Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Ali Ünal - Arınç'ın çıkış(lar)ı ve?

$
0
0

Bülent Arınç, Türkçe Olimpiyatları finalinde “Politika hayatım ve Meclis başkanlığım süresince yaptığım hizmetler 50 ile çarpılsa, dünya çapında yapılan şu hizmetler karşısında ancak sıfır kalır.” diyor ve doğruyu söylüyordu.

Aynı Arınç, sözünü ettiği “hizmetler”e 17‒25 Aralık sürecinde yapılanlar karşısında sessiz kalmanın da ötesinde, bunlara destek oldu. Daha ileri gitti; Cemaat'i özür dilemeye çağırdı ve seçim bölgesi Bursa'da, AKP'den de, onun içinden çıktığı siyasî; akımdan da çok daha önceden beri var olan Hizmet'e, “Biz varsak siz de varsınız!” gibi, şirk kokan ve Kur'ân'ın “Ağızlarından çıkan ne de büyük!” diye nitelediği türden laf edebildi. Yine, AKP'lilerin hayatları ve tarihleri boyu yapmış olabilecekleri hizmetlerin kat katını dünyanın her tarafında yapan Kimse Yok mu'ya reva görülenler kendisine sorulunca, “Ben şimdi Kimse Yok mu'yu mu düşüneceğim?!” diyebildi. Evet, Arınç, bir defa, o da Türkiye çapında yapılanların en insafsızı memleketi Manisa'da yapılınca ses verme gereği veya mecburiyeti duydu; fakat hemen arkasından AKP propagandası için gittiği Güneydoğu'da çok yakından tanıdığı ve masumiyetinin de ötesinde hizmetlerini yakından bildiği Koza-İpek Grubu'na kayyim çökmesi kendisine sorulunca “Bunu da sormamış olun!” karşılığı verebildi.

Arınç, ülkenin son 4 yıldır yaşadıkları karşısında bir defa “özgül ağırlığı”nı seslendirmeye kalktı, fakat arkasından bu ağırlığı defalarca sıfırlandı. Ülkede yüz binlerce ailenin elemleri karşısında sessiz kalırken, kendi ailesine sataştığı gerekçesiyle M. Gökçek'le söz düellosuna girdi; 7 Haziran'dan sonra hakkında konuşacağı 100 civarında yolsuzluktan söz etti ama yine sustu. Oğlunun, bazı gerçekleri görebilmesi için 300 liralık yaşlılık aylığının 100 lirasını eksik getirmesi ve bunu Erdoğan'a atfetmesi karşısında yapabileceği bütün bedduayı Erdoğan'a boca eden yaşlı bir kadından söz etmiş ve “AKP'nin zemini budur” demiştim. Geçenlerde bu zemini, AKP iktidarında Türkiye'de on binlerce bebek yokluk, soğuk ve hastalıklarla boğuşurken, elektrik kesintisi sebebiyle kendi “bebeleri”nin ev içinde bir gece yeterince ısınamama riski karşısında 17-25 Aralık'ı aralayıveren bir AKP trolü de bir defa daha ortaya koydu. Arınç da şimdi tasdik ediyor ki, ortada ne iktidara darbe teşebbüsü var, ne terbiye yoksunluğu içinde Hocaefendi'nin ilk ismini kullanarak uydurdukları bir örgüt, ne de bir paralel yapı var. Yakub Saygılı Bey'in 25 dosyadan sadece 2'si, iktidarı en içinden bilen ama destekçisi bir yakın tanıdığımın “buz dağının görünen kısmı” dediği 17-25 Aralık, sadece dehşetli boyutlarda bir rüşvet, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma ve kara para aklama soruşturmasıdır.

Arınç'a güvenilir mi? Hüsnüzan ama aynı delikten tekrar tekrar ısırılmış olma ferasetsizlik ve basiretsizliğine düşmemek için adem-i itimat prensibince, varsa vicdanı onu konuşmaya itmiş olabilir. Tevbe kapısı da ölünceye kadar açıktır. Ama Arınç'ın samimî; olabilmesi için sözünü ettiği “zulüm ve hukuksuzluk”lardaki hissesini kabul, itiraf ve tevbe etmesi gerekir. İkinci olarak, hizmet insanları içinde pek çoğunun göremediği bir gerçek olarak, ortada AKP-Cemaat kavgası yok; mesele GOP/BOP ve Güneydoğu/terör meseleleriyle de alâkalı ve uluslararası karar merkezlerini de ilgilendiren uluslararası bir mesele. Perinçek'in de başrollerde olması bunu görebilmek için yeter. Ama artık bir gerçek var. “Orta Doğu'da belki iki asırdır bütün planları yapan; Oslo görüşmelerinde hakem; “Çözüm Süreci”ni ilk aralama adımı olan Habur rezaleti öncesi A. Gül'ü ağırlayan ve tarihimizde bir-iki “büyüğümüz”e daha verdikleri Knight Grand Cross of the Order of the Bath nişanıyla taltif eden ve Davutoğlu'nun yakın geçmişte ziyaret edip, yakın gelecekte tekrar ziyaret edeceği ülke merkezli gelişmeler görülüyor. Erdoğan çok yıprandı. Bir yenilenme ve “beyaz-sayfa” açmak gerekiyor. AKP iktidarı başlarında Rotary'de üyelerini “veren el” olmakla onurlandıran; 2013 Mart'ı ve 2014 Nisan'ın da “dost ülke”yi “Bizden sizi rahatsız edecek bir düşünce sâdır olmaz; Türkiye, güvenliğiniz için iyi bir ortak olabilir.” diye rahatlatma vazifesini yapan da Arınç'tı.


Ali Bulaç - Mezhepler savaşı

$
0
0

Mezhep çatışmalarının İslam dünyasını kasıp kavurduğu talihsiz bir zaman yaşıyoruz.

Jeostratejik hesaplar yapan bölge devletlerinin uzantısı olarak görev yapan kalem erbabı ve kanaat önderleri, tarihsel bakış açısının derin etkisinde dünyaya ve Müslümanların sorunlarına bakan âlimler ve aydınlar ile Müslüman dünya bitkin duruma düşünceye kadar harici güçler bu çatışmaların derinleşip sürmesinde önemli rol oynuyorlar.

Bölge devletleri birer ulus devlettir. Ulus formasyonda örgütlenmiş her siyasi aygıt doğası gereği gücü merkezileştirmek, yakın ve uzak yerlere nüfuz etmek ister. Devlet kendine tapan narsist bir aygıttır; her şeyi kendi gücü ve yayılması için araçsallaştırmaktan çekinmez. Tarihte modern-ulus formasyonda olmayan geleneksel devletler ve iktidarlar da her şeyi araçsallaştırmaktan çekinmemişlerdir. Din ise müntesiplerini dini tamamen Allah'a halis kılmaya çağırarak bu suiistimale ve istismara karşı koymak ister. Bugün rekabetçi bölge devletleri bir kere daha din ve mezhep zırhına bürünmüş bulunuyor. Olan dine, meşru yorum ve içtihat mecmuası olan mezhebe ve elbette sıradan insanlara oluyor. Müslümanlar birbirlerinin kanını heder ediyorlar.

Algıları tarihi mirasın etkisinde şekillenmiş aydınlar ve âlimler tamamen anakronik bir zihin yapısına sahip olarak bir yandan rekabet halindeki bölge devletlerinin, diğer yandan bölgeyi parsel parsel parçalayıp denetim altına almaya çalışan küresel güçlerin değirmenine su taşıyorlar. Derin tarihsel bir kodu harekete geçirip bölge insanlarına mezhep ve etnik bilinç empoze ediyorlar.

25 Mart 2006'da “Irak Halkıyla Dayanışma Gecesi”ne katılmak üzere Türkiye'ye gelen Hacı Ali Kaysı, şunları diyordu: “Ebu Gureyb hapishanesine götürüldüğümde bana ilk sorulan soru ‘Şii misin, Sünni misin?' oldu. Oysa ben ömrüm boyunca böyle bir soruya muhatap olmamıştım. Irak'ta kimse size böyle bir soru sormaz. Ebu Gureyb'de kaldığım dönemde 400 tutuklu ile beraberdik. Bu tutukluların içinde Şii, Sünni, Irak'ın orta kesiminden insanlar vardı. Biz aramızda tutuklu olan Şii imamı namaz kıldırması için önümüze geçirdik. Namazdan sonra askerler onu dışarı çıkarıp aramızdan ayırdılar. Ona ‘Senin mezhebin farklı, nasıl onlara namaz kıldırırsın' demişler.” (Vuslat Dergisi, Nisan-2006.)

Bu musibetten kurtulmanın bir yolu olmalı. Vardır da! Ama önce ne yapmamız gerektiği konusunda kafa yormamız lazım. Küresel güçler işlerini yapıyorlar. Mezhep çatışmalarından nemalanan bölge devletleri, siyasi iktidarlar ve örgütler de bu tutumlarından kolay kolay vazgeçmeyecekler. Küresel güçleri ve mezhepçi politika izleyen devletleri ve örgütleri durdurmanın yolu Müslüman halkın kendi kaderine sahip çıkması, bu lanetli gidişe dur demesidir. “Halk” soyut bir kavram! Benim kastım “değerlerin koruduğu (muakkebat)” (13/Ra'd, 11) bilinç sahibi Müslüman topluluklarıdır. Ve halkı harekete geçirecek olan köklü bir zihin değişimi ve sorumluluk bilincidir. Bunu da devletlerden ve küresel güçlerden uzak duran âlimler, fikir adamları ve kanaat önderleri yapabilir ancak. Aksi halde İslam dünyası bugünkü gidişatını mevcut iktidarlara ve küresel güçlere terk edecek olursa daha çok kan dökülecek, daha büyük zilletlere düşecektir.

Bu köşede farklı bir perspektiften mezhepler konusu üzerinde durmaya çalışacağım. Hareket noktam olacak “farklılık”, İslam düşüncesini hep yapılageldiği gibi Meşşai ve Sufi zemine sıkıştırmadan mezhepler üzerinden okumaya çalışmak olacaktır. Bu tabii ki Meşşaileri ve Sufiliği kapsam dışı tutmak olmayacaktır ama düşünce tarihini ve bugünü doğru okumanın yolu mezheplerin her birini siyasi düşünceyi şekillendiren birer akım, ekol ve disiplin olarak görmekten geçer. Düşünce tarihimizi mezhepler üzerinden okumak, bize neden “din ile siyaset”in birbirlerinden kopuk olmadıklarını ve eğer siyasi ve sosyo-ekonomik sorunlarımıza çare arayacaksak çareyi bu zeminde aramamız gerektiğini gösterecektir.

Abdullah Aymaz - Titiz ve huysuz atın düşündürdükleri

$
0
0

Kastamonu Lâhikası'nın son bölümlerinde anlatılan titiz bir atın hikâyesinden çıkarılan ibretli hikmetler açısından başımıza gelen sıkıntılara bambaşka bir açıdan bakabiliriz… Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Bugün, dört saat evvel ben yalnız, Karadağ'ın hâlî; (kimsesiz) ormanları içindeydim. Gayet titiz bir ata binmiştim. Ben binerken, birden dizgin kayışı koptu. O da ürktü, ma'reke takıldı. Beni öyle fena bir tarzda çiftelerle yere düşürdü. Ben o halde sağ elim, sol ayağım kırılmış gibi ihtimal verdiğim gibi, vaziyet de öyle gösteriyordu. At da başkasının malı. Etrafta kimse yok ki imdada yetişsin. (…) Bu küçük musibette dokuz cihette niyet olduğunu tasdik ettik. (…) Halimi soranlara dedim ki: Hem nazar, hem ervah-ı gayr-i tayyibe (habî;s ruhlar, şeytanlar) cihetinden başıma gelen bu musibet, İlâhî; rahmetle, on âdetten bire indi, dokuzu nimet oldu. Bâkî; kalan birisi de dokuz menfaati oldu.

Birinci menfaati: Hastalıkla her saat ibadeti, dokuz saat ibadet hükmüne getirdi.

İkinci faydası: On beş tane Hastalar Risalesi'ni (Yirmi Beşinci Lem'a), tam zevkle tashih etmek ve bu hastalık zamanında, hastalara ve muhtaç olanlara çabuk yetiştirmeye sebep oldu.

Üçüncü faydası: Eski Said'i, Yeni Said'e kalbedip değiştiren eski bir hastalık gibi, şimdi de Risale-i Nur'un parlak bir tarzda neşredilmesi, Yeni Said'i de dünyayla bir derece alâkadar ettiği cihetle, o hâlin zararından kurtulmaya sebep oldu.

Dördüncüsü: Bu mübarek aylarda, pek çok iştiyak ve ihtiyaçla fazla uhrevî; amellerde bulunmak arzusuyla beraber, mevsim ve bazı sebepler cihetiyle muvaffak olamayarak fazla müteessir idim. Bu hastalık tam bu aylara lâyık bir tarzda, hastalıktan gelen ihlâs ve sevap çokluğu cihetiyle büyük bir menfaati oldu. Beni gündüzde dağ ve bağları gezmekten men ettiği gibi gece uyku ve gafletten kurtarıp tam bir tazarru ve niyaz ile geceleri ihyaya sebep oldu.

