boş olduğu anlaşılır arkasından ışık tutulunca. Bilge biri için utanılacak bir taraf yoktur başkalarından bir şey öğrenmekte. Bilirsin ki, estiğinde kasırgalar, eğilen ağaçlar kurtarabilir dallarını, ama direnenler kökleriyle birlikte sökülür. Eğer denizci yelken ipini hep gergin tutar ve gevşetmeye yanaşmazsa tekneyi alabora eder. Bu nedenle sen de eğil ve düşünceni değiştir! Benim gibi genç birinin de söyleyecek sözü olabiliyor. En yüksek mertebeye layık olan doğuştan bilge olandır. O halde akıl almak övgüye değer bir harekettir.”

Sanırım yönetim kademelerinde yükseldikçe insan kendine ve kendi düşüncelerine âşık oluyor. Sözünden geri adım atmak da, geri çekilmek ya da güçsüzlük olarak telakki ediliyor kendileri tarafından. Aslında değişebilmek, esneyebilmek, problemleri büyütmeden, küçülterek çözebilmek güçlülük ve zeka gösterisidir.

Yukarıdaki oyunun öyküsünde Kral Kreon'un Polinikes'i gömdürmeme inadı o kadar ileri gidiyor ki, sonunda gelini Antigone, oğlu Haimon ve karısı ölüyor. Halbuki Polinikes'in gömülmesine baştan izin verse sevdiklerini kaybetmeyecek ve yapayalnız kalmayacak.

Not: Oyunları Mitos Yayınevi'nin kitapları arasında bulabilirsiniz.


Ali Yurttagül - PYD ve 'arapsaçı'

$
0
0

Dünyanın büyük umutlarla baktığı Suriye Cenevre-3 görüşmeleri iki gün önce başladı.

Geri planda yüzlerce aktörün devrede olduğu görüşmelerin başlaması hayırlı bir vaka. Ama yaraların derin, köprülerin yıkılmış olduğu bir süreç ile “terör” kelimesinin çok anlam ve yorumunun olduğu, “devlet” kelimesinin yozlaştığı, halkını varil bombaları ile öldüren bir rejimin ağırlandığı bir salondan bahsediyoruz. Her şeyin masada olduğu bu görüşmelerde Kürtler ve PYD iki sandalye arasında kalmış durumda. Ankara ve Ankara'ya yakın Suriye muhalefeti, “PYD Esed delegasyonunda yer alsın, onlar muhalefet değil” diyor. Kürtler ise “muhalefet” saflarında katılmakta ısrarlıydı. Suriye görüşmeleri “arapsaçı”, cephe hatlarını seçebilmek kolay değil. İsterseniz ince bir tarak ile PYD'nin yerini bulmaya çalışalım…

PYD'nin iki sandalye arasında kalmasında Ankara, Erbil ve milliyetçi Arap muhalefet güçleri önemli etken olsa da, PYD de masum değil. Suriye krizinin başladığı ve Esed rejiminin çökmek üzere olduğu günlerde, rejimin Türkiye sınırında üç bölgeyi PYD'ye devrettiği biliniyor. PYD bu jesti Suriye devlet kurumlarının bölgede kalmasına destek vererek ödüllendirdi. Bu yüzden “kantonlarda” ortak bir Esed-PYD yönetimi hakim. Bu işbirliği sadece kantonlarla sınırlı kalmadı. Birkaç istisna dışında PYD, Esed güçleri ile çatışmaya girmekten de kaçındı.

Esed'in PYD sevgisi tamamen taktik bir pragmatizm kaynaklı. Askeri olarak savunamayacağı bölgede bir ittifak arayışı. Ankara'ya mesaj olduğundan da şüphe yok. Arap milliyetçiliğinin derin temsilcisi Esed-Baas rejimi, PKK ve Öcalan'a kapılarını açtığı yıllarda bile Suriye Kürtlerine karşı katı bir dışlama ve baskı politikası uygulamıştı. Bu milliyetçi damarın muhalefet saflarında da uzantısı var. PYD'nin olası bir barış süreci ile Şam'da Suriye'nin bütünlüğünü tehdit eden bir güç olarak algılanma ihtimali yok değil. Kürtler ve PYD bunun farkındalar. Ama günün şartları Kürtler lehine işliyor. Sadece Esed değil, Moskova, Washington, Berlin, hatta Paris de PYD ile dirsek temasında.

