Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Yusuf Keleş - Naylon faturalara dikkat

$
0
0

Tüm çağdaş ülkeler gibi ülkemizde de satın alınan mal veya hizmetler için fatura, fiş, meslek makbuzu vs. alırız.

Özellikle işletmeler dönem sonunda elde ettikleri geliri beyan ederken, masraflarını kazançlarından düşebilmek için harcamalarını bu belgelerle tevsik eder. Vergi oranlarının yüksekliğini suiistimal eden bazı mükellefler masraf ve harcamalarını yüksek göstermek için gerçekte satın almadıkları mal ve hizmetlerin faturalarını komisyon karşılığında alıp hesaplarına yansıtabiliyor. Maalesef bu yöndeki talep, naylon fatura düzenleyen bir sektörü doğurmuş durumda. Naylon fatura düzenleyicileri çabuk yakalanmamak ve komisyonlarını daha yüksek tutmak için türlü türlü yöntemler denerler. Bu yüzden bir kişinin naylon fatura düzenleyicisi olduğu ancak yıllar sonra fark edilir.

Ülkemizde naylon fatura (sahte fatura) kullanma suçlaması ile karşı karşıya kalmayan işletme neredeyse yok gibidir. Bu konuyla ilgili olarak düşüncem naylon faturanın mali yapımızı saran bir ur olduğu yönündedir. Hastalıklarda olduğu gibi bu ur da çok geç fark ediliyor ve fark edildiğinde iş işten geçmiş oluyor. Maalesef işletmeler de satın aldıkları mal ve hizmetler karşılığında kendilerine verilen belgelerin naylon fatura olduğunu çok sonra fark ediyor. İdare, iş ve işlemlerin yoğunluğundan dolayı zamanaşımı süresinin dolmasına kısa bir süre kalıncaya kadar bu şekilde naylon fatura satan firmaları tespit ve ilan edemiyor. Yıllar sonra tespit edilip vergi dairesi veya müfettiş tarafından bu faturalardaki vergilerin tekrar ödenmesi istendiğinde ise gecikme faizleri ve cezalar yüzünden mükelleflerin ödediği bedel kat kat artmış oluyor.

Hapis cezası da var

Ödenen bedel sadece parasal olarak kalırsa bir nebze tahammül edilebilir. Naylon fatura düzenleme ve kullanma onsekiz aydan üç yıla kadar hapis cezası ile yargılanmayı gerektiren vergi kaçakçılığı suçunu oluşturur. Vergi kanunlarında sahte veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullanmanın hapis cezası ile yargılamak için yeterli olduğu yer alsa da bu belgelerin bilerek kullanıldığı yönünde tespit ve kanaat oluşmazsa bu faturaları kullananlar hakkında vergi suçu raporu yazılmıyor. Dolayısıyla hapis cezası için kamu davası açılmıyor.

Naylon fatura kullanma suçu ile karşı karşıya kalmamak ve daha önce ödenen vergileri cezalarıyla tekrar ödememek için, tanınmayan bilinmeyen kişilerden fatura alınmaması, mal veya hizmeti bizzat satanın faturasının alınması, taşıma ve nakliye faturalarının da kayıtlara yansıtılması, ödemelerin banka, çek veya PTT aracılığıyla yapılmasına dikkat etmek gerekir. Aynı şekilde adresi bilinmeyen, faaliyet yeri görülmemiş kişi ve kurumlardan mal ve hizmet alımında bulunulmamalı.

Re'sen terk ettirilen mükellefler

Haklarında naylon fatura düzenlediği yönünde rapor bulunmasa da vergi daireleri tarafından mükellefiyetleri re'sen terk ettirilen mükelleflerin de faturalarını kullanmamaya dikkat göstermek gerekir. Özellikle kayıtların kapanacağı şu günlerde bu hususa dikkat edilmesi gerekir.

Vergi daireleri tarafından yapılan yoklamalarda bildirdikleri adreste bulunmayan, beyanname vermeyen, kendisine ulaşılamayan işletmelerin mükellefiyetleri re'sen terk ettirilir. İşyerinin ve herhangi bir faaliyetin varlığı tespit edilemeyen bu mükellefler aynı zamanda Vergi Usul Kanunu uyarınca Gelir İdaresi Başkanlığı'nın web sayfası üzerinden ilan ediliyor. Bir mükellefin vergi dairesi kayıtlarına göre faal olup olmadığını öğrenmek için bu web adresinden sorgulama yapılabilir.

Bu listede;

-adresini değiştirdiği halde bağlı bulunduğu vergi dairesine bildirimde bulunmayan mükellefler,

-fiilen faaliyetine son veren, ortaklığı bozulan, sahipsiz bırakılan işletmeler,

-peş peşe beyanname vermeyen mükellefler,

-sahte fatura düzenleme ihtimali kuvvetle muhtemel olan mükellefler yer alıyor.


Liste sorgulaması yaptırın

Faturası kayıtlara yansımış olan ve durumundan şüphelenilen kişi ve şirketleri sorgulamakta fayda var. Sorgulama sonucunda ismi re'sen terk ettirilen işletme sahiplerine banka yoluyla bile olsa hiçbir ödeme yapılmamalı. Çünkü bu mükellefler vergi dairesi kayıtlarına göre herhangi bir faaliyeti olmayan, yerinde bulunamayan kişi ve kurumlardır. Dolayısıyla bu kişi ve kurumların vergi kanunlarına uygun bir şekilde yaptıkları bir faaliyet bulunmadığından, bu mükellefler beyanname vermediklerinden, beyanname veriyor olsalar bile sahte fatura düzenleme ihtimalleri bulunan bu mükelleflerin vergi kanunlarına göre varlıkları ortadan kaldırıldığından, söz konusu mükelleflerin fatura düzenleme imkanları bulunmaz.

Re'sen terk ettirilen bu mükelleflerin düzenledikleri faturalar yok hükmünde olduğundan, bu faturalarda yer alan mal ve hizmetlerin gider ya da maliyet olarak dikkate alınabilmesi, ödenen KDV'nin de indirim konusu yapılması mümkün değildir. Dolayısıyla ödediğiniz KDV'yi bir daha gecikme faiziyle birlikte ödemek zorunda kalmamanız, cezalı tarhiyata muhatap olmamanız için re'sen terk ettirilmiş mükelleflerle ticarî; bir ilişkiye girmemeye azami gayret sarf edilmeli. Yoğun bir şekilde alım yapılan, mesela toplam fatura girişlerinin yüzde 10'una isabet eden firmaları, bu adresten mutlaka sorgulamak gerekir.

Şahıs işletmesi ya da şirketi bu listede yer alanlar, başka bir adreste faaliyetine devam ediyorsa en kısa sürede vergi dairesine müracaat etmeli.

Gelir İdaresi'nin bu hizmeti sahte fatura mağduriyeti yaşayan mükelleflere, bu mağduriyeti yaşamamaları için, çok önemli bir fırsat oluşturuyor. Haklarında naylon fatura düzenleme raporu düzenlenmiş olan firma veya kişilerin listesinin de sorgulamaya açılması bundan sonra izlenecek adım olmalı.


Nuriye Akman - Talat Bulut'a mektup

$
0
0

Değerli oyuncumuz,

Meslektaşımız Ali Eyüpoğlu'ndan öğrendiğimize göre Star TV'de başlayan Göç Zamanı'nın yapımcısı Limon'la başrol anlaşması imzalamış ancak jenerik ve büyük ilan panolarında sizin yerinize Vahide Perçin birinci sırada çıkınca Zorlu'daki özel gösterime katılmayarak durumu protesto etmişsiniz.

Sakın üzülmeyin, hatta sevinin. Nedenine gelince; uzaktan izlediğim kadarıyla siz “önemli”den çok “değerli” olmaya çalışıyorsunuz. Rolünüzün hakkını vermek hep birinci önceliğiniz oldu. İnanın adınız üstte gösterilmeyince kayba uğramazsınız.

Sözleşmenizin maddi karşılığını alıyor buna mukabil size esas oğlan muamelesi yapılmıyorsa kader maneviyatınızı daha da güçlendirmek istiyor olabilir. Takdirlerden bağımsızlaşma fırsatı sunuyordur belki de. Tekdir etme hakkı kullanılmayınca kalbin hafifleyeceği hatırlatılıyordur. Ya fazla dikkat çekmenin gizli tuzaklarından korunuyorsanız?

Yılmaz karakteri hayra karşı gelsin. Selamda kalın.


Göç Zamanı ile Gecenin Kraliçesi benzerliği

Son dönemin iki yeni dizisi Göç Zamanı ile Gecenin Kraliçesi senaristleri tıpatıp aynı klişeyi kullanmışlar:

Kayınpederine maddi-manevi borcunu ödemek üzere onun kızıyla evlenmek zorunda olan adamlar. Kocalarına manyaklık derecesinde takıntılı olan kadınlar.

Adamlar boş kalplerini dolduracak sevgiliyi ararken, kadınlar onları sevmeyen eşlerine canhıraş yapışırlar. İki kadın da çılgınca sürdükleri arabalarıyla kaza yaparak boşanmayı iyice zorlaştırır. Adamlar gönüllerinin sultanını bulsalar bile cehennemden çıkamazlar. Malum aşk kavuşamama durumunun adıdır ve böylece dizi sezonlarca yol alır.

İki senaryoda başka benzerlikler de var:

Göç Zamanı'nın iyi kalpli mafyözü Yılmaz ile Gecenin Kraliçesi'nin kötü kalpli mafyözü Aziz oğullarına iyi baba değiller. Göç Zamanı'nın kötü kadını Hanım'ı ile Gecenin Kraliçesi'nin kötü kadını Hüma'nın çocukları olmuyor.

Tüm yerli yapımların olmazsa olmaz altın klişesini yani “bir adama iki kadını, bir kadına iki adamı âşık etme” garabetinden vazgeçilmemiş. Gecenin Kraliçesi'nde zalim kayınpederle esas oğlan aynı kadını seviyor. Belli ki Göç Zamanı'nın ikinci bölümünde Yılmaz'ın Cennet'ine iş ortağı Artem de talip olacak. Eh mecburen Yılmaz'ın oğlu Cennet'in kızına, Cennet'in oğlu da Artem'in kızına tutulacak veya aşk kızlardan oğlanlara doğru akacak.

Diğer klişelere hiç girmeyelim. Bu matematiksel hesaplar ne yazık ki oyuncuların üstün performasına rağmen dizileri

sentetikleştiriyor. Tamamen özgün bir yapıma imza atmak bu kadar mı zor?

Yaşar Yakış - Kıbrıs görüşmeleri

$
0
0

Kıbrıs sorunu ile yakından ilgili çevreler bu sorunun çözümünde 2016 yılında önemli gelişmeler olacağını ısrarla ifade etmektedirler.

Buna Türkiye'nin Avrupa Birliği Bakanı, Başbakanı ve Cumhurbaşkanı da dahildir. Şimdiki denemeyi geçmiştekilerden ayıran tek anlamlı fark müzakereyi yürüten liderlerdir. Nitekim Kıbrıs Rum kesiminin lideri Nicos Anastasiadis, 24 Nisan 2004'te Annan Planı Kıbrıs'ta referanduma sunulduğu zaman olumlu oy verilmesi yönünde kampanya yürütmüştü. Gerçi şimdi Türk kesiminden Annan Planı'nda yer alanlara nazaran daha fazla taviz istiyor. Buna gerekçe olarak da Kıbrıs Rum halkının o planı reddetmiş olmasını gösteriyor. Ona göre Kıbrıslı Rumlara Annan Planı'ndakilerden daha fazla tavizler vermek lazım ki bu kez olumlu oy versinler.

Geçmişte çözümü desteklemiş olan bir liderin şimdi Güney Kıbrıs'ta cumhurbaşkanı olması pek tabii ki önemli bir faktördür. Ancak Güney Kıbrıs'ta çözüme karşı çıkan kilisenin aynı kilise olduğunu ve Türklerle birlikte yaşamayı yeğleyen Kıbrıslı Rumların halen azınlıkta olduğunu ve azalmaya devam ettiğini unutmamak gerekir.

Kıbrıs konusundaki müzakereler çok çetrefil ve zor başlıklar içermektedir. Yönetim ve Güç Paylaşımı, Ekonomi ve AB ile İlişkiler, Mülkiyet, Harita, Güvenlik ve Garantiler, Dönüşümlü Başkanlık bu başlıklardan bazılarıdır. Güvenlik ve Garantiler başlığı Türk askerinin adada kalıp kalmayacağı, kalacaksa hangi büyüklükte bir birliğin kalacağı konusunu da içermektedir ve Türkiye'nin doğrudan doğruya taraf olacağı konulardan biridir. Aynı zamanda, Kıbrıs Türk ve Rum kesimleri arasındaki önemli görüş ayrılıklarından biri de budur. Bu iki kesim bir görüş birliğine vardıktan sonra, ayrıca, Türkiye'nin tutumunun ne olacağına da bakmak gerekecektir. Çünkü Türkiye Kıbrıs Devleti'nin üç kurucusundan biridir. Öteki iki kurucusu İngiltere ve Yunanistan'dır. Bu üç ülke, 1959-60 Londra ve Zürih anlaşmalarına göre, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün garantörüdür. Türkiye gelişmeleri yakından izliyor ama Kıbrıslılararası müzakerelerde tünelin ucu görünmeden kendi tutumunu açıklamaya gerek görmüyor, müzakerelere her türlü desteği vermeye devam edeceğini belirtmekle yetiniyor.

Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2004 yılında Kıbrıs'taki Türk seçmenleri, Annan Planı'na olumlu oy vermeye teşvik etmişti. Bu o tarihte büyük bir siyasi riskti. Çünkü gerek anavatan gerek Kıbrıs Türkleri Annan Planı'nın Rum tarafına fazla taviz verdiğini düşünüyorlardı. Ancak Sayın Erdoğan o günkü koşullarda Annan Planı'nın olabilecek en dengeli çözüm olduğuna inandığı için Kıbrıslı Türkleri Annan Planı'na olumlu oy vermeye teşvik etti.

Avrupa Birliği (AB) de Annan Planı'nı hararetle desteklediği için, Sayın Erdoğan'ın böyle hareket etmesi ve Kıbrıs sorununun bu plan çerçevesinde çözümlenmesi Türkiye'nin AB yolunu da açacaktı. Ancak beklenen olmadı. 24 Nisan 2004'te düzenlenen referandumda Kıbrıs Rum kesimi Annan Planı'na olumsuz oy verdi. Böylelikle Kıbrıs sorununun çözümü de suya düşmüş oldu. AB, Kıbrıs Rum kesimini yine de AB'ye aldı ve Kıbrıs Türk kesimini dışarıda bıraktı. Bu gelişme Sayın Erdoğan'ın gözünde Avrupa Birliği'nin güvenilirliğine büyük bir darbe vurdu. O hayal kırıklığının Sayın Erdoğan'da nasıl bir etki bıraktığını söz sırası ona geldiği zaman göreceğiz.

Geçmişte Kıbrıs sorununun çözümlenmesine birkaç kez çok yaklaşıldı. Ancak çözüm bir türlü gerçekleşmedi. Başarısızlığın başta gelen nedenlerinden biri Kıbrıslı Türklerle Rumların karşılıklı olarak birbirlerine güvenmemeleridir. 2004 yılından itibaren çözümü zorlaştırıcı bir unsur daha var. O da Avrupa Birliği'nin Kıbrıs Rum kesimini üyeliğe kabul etmiş olmasıdır. Rum kesimi AB'ye girdikten sonra bu üyeliğin avantajlarını Türk tarafı ile paylaşmak istemiyor. Almanya Başbakanı Angela Merkel, Kıbrıs sorunu çözümlenmeden Kıbrıs'ın AB'ye alınmasının bir hata olduğunu, iş işten geçtikten sonra, kabul etti. Bakalım şimdi bu hatayı düzeltmek için AB çaba sarf edecek mi? Çaba sarf etmezse, bu kez de hayal kırıklığı ile karşılaşabiliriz.

Seyfettin Gürsel - Doğalgazda İsrail-Rum ayrışması

$
0
0

Geçen hafta (28 Ocak) Kıbrıs'ta İsrail, Yunanistan ve Rum kesimi liderlerini buluşturan zirvenin somut sonuçlarından biri şu: İsrail ve Kıbrıs gazı birlikte pazarlanacak.

Çünkü Doğu Akdeniz'de doğalgazın bulunduğu İsrail'in Leviathan, Tamar sahaları ile Kıbrıs'ın Afrodit sahası birbirine çok yakın. Birlikte pazarlanması maliyeti düşürecek.

Peki gazı Avrupa'ya ulaştırmak için hangi güzergah izlenecek?

“Ortak pazarlamada” uzlaşılsa da, güzergah konusunda henüz anlaşma yok. Çünkü Rumlar gazın ya uzun bir boru hattı ile Yunanistan'a taşınmasını ya da Mısır'a gönderilip sıvılaştırıldıktan sonra Avrupa'ya taşınmasını istiyor. Türkiye hattını gündeme getirmeyen Rumların amacı belli: Doğalgazı Kıbrıs müzakerelerinin parçası haline getirip taviz koparmak ve Türkiye'nin Kıbrıs gazı üzerindeki hak iddialarını bertaraf etmek.

Oysa hem Kıbrıs hem İsrail gazı için en yakın ve en ucuz seçenek Türkiye üzerinden Avrupa'ya ulaştırılması. Çünkü Türkiye sadece geçiş güzergahı değil, yılda 50 milyar metreküp gaz tüketen büyük bir müşteri. Üstelik ardı ardına yaşanan uçak krizleri, Türkiye'yi Rusya'dan aldığı yıllık 30 milyar metreküp gazı, başka kaynaklardan temin etme arayışına itmiş durumda. Böylesine güçlü bir alıcı ve Avrupa'ya kestirme ulaşımı sağlayacak ülke yanı başında dururken İsrail ve Kıbrıs gazı için başka güzergah arayışına girmek, sadece gazın maliyetini artırır.

Ancak Kıbrıs Rum kesimi bunu “siyasi” nedenlerle görmek istemiyor. Çünkü Rumların ve Yunanistan'ın devam eden müzakerelerdeki hedefi, Türkiye'yi “garantör” ülke konumundan çıkarıp, Türk askerinin adadan çekilmesini sağlamak.

Ancak Türkiye'de hiçbir hükümet, Akdeniz'de büyük avantaj sağlayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti toprağını terk etme gibi çılgın bir adım atamaz. Hele hele Yunanistan'ın Ege'de Türkiye'ye ait çok sayıda adaya asker çıkarıp bayrak diktiği bir dönemde, Kıbrıs'tan da vazgeçildiği çağrışımı yapacak bir girişimde dahi bulunamaz. Çünkü “ver kurtul” siyasetinin faturası ağır olur. Ama Türkiye Güneydoğu'daki operasyonlar, Suriye ve Rusya kriziyle uğraşırken Yunanistan Türk gemilerini Ege'ye çıkamaz hale getirmeye çalışıyor. Kardak denemesinin amacı da sadece küçük bir kayalığı ele geçirmek değil, Türk gemilerinin hareket alanını daraltmaktı.

Yunanistan Başbakanı Çipras, mevcut siyasi profillere uymadığı için umut veren yeni nesil bir politikacıydı. Anlaşılan klasik Yunan siyaseti onu avucuna alıp şekillendirmeye başlamış. O da “Ege'de birlikte kardeşçe yaşayabiliriz” yaklaşımı sergileyip yeni bir tavır geliştiremiyor. Dahası Ege'de işgaller devam ederken, Kıbrıs'ta da “ilhakı” hedefleyen adımlar atılmak isteniyor. Çipras'ın “garantisiz ve garantörsüz” çözümden söz etmesinin başka anlamı yok.

Peki Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs sorunu devam ederken İsrail ne yapmak istiyor?

Bir taraftan “Ankara ile görüşmelere başlandığını” açıklayıp diğer yanda Rum kesimi ile ittifak yapmanın anlamı nedir?

Kıbrıs'taki üçlü zirveden sonra İsrail Başbakanı Netanyahu “doğalgaz boru hattı kurulması ve elektrik kablosu döşenmesi olanaklarını ele aldıklarını” söyledi. Netanyahu, tek başına hareket etmektense birlikte çalışarak hedeflere çok daha kolay ulaşabileceklerini vurguladı.

Güzergaha gelince…

Zirvenin yapıldığı saatlerde İsrail Enerji Bakanı Yuval Steinitz'den gelen açıklama dikkat çekiciydi. Steinitz, ülkesinin doğalgazı hem Türkiye hem de Yunanistan üzerinden Avrupa'ya ihraç etmek istediğini belirterek “Ancak Türkiye'ye boru hattı inşa etmek, Kıbrıs ve Yunanistan'a inşa etmekten çok daha ucuz.” dedi.

Bu sözler İsrail ve Rum kesimi arasındaki tercih farklılığını açıkça ortaya koymakla birlikte, güzergah arayışında sona yaklaşıldığını gösteriyor…

Mehmet Kamış - Hayaller Toledo, gerçekler Sur

$
0
0

Son yirmi-otuz yılda gecekondu istilasına uğrattığınız Sur'u şimdi de hendekler, kurşunlar ve yangınlarla tamamen yok edeceksiniz.

Ardından pusuda bekleyen TOKİ devreye girecek ve ilçede tam anlamıyla talan başlatacaksınız. Çünkü bütün paradigmaların ve ırkçı çabaların önünde kocaman bir engel olarak öylece duruyor Sur... Oysa Artuklu'dan Selçuklu'ya Osmanlı'dan Türkiye'ye kadar, Müslüman'ıyla, Arap'ıyla, Ermeni'siyle, Süryani'siyle, Türk'üyle, Kürt'üyle çok güzel bir harmoni oluşmuştu bu topraklarda. Sur demek çoğulculuk demekti! Bugün Sur demek, gecekondulaşma, yoksulluk demek, hendek demek, kurşun, yangın ve ölüm haberi demek!

Ahmet Davutoğlu'nun kan-revan içindeki Diyarbakır'ın Sur ilçesini Toledo gibi bir şehir yapacaklarını söylemesi karşısında insanın canı acıyor. Her gün şehit haberlerinin geldiği, masum sivillerin ya can verdiği ya da hayattan bezdiği bu ilçeyle ilgili sözler bile bozgundaki fetih rüyasını hatırlatıyor. Kitabi olanla gerçeğin, hamasetle hayatın bu denli zıtlıklar barındırması AKP'nin kendisi adeta.

AKP'lileri dinlediğinizde, kendi başına kararlar alan, geçmiş medeniyet izlerimizin bu çağdaki izdüşümünü gerçekleştirme gayretinde olan, her yere adalet ve barış götürmeye uğraşan, milli, yerli ve ne kadar iyi kelime varsa hepsini kendine amaç edinen bir parti zannedersiniz! İlber Ortaylı'nın dediği gibi, onları dinlediğinizde sanırsınız Türkiye İsviçre'den farksız. Ama sokağa baktığınızda Suriye'yi gördüğünüz bir ülke!

Bugünkü gerçekler bize, AK Parti'nin bu ülkede hukukun üstünlüğünü ve adaleti tesis edip yüzlerce yıllık kronik meseleleri çözme fırsatını eline geçirmişken bu fırsatı, kişisel zenginleşme, mal ve güç elde etme, ardından da bu güçle herkesin defterini dürme aracına dönüştürdüğünü olanca çıplaklığıyla gösteriyor. Yani AKP'nin ağzı Sur'u Toledo yapacağını söylüyor ama yaşananlar Tahir Elçi gibi bir güvercin dahil her gün onlarca kişinin öldüğü bir vahşet bölgesini tarif ediyor. Sur'un bugünkü fotoğraflarına bir daha, bir daha bakın. Kurşun yağmuruna tutulmuş tarihi camilere, kiliselere evlere bir daha bakın. Yakılmış, viran edilmiş binlerce yıllık tarihe bakın, hangi ruh bunları bu hale getirebilir kendinize bir sorun.

Sur'daki yıkım, ilçeyi köstebek yuvası haline getirip hendekler kazan, tarihi eserlere kurşun sıkan, bomba atan PKK'nın da, medeniyete zerre kadar katkı sağlamayan köksüz ve ruhsuz bir örgüt olduğunu ispat ediyor. Bunların bir vesile ile ortadan kaldırılması PKK gibi bir örgütün de çok işine geliyor. Çünkü Sur'daki toplumsal ve kültürel zenginlik var olduğu müddetçe Diyarbakır merkezli ırkçı bir paradigma geliştiremeyecekler.

Kürsüye çıkınca İslam medeniyetinden, Müslüman şehirlerden bahsedenler, son beş yüz yılda İslam dünyasının medeniyet merkezi olan İstanbul'un bütün tarihi bölgelerini inşaat alanına çevirdi. Böyle bir anlayışın Sur'u geliştirmesi mümkün gibi görünmüyor. Başbakan'ın ‘Sur'u Toledo gibi bir medeniyet merkezi yapacağız' dediği hafta AKP; Hasankeyf'i baraj sularında boğacak tasarıyı Meclis'ten geçirdi. Bugüne kadar bütün tarihi kentlerimiz TOKİ eliyle kimliksiz, kişiliksiz, ruhsuz beton yığınları haline dönüştü.