Beşincisi: Geçenki Ramazan'daki hastalık gibi, bu hastalık da, fedâkâr kardeşlerimin şefkatlerini heyecana getirip, benim hesabıma uhrevî; amellerin bir nevi zekâtını vermek; nâkıs kusurlu sermayemi, birden ona, belki yüze ve bine çıkarmaya sebep olmasıdır.

Altıncı faydası: Hastalara, yirmi beş, î;manî; deva veren Hastalar Risalesi'nin ilaçlarını nefsimde tatbik ederek ayn-ı hakikat olduğunu tasdik edip, asap ve sinirden gelen ziyade hassasiyetimden kıymetsiz, fâni işleri lüzumsuz ve endişeli meraktan, faydasız ve zararlı alâkadan bir derece kurtulmaya sebep olmasıdır.

Yedinci faydası: Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir talebesinin ehemmiyetli bir hatasını tamir etmesidir. Şimdilik bu ehemmiyetli faydayı izah etmek münasip değil.

Sekizinci faydası: (özetle) Şahsıma ait hizmetle ilgili, kumandan hizmetinde bulunmaktan gelen uhrevî; zevki ve şerefi ve dünyada uhrevî; meyvesini gösteren hizmet-i imaniyenin şahsıma ait lezzeti ve imtiyazı ihlâs sırrı için bırakmak ve kardeşlerime havale etmek ve onların şeref ve zevkleriyle iktifa etmeye nefs-i emmârem de muvafakat ederek, dünyanın bu uhrevî; ve güzel yüzünde gözünü kapamak, eceli ve ölümü ferahla karşılamaya tam kabul etmesidir.

Dokuzuncu faydası: (özetle) Çoktan beri benim hususî; bir virdim olan İsm-i Azam ve Besmele ile dokuz âyeti izhar etmeye sebep olmasıdır…

İşte görüyoruz ki, Üstad Hazretleri, titiz bir attan düşüp hastalanmasında bile birçok faydalar buluyor. Hayrı da, şerri de Allah yarattığına ve yarattığı her şeyde güzellik ve hayır cihetleri bulunduğuna göre biz de içinden geçmekte olduğumuz süreci böyle okumaya mecburuz.

Mehmed Niyazi - Kuşların ilahisi

$
0
0

Sayın Cemal Aydın, ortak dostumuz Reşat Şen vasıtasıyla lütfedip yeni kitabını gönderdi. Yeni bir Garaudy tercümesi zannederek açtığım paket benim için tam bir sürpriz oldu. Kitap, Attar'ın ‘Kuşların İlahisi' idi.

Kısa sürede okuyup bitirdiğim eser, temiz bir Türkçe ile dilimize çevrilmiş. Adeta Sabri Esat Siyavuşgil'in, Edmond Rostand'ın Cyrano de Bergerac'ın Türkçe'ye çevirilmesi gibi olgunluk meyvesini vermiş. Hiçbir kelimeyi icap etmediği yerde kullanmamış; okuyucularına şapka çıkarılacak bir tercüme sunmuş.

Feriduddin Attar'ı hepimiz duyarız; ama hayatı hakkında yeterli bilgimiz yoktur; zira tarihin derinliklerinde kalmıştır. Diyanet Vakfı'nın İslam Ansiklopedisi'ni açtım; M. Nazif Şahinoğlu, Attar hakkında güzel bir madde yazmış: “Horasan Selçuklularının son zamanlarında, büyük bir ihtimalle hicri 537-540, miladi 1142-1145 yılları arasında Nişabur'da dünyaya geldi. Eczacılık ve tıp ile meşgul olduğu için ‘Attar' lakabını aldı ve bu lakapla meşhur oldu.” Ne yazık ki çocukluk ve ilk gençlik yıllarına dair fazla bilgi yok; fakat şu kadarını söylemek lazım ki küçük yaştan itibaren kendisini tasavvufa verip, değişik yerlerde bulunduktan sonra Nişabur'a döndü ve orada inzivaya çekildi.

Esrarname'sinin önsözünde Ebu Said-i Ebu'l Hayra'ya intisap ettiğini, sahip olduğu bilgileri onun ruhaniyetinden aldığını, kendisini terbiye eden kişinin bu zat olduğunu söyler. Seyr ü sülukle meşgul olmuş ve kendisinden sonra şair, edip ve mutasavvıflara önderlik etmiştir. Bunlar arasında Mevlânâ, Sadi, Hafız ve Molla Cami sayılabilir.

Attar'ın üstatlığı gazellerinde aranmalıdır. İslam Ansiklopedisi'ne göre: “.. kendisinden sonra gelen mutasavvıf olan veya olmayan şairlerin örnek aldığı kişi olmuştur. Gazel ve mesnevilerinde Senai dahil bütün seleflerini geride bırakmış, bu konuda onu bazı istisnalarla yalnız Mevlânâ aşabilmiştir.”

Dünya hakkında telakkisi şöyledir: “Çokluk (kesret) ezeli alemde Hakk'ın zatı ile birdir. Ayrılık ve çokluk yoktur. Çokluk bu demdedir ve tamamen zahiridir. Varlıktan bir zerreye sahip olan herkes, bütün zerrelerin bir varlıktan geldiğini anlar.” Çünkü Attar'a göre Allah, muhtelif şeylerde, muhtelif kisvelerde tecelli eder. Attar'ın manzum eserlerinin yüz bin beyit olduğu söylenir. O, eserlerinde en çok hikâye anlatımına yer veren şair olarak bilinir.

Cemal Aydın'ın tercüme ettiği ‘Kuşların İlahisi'ne gelelim. 1187'de kaleme alınan bu eser, temsili bir şekilde Vahdet-i Vücut inancını anlatan bir mesnevidir. Eseri Fransızcadan dilimize tercüme eden Sayın Aydın, pek çok yerde dip not kullanmış, değerli bir emek mahsulünü ortaya çıkarmıştır.

Eserde ‘Kerametle Uyandırılan Adam' başlığı altında çarpıcı bir olay nakledilir: “Babasının attar dükkanında müşteri beklerken bir derviş çıkagelir, kendisinden sadaka ister. Hiç oralı olmaz. Derviş ona birden beklenmedik bir soru sorar, ‘Acaba sen nasıl öleceksin?' Dükkan sahibi önce şaşırır, irkilir, ardından kendini toparlar ve şu cevabı verir: ‘Sen nasıl öleceksen ben de öyle!' Derviş hemencecik dilenci kâsesini başının altına koyup yere uzanır ve oracıkta ruhunu teslim eder. Dervişin bu kerameti karşısında donup kalan Attar, hemen işyerini kapatır ve kendisini Allah'a yöneltecek yolu aramaya koyulur. Yıllarca çile çekerek bunu başarır.”

‘Kuşların İlahisi'ni berrak ve akıcı üslubuyla çeviren Cemal Aydın'ın her satırında bir hikmet gizli. İbrahim Ethem hakkında çok dikkat çekici bir kıssa nakledilmiş: “İbrahim Ethem karşısındakine seslendi; ‘Evlat, galiba sen bu yoksulluğu çok ucuza satın almışsın.' Yoksul karşılık verdi; ‘Ne manasız laflar ediyorsun! Hiç yoksulluk satın alınır mı?' İbrahim Ethem Hazretleri; ‘Ben bu yoksulluğu canı gönülden istedim, hem de dünya sultanlığını vererek satın aldım! Hâlâ da yoksulluğun bir anını yüz cihan karşılığında satın almaktayım; çünkü onun her anı bu bedele değer. Ben böylesine değerli metaı bulunca, derhal sultanlığa elveda dedim. Ben iyi biliyorum değerini fakirliğin, sen de bilmiyorsun onun kadrini.”

Kerim Balcı - Rusya ihlallere devam ederse, sonuçlarına katlanırız

$
0
0

“Kayınvalidem dünyayı Erdoğan'ın yönettiğini, benim de bunu çekemediğimi zannediyor. Onu ikna etmeye çalışmalı mıyım?” Bir psikolog koltuğuna oturup sorasım var bu soruyu. Bana Türkiye'nin temel sorunu, hayati problemi buymuş gibi geliyor. Ve anamuhalefet lideri gibi diyeyim, “yüreğim ağrıyor.”

Eskiden Kemalist elitlerimiz Ortadoğu'dan kopuk bir dış politika yürütürlerdi. Haklı olarak eleştirirdik. Şimdi gerçeklikten kopuk bir Ankara var. Eleştirmeli miyim doktor?

Eskiden “eller giderken aya biz kaldık yaya” diyen, aşağılık kompleksiyle öğrenilmiş çaresizlik arasında gelip giden bir elitimiz vardı. Şimdi internetten indirdikleri bir uçak fotoğrafına Photoshop'la Türk bayrağı yapıştıran ve “kendi uçağımızı yaptık” diye kendi masum tabanını aldatan bir tavan-ı menhusumuz var. Kime gitsem doktor?

Devlet reisliği bir milletin kuvve-i şeheviye veya kuvve-i gadabiyesinin değil, kuvve-i akliyesinin tecessüm edeceği yerdir. Bırakırsın, hatta bir göz kırparsın, muhalefet eser gürler. Gençler “Moskova, Moskova duy jetimizi, bu gelen Erdoğan'ın balistik füzesi!” diye slogan atarlar… Olmadı biz yazarız! Gazeteciler de bu vatanı şu kanla duş alma heveslisi adam kadar seviyor… Sahi, o vardı! Bırakırsın o konuşur!

‘Rusya sınır ihlallerine devam ederse sonuçlarına katlanır!' efelenmesinin, bu Donkişot tavrının dış politikada yeri yok. Bunun dış politikada alıcısı olmaz, gülücüsü olur. Nitekim Moskova'dan gelen tepki kahkaha oldu…

Bir önceki uçağı düşürdüğünüzde, ‘Rus uçağı olduğunu bilseydik, farklı davranırdık,' derken samimi değil miydiniz yoksa? Yoksa kastettiğiniz sadece İngilizce değil, aynı zamanda Rusça uyarı mesajı göndermekten mi ibaretti? Sahi, bu ayrıntı niye basına verilir ki? ‘Rusça bilen pilotlarımız var! Artık gerisini Ruslar düşünsün!' mü denmek isteniyor? Uçağın uçakla konuşma metodu bellidir. Füzelerini kilitlersin, üç dakika kilitli kalırsın, bu kadar. İngilizcesi, Rusçası yok bunun… Uçakçası bu! Onu yapmadıysan, yapamadıysan, ertesi gün gazetelere, ‘Uçaklarımıza emir beklemeden vurun!' talimatı verdik demeyeceksin.

1967 Arap-İsrail Savaşı öncesinde Irak devlet başkanı Abdurrahman Arif esip gürlüyordu. Savaşın Ortadoğu'da bir hata olan İsrail'i haritadan sileceğini söylüyordu. Gazeteciler Filistin'de kalacak Yahudilere ne yapacağını sorduklarında, ‘Eğer yaşayan birkaç Yahudi kalırsa, onlar Arapların arasında yaşamaya devam edebilirler,' cevabını vermişti. Savaştan sonra Yahudiler Abdurrahman Arif'in basın toplantılarını komedi kasetleri yapıp sattılar. Kuvve-i gadabiyesi kadar kuvve-i şeheviyesine de yenik olan Arif, kendi kazançlarını gelir vergisinden muaf tutan bir yasa geçirmeye kalkışınca alaşağı edildi ve sürgüne Türkiye'ye gönderildi.

Ne olur tepelerde konaklayan büyüklerimiz; ne olur bizi ezin, bizi süründürün, sürgünlere gönderin, Silivrilere tıkın, ama âlemi bize güldürmeyin!

Doğrudur, Suriye'de örtülü bir dünya savaşı yaşanıyor ve biz de bu savaşın bir tarafıyız. Hatta savaşı başlatan taraflardan biriyiz. Milli çıkarlarımız da bazı hataları göz göre göre yapmayı dayatmış olabilir. Ama sahada askeri olan İran konuşmuyor; sahada askeri olan Çin konuşmuyor; yahu en bir mahallenin ağası kesilmiş olan Putin konuşmuyor… Biz niye konuşuyoruz?

Devletin ortak aklı, milletin tek tek akıllarının toplamından daha fazla bir akıl ortaya çıkarmıyorsa, orada akıl israfı var demektir. Dış politikamızı yönlendiren ortak akıl, sadece Davutoğlu Hoca'nın aklından daha az görünüyor. Demek ortada toplam akla çıkaran veya bölen etkisi yapan bazı akl-ı evveller var!

Bütün bunlar oluyor… Bülent Arınç bile dış politikada işin çığırından çıktığını anlamış. Kayınvalidem gibi milyonlarca insan Erdoğan'ın dünyayı yönettiğini zannediyor. İnsanlara bu tatlı rüyayı gösteren ilaçtan ben de mi içsem doktor? Ya, hocam Çin tıbbı falan deme! Aklıma “Çin füzelerini, Şangh ay Beşlisi'ni, NATO denilen başağrısını” getirme şimdi! Yüreğim ağrıyor…

Deliye her şey sıfır sorun mu?