Suriye'de Washington-Moskova koalisyonunun kurulması ve bu iki başkentin PYD konusunda benzer bir bakış sergilemesi sadece IŞİD ile mücadelede etkin olmasından kaynaklanmıyor. Moskova ve Washington olası bir Suriye barış süreci ve devlet yapılanmasında da anlaşmış görünüyor. Bu iki başkent Türkiye benzeri “laik” ve demokratik bir yapılanma istiyor. Aleviler, Hıristiyan azınlıklar, Dürziler, laik Müslümanlar yanında Kürtler, PYD de laik bir düzenin yapı taşları olarak algılanıyor. Bu yüzden Batı'nın PYD'ye bakışı son iki yılda derinden değişti. Buna rağmen desteklese de, kucaklayamıyor. Kucaklayamıyor, zira sadece Arap milliyetçileri ile değil, Ankara ve Erbil ile sorun yaşamaktan çekiniyor. Bu yüzden Ankara, Erbil, PYD, PKK dörtgeni arapsaçının en karmaşık bölgesi.

Bu dikdörtgende herkes, Washington, AB, Moskova, Tahran… at koşturuyor. Hızla koşan atlara takılıp, yazıyı arapsaçına dönüştürmemek için ana hatlar üzerinde duralım. Ankara ve Erbil sahada Batı ile işbirliği içerisinde ve Nakşibendilik kültürüne dayalı muhafazakar bir İslam'ın etkin olmasını istiyor. PYD sol ve laik politikası ile bu iki başkenti rahatsız ediyor. Bu yüzden Esed, Moskova ve Tahran için PYD tabii bir müttefik. Ama çözüm dikdörtgenin bu köşesinde değil, Ankara, Washington, Erbil sahasında yatıyor. PYD'nin, daha doğrusu PKK'nın dramı da buradan kaynaklanıyor. PYD-PKK sadece Ankara ile değil Erbil ile de kavgalı. Kavga'nın tek sorumlusu mu? Değil. Ama arapsaçında kaybolduğu için, yolunu bulamıyor.

Suriye'nin barışa kavuşması için Ankara-Erbil hattı en etkin, hatta belirleyici aktör olabilir. Çok şey yapmalarına da gerek yok. Tüm eksikliklerine rağmen yüz yıldır Türkiye Cumhuriyeti'ni başarı ile taşıyan laik bir demokrasinin Irak ve Suriye için de çözüm ve barış olduğunu görmeleri yeter. Avrupa tarihi din kavgasının derinlikleri üzerine bir ibret aynası değil mi? PYD ve PKK'nın arapsaçında yolunu kaybetmesi ise laiklik değil, ama demokrasi konusunda kafalarının karışık olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Esed ve Putin ile dirsek temasında pek sorun yaşamıyorlar.

Zeki Çol - Tur Fenerbahçe'nin, alkışlar Kayseri'nin

$
0
0

Hakem Serkan Çınar, 110'da Deniz'e o hatalı sarı kartı göstermese ve Kayserispor 10 kişi kalmasa Fenerbahçe 113'te turu getiren Diego golünü bulabilir miydi? Tabii ki tartışılır. Ancak o ana kadar öne hiç çıkmayan Kadlec'i ceza alanına yaklaşarak yaptığı ortadan golün geldiği düşünülürse sanırım Fenerbahçe'nin uzatmada da tura ulaşması çok kolay olmazdı.

İkili mücadeleleriyle ön plana çıkan çok çekişmeli bir maç izledik dün. Adeta bir final gibiydi bu eşleşme. Kayserispor, Fenerbahçe'ye kelimenin tam anlamıyla kök söktürdü. Oyuna savunmasını da ileri çıkararak önde ve önde baskı uygulayarak başladı. Oyunun boyunu kısa tuttu. Rakip oyuncuların aksiyon sahalarına yakın oynayarak ilk müdahaleleri yaptı ve Fenerbahçe'nin pas trafiğini sonradan oyun kontrolünü elinden aldı.