Ağzınızı açtığınızda medeniyetten, şehir kültüründen, ahlaktan, hukuktan, adaletten bahsederken dönüp arkanıza bir bakın; eşitlik, adalet, hukuk, medeniyet ve kültür adına bu ülkeye ve bu dünyaya ne bıraktınız?

Mustafa Ünal - Arınç'tan ne çıkar?

$
0
0

Bülent Arınç ‘doğru şeyler' söyledi. Dili sürçmedi. Sözlerinin ne anlama geldiğini bilerek konuştu. Yılların siyasetçisi. Birilerini rahatsız edeceğinin farkındaydı. Ertesi günü sert tepkilerin hedefi olacağını tahmin etmemesi düşünülemez. Ama göze de aldı. Peki neden? Emekliliğini niye zehir etti?

Sebebini kestirmek zor değil. Çünkü gidişat kötü. Ülke felakete sürükleniyor. Devlet düzeni çöktü. Toplumun bütünlüğü dağıldı. İç ve dış politika yerlerde. Adalet öldü. Kurucusu olduğu ve hayatını koyduğu partinin misyonu bu değildi. İlke ve değerler üzerine inşa ettikleri siyasi davaları benlik davasına dönüştü. Parti bitti, kişi kutsandı.

Arınç'ı dünüyle ele almak lazım. Erbakan Hoca'nın karşısına çıkan ‘yenilikçi' hareketin mimarlarındandı. AK Parti'nin kuruluşuyla sonuçlanın sürecin kapılarını açanların başında o geliyor. Parti üzerinde hak sahibi. Tapusunda payı var. Dar bir grubun elinde AK Parti'den AKP'ye dönüşürken, icraatlarıyla Doğu Perinçek'e bayram yaptırırken olup biteni uzaktan daha fazla seyredemezdi.

Geç bile kaldığı söylenebilir. Daha erken ses verebilirdi. AKP'nin bu hale gelmesinde Arınç ve arkadaşlarının sessizliğinin ve pasif duruşlarının da rolü inkar edilemez. Arınç doğrudan AKP'nin sinir uçlarına dokundu. Temel politikalarına itiraz etti. Direkt hukuku hedef aldı. Yaraya parmak bastı.

‘MİT TIR'ları davasında tutuklama bile olmamalı' dedi. Sözü paralel yapı davalarına getirdi ve ‘Cübbeyi giyesim geliyor' dedi. Hukuksuzluk ve haksızlıklar karşısında avukatlığa soyunmak istedi. ‘Hakimler tehdit ediliyor' dedi. Kayyım atamalarını eleştirdi. ‘Bizi de kayyım atasalar diyoruz' dedi. Bunlar basit sözler değil. Adresi dönük mesajlar.

AKP'den ve hükümetten Arınç'ın yanlış konuştuğunu söyleyen pek çıkmadı. İtirazlar hep ‘niye konuştuğu' üzerine. ‘Şimdi sırası mıydı?' makamında. AKP'den Arınç'ın sözlerine verilecek cevap yok. Doğru söylüyor çünkü. Hukuksuzlukların, zulmün herkes farkında AKP'de. Arınç tek başına değil. AKP'nin kahir ekseriyeti bu düşünceleri paylaşıyor. Ayrıca tabanda da karşılığı var. Partide çok küçük bir grup karşı sadece. Onlar da dümende oturuyor.

Cumhurbaşkanı kendisine dönük açıklamalardan alındı. Daha çok da ‘Dolmabahçe'den haberi vardı' cümlesinden. ‘O zat, dürüst davranmıyor' diye tepki de verdi. Davutoğlu ve arkadaşları sessiz kalırken Cumhurbaşkanı rahatsızlığını hemen belli etti. İsmini zikretmeden ‘O zat' hitabı kızgınlığının hatta öfkesinin işareti. Arınç ne Erdoğan ne diğer AKP'liler için ‘o zat' değil, ‘Bülent Abi'.

Arınç'tan ne çıkar? Aşırı heyecan gereksiz. Önüne geçmeye çalıştığı hukuksuzluk ve zulüm sürecini ters yüz edecek gücü de yok. Belki dün o özgül ağırlığı vardı. Ama bugün o eski gücünden eser yok. Buradan bir siyasi huruç harekatı çıkmaz. Bu, sözlerinin kıymetsiz değersiz olduğu anlamına gelmiyor. Sözünün gücü var. Söylediği birkaç cümle, sürecin ayarlarını veya kimyasını bozmaya yetti. Bir ‘huruç' değil ama siyasette yeni bir yol açtı. Tekraren söylüyorum bu yolda tek başına değil. Parti içinde onun gibi düşünen büyük bir çoğunluk var. O yüzden bazı neticeler doğurması olası. Abdullah Gül bu yolun neresinde diye merak edenler olabilir.

Uzağında değil. Yakınında... Ama omuz omuza da değil. O açılan yolda o da yürür. Hadi daha açık söyleyeyim. Eğer başkanlık seçimi olursa bu kez Erdoğan tek başına kalmaz. İçeriden rakip çıkar. AK Parti'den yani. Gül veya Arınç ya da bir başkası başkanlığa aday olur. İşte Arınç'ın çıkışı bunun kapısını araladı. Erdoğan bu yolu kapatabilir mi? Güç elinde ama zorlanır. İlk hamlesini yaptı. ‘O zatın' şehri Manisa'da 19 kişi gözaltına alındı. Siyasette yeni mücadele tarzı bu.

Arınç'ın çıkışı önemli. Neticeler doğurması mukadder...

Lale Kemal - Bir konferansın hatırlattıkları

$
0
0

Gerçi yoğun sis, Bolu'nun, ülkenin eşsiz güzelliklerinden birine sahip doğasını doya doya seyretmemizi kısmen engellemiş olsa da Ankara'nın, o boğucu siyasi ikliminden kısa süreliğine de olsa biz Başkentlileri uzaklaştırmıştı.

İstanbul'dan gelen grup için tam olarak aynı ruh hali söz konusu değildi belki, ne de olsa onlar, “Ankara'nın en çok neyini seversiniz?” diye sorulunca, “İstanbul'a dönüşünü.” diyenler kategorisindendi. Neyse, Bolu'da bulunmamızın nedeni, Abant Platformu'nun, 34'üncüsünü düzenlediği konferans aracılığıyla, Türkiye'deki demokrasi sorununun, benim tanımımla krizinin çözümüne bir nebze de olsa katkı sunmaktı. Ne var ki, korku iklimi yaratılarak, insanların sindirilerek susturulmak istenmesi hali, ülkenin neresine giderseniz gidin peşinizi bırakmıyor. Biz, 100'e yakın, siyasetçi, gazeteci, akademisyen, STK temsilcilerinden oluşan grup, bir otelde düzenlenen konferansın ilk günkü oturumuna, biraz ötemizdeki Abant İzzet Baysal Üniversitesi'nde görevli 6 öğretim üyesinin, sabahın köründe evlerinde ve okuldaki çalışma odalarında arama yapıldıktan sonra gözaltına alındıkları haberleriyle başlıyorduk. Gerekçe, 1.128 akademisyenin, Güneydoğu'da şiddetin sonlandırılması için yayımladıkları bildiriye destek vermiş olmaları idi. Meğersem aynı gün sabahın köründe bir baskına, bizden bir katılımcı da maruz kalmış, konferansta öğrendik. Konferansın ilk gün sabahki açılış oturumunda, emekli asker, Taraf yazarı Namık Çınar'ın, katılımcılarla paylaştığı havadis, ülkedeki kaos ve korku ikliminin, tek tek bireyler üzerinde nasıl da hissettirilmekte olduğunun bir yeni tezahürüydü. Jandarma, sabahın köründe Çınar'ı otel odasında uyandırıyordu. Sebebi, Çınar'ın, bir yazısından dolayı Cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında açılan bir soruşturma idi ve jandarma kendisini sorgulamak üzere karargaha götürecekti. Aslında, Çınar, bu davadan çoktan beraat etmişti ama Bolu jandarmasının bundan haberi yoktu!. Çınar, “Neyse ki, yanımda beraat ettiğime dair mahkeme kararı taşıyordum da, kolluğu savuşturdum.” diyordu. Ama sinirleri bozulmuştu bir kere. Konferansın yapıldığı otelin önünde küçük bir grubun, platformu sabote etme girişimi de olmuş ama kolluk tarafından kısa sürede bertaraf edilmiş neyse ki. Derler ya, “Korkunun ecele faydası yok.” diye. Yani korkarak kendine gelecek bir kötülüğü önleyemezsin, o zaman mücadele etmelisin o korkuyu, her nereden kaynaklanıyorsa, yenmek için.

Maruz kaldığı şiddetli mahalle baskısı yüzünden bir süredir ara vermek zorunda kaldığı toplantılarını bu kez gerçekleştiren Abant Platformu'nun katılımcıları arasında, daha önce bu toplantılara gelmeyen isimler de vardı. Farklı siyasi görüşlerden olsalar da katılımcıları bir araya getiren ortak özellik; can çekişen demokratik sistemin hayata döndürülmesine katkı sunmak, dolayısıyla içinden geçilmekte olan olağandışı durumdan hukukun üstünlüğü ile galip çıkmak. Toplantı sonunda yayımlanan bildiride vurgulandığı üzere, demokrasi dışı dayatmalar asla kabul edilemezdi.

Bu dayatmalar; otoriterliğin tesis edilmesi ihtimali, buna karşı bir askeri müdahale, bir iç savaş gibi riskler şeklinde okunabilir. Eski AKP'li vekil Reha Çamuroğlu'nun konferansta yaptığı konuşmada, “Olağanüstü dönemlerden geçiyoruz, bu durum olağan şekilde sonlanamaz.” mealinde sarf ettiği sözlerine kulak kabartmak gerekiyor.

Bir akademisyen kulağıma, ironik biçimde şöyle fısıldıyordu;

“Allah korusun bir darbe olursa yine bizler, cuntaya karşı Erdoğan'ın hakkını savunmak zorunda kalabiliriz!.”

Demokrasi krizi çözülmezse eğer Türkiye'yi büyük felaketlerin beklediğini görmek istemeyenlere hatırlatılır.

A. Turan Alkan - Diren Başbakan

$
0
0

Parlamenter sistemin kralı Başbakan'dır; Cumhurbaşkanı değil. Başkanlık dayatmasının ardındaki gerilim, işte bu yazılı olmayan kuraldan kaynaklanıyor.

‘Yazılı olmayan' ibâresini düzeltelim; Anayasanın 112. maddesi net: “Başbakan, Bakanlar Kurulu'nun başkanı olarak, bakanlıklar arasında işbirliğini sağlar ve hükümetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetir. Bakanlar Kurulu, bu siyasetin yürütülmesinden birlikte sorumludur.” Sayın Erdoğan bu ibâredeki Başbakan kelimesini ‘Başkan'la değiştirmek istiyor. Ben de onun yerinde olsam şansımı denerdim çünkü bunca riskli icraat ve lâftan sonra içi henüz belirsiz başkanlık siperine sığınmaktan başka çaresi kalmadı.

Siyasetçiler bir başka yazılı olmayan kuralı çok iyi bilirler; Siyaset, kamu bütçesini kullanmak için yapılır. Başkan, CB, vekil vb. gibi diğer sıfatlar süslüdür, hoştur ancak her makamın itibarı kullanabileceği kamu bütçesi dilimi ile orantılı. Hükümet, her yıl Cumhurbaşkanlığı'nın bütçesini bütçe kanunu içinde düzenler ve onaylatır. CB'nın bu bütçe içinde kullanabileceği para, maaşı ve örtülü ödeneği ile sınırlıdır. Devletin kasası fiilen Başbakanlık'tadır. Parayı o toplar, nasıl harcayacağına karar verir, harcar ve hesabını verir. Başbakanın krallığı budur. CB, ancak Başbakanlık'ın izni ile tahsisatının artmasını talep edebilir. Sayın Erdoğan'ın başbakanlık yetkisine ihtiyacı yok, o yetkileri zaten fiilen kullanıyor ama bu durum can sıkıcı. Halen doğrudan kullanamadığı tek iktidar aracı, bütçe üzerindeki harcama yetkisidir. Yıllarca Başbakanlığa alışmış biri için ne kadar ‘üzücü' bir gereklilik!

Sayın Erdoğan ancak Başbakanlık'ın ‘olur'u ile Başbakanlık binası olarak yaptırılan külliyeyi sahiplendi, CB bütçesini Başbakanlık'ın izni (veya sadakat borcu) sebebiyle kat kat artırıp örtülü ödeneğini genişletti. Mekanizma basit: Başbakan istemezse CB, rutin dışında şahsi maaşından gayrı tek kuruş harcayamaz!