Sen nerden çıktın çekirge!

Selçuk Gültaşlı - Danimarka'ya kızıp rahatlayalım!

$
0
0

Erdoğan'ın adamlarının çöktüğü Bugün Gazetesi, Ege Denizi'nde boğulan 39 kişinin katilini manşetinden duyurmuş: ‘Ey Avrupa, Ey Amerika! Bu ölümlerin sorumlusu sizsiniz.' Erdoğan'ın diğer gazeteleri de benzer haberler yapmış. Elhak, bu gazetelerin işaret ettiği bazı noktalar doğru.

Danimarka geçtiğimiz hafta bir kanun çıkararak, ülkeye iltica etmek isteyenlerin değerli eşyalarına el koymayı meşru hale getirdi. İnsan hakları dernekleri kızgın. II. Dünya Savaşı'nda Yahudilere yapılanlarla, çoğu Müslüman mültecilerin üzerlerinde taşıyabildikleri takılara el koymayı aynı kefeye koyanların sayısı az değil. Kanuna göre; Danimarka polisi ülkeye giren mültecileri arayabilecek, gerekli sayılmayan, 10 bin kron (yaklaşık 4200 TL) ve üzeri değerdeki eşyalara el koyabilecek. Sahiplerinin bu eşyalarla duygusal bir ilişkisinin olmaması gerekiyor.

Aşırı sağcılarla desteklenen Danimarka hükümeti, olayın abartıldığını, devletten yardım isteyen Danimarka vatandaşlarına da aynı muamelenin yapıldığını iddia ediyor. Evet, Danimarka vatandaşları yardım almak için müracaat ettiklerinde tasarruflarından vazgeçmeleri gerekiyor ancak tasarruflardan vazgeçmek ile hayatını kurtarmak için can havliyle ellerine geçirebildikleri mücevherlerini yanlarına alan mültecilerden bu eşyalarını istemenin hiçbir benzer yanı yok. Yardıma müracaat edenlerin aranmalarının da çok çok ender olduğunu söyleyen uzmanlar, bu aramalar için mahkeme izninin mecburi olduğuna işaret ediyor. Mültecileri aramak için herhangi bir mahkeme kararına ihtiyaç yok.

Ünlü Çinli sanatçı ve rejim muhalifi Ai Weiwei, Danimarka Meclisi kanunu kabul eder etmez Kopenhag'daki sergisini kapattı. Eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan'a göre kanun, Danimarka'nın taraf olduğu bütün AB ve BM sözleşmelerine aykırı.

Danimarkalı yazar Christian Mork, kamuoyuna ‘mültecilerin mücevherlerine el koyma' kanunu olarak mal olan yasayı protesto için, Prusya'dan göç eden büyük babaannesinin yüzüğünü Danimarka hükümetine göndermiş. “Bilebildiğim kadarıyla babaannem Prusya'dan Danimarka'ya iltica ettiğinde kendisinden mücevherleri istenmedi. Mücevherleri istenen insanların yaşadıkları aşağılanmayı düşününce bu yüzüğü size hediye olarak göndermek istedim.” diyen Mork'a göre Danimarka'daki tartışma ‘terbiyesiz ve görgüsüzce'. İsveç basını geçtiğimiz günlerde Danimarkalı bir polisin, talimat verilmesi durumunda mültecilerin dişlerindeki altınları sökmekten memnuniyet duyacağını yazdı. Danimarka polisi, böyle bir niyetlerinin olmadığını açıklayıp skandalın büyümesini engellemeye çalıştı.

Yakın zamana kadar dünyanın en demokrat, en yeşil, en hoşgörülü ülkelerinden biri olarak gösterilen Danimarka'nın yüz kızartıcı tasarrufları ortada. Savunulacak bir tarafı yok. AB ve ABD'nin ilkelerine ters, oportünist yaklaşımlarını eleştirirken büyük bir haz duyuyoruz fakat iş İslam âlemine geldi mi konuşmamızın akıcılığı, yazılarımızın cerbezesi azalıyor. Milyonlarca Müslüman'ın kavimler göçündekine benzer bir dürtüyle, ölümü göze alıp binlerce kilometre yürümeleri her şeyden ve herkesten evvel İslam âleminin utancı. Etraflarında ‘İslam cumhuriyetleri' varken Müslümanların, ‘Hıristiyan Batı'yı tercih etmesi, İslam ülkelerinin hiçbirinin ama hiçbirinin gelecek umudu verememesindendir. Televizyonlara verdikleri binlerce mülakatta zaten kendileri söylüyor: çocuklarını Batı'da yetiştirmek istiyor, göç eden Müslümanlar. Hiç biri evladının ne kendi ülkesinde ne de yöneticileri Müslüman olan ülkelerde yetişmesini arzu etmiyor. İşin acı özü budur, Danimarka değil!

Seyfettin Gürsel - Nüfus artışında sorular ve yaşlanma

$
0
0

Geçen hafta TÜİK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) 2015 nüfus istatistiklerini yayınladı.

Buna göre Türkiye nüfusu 78 milyon 741 bine yükseldi. Bu nüfusa elbette sayılarının 3 milyona ulaştığı söylenen Suriyeli göçmenler dâhil değil. Nüfus artış hızı rakamları dikkatimi çekti. 2013'ten 2014'e nüfus yüzde 1,33 oranında artarken, 2014'ten 2015'e artış hızı yüzde 1,34 olmuş. Oysa nüfus artış hızının düşmekte olan doğurganlık nedeniyle yavaş bir tempoyla azalması bekleniyordu. TÜİK'in nüfus projeksiyonları da bu yöndeydi.

TÜİK'in mevcut nüfus tahmini senaryolarına yeniden baktım. 2075'e kadar 3 senaryo söz konusu. Çok uzun dönemi bir yana bırakalım çünkü iklim değişikliğinin dünyayı nereye sürükleyeceği belli değil. Önümüzdeki 35 yıla bakmak daha gerçekçi. 1 No'lu “temel senaryo” 2000'de 2,53 olup 2013'te yüzde 1,99'a gerileyen doğurganlığın “temel akışı” içinde azalıp 2050'de 1,65'e gerileyeceğini öngörüyor. Bu varsayım altında TÜİK projeksiyonunda nüfusun yüzde 1,06 oranında artışla 2015'te 78 milyon 152 bine yükselmesi söz konusu. Dikkat ederseniz ADNKS 2015 nüfus artış hızı (yüzde 1,34) öngörüye kıyasla bir hayli yüksek. Nüfus rakamı da 2015 için öngörülen rakamdan yaklaşık 600 bin daha yukarıda.

Elbette ilk akla gelen doğurganlığın azalmak yerine artma ihtimali. 2 No'lu senaryo böyle bir varsayıma sahip. 2050'ye kadar doğurganlığın yavaş bir tempoyla 2,5'e yükselmesi söz konusu. Ancak bu senaryoda da 2015 nüfusu 78 milyon 201 bin olarak öngörülüyor. Hâlâ arada büyük fark var. Normal çünkü doğurganlık uzun dönemde artış gösterse bile kısa dönemde sıçramaz, hızlansa bile nüfusu kısa dönemde sıçratamaz. Nitekim 3 No'lu senaryoda doğurganlık daha hızlı artarak 2050'de 3'e yükseliyor ama 2015 nüfus öngörüsü 2 No'lu senaryoya kıyasla sadece 24 bin artıyor. Ancak uzun dönemde Türkiye'nin ulaşacağı nüfus sayıları çok farklı: Temel senaryoda 2050'de ulaşılan tepe noktası 93 milyon. 2 No'lu senaryoda ise tepe noktasına 104 milyonla 2051'de ulaşılıyor. 3 No'lu senaryoda ise tepe noktası yok. Nüfus alıp başını gidiyor. Bu senaryoda 2050 nüfusu 111 milyon olarak öngörülüyor.

Nüfus sayılarındaki farklılığa rağmen uzun dönemde yaşlanma sorunu açısından senaryolar arasında önemsenecek farklılık yok. Çalışma yaşındaki nüfusun (15-64) payı 2015'te yüzde 67,8. Bu pay azalan bir tempoyla artmaya devam edecek. Dönüm noktası 2040'a doğru bekleniyor. Bu payın 2050'de temel senaryoda yüzde 63,4'e, ikinci senaryoda yüzde 60,6'ya gerilemesi bekleniyor. Yaşlı nüfusun (65+) payı ise yüzde 8,2'ye yükseldi ve artmaya devam edecek. 2050'de ilk senaryoda yüzde 20,8'e, ikinci senaryoda ise yüzde 18,7'ye yükseliyor. Yaşlılık sorunu, çalışabilir nüfusun yaşlı nüfusa kıyasla göreli olarak azalmasından kaynaklanıyor. 2050 yılında temel senaryoya göre çalışabilir nüfus 59 milyon, yaşlı nüfus ise 19,5 milyon olacak. Yaşlı bağımlılık oranı yüzde 33. İkinci senaryoda ise çalışabilir nüfus 63, yaşlı nüfus yine 19,5 milyon öngörülüyor. Yaşlı bağımlılık oranı da yüzde 31, önemli bir değişiklik yok. Bu oranın halen yüzde 12 olduğunu hatırlatayım.

Yüksek nüfus artışına rağmen yaşlı bağımlılığı 3. senaryoda da pek farklı değil. 2050'de çalışabilir nüfus payı yüzde 59 (65 milyon), yaşlı payı yüzde 17,6 (19,5 milyon) yaşlı bağımlılığı da yüzde 30. Peki değişen ne? Tabii ki 0-14 çocuk nüfusu. Halen yüzde 24 olan bu oran temel senaryoda yüzde 16'ya gerilerken, doğurganlığın arttığı diğer iki senaryoda yüzde 22'ye ve 24'e yükseliyor. Yani olumlu gelişen çalışabilir nüfus-çocuk nüfus dengesi olumsuza dönüyor. Yaşlılık sorunu biraz ötelenirken, eğitilecek çocuk ve genç sayısı artıyor.

Nüfus açısından nereye doğru gittiğimiz son rakamlar itibarıyla belirsiz. TÜİK'in önce son iki yılda ADNKS'ye göre saptadığı nüfusun projeksiyonlarının neden bir hayli üstünde kaldığını ve bu yanılgının nedenlerini açıklaması, bir de bu nedenlere bağlı olarak nüfus projeksiyonlarını yenilemesi gerekiyor.

Abdülhamit Bilici - Bir ülkeyi batırmanın en kolay yolu

$
0
0

Bir ülkenin yerinde saymasını, hatta geriye gitmesini istiyorsanız, bunun en kestirme formülü onu kendisiyle ve dünyayla kavgalı hale getirmektir. Enerjisini bu yolla tüketeceği için böyle bir ülkeye dışarıdan müdahaleye de gerek kalmaz.

Bunu görmek için iki komşu ülke İran ile Türkiye'nin son dönemdeki karnesine bakmak yeterli. Cumhurbaşkanı Ahmedinejad yönetiminde İran kendi içinde farklı düşünen herkese savaş açmıştı. Gidişatı eleştiren aydınlar hapse atıldı, sürgün edildi. Gazeteler kapatıldı. İran devrimi sonrası başbakanlık gibi kritik görevler almış Hüseyin Musevi gibi önemli isimler bile iktidara muhalefet ettikleri için hıyanetle suçlanıp ev hapsine tabi tutuldu.

Uluslararası ilişkilerde de Ahmedinejad herkesle kavga ederek İran'ı yalnızlaştırmış, ülkeyi ağır ambargolara maruz bırakmış, petrol zengini İran'da benzin almak bile karneye bağlanmıştı. Kavgacı, herkesin işine karışan, asıp kesen Ahmedinejad, İran'ı Ortadoğu'da en sevilmeyen ülke haline getirirken Batı başkentlerinde istenmeyen adam ilan edilmişti. Hileli seçimlerle iktidarını sürdürse de içte ve dışta bu kavgacı çizgisi İran'a her açıdan pahalıya mal olmuştu.

İran çöküşe giderken Türkiye ise izlediği makul politikalarla bölgede ve dünyada yıldızı parlayan, dünya siyasetinde sözü değer kazanan, birçok çatışmanın çözümünde yapıcı roller üstlenen bir ülke haline gelmişti. Araplar ve İranlılar, Türkiye'nin tüm dünyayla konuşabilen, özgürlükleri genişleten, ekonomide ilerleyen çizgisine hayranlıkla bakıyordu. Hem Doğu'da hem Batı'da herkes Türkiye'den bir başarı hikâyesi olarak bahsediyor, başkalarına örnek gösteriyordu.