Oyun organizasyonlarında zorlanan, hücumda organize atak yapamayan Fenerbahçe'nin ilk yarıda yine de üç önemli gol girişimi vardı. Bunlardan ilki Kayserispor'un oyun anlayışındaki bir riskten kaynaklandı. Savunmayı önde tutmak ve arkaya atılan toplara müdahale etmekte zorlanmakla gelen başlangıçtaki net pozisyonda Nani topu auta attı. Ardından Ozan ve Van Persie ile yakalanan iki pozisyon ise Kayserispor'un arka alandaki bireysel hatalarından kaynaklandı.

Topa daha fazla sahip olarak Fenerbahçe'nin ezberini bozan Kayserispor, ikinci yarıda da uzun süre bu tavrı devam ettirdi. Fenerbahçe yine oyun kurmakta zorlanıyor, yine hücum organizasyonunu yapamıyor ve yine rakip kalede pozisyon üretmekte hissedilir güçlüğü yaşıyordu. Caner'in bir dış şutu dışında ikinci yarıda ev sahibi rakiple de önemli bir gol girişimi yapamadı.

Devrenin sonlarına doğru baskı biraz arttı. Uzatmanın ilk bölümünde ise iyice yoğunlaştı. Ancak dış şutlar dışında Fenerbahçe yine ceza alanı içerisinde pozisyon üretimi yapmadı. Uzatmanın ikinci bölümünde oyuna giren Diego, Fenerbahçe'yi nihayet rahatlatan golü attı ve Fenerbahçe turu bu golle geçmeyi başardı.

Dünkü oyun sınırlı kapasitedeki bir takımın doğru yönetildiğinde neler yapabileceğini gösterdi bize. Oyun disiplini, yardımlaşma, konsantrasyon, mücadele ve taktik disiplin açısından Kayserispor tam bir teknik adam takımıydı. Tolunay Kafkas, kendisinden çok daha üstün bir rakip karşısında böylesine dirençli bir oyunu oynattı. Ya Pereira, elinde bu ülkenin en iyi kadrolarından birisi vardı. Ama çözüm üretmekte ve rakibin direncini kıracak taktik müdahalelerde yetersiz kaldı.

Tur favorisi olan Fenerbahçe'nindi Kadıköy'de. Ama takdir ve alkışlar hele de 116'da Oliviera'nın vuruşuyla direğe takılan ve beraberlik şansını kaçıran Kayserispor'un oldu.

Nevin Halıcı - Soğuk-hasta-çorba

$
0
0

Soğuklar bitecek derken gittikçe artıyor. Havalar böyle devam ettikçe de hastalıklar yayılıyor. Kime sorsanız, nezle, grip, boğaz ağrıları ve diğerleri. Dikkatli olmak, hastalıklara davetiye çıkarmamak lazım.

Öğrenciliğimizde, Ülkü Arıncı hocamızdan aldığımız hastalıklarda beslenme dersimiz vardı; ancak o derste ülser, reflü gibi mide hastalıkları, kalp, kanser, bağırsak rahatsızlıkları, osteoporoz ve diğer ciddi hastalıklarda beslenme okurduk. O dönemlerde nezle ve gribe soğuk algınlığı denir geçilir, önemsenmezdi. Şimdi öyle mi? Domuz gribi vb. de öldürebiliyor, ciddi hastalıklar arasında yerini alıyor.

O dönemin şartları daha ağırdı. Sobalı evlerde yaşanır, odanın biri ısınır, dışarı çıkınca aceleyle işinizi bitirip sobanın yanına koşardınız. Şimdi kaloriferli evlerde, daha iyi şartlardayız ama hastalıklardan geçilmiyor. Günümüz insanlarının bünyeleri zayıfladı anlaşılan. Allah cümlemize sağlık afiyetler versin.

Hastalıklarda nasıl beslenelim derken daha çok bugünlerin hastalıkları olan nezle, grip üzerinde duralım. Önemli olan, hastalığa yakalanmamaktır. Okulların tatile girmesi bu durumu biraz daha kolaylaştıracaktır. Kalabalıklarda fazla bulunmamak gerekir. Yine de hasta olacağınızı hissediyorsanız ilaca başlamadan (kimileri avuç avuç ilaç almakla işi halledeceğini düşünür) hemen istirahate çekilmek gerekir. Bir gün sokağa çıkmadan çay, ıhlamur, salep gibi sıcak içecekler alınmalıdır. Yemek olarak çorbalar tercih edilmeli, ağır yemeklerden, hamur işlerinden kaçınmalıdır. Yeşil yapraklı sebzeler, portakal, mandalina, elma gibi meyveler yenmelidir. Deneme sonucu, bir gün dinlenme ile hastalığın sona ereceğini söyleyebilirim ama bir şey olmaz düşüncesiyle hareket edip dışarı çıkılırsa, hastalık uzayıp gidecektir.