Anayasa, CB'nın anayasal yetkisi dışındaki işlemleri dışındaki bütün kararlarının sorumluluğunu Başbakan ve Bakanlar Kurulu'na veriyor (105. madde). Sorumluluk ve yetki Başbakanındır. Başbakan dilerse (ki dilemesine gerek yok; anayasal görevi bu zaten) Sayın Erdoğan'ı, Sayın Gül'ün vaktiyle bulunduğu sınırlar içinde durmaya zorlar ve Türkiye hemen normale döner.

‘İktidar' kavramıyla CB, Bakanlar Kurulu ve AKP'den oluşan bir güç odağını kasdediliyoruz; bu kullanış doğru değil. İktidar başbakandadır; yetki ve sorumluluğundan CB lehine fedakârlık göstermesi, Başbakan açısından siyasi sadakat gibi görünse de anayasa hukuku açısından bu sadakat gösterisi vahim bir yetki aşımıdır.

Başbakan, anayasa krizine dönüşen Saray'la Başbakanlık arasındaki yetki devrinin tek sorumlusudur. Sayın Erdoğan'ın parti üzerindeki kontrolü Sayın Başbakan'ın sorumluluğunu hafifletmez. 112'nci maddenin 3. fıkrası çok berrak: “Başbakan, bakanların görevlerinin Anayasa ve kanunlara uygun olarak yerine getirilmesini gözetmek ve düzeltici önlemleri almakla yükümlüdür.”

Sayın Başbakan'ı göreve davet etmek en tabii vatandaşlık hakkımızdır. Başta tarafsızlık yemini olmak üzere bir dizi anayasa ihlâline, yetki aşımına ve ülkenin geleceğini belirleyen tehlikeli angajmanlara yol açan Sayın Cumhurbaşkanı'nı Başbakan'dan başka hukuk çizgisine davet edecek başka mercî; kalmadı. Ne yazık ki hukuk denetimi artık işlemiyor. O halde Başbakan'ın anayasa nizamına sahip çıkması tarihi bir vazifedir.

Artık imâ ile, gizli kapaklı yollardan Saray'a karşı mesafe koymaya çalışmanın mânâsı kalmadı sayın Başbakan: Anayasa'ya ve vekillik yemininize sahip çıkınız. Barış içinde bu krizden çıkmanın bundan meşrû ve kibar bir yolu kalmadı.


Reha Çamuroğlu - Toledo

$
0
0

Hani “güleriz ağlanacak halimize” diye pek güzel bir sözümüz vardır. İşte bu ibretlik durumlardan birini geçtiğimiz hafta yaşadık.

Sayın ve çok entelektüel Başbakanımız Ahmet Davutoğlu beyefendi müthiş bir açıklama yaptılar. Basına yansıdığı haliyle şöyle bu açıklama:

“Bu şehirler 90'lı yıllarda çarpık ve kontrolsüz bir şekilde gelişen şehirler. Bu olaylar yaşanmamış olsaydı bile kentsel dönüşümün yapılması gereken yerlerdi. Sur, Silopi, Nusaybin ve benzer yerlere insanca yaşanabilecek konutlar yapılabilecek. Özellikle Sur'da bir taş üzerine taş konsa haberim olacak dedim. Tescilli Diyarbakır evleri, camiler, kiliseler, hanlar Diyarbakır'ın mimari dokusuna hiçbir zarar verilmeden restore edilecek. Diyarbakır Sur'u öyle inşa edeceğiz ki, aynen Toledo(İspanya) gibi mimari dokusuyla herkesin görmek istediği bir yer haline gelecek.”

Hey yüce Rabb'im, insanlara bazen nasıl da söyletiyorsun! Yetmiş küsur bin nüfuslu Toledo-Endülüs Emevilerinin verdiği isimle Tuleytula- İspanya'da özerk bir bölge olan Castilla-La Mancha bölgesinin başkenti! Her bir şeyi deruni ve kadim zamanlardan beri bilen Başbakan'ımızın herhalde bu “sakıncalı” durumu bilmemesi imkansızdır. Yani en azından biz “fani kulların” böyle düşünmesi gerekmektedir. Yoksa bu Sur için “özerklik” müjdesi midir?

Yani Sayın Başbakan'ımız, “meraklanmayın önce yıkılır ama sonra özerklik verilir” mi demek istemektedir? Bu durumda Sayın Başbakan'ımızın, “Türkiye'de özerklik adı altında devlet içinde devlet kurmaya çalışanlar var. Dünyayı başlarına yıkarız, bunun böyle bilinmesi lazım.” diyen Sayın Cumhurbaşkanı'nın yanına gider, huzuruna çıkarken salavat getirmesini tavsiye ederim.

Bütün bu girizgah elbette bir latifeden ibaret. Aslı şöyledir herhalde. Sur, Silopi ve dahi Cizre doğal felaketler sonucu yıkılmıştır. Gerçekleşen olayları aynen deprem, su baskını, hortum vs. türlerinden birer felaket olarak görmekte fayda vardır. Hatta hatta aşırı hayati faydalar vardır. Zinhar bütün bu süreçlerde on üç yıldır bu memleketi yöneten iktidarın en küçük bir sorumluluğu olduğunu ileri sürmek bir tür kafirliktir. Allah korusun! Şimdi mademki elde olmayan sebeplerle bu şehirler yıkılmıştır, o zaman “her şerde bir hayır vardır” deyip bütün bu şerdeki hayrı keşfetmenin sırası gelmiştir! Aslında maalesef henüz sırası gelmişe de benzememektedir. Bu satırlar yazılırken Sur'dan beş şehit haberi geldiğine göre henüz Toledo inşa etmeye uygun bir zemin varmış gibi görünmemektedir. Yani değerli ve fedakâr bazı müteahhitlerimizin biraz daha dişlerini sıkıp Toledo mimarisini mimarlarına inceleterek kaybettikleri zamanı telafi etmeleri gerekmektedir.

Peki neden Toledo? Yani özerklik nedeniyle olamayacağına göre neden Sayın ve pek bilgili Başbakan'ımızın herhangi bir başka şehri değil de değerli konuşmalarında Toledo'yu zikretmişlerdir? Bu sorunun çok basit bir cevabı olabilir. Başbakanımız herhalde Toledo'yu gezmiş görmüş ve pek ziyadesiyle beğenmiş olmalıdırlar. Geçtiğimiz on yıllar ve özellikle de son 12 yıl boyunca “kupon” arazilere duyulan aşırı sevgi nedeniyle de bizim güzide ülkemizde örnek alınacak hiçbir yer kalmadığından akıllarına İspanya seyahatleri gelmiş ve orada gördükleri bir “inci” benzeri Toledo'yu hatırlamış olmalıdırlar.

Hazırda üç tane de yıkılmış “bad-el harab ül Basra” misali yatan şehir cesedi varken bu derinlikli deneyim değerlendirilmek istenmiştir. Şimdi bundan sonra yapılacak iş mesela Cizre'yi Cenova, Silopi'yi Viyana yapmak olmalıdır. Yalnız bu restorasyonların küçük bir sakıncası olabilir, bu güzellikleri gören diğer şehirler, aynı doğal felaketlerin kendi başlarına gelmesi için “felaket duası”na çıkabilirler.

Ahmet Kurucan - Ecel emelin önünde

$
0
0

Sabah olsun şu konuyu kaleme alayım dedim ve yattım. Sabah Emine Eroğlu Hanım'ın “Var gücünüzle hakkı ayakta tutanlar olun” yazısını okuyunca önce vazgeçtim, çünkü aynı konuya temas etmişti. Sonra yazmaya karar verdim.

Hıristiyanlık dininin ayırt edici özelliği sevgi olarak bilinir bütün dünyada. Kendilerinin tanımları da bu istikamette. Hz. İsa'ya isnat edilen “Bir yanağına tokat atana diğer yanağını çevirme” metaforu bunu anlatıyor. Teoride yerini alan bu ilke pratik hayatta kendine yer bulmuş mudur; ayrı mesele ve bu yazının konusu değil.

Pekala, İslam'ın ayırt edici özelliği nedir? Hiç düşündünüz mü? Namaz, oruç, hac ve zekat mı? Yalan söylememe, gıybet etmeme, zinaya yaklaşmama, hırsızlık yapmama gibi ameller mi? Nedir gerçekten? Benim cevabım, İslam bir dindir. Her din gibi İslam dininin de temelinde iman ve amel/eylem vardır. İman, Allah'a, ahirete ve peygamberlere iman gibi birbirinden ayrılması imkansız üç ana unsuru bünyesinde barındırır. Namaz, oruç, hac gibi ibadetler sözünü ettiğimiz imanın hem gereği hem de destekleyicisidir. İbadetten kopuk bir iman, zamanla kendini yer bitirir. Kelam ve fıkıh kitaplarımızda yerini alan iman-ibadet münasebeti eksenindeki tartışmalar ve hükümleri bu bağlamda değerlendirmek lazım.

“Sakın zulmedenlere meyl etmeyin...”

Amele/eyleme gelince, bu da dinin ayrılmaz bir parçası, olmazsa olmazıdır. Yalan söylememe, zina etmeme, hırsızlık yapmama diye yukarıda örneklendirdiğimiz ve fıkhi tabirle muamelat kapsamı içine giren bütün ameller, aslında bir tek kavram altında toplanabilir; adalet. Buna adaletin istikamet üzere devam ettirilmesini de eklemek şart. Nedir adalet? Tersinden ifade edecek olursak, zulmetmemedir. Kime? Başta kendi nefsin olmak üzere etrafında bulunan canlı-cansız her türlü varlığa zulmetmeme.

Buraya kadar yazdıklarım yeni bir şey değil. İlahî; dinlerin ortak özelliğini anlatan ulemamızın anlattığı şeylerin özeti. Demişler ki onlar: “Tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet bütün İlahi dinlerin ortak paydalarıdır.” Dikkat ederseniz ilk üçü, kalbin ameli olan iman, dördüncüsü bedenin ameli olan fiilî; eylemler. Kur'an bunu Ahkaf Sûresi'nde bir tek ayet içinde özetler: “Şüphesiz: “Bizim Rabb'imiz Allah'tır” deyip sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Ahkaf,13)

Efendimiz'in (sas) hayatı bu bağlamda en büyük örnek bizler için. Kendi nefsi başta olmak üzere hiçbir şeye zulmetmeme ve her hak sahibine hakkını verme. Hadis, siyer, megazi kitaplarının her bir sayfası bunun örnekleri ile doludur. Emine Eroğlu'nun yazısı burada devreye giriyor ve o zulmü ile meşhur Abbasi halifesi Mansur'la İ.Malik'in bir muhaveresini anlatıyor.

İki örnek ile ben de bu kervana katılmak isterim. İlki yine Mansur ile alakalı. Bir gün Mansur Süfyan-ı Sevri'den kendisine nasihat etmesini ister. Cevap aynen şöyledir: “Ey Müminlerin Emiri! Sen bildiklerinle amel etmedin ki ben sana bilmediklerin hakkında nasihat edeyim.!” Beklemediği bu cevap karşısından şoke olan Mansur, Süfyan-i Sevri Hazretleri'ne “Neden bizim çevremizde dolaşmıyorsun?” der. Bu defa cevap sadece bir ayettir: “Allah buyuruyor ki: “Sakın zulmedenlere meyl etmeyin; yoksa ateş size de dokunur.”

İkinci örnek Emevi halifesi Harun Reşit'e Hanefi mezhebinin dev imamlarından İmam-ı Ebu Yusuf'un isteği üzerine hazırladığı meşhur Kitabu'l Harac'ına yazdığı direkt Müminlerin Emiri diyerek Harun Reşit'e ismen yapılan tavsiyelerin yer aldığı mukaddimeden. “Yarın Allah'ın huzuruna haddi aşanların yolundan giderek çıkma. Zira hesap gününün hakimi kulları sadece kendi amellerinden hesaba çeker, yoksa makamlarına göre çekmez. Allah seni uyarmıştır. Öyleyse dikkatli ol. Çünkü sen boş yere yaratılmadın, başıboş da bırakılmayacaksın. Şüphesiz ki Allah seni içinde bulunduğun durumdan ve yapıp ettiklerinden hesaba çekecektir. Ne cevap vereceğini düşün.

Hesap verebilmek

Bil ki şu dört şeyden sorguya çekilmeden kul yerinden kımıldamayacaktır: ilmiyle nasıl amel ettiğinden, ömrünü nerede tükettiğinden, malını nasıl kazanıp nerede harcadığından ve bedenini nasıl eskittiğinden.

Ey Müminlerin Emiri! Bu soruların cevaplarını hazırla. Zira bugün dünyada yapıp bıraktıkların yarın sana birer birer okunacaktır. Hal böyle olunca, şahitlerin huzurunda Allah ile senin aranda geçmiş olan işlerin maskesinin düşeceğini hatırla!