Sanki gizli bir elin operasyonuyla; İran Türkiye'yi örnek alırken birden Türkiye iflas etmiş eski İran'ın yoluna girdi. Ortaya çıkan sonuç hiç şaşırtıcı değildi. Girdiği Ahmedinejad yolu, Türkiye'yi içeride ve dışarıda herkesle kavgalı, istenmeyen bir ülke haline getirirken, Cumhurbaşkanı Ruhani'nin mutedil ve uzlaşmacı çizgisiyle İran adeta uçuşa geçti. Nükleer anlaşmayla yaptırımlardan kurtulan İran'a gitmek için dünya liderleri ve dev şirketler kuyrukta. İran lideri Ruhani, bakanlar ve işadamlarından oluşan heyetle Avrupa turunda. Sadece İtalya'da imzalanan iş anlaşmalarının 17 milyar doları bulduğu yazılıyor. Paris'te Airbus CEO'su ile görüşen Ruhani'nin 114 uçak siparişi gündemde. Çin liderinin Tahran ziyaretinde iki ülke ticareti için belirlenen hedef 600 milyar dolar. Yeni İran'da aynı yolsuzlukla suçlanan Zencani hapiste, yeni Türkiye'de ise yolsuzluğu ortaya çıkaran yargı ve emniyet görevlileri hapiste.

İran, ciddi diplomasi başarısıyla hem Batı ile ilişkilerini normalleştirip hem Bağdat, Beyrut ve Şam'da nüfuzunu tescillediği bir dönemde Türkiye, bölgede yalnızlaştığı gibi aynı anda hem Batı hem de Rusya ile ters düşmüş durumda. O kadar ki, Avrupalı müttefiklerle ilişki düzeyimiz NATO'dan çıkarılmamızı önerecek seviyeye geriledi.

Girilen bu yolun neticesinde Türkiye, kendi kendiyle kavga eden eski günlerine döndü. Toplumun yarısı diğer yarısıyla adeta savaş halinde. Ailelere kadar indi bölünmüşlük. Akademisyenler, yargı, medya, iş dünyası baskı altında. Bu hafta yıllık raporlarını açıklayan AİHM, Dünya Şeffaflık Örgütü, Freedom House ve İnsan Hakları İzleme Örgütü Türkiye'nin demokrasi, ifade özgürlüğü, adalet ve yolsuzlukla mücadelede geriye gittiğini duyurdu.

Ülkenin doğusundan her gün Irak'ı, Suriye'yi andıran yıkım fotoğrafları, şehit cenazeleri, sivil ölümleri ve göç haberleri gelmekte. İhracat geriliyor, iflaslar artıyor. Enflasyon ve hayat pahalılığı tırmanıyor ve 2023 için belirlenen hedeflerden uzaklaşıyoruz. Bütün bunlar muhalefetin rolünün neredeyse sıfırlandığı, yasama ve yargının da iktidar kontrolünde olduğu tek parti iktidarında yaşanıyor. Bu gerçeğe rağmen sanki sorunlar iktidarın yeterince güçlü olmayışından kaynaklanıyormuş gibi başkanlık sistemi arayışına girmek ise gerçekten çok tuhaf. Sorun sistemden kaynaklansaydı AK Parti ilk iki dönemde de başarısız olurdu.

Tüm tehdit ve baskılara rağmen ülke olarak yaşadığımız ağır sorunları ve çıkış yollarını konuşmak için hafta sonu Abant Platformu'nda bir araya gelen farklı görüşteki aydınların vicdanlara yaptığı şu çağrıyı unutmamalı: “Türkiye bu olağandışı durumdan ancak hukukun üstünlüğü, ille de demokrasi ile çıkacaktır.”

Çare arıyorsak, eskiden Türkiye'yi kaç kez batağa sürüklemiş olan, düne kadar İran'ı iflasa götüren ‘yurtta kavga dünyada kavga' yolundan bir an önce çıkmak gerek.


Spora yeni yazarlar geliyor

Güçlü ve renkli yazar kadromuz son dönemde katılan isimlerle daha da zenginleşti. Bakış açımızı genişletmek amacıyla gazeteye yeni isimler ekleme çabamız sürüyor. Bu arada mevcut haberci kadromuzun ve yazarlarımızın farklı alanlarda yapacağı katkılar için de yeni adımlar attık. Mesela Nuriye Akman'ın magazin sayfasındaki ve Büşra Erdal'ın gündem sayfalarındaki yazıları böyle başladı. Şimdi de Ekonomi sayfamızdaki yazılarından tanıdığınız Nurullah Öztürk ve spor konusunda yayın mutfağımızın en tecrübeli isimlerinden Necati Kola, Spor sayfalarımıza renk katacak. Her ikisine de şimdiden başarılar diliyorum.


Alevilerin barışçı kültürü ve sorunları Geniş Açı'da

Yeni yayın döneminde öne çıkardığımız “Herkes için demokrasi, herkes için adalet” ilkesinin gereği olarak toplumumuzun tüm kesimlerine kulak vermeye çalışıyoruz. Kürtçe internet sitemiz, muharrem ayı ekimizden sonra bu hafta da yayımlayacağımız yazı dizisiyle Alevileri ele alacağız. Alevi vatandaşlarımızın geleneklerine, yaşadıkları sorunlara, devletten taleplerine yer vermeye çalıştığımız kapsamlı dizide, Aleviliğin temel kavramlarını ve Alevi geleneklerini de inceledik. Bu sayede okurlarımız, belki aynı mahallede veya aynı apartmanda yan yana yaşadıkları Alevileri daha yakından tanımış olacak. Uzun zamandır kendilerini gerçek bir vatandaş olarak görme imkanı bulamayan Alevilerin sorunlarının çözümüne cevap ararken sade Alevi vatandaşlarımızın, dedelerin ve kanaat önderlerinin görüşlerine de yer vereceğiz yazı dizimizde. Harun Odabaşı ve Şeyma Ercanlı'nın haftalarca yaptığı titiz çalışmayla ortaya çıkan "Anadolu'nun canları" dosyamızı mutlaka okuyun.


Kitap Zamanı ekimiz 10 yaşında

Gazetemizin aylık kitap eki Kitap Zamanı, 10. yaşını kutluyor. Bugün çıkan özel sayı, geçmiş on yılın birikimini gösterir nitelikte. Adalet Ağaoğlu, Hilmi Yavuz, Hekimoğlu İsmail, Selim İleri, Enis Batur, Murat Belge, Nazan Bekiroğlu, Buket Uzuner, Nazlı Eray, Alberto Manguel, Javier Marías, Per Petterson, Joyce Carol Oates… gibi Türk ve dünya edebiyatının önde gelen yazarlarının aynı sayfalarda buluşması gurur verici. Bu tablo, hem Zaman'ın hem de kitap ekimizin vizyonuna işaret ediyor; Türkiye'nin ve dünyanın entelektüel birikimini sırtlayarak bilim, sanat, kültür ve edebiyatın vazgeçilmez olduğu, daha demokratik, uygar ve yaşanabilir bir dünyanın kurulmasına katkıda bulunmak… Okurlarımız, eminim “Çok yaşasın kitaplar!” başlığıyla çıkan bugünkü özel sayımızı beğenerek okuyacak ve kütüphanesinde yıllarca saklayacaktır. 40'tan fazla ünlü yazarın kitap sevgisini, kütüphane tutkusunu, okuma kültürünü ve kitaplarla olan uzun yolculuğunu anlattığı yazıları, insana bütün olumsuzluklara rağmen güzel bir dünyanın hâlâ mümkün olduğunu düşündürüyor.

Kitap Zamanı'na bugüne kadar emek veren arkadaşlarımızı kutluyorum. Ekin editörü Can Bahadır Yüce, bir yandan ABD'de doktora çalışmasını sürdürürken, bir yandan böyle nitelikli bir kitap ekini hazırlamak için emek veriyor. Kendisine buradan arkadaşlarımız destek oluyor. Hepsine bütün okurlarımız adına teşekkür ediyorum. Elbette en çok teşekkürü eserleriyle dünyamızı genişleten, Türkçemize hizmet eden ustalarımız hak ediyor. Şimdi aramızda bulunmayan Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlhan Berk, Yaşar Kemal, Gülten Akın, Erdem Bayazıt ve Tarık Dursun K. gibi çok sayıda değerli kalemi rahmetle anıyorum. Bugüne kadar yazıları ve kitaplarıyla yolumuzu aydınlatan, Kitap Zamanı'na katkıda bulunan yazar, şair ve sanatçılarımıza teşekkür ediyorum. Yazının gücüne inanmasak ve okudukça dünyanın güzelleşeceğini düşünmeseydik bunca barbarlığa, sevgisizliğe katlanmak daha zor olurdu.

Nice yıllara Kitap Zamanı…


Büşra Erdal - AVM'ye dönüşmeyen bir Hyde Park; Abant

$
0
0

Abant Platformu, iktidar baskısıyla ya da menfaat için AVM'ye dönüşmeyen Türkiye'nin ‘Hyde Park'ı bir nevi.

Yıllardır demokrasiye katkı amacıyla çabalayan Abant, bu kez de baskılara, sindirme ve itibarsızlaştırma girişimlerine rağmen, farklı düşünce gruplarından 100'den fazla katılımcı ile 34'üncü toplantısını Bolu'da gerçekleştirdi. ‘Demokrasinin Türkiye Sorunu' başlıklı toplantı, ilk günkü tartışma ve görüş açıklamalardan sonra ikinci gün genel değerlendirme ve sonuç bildirgesinin açıklanması ile sona erdi.

Bu iki günlük toplantıda dahiyane, hiç duymadığımız, Türkiye'yi bir gecede düze çıkaracak bir görüş, çözüm sunulmasını kimse beklemiyordu zaten. Amaç, toplumun medya, akademisyen, iş dünyası vs tümden susturulmak istendiği, bunun için yargı ve polisin devreye sokulduğu bir noktada sözü çoğaltmak idi. Nitekim bu hasıl oldu. Söz ve umut çoğaltıldı. Konuştukça, tartıştıkça hele Kürt meselesi gibi çetrefilli bir konuda çıkış yolu bir kez daha dile getirildi. Aklın yolu bir; öncelikle ölümleri durduracak bir çözüm. Şiddete başvurarak Erdoğan'ın başkanlık stratejisine destek olan PKK'nın koşulsuz ateşkes ilan etmesi, iktidarın da sivil halkın mağdur olduğu, evlerini, yurtlarını terk ettiği bir ortamda operasyonları durdurması görüşleri dile getirildi.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın oldu bittiye getirmeye çalıştığı başkanlık tartışması ve beraberinde yeni anayasa tartışmalarına karşı çıkıldı. Demokrasinin olmazsa olmaz şartı ‘hukuk devleti'nin yeniden inşası için sulh ceza hakimliklerinin kaldırılması gerektiği sonuç bildirgesinde yerini aldı. Son olarak da “ille de demokrasi, ille de hukuk devleti” denildi tek ses. Demokrasi deyince sadece sandığı kriter alan (ama son zamanlarda artık sandık bile fazlalık görülüyor neredeyse), ‘hukuk' deyince karanlıkta ışık görmüş baykuş gibi kaçan bir güruha karşı ille de demokrasi ille de hukuk denildi.

Abant'ın zemini işte bu. Bu ülkede haklı olduğu için güçlüler tarafından ötekileştirilenlerin buluştuğu, söz söylediği, yol gösterdiği bir demokrasi zemini.

Öz hakiki kumpas torbası yapmışlar

Bugün, Selam Tevhid ile ilgili dava başlıyor. Ama öyle bir ‘kumpas' torbası ki anlayan beri gelsin. Başta İstanbul Başsavcılığı'nca yürütülen Selam Tevhid soruşturmasında görev almış polislere operasyon yapıldı. İran adına ajanlık soruşturması ‘darbe teşebbüsü' olarak gösterilip polisler tutuklandı ama soruşturma burada kalmadı. Arkasından Adana'da ‘MİT TIR'ları' olarak lanse edilen ama MİT tarafından görevlendirme yazısı olmayan silah dolu TIR'ların durdurulması olayı da polislerin tutuklandığı Selam Tevhid dosyasına bağlandı. TIR'ları durduran askerler de Selam Tevhid kumpası isimli dosyadan hapse atıldı.

Ama durun daha bitmedi. Sonra Cumhuriyet Gazetesi'nden gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül hakkında da ‘MİT TIR'ları'na dair haber yaparak Selam Tevhid kumpasına dahil oldukları iddiasıyla iddianame hazırlandı. Gazeteciler, müebbet hapis istemiyle sanık yapılıyorlar. Tabii ki bu nasıl bir örgüt, aradaki bağ nedir anlamadınız. Bu dosyaları okuyan, anlamaya gayret eden gerçek gazeteci ve gerçek hukukçular da anlayamadı. Değil hukukun, aklın ve mantığın sınırlarını zorlayan komedi bir dosya. Tam bir naylon torba dava, tam bir kumpasla paralel örgüt çıkarma girişimi. İktidar güdümündeki yargı, olmayan bir örgüt yapmaya çalışmış ama olmamış, yapamamış. Yani ‘kumpas var' diyenler kumpas yapıyor.

Ahmet Çakır - 45 dakika ve Sinan yetti!

