Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Ahmet Çakır - Krizi fırsata çevirebilmek

$
0
0

Galatasaray'ın UEFA'dan beklenen ceza nedeniyle yaşadığı sıkıntılı süreci hepimiz izliyoruz. Yılda 160 milyon Euroluk gelirle bu alanda dünya 21'incisi kulübün düşürüldüğü durum kimse için sürpriz değil. Bunun en büyük nedeni de gereksiz transferler ve öteki savurganlıklar.

Başkan Dursun Özbek açık, dürüst ve temiz bir insan. Ayrıca bu zor dönemde kulüpte günlük işlerin yürümesi için gerekli özveriyi fazlasıyla gösteriyor. Onun sağladığı kasa kolaylığının, 110 yılda görev yapmış başkanların tamamının yaptığı katkının toplamından daha büyük olduğu ifade ediliyor.

Buna karşın camia ve taraftarı mutlu etmeyi bir yana bırakın, bazı şeyler için ikna etmeye yetecek bir etkinlik bile gösterilemiyor. Çünkü Özbek ve yönetimi, gelişmelerin arkasında kalıyor; onları yönlendiremiyor ve denetim altına alamıyor.

Oysa şampiyonluk kutlamalarının hemen ardından harekete geçip ‘Dördüncü yıldız kutlu olsun ama durum bildiğiniz gibi değil' diyebilirdi. Camiayı yaklaşan felakete hazırlayabilirdi.

Kimi durumlarda krizleri fırsata çevirmek mümkündür. Ben bunu öylesine bir laf olarak söylemiyorum, nasıl yapıldığını yaşayıp gördüm. Hatta biraz komik yanları bile vardı ama muhteşem sonuç verdi.

Tansu Çiller dönemindeki ekonomik kriz, birkaç gün içinde yıkıcı sonuçlara yol açmıştı. Ülke çapında büyümenin ortasında buna yakalanan firmanın sahibi kendi odasından çıkıp satış servisinin ortasına bir masa koydu ve -şaka olarak söylemiyorum- fiilen pantolonunun paçalarını sıvadı. Bütün çalışanlara da istediklerini anlattı. Adeta kendi kurtuluş savaşlarını ilan etti.

Kolaylıkla tahmin edebileceğiniz gibi ‘ekonomik sıkıyönetim' denilebilecek önlemlerdi bunlar. Çok daha kısa sürede olumlu sonuçlar verdi. Liderleri önlerinde ve yanlarındaydı. Herkesi de inandırmıştı. Firmayla birlikte kendilerinin de varolma mücadelesi sözkonusuydu.

Galatasaray için bu kadar büyütülecek bir durum yok ortada. Malvarlığı, taraftar potansiyeli ve devlet desteği gibi etkenler, sorunu çözmeye yetecek düzeyde. En büyük kaynak da, taraftardır. Nitekim Galatasaray mağazalarından 199 liralık alışveriş yapanlara Lazio maçı için bilet verilmesi, bu yolda akıllıca bir uygulamadır.

Yıllardır konuşulan Riva işinden tutun da hiç sözü edilmeyen Büyükçekmece tesislerine kadar yapılacak dünya kadar iş var. Ancak bunlar dururken başkan Özbek'in stadın yanına yapılacak salon gibi pek de öncelikli sayılamayacak işlerden sözetmesi umut verici olmuyor. Önceliklerin iyi belirlenip hızlı adımlar atmak gerekiyor. Lafla yürütülmeye çalışılan peynir gemisi çoktan karaya oturdu!


Nuriye Akman - Politikacılara magazin tüyoları

$
0
0

Öyle eşsiz bir ülkeyiz ki tepe yöneticilerimiz magazin dünyasıyla polemiğe giriyor.

Sahne, televizyon ve perdenin ünlü simaları toplum adına alınan politik kararları eleştirmeyegörsünler koskoca devlet adamları hemen onları yelpazeleyip süpürüyor ve böylece kendilerini de magazin figürü haline getiriyorlar.

Memleket topyekün magazinleşti. Derin araştırma ve nesnellik hak getire. Zulm sadece karşı taraftan geliyor! “Biz de şurada yanlış yaptık, burada yanıldık” diyen yok. Yaralı Kürtlerin hakkını arayanlar, çocuklar ölüyor diye figan edenler, şehitlere hiç üzülmüyormuş gibi suçlanıyor.

Haberciler her politik demecin üstüne yeni albüm yapmış, yeni film çekmiş, yeni bir oyun sahneye koymuşların PR'cıları gibi atılıyor. Fakat bir gerçeği iki yalanla karıştırdıklarından politikacıların inanılırlıkları popüler sanatçılara yetişemiyor. Demek ki magazincilerden öğrenecekleri daha çok şey var.

Haber dilinin klişelerinden yola çıkıp neler yapabileceklerine bir bakalım:

Politikacılar kameraların önüne çıkarlar. Ara sıra magazinciler gibi kameralara yakalansalar ne hoş olur. Patlayan flaşlardan gözleri kamaşsa, kaçamak cevaplarla uzaklaşsalar olay yerinden…

Erkeklerin lacileri üzerlerinden dökülüyor. Biraz magazin şıklığıyla göz doldurmalılar. Hanımlar “cesur” dekoltelere yüz vermeseler de sıkıcı döpiyesleri terk etmeliler. Stil yarışmalarından feyzalabilirler.

Politikacılar magazincileri örnekleyerek İstanbul gecelerinin keyfini çıkarıp stres atabilirler. Atılmış her miligram stres vatandaşın da gerilimini aşağı çekecektir.