Ey Müminlerin Emiri! Ben sana Allah'ın senden korumanı istediği şeyleri korumanı, Allah'ın senin gözetimine verdiği şeyleri gözetmeni ve bu vazifeleri sadece Allah rızası için yapmanı tavsiye ederim. Eğer böyle yapmazsan aslında yürünmesi kolay olan yol sana zorlaşır; gözlerin etrafı görmez olur, alametler, işaretler ortadan kalkar, gerçekler kaybolur. O geniş yol sana daralır, orada bildiklerini tanımazsın fakat tanımadıklarını bilirsin.”

Daha devam ediyor nasihatler ve her bir cümle Harun Reşit'i can evinden vuracak netlikte ve sertlikte. Pekala devasa bir devletin hükümranına bu açıklıkta nasihat etme cesaretini nereden buluyordu İ.Ebu Yusuf ? Bu önemli sorunun cevabını İ. Ebu Yusuf'tan değil, Harun Reşit'ten alalım: “Allah Ömer b. Hattab'a rahmet etsin. O halkın yöneticilerine karşı açık görüşlülük ve nasihatle görevli olduğunu söyler ve ardından derdi ki: “Eğer nasihat etmezlerse onlarda hayır yoktur. Kabul etmezsek bizde hayır yoktur.”

Hasılı, tarihi inanç alanı haline getirmezsek gördüğümüz gerçek şu; erken dönemlerden bugüne “din-ü devlet” birlikteliği derken, din-devlet ya da din-siyaset ilişkilerini ne teorik ne de pratik planda sistemleştirememiş, kurumsallaştıramamışız. Çoğu zaman devlet, dini hegemonyası altına almış ve dinin özündeki ruh devletluların elinde eriyip gitmiş. Bugün İslam dünyasında var olan manzara bu zaviyeden bakınca yeni değil, sadece eskinin devamı.

Her neyse, ilmin namusunu ve sorumluluğunu bir kenara bırakıp kullanışlı insanlar olmanın bir manası yok. Mevcut karşısında susmak! İyi de çare değil ki ve nereye kadar? Ebu Yusuf'un dediği gibi: “Ecel emelin önünde. Ecele amelle koşmalı. Çünkü ecel geldikten sonra amel yok.”

Joost Lagendijk - Bülent Arınç için ödeşme zamanı yakında gelecek

$
0
0

Bülent Arınç, CNN Türk'te Taha Akyol'a röportajında AKP yönetimi açısından tüm yanlış düğmelere bastı.

İktidar yanlısı gazete ve sosyal medya hesapları da karalama kampanyası başlatmakta gecikmeyerek, kendisini hain ve siyasi mefta ilan ettiler. Görünüşe göre Arınç da bu linç kampanyasına hazırlıklıydı, zira kısa süre sonra kendisine saldıranlara mesaj veren 6 sayfalık bir beyanı içeren bir dizi ‘tweet' attı. Kritik bir cümlede, Arınç, AKP kontrolündeki siyasi yandaşlarını dikkatli olmaları konusunda uyarıyor: “Unutmamalısınız ki, yıkmaya çalıştığınız çınarın gölgesinde henüz güneş görmemiş birçok hakikat gölgeleniyor.” Yani: “Bu linç kampanyasına devam ederseniz, parti ve önceki AKP hükümetleri hakkındaki bazı iyi korunmuş sırları ifşa edebilirim.” Arınç'ın tweetleri AKP'nin iki eski ağır topu olan eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve eski Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından da ‘retweet' edildi. Her iki isim de, Erdoğan'ın parti içinde gücü ele geçirmesine ve 2011'den sonraki politikalarına muhalefetleriyle biliniyor.

AKP yönetimi ve partinin bazı eski büyük isimleri arasındaki bu kavga, içerideki kurucu nesil ile Erdoğan tarafından seçilen ve atanan mevcut yönetim arasındaki derin ayrılığın yalnızca bir diğer örneği. Geçmişte politikalar ve stratejilere dair aynı türden anlaşmazlıklara Erdoğan ile eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül arasında şahit olmuştuk. Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış'a yönelik iç disiplin süreci de 2001'de Erdoğan ile birlikte partiye başlamış olan çoğu kişinin beraber yarattıkları şeyin performansından artık son derece mutsuz olduğunun bir başka göstergesiydi.

AKP'nin içindeki bu çatlakla başa çıkmanın en kolay biçimi, parti içindeki bazı gruplara göre Gül'ü, Arınç'ı ve onlara karşı üstünlük sağlamış ve onları bertaraf etmiş olan adama karşı şahsi bir hınç besleyen eski siyasetçilerin tutundukları dal olan parti içindeki diğer muhaliflere yol vermek olacaktır. Yine aynı düşünceye göre AKP bu “eski kurtlardan” korkmamalı, zira bıçak kemiğe dayandığında gerçek bir savaş ortaya koyamıyorlar ve/veya buna gönülsüz oluyorlar. Öfkeli röportajlar veriyorlar, fakat çok sayıda söylentinin aksine, günün sonunda hiçbiri Erdoğan'ın parti içindeki pozisyonuna meydan okumaya ya da Türkiye'nin ezici çoğunluktaki muhafazakâr seçmenlerinin oyları için AKP ile rekabet edecek yeni bir parti kurmaya cüret edemedi.”

2015 genel seçimleri sırasında çoğu AKP kurucusunun ve onların destekçilerinin bilinen bu hoşnutsuzluğunun, muhalif oylara dönüşmediği, kesinlikle doğru. Mevcut muhalefet partileri, hoşnutsuz muhafazakârlara cazip gelmiyor ve görünüşe göre, alternatif bir parti kurmak da bir seçenek olamadı. Erdoğan'ın ekmeğine yağ süren bu açmazın yakın zamanda sona ermesini beklemiyorum. Bununla birlikte, Erdoğan ile partideki ve medyadaki yandaşları, Erdoğan'ın Yeni Türkiye planlarına dair bir diğer kritik oylamada, hoşnutsuz eski AKP liderlerinden gelen bir isyanla karşı karşıya kalabilirler. Erdoğan tarafından kenara itilmiş olan çoğu AKP kurucusunun halihazırdaki cumhurbaşkanının getirmeye çalıştığı tek adam iktidarının büyük hayranları olmadıklarından gayet eminim.

Bu anlamda, Gül ve Arınç gibi isimler, Erdoğan'ın başkanlık planlarına sürekli olarak karşı çıkmış olan yüzde 25 ila 30'luk seçmen kesimini temsil ediyor. Hatta bu seçmenlerin bazıları, partinin Erdoğan'ın zoruyla mevcut parlamenter sistemin değişimini temel talebi olarak belirlediği 7 Haziran 2015 seçiminde işi daha ileri götürdüler ve AKP'ye oy vermediler.

Arınç ve diğer önde gelen AKP üyeleri için başkanlık referandumu yaklaşırken ‘Parlamenter Demokrasi İçin Muhafazakarlar' adı altında organize olmaktan daha iyi bir ödeşme yolu ne olabilir? Birlikte, daha fazla ve daha yetkili otoriterliğe karşı birleşik bir muhalefet oluşturarak atılacak böyle bir adım Erdoğan'ın başkanlık hayallerinin sonu anlamına gelir. Bu, eski bir ağacın kesilmesi için ödenecek epey yüksek bir bedel, öyle değil mi?

Nurullah Öztürk - 'Ben kazanayım sen kaybet' anlayışı tüm dünyada iflas etti

$
0
0

Türkiye çıkmaz bir sokağa girdi ve kilitlendi. Bu süreçte ülkenin zor zamanlarda kendine özgü manevra ve çözüm kabiliyeti de sıfırlandı. Bu noktadan sonra gerçeklerin üzerine oturarak ipotek koymak muktedirler için bile sorun olmaya başladı.

Gelişmiş ülkelerin 2008 yılında patlak veren ekonomik krize buldukları çözümlerden biri de, bu sorunu çeşitlendirerek dünyanın tamamına yaymak oldu. Başta silah olmak üzere ellerinde birikmiş olan stokları bu sayede eritmeyi başardılar.

Gelişmiş ülkeler için kendi coğrafyalarının uzağında gerçekleşen savaşlar pazar olma özelliği dışında pek ehemmiyet taşımamaktadır. Hatta bu savaşların gizli sponsorları durumundalar.

İran yeni pazarlar arayan çok uluslu markaların imdadına tam zamanında yetişerek tüm Ortadoğu'da güç dengelerinin yeniden dizayn edilmesine zemin hazırlarken, kendi zeminini de güçlendirdi.

Dünya küresel ekonomik krizin nekahet döneminde iyileşme umudunu yükseltirken, savaşlar, açlık-yoksulluk, dinler arası diyalog eksikliği, farklılıklara karşı tahammülsüzlük, güç odaklanmaları, kültürler arası çatışma, etik değerler ve ahlaki yozlaşma, mülteciler ve göç sorunu gibi devasa sosyo-ekonomik sorunların çözümü konusunda mesafe alamadı. Petrolde Peak-oil noktasına ulaşılması ve fiyatların 15 yıl öncesindeki seviyeleri görmesi, su krizi, türlerin yok olması ve bio çeşitliliğin azalması, küresel iklim değişiklikleri ve ısınma, yeni biyolojik hastalıklar gibi herkesi ilgilendiren sorunlarla da baş edilmeli.

Kendi çıkarına odaklanmış (win-lose), adalet ve haktan yoksun (win-lose), tek taraflı, yıkıcı ve zalim (lose-lose) ben kazanayım sen kaybet paradigması tüm dünyada iflas etmiştir.

Gücü eline geçirenlerin iktidarlarını hakim ve sürekli kılmak için kargaşa ve kaos çıkartıp, insanları aşırı uçlarda kutuplaştırarak muhalif ve arada kalanları ezerek, iktidarı ve ülkeyi ayakta tutmaları mümkün değildir.

Dünyanın en komplike bölgesinde herkesin gözü üzerinde bir ülke olan Türkiye, sahip olduğu önemli değerler vasıtasıyla küresel dünyayı hem etkileyen aynı oranda da etkilenen bir ülke konumundadır.

Global sorunları her gün çeşitlenerek büyüyen, kendi iç sorunlarını da bunlara ilave eden Türkiye'nin, zaman geçtikçe ağırlaşan bu sorunları çözmesi düne göre daha da zorlaşmıştır.

Dünya ve Türkiye'nin içinde bulunduğu bu darboğazdan çıkabilmesi; adil, hoşgörülü, şeffaf, çok kültürlü, karşılıklı faydaya odaklanmış yeni bir paradigma ile mümkündür.

Türkiye'nin yeni bütüncül sürdürülebilir bir kalkınma modeli oluşturmasına, rekabet gücünün geliştirilmesi, bilgi ve inovasyon stratejilerinin belirlenmesi, yeni bir siyasi mimari oluşturulması, küresel alanda imaj ve algısının düzeltilmesine, bütün bunları sağlayabilmek için de demokratik laik hukuk sisteminin yeniden inşasına, katılımın yaygınlaştırılması ve demokratik sistemin güçlendirilmesine ihtiyaç vardır.

Bir ülkenin rekabet gücü ve ekonomik başarısı yaşam standartlarının verimliliği, demokrasi ve eğitim sisteminin kalitesi ile mümkündür.

AB ve ABD ise gelişmek isteyen ülkelerde güçlü bir demokrasiyi değil kendilerinin güdebilecekleri ve yuları ellerinde olan, emri altındaki otoriter rejimleri tercih eder ve destekler.

Türkiye otoriter çözümlerin oldubittisi, ali cengiz, Hacivat-Karagöz ve algı oyunlarıyla topyekûn bir halüsinasyonla oyalanırken, ülke kaynaklarının tapusunun haksız ve hukuksuzca belli bir kesimin üstüne yapılmasından ne haberdar oldu ne de karşı durabildi.

Bir ülkede olup biteni anlamanın yolu cebinin ve canının yanması olmamalı.

Bir ülkenin bütün ekonomik ve sosyal parametreleri negatife dönmüşse herkes dilsiz birer şeytana dönüşse dahi; o ülkede herkes için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir.

Susmak ve görmezden gelmek sizi tarafsız ve itibar sahibi yapmaz, sadece insan olarak görünmez yapar.

Hilmi Yavuz - 'Feminizm' ve Oryantalizm Konusunda 'Öncü' Bir Osmanlı Kadını: Fatma Aliye Hanım ve 'Tezâhür-i Hakîkat'i

$
0
0

Tanzimat'ın Namık Kemal'le birlikte ilk ‘sahih' entelektüeli Ahmed Cevdet Paşa'nın kızı Fatma Aliye, tıpkı babası gibi, öncü bir kimliktir. Öncüdür, evet, çünkü kadın hakları bağlamında olduğu gibi, Oryantalizm konusunda da, zihnî; bir uyanışı temsil etmektedir.

Kadın hakları, kadının özgürleşmesi meselesi ile ilişkilidir.