$
0
0

Sarı Kırmızılı takım parlak bir 45 dakika oynadı ve taraftarını mutlu etti. Üstelik bunu 9,5 kişiyle yaptı.

Burak'ın 45. saniyede düştüğü ofsayt ve 45. dakikada kaçırdığı fırsat dışında ilk yarıda hiçbir etkisi yoktu. Umut da sadece koştu, oyuna hemen hiç giremedi. Belli ki bitmez tükenmez transfer söylentileri ve son maçlarda yaşadığı taraftar protestosu gibi tatsızlıklar, ikisini de epeyce düşürmüştü. Denizli büsbütün yıkılmasın diye ondan vazgeçmiyor ama böylesi de pek istenen sonucu vermiyor.

Sağ kanatta Linnes-Sinan ikilisinin sürdürdüğü ataklar heyecan verici olurken goller bambaşka yerden geldi. İlkinde Olcan'ın kaptığı top sonrasında attığı şutla ağları bulması müthişti. İkincide neredeyse aynı yerden bu işi Sinan yaptığında rakip savunmacının da küçük bir katkısı olmuş gibiydi. Sinan sadece bu golle değil, oynadığı oyunla da Galatasaraylıların yüzünü güldüren adam durumunda. Yasin düşerken onun yükselişi, şu günlerin en dikkat çekici olayı.

Aslında ilk 15 dakikada çok daha iyi top kullanan Gaziantepspor'un gole ulaşması hiç de şaşırtıcı olmazdı. Daha 5. dakikada Donk'un gördüğü sarı kart da dert çıkarabilirdi. Fakat ikinci 15 dakikalık dilimde gelen goller haliyle işi değiştirdi. Sonrasındaki çok önemli fırsatlardan Sneijder ve Umut yararlanamadı. Gaziantepspor ise ortaalanda top kullanma konusundaki başarısını rakip kale önünde gösteremedi. Bunda Muhammet Demir'den yoksun kalmalarının payı da büyüktü.

İkinci yarının başında Burak ve Umut'un kaçırdığı mutlak pozisyonlar, Arena'da yine bir tatsız gece yaşanabilek noktaya giderken ikisinin ortaklaşa attığı komik gol, bu derdi bitirdi. Sonrasında Sarı Kırmızılı takım oyunu mutlak denetimi altına almışken bulduğu fırsatları kaçırmaya devam etti ve ortada pozisyon bile yokken gol yemeyi başardı! Savunmanın uzaklaştırdığı topu kaptan Selçuk'un gol bölgesine geri göndermesi olacak iş değildi. Sonrasında o topun artık ağları bulması neredeyse bir yasa gibiydi.

Sarı Kırmızılı takımda Donk'un ciddiyetsiz hareketleri sıkıntı oluyor. Özellikle ikinci yarıda gollük bir atağın başlayacağı pozisyonda kasıtlı denilebilecek şekilde topu hakemin üzerine vurması, daha doğru ifadeyle bundan kaçınmaya çalışmayışı, epeyce düşündürücü bir durumdu. Denizli'nin ortaalanda top tutulamayışı gerçeğini değerlendirip Bilal'i çok daha erken alması beklenirdi.

Galatasaray'ın armağanı olan gol Gaziantepspor'u biraz canlandırdı ama birkaç dakika sonra El Yasa'nın sakatlanıp çıkması ve oyuncu değişiklikleri de yapıldığından 10 kişi oynamak zorunda kalmaları, çoktan bitmiş maçı bir kez daha sonlandırmış oldu. Sonrası artık herkes için gereksiz bir uzatma gibiydi. Gaziantepspor zaten birşey beklemediği bu serüvende, kaptanını kaybetme üzüntüsüyle işi noktalamış oldu. Sarı Kırmızılı takımın nereye yürüdüğü ortada, bir kupa tesellisi bu sezonun en önemli kazancı olabilir...

Ali Aydın - Erken gelen goller, Abay'ı rahatlattı

$
0
0

Süper Lig'in en uzun süre alan hakemlerinden biri olan Süleyman Abay, dün akşam önemli ve zor pozisyonlara yakalanmadı.

25'inci dakikada 2-0'a gelen maçta, futbolcuların da skoru kabullenmeleri, Abay'ın işini çok kolaylaştırdı. Gösterdiği sarı kartlarda haklıydı. Ancak, kestiği avantajlar, tecrübesinden ötürü güzel örnekler değildi. Örneğin, Galatasaray hücumunda topsuz alanda Barış'ın Burak'a yaptığı faulü hemen değerlendirdi. Oysa top sol tarafta bomboş durumdaki Yasin'e gelmiş, defans da az adamla yakalanmıştı. Burada oyunu devam ettirip pozisyon sonuçlandığında ya da oyun bir şekilde durduğunda Barış'a kart gösterebilirdi. Barış'ın bu pozisyon öncesi bir sarı kartı olsa ve bu hareketiyle ikinci sarıdan kırmızı görecek olsa oyunu kesmesi ve bu kartı göstermesi kabul edilebilirdi. Yine de mücadelenin genelinde iyi bir peformans sergiledi. Ayrıca Türkiye Kupası'nda Merkez Hakem Kurulu yeni yardımcı hakemler atamaya başladı. Çeyrek finale yükselme maçlarına baktığımızda hata yapmadılar. Cesaretle bunu devam ettirmeleri, Türk futbolu adına yeni yüzlerin kazancı olacak.

M.Nedim Hazar - III. Napolyon

$
0
0

ODTÜ üzerinden birtakım hesapların döndüğü dönemde, Milli Eğitim Bakanımız Nabi Avcı şöyle bir şey demişti: “Karl Marx'ın ‘Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i'ni okusunlar. Özellikle o kitabın girişinde Marx, Hegel'i tamamlamak üzere bir cümle söyler. Der ki; 'Tarihte evet bazı şeyler iki kere olur. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi.'”

Gerçekten de tarih çoğu zaman günü, hatta geleceği daha iyi anlayabilmek için şahane bir aynaya dönüşebiliyor ve Marx'ın, Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i günümüz Türkiye'sinde olan biteni daha net şekilde anlamak için epey yardımcı olabilecek bir kitaptır. Bahse konu olan III. Napolyon 1848-52 yılları arasında Fransa Cumhurbaşkanlığı yapmış, sonrasında tertiplediği darbeyle cumhuriyeti yıkarak imparatorluğunu ilan etmiştir. Son Fransa imparatoru olarak 1870'e kadar hüküm sürmüş, Fransa'nın doğrudan halkoyuyla seçilen ilk devlet başkanı, aynı zamanda son hükümdarıdır.

Marx ise, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i isimli kitabını, Aralık 1851 - Mart 1852 tarihleri arasında yazmış. Enteresandır kitap ilk kez New York'ta, Die Revolution aylık dergisinde tefrika edilmiş. Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i ismini alması ise sonradan olmuştur.

Özellikel at izinin it izine karıştığı ve olağanüstülüğün normal olarak kabul gördüğü, toplumsal çalkantıların zirve yaptığı dönemlerde, kitlelerin davranış reflekslerini analiz eden şahane kitaplardan bir tanesidir Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i.

Şöyle bir tespiti var: “İnsanlar elbette kendi tarihlerini yaparlar ancak kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar bunu. Doğrudan veri olan ve geçmişten kalan şartlar muvacehesinde yaparlar." Can alıcı husus ise şu: “Geçmişin oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olamamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.”

Şaşırtıcı değil mi?

Mesela sivil toplum örgütü faslı da ilginçtir. Malum Mussolini'nin ‘Kara', Hitler'in ise ‘Kahverengi Gömleklileri' vardı. Bakıldığında bu fikrin çok önceden bizzat III. Napolyon'dan mülhem olduğunu görmek mümkün: “Halk hareketini bastırmak için sıkıyönetim ilanı, toplumun baskı altına alınması ve bu arada burjuva kesimlerin tutuştuğu kavga parlamentoyu işlevsizleştirmişti” diyor Marx. III. Napolyon, böylesi bir durumda kendisini topluma bir kurtarıcı olarak sunmak amacıyla siyasal krizden yararlanırken, kurdurduğu 10 Aralık Derneği'ni de bu doğrultuda kullanıyor.

Yardımseverler derneği görüntüsündeki bu yapıyı Marx şöyle anlatıyor: “Derneğin ana gövdesinin başıboş serseriler, yol verilmiş askerler, zindandan çıkmış forsalar, sürgün kaçkını kürek mahkûmları, hırsızlar, kumarbazlar, kadın satıcıları, menfaatçi yazarlar, dilenciler, yani kısacası toplumun en altına itilmiş, dışlanmış kesimler oluşturuyordu.” Bu tablonun hükümdarı ‘yoksulların babası' gibi gösterdiğini de anlatıyor yazar: “Bu kitle, Bonaparte'ın gezilerinde gittiği yerlere ulaşıyor, ona hemen bir karşılayıcı ve dinleyici kalabalığı topluyor ve halk Bonaparte'a büyük bir sevgi gösteriyormuş gibi, kalabalığın “Yaşasın İmparator!” diye bağırmalarını sağlıyorlardı. Bonaparte'a karşı yapılan gösteriler bu serseri güruh tarafından bastırılıyor ve topluma gözdağı verilerek korku salınıyordu.”

Kitaptaki bir cümle ise meselenin özünü anlatıyor adeta: “Büyük kostümler, büyük sözler ve büyük tavırlar ancak en bayağı rezillikleri gözlerden gizlemeye yarar.”

Sayın bakan haklı, okumalıyız… Sadece ODTÜ üzerinden estirilen fırtınaları değil, milli eğitim, sivil toplum gibi pek çok alanda olan biteni daha net olarak görebilmek için okumak gerekiyor Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i'ni. Gelecek neslin komedi olarak okuyacağı trajedilerinin kahramanları olarak!

Turhan Bozkurt - İhracat çökerken, bakan ilan çetelesi mi tutuyor?

$
0
0

İhracat verileri, Türkiye'nin siyasî; ve iktisadî; görünümünü anlamak için hayli ufuk açıcı. İhracat 13 aydır artışa hasret. 2016 senesinin ilk ay rakamları açıklandı. Maalesef geçen seneye göre yüzde 15'e yakın azaldı. Kaybımız oranlarla tam anlaşılmayabilir. Tutar olarak izah edeyim.

İhracat Ocak 2014'te 12 milyar dolar iken geçen sene 10,8 milyar dolara gerilemişti. Türkiye İhracatçılar Meclisi'nin (TİM) dünkü açıklamasına bakılırsa bu sene 9,2 milyar dolara düştü. 2014'e nazaran sadece ocakta 2,8 milyar dolar (yüzde 23) kaybettik.

Böyle giderse 2016 ve sonrası da karanlık. AKP, 2011'de 2023 senesi için ihracatın 500 milyar dolara çıkacağını açıklamıştı. 500'den vazgeçtik, yarısı tutsa öpüp başımıza koyacağız. Erozyon durmazsa 200 milyar dolar bile zor. Kendi tespit ettiği hedeflerden son sürat uzaklaşılırken AKP hükûmetindeki çaresizlik manidar. AKP kadroları arasında, “2023 hedefleri hoş bir hayaldi.” sözlerini yüksek sesle telaffuz edenlere rastlamak mümkün.

İhracat niye düşüyor? Dünya ekonomisinde ‘yeni normal'den biz de payımızı alıyoruz. Dünyada büyüme Çin'in yavaşlamasının da tesiri ile yüzde 3'ün altına doğru geriliyor. Likidite bolluğu bitti. Amerika, 2008 krizinden aldığı derslerle ayrı bir hikâye yazıyor. Türkiye gibi dış borç ve yabancı sermaye girişleri ile açıklarını finanse eden ekonomiler döviz kurlarındaki artış şoku ile karşılaştı. Sıcak paranın Amerika'ya doğru yola çıkması kurdaki artışı kalıcı hale getirdi.

Kur arttıkça enflasyon ithal ediyoruz. Emtia fiyatlarındaki düşüşe rağmen kur geçişkenliğinden büyük zarar görüyoruz. Sanayiden hizmetlere kadar her sektörde borçluluk yüksek. Dış borç, 402 milyar dolar. 2,90'ı eşik kabul edersek kurdaki 1 kuruşluk artış döviz borcumuza 4 milyar TL ilave ediyor. Böyle bir atmosferde bankalar kredi musluğunu kapattığı için borcu borçla çeviren işletmeler iflasa sürükleniyor. Medya karartma altında kaldığı için iflas eden firmalardan mahdut sayıda kişi haberdar olabiliyor.

Halının altına süpürme günlerinden geçiyoruz... Zor günlerde istisnalardan biri Zaman. Zaman'ın 1 Şubat'taki ‘1.300 tesis satılık' manşeti diğer bir döviz gelirimiz olan turizmin de ihracattaki çöküşe benzer bir krizle boğuştuğunu haber veriyor. Müteşebbis, yabancı ortaklıklarla krizi aşmaya çalışsa da Türkiye'de rutin hale gelen hukuk dışı uygulamaların yanı sıra basın hürriyetini hedef alan soruşturma ve tevkiflerden ürken yabancı yatırımcıları ikna edemiyor.