Hastaya en uygun yemek türü, Levni'nin “Kediye fare fareye kovuk/Meclise kelam kelama doruk/Hastaya çorba, çorbaya koruk/Koruğa havan ne güzel uymuş.” dediği gibi çorbalardır. Türk Mutfağı her bölümde olduğu gibi çorbalarda da sayısız zenginliğe sahiptir. Kelle paça, düğün çorbası, arabaşı çorbası, balık çorbası gibi etli çorbalar; mercimek, tandır çorbası gibi baklagillerle hazırlanan çorbalar; yoğurtla, sebzelerle, bulgur ve dövmeyle, yarmayla yapılan çeşitli çorbalara sahibiz. Çorbalar içinde Orta Asya'dan günümüze uzanan öyle bir çorbamız var ki kendi içinde unlu, yarmalı, dövmeli, sebzeli türlerinde yazdan hazırlanır; kış mevsiminde on dakika içinde pişirilir, üzerine mis gibi yakılmış tereyağı gezdirilerek acil durumlarda hemen hazır olur. Tarhana çorbası, İnebolu'da kurutulmadan da yapılarak cam kavanoza basılır, koyu süzme yoğurt kıvamındadır; sizlere daha önce de bahsettiğim Melahat Çelebi'nin bu çiğ tarhanası öylesine nefistir ki ekmeğe sürüp yiyesiniz gelir. Uşak tarhanası, kurutulmuşlar arasında en meşhur olanıdır.

Sıcak çorbalar dışında Güneydoğu illerimizde soğuk çorbalarımız da vardır. Yoğurt veya kurutla yapılan bu çorbalar, Güneydoğu'nun sıcak havalarında serinletici özelliğe de sahiptir.

Orta Asya'dan günümüze, yörelerimizin çorbalarının derlenip ortaya çıkmasıyla ya da içine konulan malzemelerle çeşitleri gittikçe artan çorbalarımızdan biri ile bu haftayı bağlayalım. Düğün çorbası, Osmanlı döneminden beri yapılan bir çorba olup, yüzüne serpilen tarçın ile nefis bir tat kazanır…

Sevgili okuyucularım, şu anda Konya'ya lapa lapa kar yağmaya başladı. Benim için de kalkıp bir düğün çorbası yapmanın tam zamanıdır. Sağlıklı günler diliyorum. Ağız tadı ve mutlulukla kalın.

DÜ­ĞÜN ÇOR­BA­SI

Çorba için:

10 su bardağı (2 litre) et suyu

200 gram koyun kaburgasının sıkı eti

4 çorba kaşığı un

1 ölçü limon –yumurta terbiyesi

2 yemek kaşığı tereyağı

1 çay kaşığı kırmızıbiber

1 tatlı kaşığı tuz

Terbiye için:

2 yumurta veya 4 yumurta sarısı

4 çorba limon suyu

½ su bardağı çorbanın ılık suyu

Beraberinde:

Kızarmış ekmek

Et su­yu ha­zır­lar­ken 200 gr eti de tuz ko­ya­rak haş­la, fın­dık bü­yük­lü­ğün­de doğ­ra. Çor­ba ten­ce­re­si­ne et su­yu­nu süz, et­le­ri ila­ve et, kay­nat. Ilık çor­ba su­yuy­la unu ez, kay­na­yan çor­ba­ya ila­ve et, un ko­ku­su gi­de­ne ka­dar ağır ateş­te pi­şir.

Li­mon-yu­mur­ta ter­bi­ye­si için bir kâsede limon suyuyla yumurtaları çırpıp çorba suyunu ilave et. Kaynamakta olan çorbadan bir kepçe al, terbiyeye karıştır. İnce dökerek çorbaya ilave et. Kâ­se­ye al. Te­re­ya­ğı kız­dır, kır­mı­zı­bi­be­ri at, bir da­ki­ka kı­zart, çor­ba­ya dök. Kızarmış ekmekle sof­ra­ya al.