Prof. Dr. Şerif Mardin, ‘Tanzimattan Sonra Aşırı Batılılaşma' adlı makalesinde, Osmanlı yazarlarının o döneme ilişkin olarak ‘en çok iki konu üzerinde durdu[klarını]' bildirir: ‘Kadının toplumdaki yeri ve üst sınıf erkeklerin Batılılaşması'. Mardin, üst sınıf Osmanlı kadınının zamanla özgürleşti[ğini]' belirterek şöyle der: ‘Kadın haklarının bir Osmanlı kadını tarafından ilk kez savunulması 1891 yıllarına kadar uzanır: Fatma Aliye'nin Nisvân-ı İslâm'ı.' Mübeccel Kızıltan da, Türklük Bilgisi Araştırmaları Fahir İz Armağanı'nda yayımlanan makalesinin başlığı, ‘Öncü Bir Kadın Yazar Fatma Aliye Hanım'dır.

‘Öncü', evet, ama ‘Nisvân-ı İslâm'da yani ‘İslam Kadınları'nda, Fatma Aliye Hanım, Feminizmi mi savunuyordu; - ya da, bir ‘öncü' feminist mi idi? Onun, kadın haklarını İslamî; referanslarla savunduğu için, feminist sayılıp sayılamayacağı, en azından tartışmalıdır. Fakat, Oryantalizm karşıtlığı? Bu bağlamda da ‘öncü' bir Fatma Aliye kimliğinden söz edebilir miyiz?

Fatma Aliye Hanım'ın, ‘Nisvân-ı İslâm' ölçüsünde tanınmış olmasa da, çok önemli bir başka kitabında, ‘Tezâhür-i Hakî;kat'ta, 19. yüzyılda Batı'da iyice yoğunlaşan İslam aleyhtarlığına karşı ilk başkaldıranlardan biri olduğunu görüyoruz. Gerçekten de Baron Carra de Vaux gibi İslam'ı bir vahiy dini olarak kabul etmeyenlere; ya da J.W Draper gibi, Renan'la birlikte İslam'ın bilimle ve medeniyetle bağdaşmayacağını öne sürenlere; Louis Bertrand gibi İslam aleyhtarı ‘hastalıklı fikirler'e sahip olanlara karşılık Carlyle gibi, Hyacinthe Loison gibi İslam'a ve onun sevgili peygamberine saygıda kusur etmeyenler de vardır. Fatma Aliye, Carlyle'ın Hz. Peygamber'i [s.a.s] neredeyse O'na ‘âşık' olacak kertede sevdiğini, dolayısıyla kendisine ‘müslüman bile dedirtebil[ecek]' bir konumda bulunduğunu bildiriyor.

Fatma Aliye Hanım'ın Batı'nın oryantalizmi konusundaki zihnî; uyanıklığının, bana göre en önemli kanıtlarından biri, J. W. Draper'in The Conflict Between Religion and Science kitabından, ona bir muhteşem reddiye yazmış olan Ahmed Midhat Efendi'yi haberdar etmiş olmasıdır.

Fatma Aliye Hanım, kadın hakları ve Feminizm konusunda Nisvân-ı İslâm'daki tefekkür hassasiyetini, Tezâhür-i Hakî;kat'ta oryantalizm konusunda kimilerine [Carlyle, Hyacinthe Loison, vd.] hak vererek kimilerine de [Baron Carra de Waux, J.W. Draper, Louis Bertrand, vd.,] İslam ve özellikle de Tefsir alanındaki cehaletlerini göstererek ortaya koyuyor.

‘Tezâhür-i Hakî;kat'i ‘sadeleştiren ve yayına hazırlayan Doç. Dr. Ali Utku ve Prof. Dr. Mukadder Erkan'a, Türk tefekkür hayatı adına şükran borçlu olduğumuz gibi, ‘Fatma Aliye Hanım'ın vefatının 80. yılında ilk kez yayımlanan [bu] yazma eserle birlikte, ‘Fatma Aliye Hanım'ın Tezâhür-i Hakikât'i: Bir İslâm-Osmanlı Kadın yazarının Oryantalizme Karşı Vazife-i Müdafaası' başlıklı ‘Sunuş' yazıları ile Oryantalizm tarihi okumalarına yaptıkları çok değerli, ayrıntılı ve derinlikli katkıları da burada anmak isterim.

Çizgi Yayınları'nın [Konya], Osmanlı Felsefe Çalışmaları'na her zamanki teşekkürüm ise, bâkidir.

Ali Bulaç - Şiiler ve Hariciler

$
0
0

İbn Haldun'un tezinden hareket edecek olursak, bugünkü olaylar dünkülerle mahiyetçe aynıdır.

Bu perspektiften baktığımızda olayların tam ortasına gelip yerleşmiş bulunan mezhep çatışmalarının ilk nüvesini hayli eski bir geçmişte arayabiliriz. İslam tarihinin başlangıç devresinde iki ana fırkanın, yani Haricilerle Şiilerin karşı karşıya gelmeleri ile bugün Şiilerle Vehhabi-Selefi grupların karşı karşıya gelmeleri benzer özellikler arzeder. Bugün çatışanlar başlangıçta aynı davanın savunucuları, aynı liderin, Hz. Ali'nin taraftarlarıdır. Ancak bu analojide bazı boşluklar yok değil. Söz gelimi mezhep tarihçileri genel olarak Haricileri belli bir usulü olan “mezhep”ten çok, bir “fırka” kabul etmişlerdir. İlk teşekkülü itibarıyla aynı şeyi Şiilik için de düşünebiliriz ama zaman içinde Şiiliğin oturmuş usulü, kaynakları ve muazzam literatürü ile bir mezhep olarak teşekkül etmiş, varlığını ve etkinliğini bugüne kadar devam ettirebilmiştir.

İlk Şii gruplarla Haricilerin toplumsal kökleri aynıdır. İki fırka içinde yer alanlar, kadim kabile düzenini, eşitsiz ve adaletsiz cahiliye hiyerarşisini diriltmeye, üstelik bunu “dini form”la meşrulaştırmaya çalışan Beni Ümeyye'ye karşı çıkmışlardı, yani rakipleri de aynıydı. Bugünkü kavramlarla ifade etmek caizse, her iki grup da yeni teşekkül etmekte olan bürokratik-mali merkeze, Emevi kabile oligarşisine göre “çevre” konumdadırlar. Hz. Osman'ın ilk altı yılına kadar merkez herkesin eşitlendiği Hz. Peygamber'in tatbikatına göre şekillenirken, yeni merkez kabile asabiyetine göre askeri, mali ve bürokratik oligarşi olarak şekillenmeye başlamaktadır. Sonradan İslam'a giren Araplar, şehirlere gelip yerleşen bedeviler ve Arap olmayan Müslümanlar sistemli bir biçimde kenara itilmektedir. İşte Hz. Ali'nin yeni bürokratik oligarşiye karşı çıkarken, merkez-kaç güçlerin onun etrafında toplanması tesadüfi değildir. Onun ilk taraftarları tek bir bloktur, sonraları Şii ve Harici olarak ayrışacaklardır.

Dahası bu aşamada henüz Fars veya Türk unsuru sahneye çıkmış değildir; Beni Ümeyye karşıtlığında ortak noktada toplanıp kimileri Hz. Ali'nin tarafında, kimileri tahkimden dolayı ona muhalefet eden tarafta yer alanlar da Arap'tır. Bu anlatılanlar menşe'leri itibariyle Haricilikle Şiiliğin aynı sosyo-politik reflekslere, muhalefetlerinin aynı ideal politiğe dayandığını göstermektedir. İlk liderleri de aynıdır: Hz. Ali! Bu açıdan Şia ile Hariciler arasındaki ayrışma ideal politiğin reel politik zeminde ayrışmasına çarpıcı örnek teşkil eder. Bu olgu bugün için de söz konusudur.

Sonraları “harici” sıfatını alacak grubun Hz. Ali'den kopmasının asıl sebebi bütün umutları Muaviye'nin ve onunla gelen kabileci eski yönetim heveslilerinin yok olacağı beklentisi ve umudunun “tahkim”le neredeyse tamamen yok olmasıdır. “Tahkim”e karşı zıt tutumda son derece ilginç psikolojik bir fenomen yatmaktadır. Tahkime umut tahkimle ye'se dönüşmüştür. Şiilerle Hariciler arasındaki temel çelişki bu noktada toplanır.

Bu öylesine bir paradoks ki Hz. Ali ve Haricilerin tahkime ilişkin ilk ve sonraki tutumları çaprazın uçlarını teşkil eder. Başlangıçta Hz. Ali, Muaviye'nin önerisinin bir aldatma olduğunu söyleyip tahkime karşı çıkarken, Hariciler “Kur'an'dan başka hakem olabilir mi”, diye tahkimi savunuyor. Bu aşamada bütün umutları Kur'an'ın hakemliğinde toplanmıştır. Fakat Muaviye ve Amr bin As'ın sahiden tahkimi siyasetin bir aracı olarak kullanıp kesin askeri bir yenilgiyi bu sayede atlattıkları anlaşılınca, bu sefer Hariciler, umut bağladıkları nesnenin onların umutlarını tamamen yok ettiğine karar verip tahkimi kabul etti diye liderleri Hz. Ali'ye baş kaldırıyorlar. Başkaldırı ye'sin isyanıdır. Ye's halinin iki sonucu olur: Biri ruhî; çöküntüye yol açar, diğeri imhacı bir şiddete dönüşür. Haricilerde ikincisi ortaya çıktı.

İlk Harici fırkadan modern zamanların Vehhabiliğine ve Neo Seleficiliğe ve ilk Ehl-i Beyt davasından bugünkü Şiiliğe gelinceye kadar uğramamız gereken bir dizi menzil var. Tarihi menzilleri ve bugünü anlamak için başlangıç noktası her zaman önemlidir.

Melih Arat - Starbucks Nesli

$
0
0

Starbucks'ın Türk pazarına girmesiyle birlikte Türkiye'de gençlerin sosyal yaşamının değiştiğini söyleyebilirim.

Gençler artık kahveye takılıyor, ama üç beş sekiz atılmayan, okey oynanmayan bir kahveye. Starbucks'ın Türkiye'ye girmesi sayısız yabancı ve yerli kafe açılmasına fırsat verdi. Cafe Nero, Kahve Dünyası ve birçoğu da İzmir menşeli kafeler Türkiye'nin dört bir tarafında gençlerin buluşma noktası oldu. Bu kafeler temelde kahve içme amacıyla değil, sosyalleşme ve sohbet etme amacıyla kullanılıyor. Yeni nesil, çaydan hızlıca kahveye geçiş yaptı. Bu yazıyı yazmadan bir önceki gün gittiğim bir Starbucks'ta bir baba ve on sekiz yaşlarındaki kızı bir masada oturuyordu. Baba cam bardağında çayını yudumlarken kızı karton bardakta kahvesini içiyordu. Kafeler bazen de çalışma, nadiren kitap okuma ve biraz da gazete okumak için kullanılıyor, elbette bazen yazmak için de. Herhalde Batı dünyasında son on yılda yayımlanan kitapların en az üçte birinin önsözünde “Bu kitap Starbucks'da yazılmıştır.” ifadesi var. Başta Starbucks olmak üzere birçok kafe zinciri, kafenin bir tür ofise veya etüt alanına dönüştüğünü fark etmiş olacak ki, hem telefonların hem de bilgisayarların elektrik alabilmesi için her yere priz koymuşlar.

Yazının başlığı Starbucks Nesli. Elbette bu kahvelerin içinde temelde iki grup insan var: Genç müşteriler ve genç hizmet edenler. Yazımın ilk paragrafında, genç müşterilerin bu kahve kurumunu nasıl değerlendirdiğine değindim. İkinci grup bence daha önemli. Genç barıştalar, Türkiye'nin geleceğinin liderleri. Starbucks ya da benzeri bir kahvede en az 1 yıl çalışmış, 30'lu yaşlarına gelmiş, danışmanlık yaptığım şirketlerden birine iş başvurusu yapan bir genç olursa onu işe alma konusunda istekli olacağım. Neden mi? Çünkü hangi kahve zinciri olursa olsun, burada çalışan gençler bir iş disiplinine sahip. Dakik bir şekilde işyerinde olmayı öğreniyorlar. Belirli bir prosedürle çalışmasını, belirli kurallarla kahve ve temizlik yapmayı biliyorlar. Her kafede bir takım var ve takım çalışmasında tecrübe kazanıyorlar. Sürekli müşterilerle muhataplar ve çok müşteriyle sağlıklı iletişim kurmaları gerekiyor. Müşterilerini memnun edemezlerse kendileri de mutsuz oluyor ve müşteri odaklı olmayı öğreniyorlar. En önemli özellikleri de bu kafe işleri beş dakika boş durmaya gelmiyor ve insanı çok çalışkan yapıyor.