Komşularla yaşanan siyasi krizler de ihracatı aşağı çekiyor. Rusya ile uçak krizi uzadıkça ihracat ve turizmde, müteahhitlik hizmetlerinde ağır bedeller ödeyeceğiz. Neo İttihatçıların savruk dış siyaseti, ihracatçının elini kolunu bağlıyor.

İhracatı artırmakla mükellef Ekonomi Bakanlığı koltuğunda oturan Mustafa Elitaş'a gelince... Zat–ı âlileri, hangi firmanın hangi gazeteye ilan verdiğini takip etmekten esas vazifesine vakit bulamıyor olmalı. Telefonla, mümkünse yüz yüze görüştüğü patronlara “şu gazeteye ilan verin, şunlara vermeyin” telkininde bulunduğu belirtiliyor. En son mobilya fuarında ilan listesini yayımlanmadan evvel inceleyip onay vermiş. Elitaş ilan çetelesi tutmadığını iddia ediyorsa bilsin ki kraldan çok kralcılık yapan birileri, bakanın adını kullanarak medyayı dizayn ediyor. Belki de bu şekilde menfaat temin ediyorlar.

Türkiye, paralel paronayası yüzünden nice fırsatı heder ettiği gibi yakın tehditleri de görmüyor, göremiyor. 2001 krizini siyasî; ve hukukî; reformlarla, kamu–özel sektör kenetlenmesi ile aştık. TÜSİAD, TUSKON ve MÜSİAD dört bir koldan tanıtım ve yatırım atağına geçti.

Krizi müteakip senelerde kayyım kılıklı gasp yoktu. Demokrasi ve hukuk zemininde her mes'eleyi müzakere edebiliyor, müşterek çareler bulabiliyorduk. Maalesef her sahada geriye gidildi.

İhracat ne vakit mi artacak? “İhracat düşüyor, çünkü ...” diyen gazeteci ve iktisatçıların vatan haini ilan edilmediği gün ihracat da artar, milli gelir de artar.

Can Bahadır Yüce - Kâğıt, kurşun, ampul

$
0
0

Kemal Tahir, Türk halkının kâğıttan korktuğunu söylerdi: “Nasıl korkmasın? Mahkemeden gelen kâğıt, askerlik şubesinden gelen kâğıt, vergi dairesinden gelen kâğıt…”

Kâğıttan korkan yalnız halk değil. Herman Melville de kâğıdın beyazlığı ve boşluğu karşısında korkuya kapılırmış. Moby-Dick'in “Balinanın Beyazlığı” başlıklı bölümünde beyazı uğursuz renk diye niteler romancı. Seri üretim beyaz kâğıdın Melville'in yaşadığı 19. yüzyılda yaygınlaştığını biliyoruz. Çağdaşı Balzac'ın Kayıp Hayaller romanında kahraman ucuz ve yeni bir kâğıt üretme yöntemi icat eder. Aynı dönemde kâğıdın yaygınlaşması, süreli yayınların doğuşuna ve tefrika edebiyatının gelişmesine yol açmıştı. Örneğin Dickens'ın birçok romanı böyle yayımlandı. Yakın zamanda aramızdan ayrılan Benedict Anderson'a göre kâğıdın insanlık tarihine etkisi daha da büyüktü: Anderson ucuz kâğıt sayesinde matbaanın yaygınlaşmasını milliyetçiliği hazırlayan sebeplerden biri sayıyordu.

Türkiye'de kâğıt toplayıcılara getirilen yasakla ilgili haberleri okurken kâğıdın uzun tarihini düşündüm. “Kâğıt işçileri”nden kâğıt alan firmalar artık cezaya çarptırılacakmış. (“Kâğıt işçisi”: yazarları kıskandıracak güzellikte bir tanım.) Kâğıt toplayıcılar birkaç kuruş helal para peşinde saatlerce yürüyen emekçiler, Necatigil'in şiirindeki gibi: “Yorgun yola çıplak/Düşerler”. Kâğıdın kilosunu 30 kuruşa satıyorlarmış. (Kitap Zamanı'nın son sayısında Geoff Dyer, D.H. Lawrence'ın not yazdığı ufak bir kâğıda 1350 pound ödediğini anlatıyor. Kâğıt–ağırlık denklemi hep şaşırtıcıdır.)

Devlet, kâğıt işçilerinin helal kazancından ne ister?

“Devlet” ve “kâğıt”: Yan yana gelmemesi gereken iki sözcük.

***

Eski kuşak edebiyatçılar toplumsal konulara daha mı duyarlıydı? Graham Greene hakkındaki belgesel filmi (Dangerous Edge, 2013) bu tartışma çevresinde izledim. O kuşak yazarların birer ‘kamusal aydın' olarak portreleri ilginç: Panama'dan Rusya'ya bütün Amerikan karşıtlarının yanında yer almış Greene. Amerikalılar da onu epey hırpalamış: “When Greene is red”.

Graham Greene defalarca intihara kalkışmış. Onca girişimin ardından hayatta kalması bir tür mucize... 20'li yaşlardayken şarjöre tek kurşun sürüp tetiği çekmiş. Silahın patlamamasını bir işaret sayıp –87'sine kadar– yola devam etmiş.

Greene'in kuralı bilinir: Günde 500 sözcük yazmak. İki bin sözcüğe çıktığı ya da üç yüze düştüğü olmuş ama yazmaya hiç ara vermemiş. Aklında o tek “kurşun”, yazıyı intihardan kaçış yöntemi olarak görmüş. Ama mesela en ünlü romanı Meselenin Kalbi'nde kahraman canına kıyar. Yapamadığı şeyi kahramanına yaptırmak hikâye sanatının en eski buluşlarındandır.

Graham Greene'e son yıllarında Nobel bekleyip beklemediği sorulmuş. “Daha büyük bir ödülü bekliyorum ben,” demiş, “ölümü.”

***

Eski kuşaktan söz açınca “saygı” konusu akla geliyor. Makyavel, “Eski yazarları okurken en güzel elbisemi giyerim,” diyor. Bir yerde Cemil Meriç de kendisini eski kuşakla (Rıza Tevfik) karşılaştırır: “Liyakatsizliğim nereden geliyor? Üstadın zekâsı mı üstün, tecessüsü mü? Kim bilir… Rıza Tevfik, zevkperest ve şımarık bir çöküş devri münevveri idi. Peki, faikiyetinin sırrı ne? İrsiyet mi? Terbiye mi? Çevre mi?”

Cemil Meriç'in saygıyla andığı Rıza Tevfik ya da Lastik Said bugün neredeyse unutuldu. Lastik Said'i (Kemalpaşazade Said) değerli bir dilci olarak anıyor Meriç. Said Bey 33 yıllık Abdülhamid iktidarının 23 yılını kendi hesabına iyi değerlendirmiş, hatta “jurnalciler” listesine girmiş, ikbal günlerinde padişaha bağlılığını sık sık yinelemiş. Ama gözden düşünce bütün bir Hamid dönemine “devr-i istibdad” demekten çekinmemiş.

Lastik Said iktidar-aydın arasındaki sorunlu ilişkiyi anlamak için iyi bir örnek ve önemli bir dilciydi. Onu ve benzerlerini tanımak bugünü daha iyi okumamızı sağlayabilir. “Bende var zaaf-ı basar, sen de bakarkör gibisin” diyen Lastik Said yine de ferasetliymiş: Larousse sözlüğünü çevirirken “ampul” maddesine gelince çeviriyi bırakmış.

Bülent Korucu - Bülent Arınç'ın özgül ağırlığı var mı?

$
0
0

Yakın siyasi tarihin önemli simalarından biri Bülent Arınç. 28 Şubat'taki duruşu, Süleyman Demirel'i siyasi hayattan silen 5+5 sürecindeki performansı, AK Parti'nin ortaya çıkışını hazırlayan günler…

Bu liste uzayıp gidebilir. AK Parti'nin ilk döneminde ‘iğneli fıçı' Meclis Başkanlığı koltuğunda oturmasını da unutmamak lazım. Arınç, sadece hatıralarını anlatsa büyük olay olur. Taha Akyol'a söylediklerinden sonra ona ‘siyasi mevta' yakıştırması yapanlar öyle olmadığını kendi tavırlarıyla gösteriyor. İddia ettikleri gibi Arınç, bitmiş ve toplumda karşılık bulamayan bir siyasetçi olsaydı, böylesine saldırmalarına gerek kalmazdı.

Hem söyleyen, hem de söyledikleri ciddi ve önemli olduğu için bu kadar ses getiriyor. Ne demişti Bülent Arınç? Mealen şunları söylemişti: “Hamasetle dış politika olmaz, yeni bir politika kaçınılmaz. Yargı, emir komuta zincirinin ötesinde tehdit ve şantajla iş yapar hale geldi. Can Dündar ve Erdem Gül davasının varlığı hukukla izah edilemez. Paralel yapı iddiasıyla açılan davalarda öylesine hak ihlalleri yapılıyor ki cübbeyi giyip avukatlığa dönesim geliyor.” Arınç'ın asıl şimşekleri üzerine çekmesine yol açan ifadesi ise Dolmabahçe Mutabakatı'na dair söyledikleri. Hüseyin Çelik'in “Çözüm Süreci'ndeki muhtemel aksaklıklarla ilgili Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nı bilgilendirdik.” beyanı ile birleşince etki katlandı.

AK Parti medyasında “Çözüm Süreci'nin final fotoğrafı” olarak sunulan Dolmabahçe'de hükümet, parti ve bürokrasi temsil ediliyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “Dolmabahçe'yi kabul etmiyorum, mutabakatın yeri parlamentodur” çıkışıyla cami avlusuna bırakıldılar. Daha o gün Arınç, Hükümet Sözcüsü olarak Erdoğan'ın bütün süreçten haberdar olduğunu açıklamıştı. Şimdi aynı şeyleri tekrar ediyor ve o zamandan kat kat fazla etki yapıyor. Çünkü yedi ayda 300'e yakın şehit ve hâlâ girilemeyen bölgeler var. Terör, ülkenin en büyük sorunu haline geldi. Çözüm Süreci'nin doğru yönetilip yönetilmediğine dair ifritten sorular zihinleri kurcalıyor. En seçkin asker ve polis birlikleri hem de tank desteğiyle böylesine kayıplar veriyor. Süreçte PKK nasıl yığınak yapmış ki söküp atmakta bu kadar zorlanılıyor? Terör örgütünün yığınak ve tertibatı sırasında kimler görevini ihmal etti, belki de ihanete göz yumdu? Şu anda acıyan, kanayan yerimiz orası olduğundan ses de o konudan yükseliyor. Yoksa dış politika ve hukukla ilgili söyledikleri de yenilir yutulur şeyler değil.

Arınç tepkilere dün uzun bir açıklamayla cevap verdi. O metne dair tespitlere geçmeden şunun altını çizmek gerekiyor: Arınç'a hakaret dolu saldırı, klasik Milli Görüş tabanlı gazetecilerden gelmedi. Tam tersine onlar derin sessizlikle karşıladı. Yine Bülent Bey'in ifadesiyle ‘yeni yetme' diyebileceğimiz, paralı asker olarak istihdam edilen cenah ağzını bozdu. Arınç onlara cevap verirken aslında patronlarına sesleniyor. “Bildiğim ve bizzat şahit olduğum olayların küçük bir bölümünü anlattım.” ya da “Unutulmamalıdır ki, yıkmaya çalıştığınız çınarın gölgesinde, güneş görmemiş daha birçok hakikat gölgeleniyor.” ifadeleri adrese teslim cümleler gibi. Arınç “kimseye borcum yok, varlığımı kimseye borçlu değilim.” vurgusunu belirgin şekilde yapıyor. Kendi hakkındaki “Hiçbir şaibe ile anılmamış, akçeli, ökçeli işlerde adı geçmemiş” vurgusu da önemli. Arınç sözü “Dava olarak isimler değil, ilkeler ve değerler vardır… İsimleri dava edinirseniz biliniz ki isimler fanidir ve hatadan hali değildir.” şeklinde bağlıyor. Daha ne desin!


Şahin Alpay - Sorun halkta değil, elitlerde

$
0
0

Geçen hafta sonu 34. Abant Platformu toplantısına katıldım. Toplantı beklenenin ötesinde ilgi gördü.

1998'de başlayan Abant Platformu toplantılarının birçoğuna katıldım. Daha önce hiç bu kadar yaygın ve yoğun ilgi görenine tanık olmadım. Hızla faşizan bir tek–adam yönetimine doğru yol aldığımız endişesini paylaşan, toplumun hemen her kesiminden ve farklı siyasi eğilimlerden aydınlar toplantıya katıldılar, fikir alışverişinde bulundular ve otoriterleşmeye karşı, özgürlükçü demokrasiden yana tavır aldılar.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından düzenlenen toplantılar, başından itibaren şu düşünceye dayandı: Farklı siyasi eğilimlerden aydınlar arasında diyalog ve özgürlükçü demokrasinin temel ilkeleri üzerinde mutabakat eksikliği var. Bu girişim, halka her zaman, her ülkede öncülük etmiş olan aydınların bu eksiklerini gidermelerine bir katkı olabilir.