İs­te­nir­se 1 çay ka­şı­ğı tar­çın da yağ­dan son­ra ser­pi­le­bi­lir.

Atıf Keçeci - Kartal kupa yolunda…

$
0
0

Önce, dün gece tribünlerin meşale anarşisinden bahsetmek gerekiyor. Yeni ve güzel butik bir stat yapmışsın; ama kale arkası tribününü, spor ruhu yerine militanlık duygusuyla çirkinlikler sergileyen bir yığın işgal etmiş!

İzmir Emniyeti'nden, başta Spor Şube ilgilileri olmak üzere bu rezaletin hesabı sorulmalı, yasa hükümleri uygulanmalı ve de yaptırımlar açıklanmalıdır. 100'den fazla meşalenin tek tek içeri sokulması zorluğunu düşündüğümüzde, kulüp bu organizasyonun neresinde incelenmelidir. Yazık ki yazık…

Kulüplerin büyük kısmının angarya olarak gördüğü kupa maçları, bazen özellikle şampiyonluğu kaybetmiş büyük takımlarımızın kurtarıcısı olmakta. Sivas Belediyespor müsabakası sonrası özellikle Şenol Güneş'e dönük eleştiriler gündemi meşgul etmiş, Başkan Fikret Orman ise teknik direktörünü korumak adına müdahale etmek gereği duymuştu.

Çeyrek finaldeki rakip, İkinci Lig Kırmızı Grup'un son sıralarında başarısız günler geçirirken kupada yoluna devam etme şansı yakalamıştı. Bütün ülkelerde kupa müsabakaları alt lig takımları için sürpriz yapmalarına olanak sağlamaktadır. Nitekim dün Beşiktaş-Buca müsabakasından önce alınan diğer sonuçlarda bu durum bizde de yaşandı.

Sütten ağzı yanan Şenol Güneş, “Yoğurdu üfleyerek yemek.” anlayışından yola çıkarak takımını sahaya Quaresma ve yeni transferler dışında tam kadro çıkartmıştı. Oyuna hâkim taraf olan konuk takım, garanti toplarla atağa çıkışlarda ileride çoğalmayı da bildi. Buna rağmen 20 ile 25. dakikalar arasında ikisi Olcay, biri Sosa'nın ayağından önemli pozisyonları harcayarak oyuna rahatlık getiremediler. Başlarda Oğuzhan'daki sinirlilik hali, Gökhan Töre'nin her pozisyonun içerisinde olma gayretleri olumlu ve olumsuz dikkati çeken durumlardı.

Siyah-beyazlı takım, zayıf rakibi karşısında beklenen oyununu sergileme konusunda yine cimriydi. Mario Gomez kenarlardan top gelmesi için herhalde orta duası yapmıştır. Bucaspor haddini bilerek fazla açık vermeden oynama planlarını ilk yarıda gol yemeyerek uygulamış oldu. Özellikle Olcay kenarda hiçbir aksiyon göstermeyince Gökhan her yere yetişme çabasında olunca ve kenar bekleri gerekli bindirmeleri yapmayınca olgun bir futbol seyredilmedi.

İkinci yarıda Olcay'ın yerine Kerim Frei oyuna dahil oldu ve değişikliğin yerinde olduğunu iyi işler yaparak gösterdi. 61'inci dakika Bucaspor açısından şanssız bir andı. Gökhan Töre'nin dışarı giden topuna ayak koyan Onur Yılmaz kendi kalesine gol atan isim oldu. Sonrasında Sancar'ın sebep olduğu penaltıyı gole çeviren Oğuzhan, turun geçildiğinin habercisiydi.

A. Turan Alkan - Başkanın yetkileri

$
0
0

Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Uzlaşma Komisyonu olarak ilk toplantımızı açıyorum arkadaşlar.

Görevimiz bir anayasa taslak metni hazırlamaktır. Çalışmaya geçmeden önce şu hususu gayet iyi bildiğinizden eminim; bütün milletin, hatta İslâm âleminin gözü komisyonumuzun üzerindedir. Ne var ki, -bunu of dı rikord olarak belirtiyorum- bizlere düşen bir yandan kemâl-i ciddiyetle çalışmaya devam ederken bilmeliyiz ki illâ da herkesin ayılıp bayılacağı, uyumlu bir anayasa metni ortaya koyacağız diye birbirimizi üzüp strese sokmanın bir âlemi de yoktur yani. Adı üstünde biz neyiz arkadaşlar, bakın kapıda yazıyor: Ko-mis-yon. Ne demek komisyon; anladınız siz onu!