Dolayısıyla Starbucks'ın müşteri nesli, sohbet, okuma, yazma gibi zihinsel konularda gelişirken, Starbucks'ın hizmet eden nesli süper profesyonellere dönüşüyor.

Öğrencilik yıllarımda olsaydım, hiç düşünmez hemen bir kafede çalışmak için iş başvurusu yapardım.


Ahmet Selim - Kader de var sorumluluk da (3)

$
0
0

Her şey denge ve ahenk içindedir, mihverindedir, özellikleriyle mütenasip yerdedir, ölçüye tabidir… Lakin kader bununla tarif edilemez; bu ancak kaderin bir şubesi olabilir. Kaderi oraya inhisar ettirdiğiniz zaman, bir çeşit İslâm maddeciliğine (!) (pozitivizmine) varırsınız. Deizm'e ve onun determinizmine kayarsınız.

Bazılarının arzusu şöyle: Çok öğrenirsek, çok çalışırsak güçlü oluruz, üstün oluruz. Her zaman böyle olmayabilir efendim! Nice alim ve çalışkan insanlar fakr u zaruret içinde yaşamışlardır… İçtimaî; planda da öyledir. Batı medeniyetini, siz, ilmin ve çalışkanlığın faziletiyle özdeş mi mütalaa ediyorsunuz? Maddeten üstün olana, hemen “faziletçe de üstündür” rütbesini mi vereceğiz? O zaman düşünce bile abesleşir! Batı medeniyeti, sömürü vampirliğiyle dünyaya hakim oldu… Medeniyetler böyle tahlil edilmez. Dünyevî; hayat, ferdî;-içtimaî;, hiçbir planda böyle açıklanamaz. Çalarak, gasp ederek, sömürerek, zulmederek de zengin olunabilir. Hatta onlara mehil de verilir. O zenginliğin içi de, sonu da ateştir. Zengin olmak, maddî; güç kazandırsa bile, mutluluk getirmez. Batı medeniyetinin insanı mutlu mudur?

Dünyadan nasibimizi de unutamayacağız elbette. Fiilen terk yoktur, hükmen (manen-kalben) terk vardır. Mükevvenât bize musahhar kılınmıştır; yaratılanlar bizim faydalanmamız içindir. Ama bazen, acıları seçmek gerekebilir. Ben batı medeniyetinin yaptığını yapamam. Binamı (dünya görüşümü ve hayatımı) uçurumun kenarına değil, rıza temeline dayandırmaya mecburum. Aksi halde; zenginliğim ve üstünlüğüm bana bir ateşten gömlek olur; daha dünyada iken olur… Bu gerçekleri bilinen sosyolojinin kanunları yazmaz. Henüz öyle bir sosyolojiyi bizler kuramadık.

“Biz kaderciliğe saplandık. Zilleti, meskeneti teseyyübü seçtik”… Bu kadar ucuz hüküm olmaz. Sabrın varsa; “Batı neden ileri gitti, biz neden geri kaldık?” konusunu anlatayım. Ama onu anlatmaya başladığımda hemen “ağır geliyor” deyip kaçıyorsun. Ağır elbette. Hikâye ve yârenlik üslubuyla medeniyet tarihi anlatılmaz.

… Hepsi Allah'ın kaderi! Ama sorumluluğumuz var. Kur'an-ı Kerim, (hadis-i şerifler) kaderi anlatıyor. Sorumluluğumuzu da anlatıyor. “İradesizlik” itirazlarına cevap veriyor. “Hilkat farklılığı” itirazlarına cevap veriyor. Tefekkürü emrediyor.

Bu dünya, “kader nizamı” içinde “iradî; tekâmül ve imtihan” dünyasıdır. Duygusallığımız, gönül zenginliğimiz, dualarımız en büyük hazinemizdir. Ama öncesinde, kendi gönlümüze; kendi aklımızla, irademizle, sorumluluk şuurumuzla yardımcı olmalıyız. Duygusallığımız mahrum, mahkûm, mazlum, mahsur kalmamalı, kalırsa, saflığını da kaybedebilir, çeşitli tahripkâr dönüşümlere de sebebiyet verebilir. Yaşama gücünün zayıflaması, yeislere düşülmesi, ters tepkilerle başka sığınaklara gidilmesi, yozlaşmalardan medet umulması ve söylemek istemediğim daha bir sürü ihtimal söz konusu olabilir.

Gönlümüzü aklımızla birleştirmeyi başarırsak, o yolda olursak, o şuura sahip bulunursak; değil tabiî; meseleler, en sarp engeller bile, bazılarının tesadüf zannettiği güzellikler içinde aşılabilir. Bizim tesadüf zannettiğimiz birçok şey, aslında kaderin tecellilerindendir.

Cebriyye'yi de kaderiyye'de biliyoruz. Fakat çağdaş yorum adına “Allah bizim gelecekteki kararlarımızla davranışlarımızla ilgili olan gaybı bilmez.” anlamında yorumlar yapıyorlar. Bu gaflet, “zaman”ı da yaratanın Cenab-ı Hak olduğunu dikkate almama ihmalinden doğuyor ve çocukça bir yanılgıya dönüşüyor. Kur'an'la sabittir ki Allah, bırakın eylem ve işlerimizi, zihnimizde ve gönlümüzde olanları bile bilir. Zaman ve mekan bizi sınırlar, O'nu değil.

Mümtaz'er Türköne - Arınç Saray'ı, Sur'daki tünellere sokuyor

$
0
0

Bülent Arınç'ın Saray'a yönelik salvolarını, hâlâ kişisel bir çekişme olarak yorumlayanlar, ayrıntılara ve doğrudan söylenen sözlere odaklanmalı.

Sözler açık, bağlantılar açık, hatta stratejiler bile çok açık bir şekilde formüle bağlanıyor. Bırakın kılıçların kınından çekilmesini, mermi namludan çıkmış vaziyette. Ne için? Bir iktidar bloku çöküyor, yerini yeni bir iktidar koalisyonu alıyor. Taktik çıkışlar, gevezelikler değil, iki farklı güç arasında iktidar mücadelesine noktayı koyacak yüksek strateji devrede.

Arınç Saray iktidarını, Sur ve Cizre'de PKK'nın açtığı hendeklere ve tünellere gömecek savaşı başlattı. Gömebilir mi? Devletin ve yüksek bürokrasinin de içinde yer aldığı Saray'a alternatif geniş bir koalisyonun “sözcüsü” olduğunu dikkate alırsanız, “evet, gömebilir”. Çelik'in, Başbakanlık başdanışmanlığından ayrılır ayrılmaz sıraladığı Çözüm Süreci'ne yönelik radikal eleştirileri, Arınç'ın çıkışının öncesine yerleştirirseniz, dışlanmış iki silah arkadaşı arasında uyumdan öte, kapsamlı bir stratejinin devreye sokulduğunu görebilirsiniz. Savaş alanı olarak “Dolmabahçe mutabakatı” üzerindeki yoğunlaşmayı, mutlaka PKK'nın Bahar'la birlikte 35 civarında şehir merkezine yayacağı “Devrimci Halk Savaşı” ile irtibatlamanız gerekecek. Devlet Güneydoğu'da köşeye sıkışmış vaziyette. Sorumlusu “Dolmabahçe Mutabakatı”nda kendini ele veren Saray iktidarı. Türkiye'nin bu badireden en az zararla çıkabilmesi için, idam cezasının geri gelmesi, Dolmabahçe'de noktalanan Çözüm Süreci'nin sahiplerinin ipe dizilmesi lâzım. Sakın yanlış anlamayın, bir öneride bulunmuyorum, devlet aklının bu tür badirelerden çıkış yöntemini hatırlatıyorum.

Dolmabahçe Mutabakatı, Erdoğan'ın ve çevresindeki Çözüm Ekibi'nin, PKK tarafından -argo tabirle- tufaya düşürülmesi idi. “Silah bırakılacak ve kamu düzeni ihlal edilmeyecek” vaadi yüzünden 10 maddelik Öcalan'ın propaganda metni resmiyet kazandı. Erdoğan'ın gözettiği asıl hedef ise 7 Haziran seçimlerinin sükûnetle atlatılması ve başkanlık sisteminin önünün açılmasıydı. PKK için bu mutabakatın taktik bir hamle olduğu, 12 saat sonra Demirtaş'ın değişen tavrıyla ortaya çıktı. Erdoğan'ın bu mutabakatı reddetmesi için, Demirtaş'ın “seni başkan yaptırmayacağız” sloganını devreye sokması ve tam üç haftanın geçmesi gerekti. Saray sözcülerinin “30 yıllık Kürt isyanı sona erdi” alkışlarının “aldatıldık” feryadına dönüşmesi de bu üç haftanın sonunda gerçekleşti. Davutoğlu da Arınç da bu teşebbüse karşı çıkmıştı.

Arınç ile Erdoğan arasında “Dolmabahçe Mutabakatı” ekseninde yoğunlaşan polemiğin ayrıntıları çok önemli. Arınç'ın, “Her aşamadan Cumhurbaşkanı'nın haberi vardı.” sözünü, “yalan” değil de “dürüstlüğe aykırı” diye Erdoğan'ın reddetmesi, bu konunun gizli kalması için verilen sözlere göndermede bulunuyor. Ayrıca Erdoğan “benim bilgim haricinde yapıldı” demiyor; tersine “Benzer toplantılar daha önce de Sadullah Ergin ve Beşir Atalay ile Ankara'da yapıldı.” diyor ve karşı çıktığı şeyin toplantının yapılması değil -Yalçın Akdoğan, Efkan Âlâ ve Mahir Ünal için- “Onlarla aynı fotoğraf karesinde olmanız doğru olmaz.” dediğini hatırlatıyor. Kısaca gizli saklı bir ayrıntı yok. Cumhurbaşkanı sadece Anadolu Ajansı muhabirinin salona alınıp, Atatürk tablosu önünde Yalçın Akdoğan ile Sırrı Süreyya Önder'in çektirdiği fotoğrafa itiraz ediyor.

İki kere ikinin dört ettiği gibi, Dolmabahçe'de yapılan toplantının öncesinin ve sonrasının sonucu, bugün koskoca devletin Sur ve Cizre'de kazılan hendeklere yuvarlanması, ardı arkası kesilmeyen şehit haberleri. Devlet aklının bu durumlarda bulduğu çözüm standart: O hendekleri hatası olanlarla doldurup kapatmak. Tersine bugün iç güvenlik yönetimi hâlâ Dolmabahçe ekibinin elinde ise sözü geçen birinin, taşları yerinden oynatacak şekilde konuşmaya başlaması gerekiyor. Bülent Arınç işte bunu yapıyor. Saray iktidarını Sur'daki, Cizre'deki tünellerin içine sokup, üzerine duvar örüyor.

Şahin Alpay - ABD faşist olur mu?

$
0
0

Barış Araştırmaları'nın Norveçli kurucusu Johan Galtung, “The Fall of the US Empire – And Then What? / ABD İmparatorluğu'nun Çöküşü – Ya Sonrası?” (Transcend, 2009) başlıklı kitabında, Roma İmparatorluğu nasıl dağılıp çöktüyse, ABD İmparatorluğu'nun (ya da dünya üzerindeki ABD / Batı hegemonyasının) da en geç 2025 yılına kadar dağılıp çökeceği fikrini ileri sürdü.

Sovyetler Birliği'nin (dilerseniz, Sovyet İmparatorluğu'nun) dağılıp çökeceğini öngörebilen ender sosyal bilimcilerden biri olan Galtung'un ABD / Batı emperyalizminin çökmesinden sonra ne olabileceğine dair öngörüleri iki seçenekli: Dünya ya tümüyle bölgelere ayrılacak ya da küreselleşme tamamlanacak. ABD'de ya faşizm hakim olacak ya da demokrasi güçlenecek. Galtung'a göre, ABD'yi faşizme götürecek unsurların başlıcaları şunlar: Dünyaya iyiliği hakim kılmak üzere seçilmiş millet olma iddiası; mahşere (iyilerle kötüler arasında nihai savaşa) inanç; kötülükle savaşı yöneten güçlü devlet fikri; yurttaşları peşinden sürükleyen güçlü lider anlayışı ve seçilmiş millet olduğunun kanıtı olarak daima kazanma arayışı. ABD'yi demokrasi kalesi kılacak erdemlerin başlıcaları ise, yaratıcılık, işbirliği ruhu, eşitlikçi kültür, çalışkanlık ve cömertlik.