34. toplantıya gösterilen ilgi, bana öncelikle şunu düşündürdü: Türkiye'ye 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bir tek – parti yönetimi, ikinci yarısı boyunca da temel kararların parlamentoda değil askerler tarafından alındığı türden bir yarı - demokrasi hakim oldu. Demokrasi mücadelesi, esas olarak askeri vesayete karşı, parlamentonun üstünlüğünü sağlama hedefine odaklandı. Bu mücadele içinde, demokrasinin sandıktan ibaret olmadığı, aynı ölçüde yurttaşların temel hak ve özgürlüklerinin saygı görmesi bilinci uyandıysa da ikinci planda kaldı.

Hem iktidarın seçimle belirlenmesi, hem de yurttaşların temel hak ve özgürlüklerinin, insan haklarının güven altına alınması anlamına gelen AB kriterlerini hakim kılmak vaadiyle iktidara gelen, bu yolda önemli adımlar da atan AKP iktidarının 2011 seçimlerinden bu yana, demokrasiyi seçime indirgeyerek çoğunluk diktatörlüğüne yönelmesi, hemen her kesimde temel hak ve özgürlüklerin, hukuk devletinin, yargı bağımsızlığının, ifade ve basın özgürlüğünün değerinin anlaşılmasına yol açıyor. Demokrasiyi yaşayarak öğreniyoruz. Daha önce bir araya geldikleri görülmemiş, çok farklı siyasi eğilimlerden aydınların bugün doğrudan diyalog kurmak, hak ve özgürlükler için dayanışmak ihtiyacını duymalarının nedeni bu. Belki biraz iddialı olacak ama 34. Abant Platformu Türkiye'de aydınların demokrasinin temel ilkeleri üzerinde mutabakata doğru attıkları bir adım olarak değerlendirilebilir.

Toplantıda şu ana fikrimi tekrarlama fırsatını buldum: Özgürlükçü demokrasinin yerleşememiş oluşunun esas sorumlusunun, halkın, seçmenlerin (İslam dininden kaynaklanan) otoriteye biat / itaat kültürü olduğuna dair iddiayı hayli yanıltıcı buluyorum. Halk arasında iktidarın seçimle belirlenmesi anlamında demokrasiye oldukça güçlü bir bağlılık olduğu muhakkak. Öte yandan hak ve özgürlük vaad ederek iktidara gelen partiler, bunlara sırt çevirince halkın desteğini kaybedip eriyip gitti. AKP iktidarı da bugün tuttuğu yolda devam ederse eriyip bitecektir. AKP'nin aldığı oylar, İslam inancıyla, biat kültürüyle açıklanamaz. Yaşam standartlarında göreli iyileşme, muhalefetin inandırıcılıktan uzaklığı, halkın “darbe” ve “kaos” iddialarıyla ürkütülmesi dikkate alınması gereken esas etkenler.

Özgürlükçü demokrasinin yerleşememiş oluşunun esas nedeni, halkın, seçmenin biat kültüründe değil, aydınlarımızın (yaygın bir ifadeyle) sadece “kendine demokrasi” isteyen eğiliminde aranmalı. Başka bir ifadeyle Türkiye'nin demokrasi sorunu esas olarak halktan değil, elitler yani siyasi, iktisadi, idari ve kültürel güç sahipleri arasında hak ve özgürlükler üzerinde yaygın mutabakatın bulunmayışından kaynaklanıyor. 1982 anayasasının yerine sivil ve özgürlükçü bir anayasa yapılamamış olmasının ve yapılabilecek gibi görünmeyişinin esas nedeni de burada yatıyor. Yaşadıklarımız, seçkinlerimizi demokrasinin temel ilkeleri üzerinde bir mutabakata doğru götürüyorsa, ne mutlu.

Sevgi Akarçeşme - Abant, nefes aldırdı

$
0
0

Türkiye'nin solunum yolları yetmezliği artık kronik hale gelmişken, Abant Platformu'nun 34. toplantısı ocak ayının son günlerinde düzenlendi.

Abant'a dair en önemli tespitim, insanların kendilerini özgürce ifade etmeye duyduğu özlemdi. İnsanlar, baskılardan yılmış, usanmış. Adeta kendilerini dinleyecek, ülkeye dair dertlerini paylaşacak biri bulmanın ‘susuzluğu' içerisindeler. Bu açıdan, Abant Toplantısı çölde vaha gibi oldu dense yeridir.

Toplantıda konuşulanlar da demokrasiye dönüş çağrısı yapan sonuç bildirgesi de tarihe not düşmesi açısından önemliydi. Ne var ki, can ve mal güvenliğinin kalmadığı, cadı avının tam gaz devam ettiği, iktidara tümden biat etmeyen herkesin terörist ve hain ilan edildiği bir atmosferde en kayda değer olanı, okuyan, düşünen, yazan farklı kesimlerden insanların bir araya gelebilme cesaretini göstermesiydi. Türkiye zaten demokrasi kültürünün tam anlamıyla yeşermediği bir toprak. Toplantıda da çoğu kimsenin ifade ettiği gibi, ‘kendine Müslüman' olmakla meşhur bir yanı var her grubun. Ayrıca devletin dayağını yemiş olsa da her kesimin kendi çapında taşıdığı irili ufaklı bagajları mevcut. Ötekileştirme en aydın gözüken kesimlerde bile bitmiş değil. Kutuplaşmanın hiç olmadığı kadar arttığı da herkesin mutabık kaldığı bir gerçek. Böyle bir iklimde, üstüne terörist etiketi yapıştırılmaya çalışılan Hizmet Hareketi'nin düzenlediği bir toplantıda bir araya gelmek aydın namusu gerektiriyor. Bir diğer deyişle, hiçbir mutabakata varılmamış olsaydı bile, toplantının düzenlenebilmiş olması takdire şayan.

Toplantı daha bitmeden, istihbarattan beslendiği anlaşılan haber (!) sitelerinin saldırıları da gösteriyor ki Abant, farklı kesimleri birleştirdiği, her zamanki gibi diyalog ve uzlaşma çağrısı yaptığı için muktedirleri rahatsız etmiş. Halbuki, gerçek anlamda çoğulcu, kendisi gibi düşünmeyene hayatı dar etmeyi aklından geçirmeyen ve demokrat bir Türkiye isteyen herkesin Abant ruhundan memnun olması gerek. Tabii eğer tek adam rejiminden, çatışma dilinden ve ortamından bir şekilde nemalanmıyorsa… Platformu düzenleyenler kendilerini terörist ilan eden iktidarı haliyle davet etmemiş. Herhalde iktidara yakın kimse de toplantıya katılıp kendi jargonlarıyla ‘medeni ölü' haline getirilmek istemezdi. Tüm muhalefet partilere çağrı gitmiş, ama HDP'den birkaç vekil katılırken, MHP'den Ekmeleddin İhsanoğlu'nun olumsuz cevabı haricinde kimseden tepki gelmemiş. CHP'den ise bir danışman katılmış. ‘Demokrasinin Türkiye sorunu'na vurgu yapan Abant'tan çıkan sonuç bildirgesi, içinden geçtiğimiz despotizm göz önüne alındığında yumuşak bir metin bile sayılabilir. Abant katılımcıları her zamanki gibi hukuk devletine dönüş çağrısı yaptı, ‘mevcut şartlar'da yeni anayasa oyununun Türk tipi başkanlık için oynandığı görüşü hâkim oldu.

Toplantılara değil, ama aralardaki sohbetlere yansıyan ironik bir gözlemim de şuydu. 1990'lardan beri cemaat, elini taşın altına koyup asla aynı masa etrafında konuşmaz denen isimleri bile bir araya getirdiği, diyaloğun bayraktarlığını yaptığı halde, hâlâ kendine demokrat olma eleştirisiyle karşı karşıya. Tüm sivil girişimlere rağmen birkaç vakaya bakıp tüm cemaati aynı torbada önyargılarla mahkûm etme eğilimi sona ermemiş. Dindarlara yönelik ‘demokrasiyi araç olarak görüyor', hakiki demokrat olamaz algısından cemaat de nasibini bolca alıyor.

Tam da tüm bu önyargıları kırmak, Türkiye'ye nefes aldırmak, özgür ifadeye susamış insanlara bir mecra sağlamak açısından Abant gibi platformlar hayati önemde. Bu tür girişimlerde aslolan her konuda hemfikir olmak değil, her fikri tartışabilmek. O da Abant'ta gerçekleşebildi.

Mümtaz'er Türköne - Tek adamlık yürümüyor

$
0
0

Bülent Arınç'ın jilet atar gibi, Erdoğan'ın karizmasında birkaç sözle çizilmedik yer bırakmaması, tek adamlığın havasının nasıl kolay söndürülebileceğini gösterdi.

Dikkat edin, havuz medyası kuyruğuna basılmış gibi hoplamasına rağmen, AK Parti sözcülerinden, hükümet üyelerinden ve hatta Erdoğan'a çok yakın isimlerden bile Bülent Arınç'a bir cevap gelmedi. Medyada Saray'ın kalemşörleri, Arınç'ın sözlerini çürütmek ve aksini savunmaya girişmek yerine sadece hakaret etmeyi seçtiler. Manzara, iktidar cephesinin iç mimarisinin, sırf algı yönetimi ve dev propaganda makinesi ile sürdürülen tek adamlık iddiasını taşıyamadığını da gösteriyor. Şaka değil, Arınç, Erdoğan'ı yolsuzluk iddiaları gibi en zayıf olduğu noktalardan değil, yağıp gürlediği en güçlü yanlarından vurdu. Erdoğan'ın Ergenekon cephesiyle kurduğu koalisyonun ortak düşman ihtiyacını karşılayan “paralel yapı” hayaletini elinden aldı. Çözüm Süreci'nin kritik kırılma anı olan Dolmabahçe Mutabakatı'nda Erdoğan'ın rolünü ifşa etti ve oy hesabı ile Türkiye'nin en hassas sorununun nasıl istismar edildiğini gözümüzün içine soktu. Yargı bağımsızlığının ortadan kalktığını, kuvvetler ayrılığının işlemediğini, devletin adalet dağıtamaz hale geldiğini, gazetecilere yönelik baskı ve tutuklamaların somut hiçbir delile dayanmadığını yetkili bir ağız sıfatıyla tescil etti.

Herkesin, Erdoğan'ı sevenlerin de karşı çıkanların da, hatta bizzat kendisinin de Arınç'ın sözlerine kişileri ve kişilik çatışmalarını aşarak bakması lâzım. Tek adam yönetimi kurmaya kalkmak ülkeye zarar veriyor, bir dikta yönetimi inşa edebilmek için ülkenin sahip olduğu her şey tehlikeye atılıyor. Kurumları ve devlet reflekslerini bir kenara bırakan kişisel tercihlere göre ülke yönetilemiyor. Size muhalif olan gazetecileri hapse attığınız zaman sadece basın ve ifade özgürlüğü değil, toplumu bir arada tutan adalet ve güven duygusu yerle bir oluyor. Erdoğan Putin ile kişisel dostluğu, Türkiye'nin bölge politikasına değil, otokratik bir yönetimin ihtiyaçlarına göre geliştirdi. Uçak krizi ve sonrasında tırmanan gerginlik, bu kişisel politikanın Türkiye'nin çıkarlarına ne kadar aykırı olduğunu göstermedi mi? Tek adam yönetimi, kendisini merkeze aldığı için tarih bilincine, orta ve uzun vadeli öngörülere karşı sağır ve kördür.

Türkiye'nin hızla bir dikta yönetimine doğru yol aldığını düşünenler, iki şeyi birbirine karıştırıyor. Sorumsuz, dolayısıyla yetkisiz cumhurbaşkanının yetkili ve dolayısıyla sorumlu başbakanın gücünü fiilen kullanması, yani yetki tecavüzünde bulunması ile güneş sistemi gibi tek bir kişinin etrafında her şeyin gezegenler gibi düzen içinde dönmesi birbirinden farklı şeyler. Erdoğan, kullandığı fiilî; yetkileri yukarlardan bir yerden değil, başbakandan ve hükümetten alarak kullanıyor. “Cumhurbaşkanına hakaret” suçunun özel olarak koruduğu cumhurbaşkanının “alçak”, “ahlaksız”, “çirkef”, “hain” diye önüne gelene hakaret etmesi bu yetki ve sorumluluk dengesinin kurulamamasının adaleti nasıl kilitlediğine bir örnek değil mi?

Kaçınılmaz olarak çatışma cumhurbaşkanlığı ile başbakanlık arasında derinleşiyor. Ne Erdoğan'ın kişisel istekleri, ne de Davutoğlu'nun kişisel direnci bu çatışmanın sebebi değil. Sorumluluğu olmayan biri yetkili hale geldiği zaman otomatik olarak devlet cihazı kilitleniyor. Ne özel sektör, ne siyasetçiler, ne de toplum için öngörülebilir ve içinde güvenle yaşanır bir düzen kalıyor. Türkiye yönetilir bir ülke olmaktan çıkıyor.