O yüzden yok efendim ormanlardır, kooperatiflerdir, yok temel hakların şeysidir gibi dolgu maddelerini bir kenara koyup doğrudan ‘yürütme' maddesine geçmeyi teklif ediyorum. Kabul edilmiştir. Bir arkadaşım söz istiyor, buyrun sayın üye...

-Sayın başkan, benim gibi cümle âlemin çok merak ettiği bir konuya açıklık getirmenizi istirham edeceğim. Biliyorsunuz zaten çürük-çarık bir anayasamız var şu an el altında. Burada yürütme maddesi ayrıntısıyla anlatılmış. Acaba diyorum, komisyonumuza rûhunu ve varlık sebebini veren sayın büyüğümüz bu maddelerde yazılı yetkilerinden ve ayrıca hâlen kullanmakta olduğu diğer şeylerden ayrı olarak acaba neler talep ediyor komisyonumuzdan?

-Diyorsunuz... Hmm, evet, güzel bir soru... Aranızda bu soruya cevap vermek isteyen varsa hiç çekinmesin arkadaşlar, hemen söz verebilirim. Var mı efendim?.. Söz isteyen? Demek kimse söz almak istemiyor! Bizim gruptan arkadaşlara bakıyorum hemen... Hmm, onlar da kalemlerinin ucunu sivriltmekle meşguller görünüşe göre. Kalem açmak önemlidir arkadaşlar. Fî; tarih Aşkale'de askerim. Bir gün bölük başçavuşu beni çağırdı, dedi ki...

-Başkanım, askerlik hâtıralarınızı ayrıca dinleriz başka bir zamanda. Soruya gelseniz de çalışmaya başlasak bir yandan...

-Değil mi efendim; çalışalım elbette... Halkımız, partimiz, en mühimi muhterem büyüğümüz komisyonumuzdan üstün randıman beklerken burada nelerden bahsediyoruz; gören de zanneder ki bunlar köy kahvesinde tertip muhabbeti yapıyor. Hah hah hah... Ha, hah hah dedim de aklıma geldi. Arkadaşlar size her imtihanda aynı soruyu soran biyoloji öğretmeni fıkrasını anlatmış mıydım? Her öğrenciye solucanları sorarmış bu öğretmen. Talebeler de şakır şakır ezberleyip vınn geçiyorlar sınıfı.

-Olmuyor ama başkan, konuya gelsek...

-Ölümü öp kesme, zaten iki cümle kaldı. Bir gün demiş ki kendi kendine, yav bu keratalar hep aynı şeyi soruyor diye dedikodu etmesinler. Sıradakine de filleri sorayım bakayım?

-Eee, sormuş mu?

-Sardı değil mi; demiş ki ‘Sen de filleri anlat bakayım'. Öğrenci fil konusunu çalışmamış ama uyanık kerata. Demiş ki, ‘Hocam, bu filler iri hayvanlardır, kulakları yelpaze, ayakları telgraf direği gibidir ve bunların bir hortum şeklinde burunları vardır ki aynı solucana benzerler. Solucanlar ise üçe ayrılır...

-Ee, sonra?

-Sonrası yok, fıkra burda bitiyor... Anlamadınız değil mi; bak baştan alıyorum. Hocanın biri her imtihanda...

-Ayıp oluyor başkan, yürütme uzvunu konuşacaktık; siz filin uzuvlarına geçtiniz. Anayasa diyorum, yürütme diyorum...

-Tamam efendim, niçin celâlleniyorsunuz. Tam da o konuya geçecektim ben de zaten. Aaa, bak zil çaldı. Değerli vekil arkadaşlar, komisyonumuzun çalışmaları bugün itibarıyla sona ermiştir. Zaten işiniz gücünüz filan da vardır. Haftaya söz, beyefendiye aksettiririm sualinizi. Baay!

Not: Fıkra için Namık Çınar'a teşekkürlerimle.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live