Cumhuriyetçi Parti'nin başkan adaylarını, özel olarak da Donald Trump'ın beyan ve davranışlarını izlerken, kaçınılmaz olarak Galtung'un öngörülerini anımsıyorum. Belki Galtung'un ABD'nin faşizme yönelebileceğini düşündüren hususlardan biri, George W. Bush'un yönettiği ABD'nin temsil ettiği zihniyet ve izlediği politikalardı. Eğer öyleyse, Donald Trump'ın temsil ettiği zihniyet ve seçilirse izlemeyi önerdiği politikaların ABD'yi hızla faşizme götüreceğini söylemek yanlış olmaz. Her ne kadar “The Nature of Fascism / Faşizmin Doğası” adlı kitabın yazarı Roger Griffin, Trump için “Tam anlamıyla bir yabancı düşmanı, ırkçı ve erkek şovenist piç olsanız da, bu faşist olmanıza yetmez…” diyorsa da.

On bir milyon Meksikalı göçmeni ABD'den sürmek; ABD – Meksika sınırına duvar örmek; ABD'deki bütün camileri kapatıp, Müslümanları fişlemek; Müslümanların ABD'ye girişini yasaklamak Trump'ın vaadlerinden sadece en çarpıcı olanları. Başkan adaylığı için Trump'ın rakiplerinden (yarı - hispanik kökenli) Ted Cruz ve (Afro - Amerikalı) Ben Carson'un söylemleri de Trump'tan sadece biraz daha az ırkçılık kokuyor.

Trump, Cumhuriyetçi Parti'nin başkan adaylığını kazanabilir veya kazanamaz... Ne var ki güçlü bir aday adayı olarak ortaya çıkışı bile zihinlerde Galtung'un sözünü ettiği, ABD yarın faşist bir yönetim altına girebilir mi, sorusunu uyandırıyor. Hitler'in siyasi kariyerini Yahudilere karşı düşmanlıkla, anti-semitizmle başlattığını hatırlatıyor. Trump'ın da Müslümanlara düşmanlıkla, İslamofobi'yle yola çıkma hevesi açıkça görülüyor. ABD ve dünya için yegane teselli Trump'ın Cumhuriyetçi Parti'nin başkan adaylığını kazansa bile bu yıl sonunda yapılacak başkanlık seçimini kazanmasının uzak bir olasılık olması. Peki, neden yarın, başka bir Trump çıkıp başkan seçilmeyi başarmasın?

Batı'da faşizme doğru gidiş kuşkuları, ne yazık ki, ABD ile sınırlı değil. Trump benzeri yabancı düşmanı - ırkçı popülist partiler Polonya ve Macaristan'da tek başına iktidarda; İsviçre ve Finlandiya'da koalisyon ortağı; kamuoyu yoklamalarına göre Fransa ve Hollanda'da en yüksek, İsveç'te de bugüne kadar görülmemiş ölçüde yüksek oy oranına sahip. Bu ülkelerin (İsviçre hariç) hepsi “demokrasinin kalesi” olma iddiasındaki AB'ye üye. Evet, Polonya ve Macaristan'ın komünist otokrasiden ancak 1990'ların başında, görece yeni kurtuldukları söylenebilir. Peki ya diğerleri?

Batı demokrasilerinde demokratik idealleri tehdit eden bütün bu gelişmelerden çıkarılacak ders nedir? Özgürlük ve eşitlik için mücadelenin bugün her yerde, her zamandan daha güncel ve acil olduğu.

M.Nedim Hazar - Olağan

$
0
0

Türkiye, ağzı sıkı sıkıya kapalı bir düdüklü tencere misali her geçen gün daha da içten içe büyüyen bir basınç altında. Toplumsal baskı, harlı bir alev misali alevi sürekli halde büyüyüp devam ederek artırıyor kolektif stresi. Hal böyle olunca normal zamanlarda hayret edilecek şeyler, adiyattan sayılıyor ve olağanlaşıyor.

Ölüm gibi…

Hem doğudan hem batıdan her gün şehit ve sivil ölüm haberleri geliyor. Acı olan, cinnet hallerine has bir olağanlıkla karşılar olmamız artık.

Göçmen çocukların sahile vurmuş cansız bedenleri olağan karşılanıyor artık.

Bayrak sarılı şehit tabutları da öyle.

Ne yazık ki öyle…

Şiddet olağan, terör olağan, kan ve ölüm haberi olağan bu ülkede artık.

Vicdan, iz'an, erdem tedavülden kalktı kalkıyor.

Bunların yerine bambaşka kavramlar geldi yerleşti. Misal, nefret olağan bir his artık. Üstelik gizlenmeye bile ihtiyaç duyulmadan alenen ilan ediliyor. Bir politika, hayat şekli olarak kendine alan buluyor nefret. Düşmanlık da öyle. Öylesine hızlı ve değişken bir hain listesi oluşturuluyor ki, neredeyse herkes her an hain ilan edilip linçten payına düşeni alabilir bu yeni olağan Türkiye'de.

Her gün yaşanan örneklerden bir tanesi: Bir kız öğrenci yurdundaki yaşam şartlarının iyileştirilmesi için öğrenciler protesto ediyorlar. Yaptıkları şey, çatal kaşıkla masaya vurmak. Bakımsızlık, pislik, gibi konuları protesto etmek yurt yönetimi tarafından “isyan” olarak algılanıyor ve öğrenciler atılıyor yurttan. Anlayış tedavülden kalkınca, günün efektif kuru, hain ve düşman oluyor zira.

Şiddet, nefret, ölüm, terör, hainlik, düşmanlık, isyan başta devlet olmak üzere gündelik olağan bir dile dönüşüyor bu zamanlarda.

Bir korku ve nefret endüstrisi var adeta.

Bitmek bilmeyen bir iştahla her gün hain, düşman üretiliyor. Varlık ve gelecek bu nefret üzerine inşa ediliyor. İş bu sebeple, algı operasyonları olağanlaştırılmış durumda. Linç kampanyalarının periyodu artık gün aşırı bir sıklığa bağlandı. Yalan ve iftira olağan bir mücadele yöntemi sayılıyor artık.

Fişleme olağan, adam kayırma olağan, adamını bulma olağan…

Önceki gün bir ahbabım anlattı. Gassallık için bile “keşke tanıdık birilerini bulsanız” filan deniyormuş. Ölü yıkayıcısını bile liyakat değil torpille istihdam eden bir memleketin genel manzarasının börtü böcek ağırlıklı olması beklenemez bittabii.

Hukuk ve adaletten bahsetmeye kalksak köşe yetmez sanırım.

Geçtiğimiz gün medyada yer alan haberden görüyoruz ki, artık resmi memur alımlarında bile enteresan bir olağanlıklar zinciri başlamış durumda. Misal, adliye mülakatında “kirpinin kaç dikeni var?” gibi sorular soruluyor bu olağan sistemde. Yazılı imtihanda notunuz ne kadar yüksek olursa olsun çok bir kıymet-i harbiyesi de yok elbette!

Şakir Şeker, vaktiyle adalet bakanlığı yapmış deneyimli bir hukukçu. Şöyle diyor; “İddialı bir şekilde söylüyorum. Hiçbir hâkim veya savcı çıkıp bana ‘biz vicdani kararımızı verebiliyoruz' deme şansına sahip değildir. Kesinlikle değil. Bunu inkâr etmenin bir anlamı yok.”

Gazı sonuna kadar açılmış, alev alev yanan bir ocağın üzerindeki düdüklü tencere misali her geçen gün artan bir basınçla patladı patlayacak bir hali var memleketin. Bizzat Cumhurbaşkanı “ülke kan gölüne döndü” diye açıklama yapıyor. Ve cinnet halinin tuhaflıklarını olağanlaştırarak bir duvara doğru hızla gidiyoruz.

Allah bu milleti muhafaza buyursun.

Ali Yurttagül - 'Paralel' beni de dinlemiş!

$
0
0

Şaka değil. Bir arkadaşım, “Seni de dinlemişler.” dediğinde doğrusu pek şaşırmamıştım.

“Polis mi, istihbarat mı?” diye sormuş, nereden bildiğini merak etmiştim. “Polis filan değil, Gülenciler dinlemiş seni.” dediğinde de gülmüş, bu zevksiz şakayı geçiştirmek istemiştim. Zaman'da düzenli yazmaya başladığımdan beri, mahallemde şu veya bu şekilde takılan çok arkadaşım var. “Çift yeşil”, yani çevreci ve İslamcı diyenler oluyor. Sol, Yeşil, laik mahallede Zaman yazarı olmak kolay değil. İnce bir sitem ve eleştiri ile Radikal, Cumhuriyet veya Taraf'ta yazmam gerektiğini düşünüyorlar. Zaman karşı mahalleden. Şüpheyle bakıyorlar. Cemaatin ‘cadı avı'na uğraması bile bu mesafeyi etkilememiş. Tarihin vadileri derin.

Her neyse, yolumuzu kaybetmeden dinleme meselesine dönelim. Arkadaşım Akşam gazetesinde yayımlanan bir haber ile masaya döndü. Gazetenin 29 Ekim 2015 tarihinde “Polis imamı hazırladı, Pensilvanya onayladı” başlığıyla verdiği haberde gerçekten ismim geçiyordu. Haber alışılmış Havuz medyası uydurması da değil. “22 Temmuz ‘Yasadışı dinleme' soruşturması kapsamında hazırlanan iddianamede şok detaylar” alt başlığı ile veriliyordu. Savcıların kaleminden. Gerçi son yıllarda iddianameler Havuz medyasını aratmıyor ya; yine de aynı şey değil. Savcı “dinlendi” diyorsa, dayandığı bir belge vardır.

Buna rağmen haber Havuz medyası gazeteciliğinin hakkını veriyor. Cemaat okullarına çocuk devşirerek “örgütle ilişkiye” geçtiğini söyleyen bir polis memurundan, “niçin cumaya gitmediklerini, oruç tutmadıklarını” okuyoruz. Şarap, esrar içtikleri iddiası eksik sadece. Cemaat üzerine bilmediğiniz, hayal bile edemeyeceğiniz bilgilere ulaşmış savcılar. “TÜBİTAK'a kanca atmışlar” ara başlığından sonra “Akillere de telekulak!” başlığı altında dinlenenler arasında benim de ismim var. Gerçi “sivil anayasa” gibi, “akil” kelimesi de kullanıldı ve değersizleştirildi ya; yine de önemli.

“Akil Adamlar Marmara Genel Sekreteri Doç. Dr. Yakup Levent Korkut, Marmara Başkan Vekili Prof. Dr. Mithat Sancar, MİT Müsteşarı eski Yardımcısı Cevat Öneş, HRW Türkiye Raportörü Emma Sinclair-Webb, Avrupa Komisyonu'nun Türkiye eski temsilcisi Marc Pierini, AP Yeşiller Grubu Danışmanı Ali Yurttagül...”

Selam Tevhit Kumpas iddianamesi kapsamında ortaya çıkan, dinlenen bu isimler yabancı değil. Önemli bir bölümünü tanıdığım bu insanlarla ortak yanımız insan hakları meselesinde oldukça hassas olmamız gibi bir de uluslararası kurumlarda çalışıyor olmamız. Gerçi çalışmalarımız, raporlarımız, ilişkilerimiz ana hatları ile bilinmiyor değil. Ama polisin bizi daha yakından izlediğini, büyük bir ihtimalle dinlediğini düşünüyorduk. Yine de bazı detayları merak etmiyor değilim. Savcı bey benim gibi mağdurları bilgilendirse fena olmaz.

Avrupa Parlamentosu'nda çalıştığım bu yıllarda, Turkcell numaramı sadece Türkiye seyahatleri sırasında kullanıyor, Brüksel dönüşü kapatıyordum. Bu numaranın teknik olarak dinlenmesi Türkiye'de kolay. Ama “hassas” konuşmaların tümü Parlamento hattından gerçekleşiyordu. Parlamento numaram da dinlenmiş olabilir mi? Bu teknik olarak mümkün mü? Her an devrede olan, görünmeyen binlerce telefon hattından birini kullanıyordum. Bu konu sadece savcı için değil, AB kurumları için de ilginç bir detay.

Ama artık rahat sayılırım. Mayıs 2014 tarihinde Avrupa Parlamentosu'ndan ayrıldım. Güvenlik güçleri içerisinde benim gibileri dinleme alışkanlığı olan ‘paralel' polisler de yok artık. Yıllardır Zaman Gazetesi'ne yazmama rağmen beni dinlemiş bu geri zekâlılar. Artık rahat uyuyabilirim. Zaman'da köşe yazarı olduğum için cadı avı kapsamında dinlemeye alınmış olabilirim diye düşünüyordum. Ben de ne kadar safmışım. Meğer dinleyenler paralelmiş. Temel insan haklarına derin saygı ile tanınan güvenlik güçlerimiz “telekulak” olur mu hiç? Yargı bağımsızlığının kutsal olduğu ülkemizde beni dinlemek için artık hâkim de bulamazlar. Değil mi?

Be adamlar paralel safsatası, savcısı, havuzu ile kendinizi deşifre, rezil ettiğinizin farkında değil misiniz? Yazık bu ülkeye, çok yazık.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live