Davutoğlu'nun vekil bırakmadan Arabistan'a gitmesi ve yanına Genelkurmay başkanı başta olmak üzere devletin güvenlik yöneticilerini de alması, tek adamın düzensiz ve öngörülemeyen yönetimine karşı, kurumsal bir tepki olarak yorumlanmalı. Bülent Arınç'ın çizip attığı kişisel karizmayı bir başkası değil, bu ülkenin ortak aklı ve kurumsal refleksleri zorluyor. Tek adamlık yürümüyor.

Gökhan Bacık - Aklın dışına çıkmak üzere iken

$
0
0

Türkiye'de toplumsal bölünmenin günlük hayatta hissedilir noktaya vardığını hepimiz biliyoruz.

Ancak dün açıklanan bir kamuoyu araştırması, durumun “günlük hayatta bizlerin hissettiğinin” ötesinde “vahim” bir aşamaya ulaştığını gösteriyor. GMF'in mali desteği ile Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği adına Infakto Research Workshop tarafından yapılan “Türkiye'de Kutuplaşmanın Boyutları Araştırması” doğrusu akıl ve vicdan sahibi herkes için alarm zillerinin çaldığını, ifade yerinde ise gözümüzün içine sokacak kadar açık gösteriyor.

Araştırmanın bulgularına göre örneğin “kızının uzak hissedilen partinin taraftarı biriyle evlenmesine razı olmayacakların” oranı yüzde 83,4. Bu şu anlama geliyor: “Dürüst, iş sahibi, hayatı boyu ciddi bir yanlış yapmamış suç işlememiş birisi” kapısını çalsa toplumun yüzde 83,4 kadarı “sırf damat adayı” politik olarak uzak görülen partiden diye kendisine kız verilmeyecek! En kötüsü şu: Araştırmaya katılanların yüzde 76 kadarı “kendilerine en uzak partili ile komşuluk bile yapmak istemiyorlar.” Yine aynı araştırmaya göre toplumun yüzde 73,9'u çocuğunun “kendisine uzak görülen siyasi partilinin çocuğu ile arkadaş olmasını istemiyor”.

Bu ne anlama geliyor? Şöyle özetleyelim: Birincisi, toplumdaki gerilim ve siyasi bölünme artık sokağa, iş yerine, kreşe, kız isteme işlerine kadar ulaşmıştır! Toplum neredeyse “irrasyonel” eşiktedir. İrrasyonel demek akıl dışı davranmak demektir. Demek böyle giderse “hastayım şu doktor beni iyileştirecek ama filan partidendir” diyerek insanlar tedavi olmayı reddedecektirler.

İkincisi, toplumda artık bir “inatlaşma” vardır. İnsanlar sadece “kendi partilerine meşru” gördükleri için bu parti başarılı olmasa bile desteklemeye devam edebilirler! Bunu bir parti için yazmıyorum, genel olarak ülkemizin sosyolojik manzarası böyledir. Böylece insanlar kendi politik kulvarlarında ikinci bir meşru parti kurulmadığı sürece kendilerini ideolojik veya dinen “partilerine mahkum göreceklerdir.”

Peki toplum bu şekilde “irrasyonel” bölünürse ne olur? Toplumların etnik, politik veya başka nedenle bölündüğü ve inatlaşmanın “akıl dışı alana” dayandığı yerlerde güçlü veya kalabalık olanlar kazanırlar! Mesela Sünni ve Şii bölünmesinin olduğu bir ülkede kimin sayısı ve etkisi büyükse o taraf kazanır. Peki bu ülkeden bir meslek, marka, başarı çıkar mı? Katiyen çıkmaz. Düşünün “benim gibi düşünmeyen iyi doktor değildir”, “benim gibi düşünmeyen iyi futbolcu değildir” şeklindeki bir sosyal düzen “ancak filan siyasi görüştekiler bir mesleği iyi yapabilir” gibi son derece mantıksız ve akıl dışı bir inanca dayanır.

Dünyada İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi büyük dinler veya liberalizm ve sosyalizm gibi büyük ideolojiler dahil hiçbir fikrin bir mesleği tekelleştirme yeteneği yoktur. Bir meslek için “sadece şu inançtakiler yapsın” dayatması kaçınılmaz olarak kalitesizlik ve geri kalmışlık doğurur.

Aynı ankete göre insanlarımız hangi düşünceden olursa olsun kendilerini “vatansever, onurlu” halbuki uzak durdukları siyasi görüştekileri “bağnaz, bencil ve ülkeye tehdit oluşturan” olarak görüyorlar. Öte yandan Türkiye'de anketin gösterdiği sonuçlara göre “dış güçler”, “işbirlikçiler”, “vatan hainleri” her yanı kaplamış durumda. Vaziyete göre yaşadığımız son yıllar, insanların kafasını cidden hırpalamış. Bu kadar güvenlikçi, bölünmüş ve her şeye şüphe ile bakan bir toplum nasıl marka çıkaracak? Nasıl yabancı dil öğrenecek? Nasıl başka uluslardan gelen güzel düşünceleri benimseyecek? Bunların cevabını henüz bilmiyoruz.

Bu anketin çıkardığı sonuçları “ülkedeki hayatın kuralları” olarak kabul ederek şu soruyu sormalı: Kuralları bu olan oyunu 3-5 yıl daha oynarsak sonunda nereye varacağız?

Herkül Millas - Demokrasi nasıl gelecek?

$
0
0

Aslında demokrasi “gelmez”; demokratik düzen demokrat olan toplumlar tarafından “kurulur”. Geçenlerde bir-iki yazımda bu işin yasalar ve anayasalar kaleme alarak yapılamadığını anlatmaya çalıştım (15/12/2015, 19/1/2016).

Bunu zaten pratik de gösterdi: Bugüne dek güzel yarınlar vaat eden metinler –yasalar ve anayasalar- ihlal edildi, demokrasi bir türlü “gelmedi”. Çünkü demokrasinin gücü demokratik yasalardan kaynaklanmıyor, demokrasinin uygulanmasından doğuyor. Bunun sağlanması için ise toplumun, kitlelerin, somut olarak söylersek, seçmenin bu yöndeki istekleri ve baskıları gerekli. Hükümetler bu beklentilere cevap vermek durumunda kalınca, işte o zaman demokrasi de yaşanır. Tabandan böyle bir beklenti yoksa demokrasi göstermelik olur.

Büyük tabloya bu açıdan bakınca şu an Türkiye'deki rejim sorununun bir kısır döngü içinde olduğunu söyleyebiliriz. Seçmenlerin –büyük bir yüzdesinin- bir çağdaş demokratik hukuk devleti talebi yoksa ve günlük geçim, temel ekonomik sorunlar ve “kimlikler” (etnik ve dinî; kaygılar) öncelikleri ise demokrasi de ona göre olacaktır. Aslında demokrasinin eksik olmasının, demokratik bir talebin sonucu olduğunu bile savunabiliriz. Zaten bu tür tezleri de duymuyor değiliz: demokratik olmayan tezler bağlamında “seçmene başvuralım, halka soralım” söylemi buna işarettir. Gerçekten de, çoğunluğun “demokrasiye önem vermeme hakkının” da demokratik bir hak olduğunu söyleyebiliriz. Yoksa yanılıyor muyum?

Kısır döngü de tam bu noktadadır. Demokrasiye pek inanmayan, gereğini şart görmeyen, demokrasi ve hukuk devleti ile günlük hayatının daha iyi olması arasında var olan ilişkiyi görmemiş/anlamamış seçmene sahip ülkelerde demokrasi de eksik olacaktır. Bu sorunu aşmak için ise bir kısır döngüyü aşmak gerekmektedir: Halkın demokratik değerlere sahip çıkması gerekir. Bu saptama büyük tablonun özetidir. Demokrasiye talep olması için bu yöndeki değerlerin benimsetilmesi gerekmektedir. Ama bu değerlerin içselleştirilmediği bir toplumda bu benimsetme misyonunu kim üstlenecek? Tepede birileri, “halka rağmen” bunu yapmaya yetkili midir, hakkı var mı, böyle bir toplum mühendisliği sonuç verir mi? Tepede bunu yapacak yetenekte birileri var mı? Alttan desteğin gelmediği bir ortamda tepede bu türde birileri olabilir mi?

Toplum mühendisliği Türkiye'de –bence çok yanlış bir biçimde– denendi ve uzun sürede iyi sonuç vermedi. Tepkilere neden oldu. Çünkü en başta deney “demokratik” değildi, zorlamalar içeriyordu, halkın duyarlılıkları göz önüne alınmak bir yana halk bazı alanlarda zora sokuldu ve tahrik bile edildi. Yani “demokrasi vizyonu” dikta rejimini andıran bir uygulamayla benimsetilmek istendi! Bir rejim eğer bu biçimde zorla benimsetilirse, o düzen zaten peşin olarak demokratik olmayacaktır. Zorla benimsetilen bir şey varsa, o olsa olsa “baskının yararlı bir araç olduğu” inancıdır. Yani zor başarılı olursa baskı yüceltilmiş olur. Türkiye'deki baskıcı kültür böyle bir geçmişin ürünüdür.

Dünya çapında sorun

Kısır döngü nasıl aşılır? Demokrasi ithal edilebilir mi? Demokrasiyi içselleştirmemiş toplumlarda bu değeri benimsetecek “öğretmenler” bulunabilir mi? Eğitimcileri kim eğitecek? Eğitimcileri ithal mi etmeli? Çaresiz miyiz? Aslında bu tür sorunlar bütün dünyada yaşanıyor. Sonbahara dönüşen Arap Baharı düşündürücüdür. Bir avuç Batı Avrupa ülkesi ve bu ülke yurttaşlarının kurduğu ABD ve Avustralya gibi birkaç ülke dışında, pek çok ülkede demokrasinin iyi not almadığını dünya çapında yapılan istatistikler açıkça gösteriyor. Bu kısır döngü uluslararası bir sorun. Kimileri “demokrasi ithal edilemez, bu iş eğitimle olur ve uzun bir süre meselesidir” diyor.

Aslında benim bu görüşlerim kuşkusuz güvensizlik ve karamsarlık içeriyor. “Bahar” çok sonralara kalacak demektir. En iyimser senaryom uzun süreli bir eğitimdir; o da eğitimi sağlayacak öğretmenlerin varlığını varsayarsak! Demokrasinin yaşanması, yeni bir anayasa yapar gibi anında olacak bir gelişmeye benzemiyor. Bu tabii benim kişisel görüşüm. Oldukça karamsar olduğum belli; ama ben Türkiye'yi böylesine kutuplaşmış, hukuk alanı krizde, kötümser, güvensiz ve çelişkili de hiç hatırlamıyorum.

Rivayet edilir ki Keçecizâde Fuat Paşa (1814-1868), Osmanlı dönemini, memleketin siyasî; durumunu ve yapılması gerekenleri şöyle anlatırmış: “Her memlekette iki kuvvet vardır. Biri yukarıdan gelir, diğeri aşağıdan. Bizde yukarıdan gelen kuvvet, yani saray idaresi çok kuvvetlidir, aşağıdakini eziyor. Buna karşı aşağıdan yani halktan bir kuvvet istihsaline de imkân yoktur. Bu yüzden yukarıdan gelen kuvvet aşağıdakini ezmemek için, bize yan taraftan gelen ayakkabıcı muştası gibi bir kuvvet lazımdır ki o da ecnebi müdahalesidir.”

Günümüzde böyle bir öneri tabudur; hele “yabancı müdahalesi” lafı kendi başına skandaldir. Böyle düşünene (moda tabirle) hain denmesi de çok muhtemeldir. Bu görüşü savunmam hiç mümkün mü? Ama bu görüşün bir başka versiyonu savunulabilir. Avrupa Birliği projesinin Türkiye'nin demokratikleşmesinde hızlandırıcı bir rolü olabilir. Çünkü AB ortamı ülkeyi belli bir yöne çekecek bir güç gibidir. Eksiklikleri olsa da AB aslında dünyada demokrasinin en iyi örneklerinden biridir. Öteki demokrasi örnekleri ABD, Kanada, Avustralya gibi çok uzak ülkelerdir. “Bize özgü” demokrasi deneyiminden ağzı yanan ve bu alanda umudunu kaybeden benim gibi kimselerin böyle bir “yan” güçten olumlu bir şeyler beklemesi normal sayılmalı.

Türkiye'nin Avrupa Birliği üyesi olması zaman alabilir, hatta hiç olmaması da olanaklıdır. Ama AB üyesi olacakmış gibi bir çaba göstermesinin bile demokrasi açısından olumlu etkileri olabilir. Sanırım AB karşıtlarının bir kısmı tam da bu nedenden AB'ye sıcak bakmıyor. Bazı AB standartları –örneğin hukukun üstünlüğü, yönetimde şeffaflık, insan hakları gibi- onlara oldukça yabancı geliyor; hatta çıkarlarına da karşı. Benim ayakkabı muştası anlayışım böyle bir şey.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live