Magazin figürleri kıskançlıklarını komik mesajlarla törpülerler. Politikacılar da sert vuruşmaları hafifletip gülümsetecek tatlı rekabet haberleri yaptırtabilirler. Eh ne de olsa yığınla haberci var ellerinde.

Politikacıların alıp verdikleri jip, yüzük, villa türü pahalı hediyeleri magazinciler gibi gözümüzün içine sokmamaları ve gaza gelip namaz kılan çocuk fotoğraflarını paylaşmamaları menfaatleri icabıdır tabii.

Magazin insanları sürekli yeni bir aşka yelken açarlar. Sonra ya rüzgar kesilir yol alamazlar veya fırtınada direkleri kırılır batarlar. Politikacılar bu gelgitlerden elbette kaçınsınlar ama eşlerine yeniden aşık oldukları haberlerinin tadına doyum olmaz.

Politikacıların en seksi erkek/kadın listelerinin ön sıralarında yer almalarına gerek yok ama en adil, en samimi, en şakacı, en hoşgörülü sıfatlarından taşıyabileceklerini edinmelerinde sonsuz faide var.

Turhan Bozkurt - İşadamlarına Doğu'da PKK işkencesi, batıda devlet sopası

$
0
0

Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun “İşadamlarına hangi mezarlıkta işkence edildiğini, hangi işadamlarından haraç alındığını biliyoruz.” beyanatı ‘çözüm süreci'nde terör örgütü PKK'ya nasıl göz yumulduğunun en üst perdeden itirafıdır.

Sur ve Cizre'yi savaş alanına çeviren hendeklere, tonlarca bombaya ve suikast silahlarına seyirci kalan hükûmetin PKK'nın mali kaynaklarını kurutmak bir yana örgütün bölgedeki ticaret erbabını haraca bağlamasına da mani olamadığı bizzat Başbakan tarafından itiraf ediliyor.

Güneydoğu'da işadamlarının can ve mal emniyeti kalmamışsa terörü besleyen geri kalmışlığa, Türkiye ortalamasının iki katına varan işsizliğe nasıl çare bulunacak? Kürt işadamları bu halde ise İstanbul sermayesini ateş çemberinde yatırıma ikna etmek mümkün olabilir mi?

Bölgede işadamlarının maruz kaldığı baskı ve tehditleri, Kandil'deki sözde Yargıtay'ı sağır sultan duydu duymasına da Ankara oralı olmadı. Valilerin gözü önünde bunlar olurken işadamları PKK'nın açık hedefi haline geldi, getirildi.

Bölgede ticaret son çatışmalarla tamamen durma noktasına geldi. İşini tasfiye edip göç edenler oldu. PKK'nın silah zoru ile vergi toplamasına devletin mani olamaması, bölge esnafını çaresiz bıraktı. Patronluğu, kendi işinin sahibi olmayı istemeye istemeye geri bırakanlardan bazıları, batıda göç ettiği şehirlerde garsonluk, tamircilik yaparak geçimini temin etmeye çalışıyor.

Ülkenin doğusunda bu vahim tablo yaşanırken batıdaki işadamları için de atmosfer hiç de iç açıcı değil. Zira batıdaki işadamlarının maruz kaldığı baskı bizzat devlet eli ile yürütülüyor. Batıda, Saray ve çevresinin gözüne kestirdiği holdinglerin patronları Maliye, SGK, belediyeler, üst kurullar ve AKP teşkilatları tarafından kıskaca alınıyor. Hizmet Hareketi ile gönül bağı olanların yanı sıra “muhalif” kategorisine giren binlerce firma ‘kayyım atarız' tehdidine maruz bırakılıyor.

Okudukları, ilan verdikleri gazeteye, üye oldukları derneğe bakarak patronlar hakkında çetele tutanlar, teftiş elemanlarını kırmızı listedeki firmaların üzerine salıyor. Mevzuatla alakası olmayan subjektif talepleri yerine getirmeyenlere ceza üstüne ceza kesiliyor. Nedir o temel hak ve hürriyetleri hiçe sayan talepler? “Televizyona çık, ‘17/25 Aralık darbedir' şeklinde açıklama yap. Falan dernekten istifa et. Sadece havuz medyasına ilan ver. Şu gazetenin aboneliğini bırak. Çocuğunu o okula gönderme. AKP teşkilatından gelen isimleri derhal işe al. Şunları işten at.” Siyasi İslamcılıktan gelen iktidarın nereden nereye sürüklendiğini gösteren, demokrasinin yüz karası bu liste uzayıp gidiyor. Hukuk geri geldiği gün bu listeleri hazırlayıp tatbik eden herkes mahkemelerde hesap verecek.

Batıda mülkiyet hakkı ve teşebbüs hürriyetine indirilen darbeyi allayıp pullama işini havuz medyası üstleniyor. Havuz medyası, kırmızı listedeki işadamlarını hedef alan yalan ve iftiraları tekrar tekrar yayınlıyor. Böylece durumdan vazife çıkarmaya hazır kıt'alar harekete geçiriliyor. Kamu bankaları, kredileri vadesinden evvel geri çağırarak iflasa sürükleyecek öldürücü darbeyi indiriyor.

Mahalle baskısı kavramının en acımasız halinden bunalan işadamları, yeni yatırımlarını yurtdışına taşıyor. Hizmet Hareketi'ne yakın isimlerin ötesinde, umumi bir sermaye göçü yaşanıyor.

Bir yandan PKK, Kürt işadamlarına işkence yapıyor diğer taraftan devlet bir kesime mensup işadamlarının mallarına kayyım kılıfı ile el koyuyor. Terör örgütü kendisine tabi olmayanlara silah doğrultuyor. Türkiye'de fiili durumu sonuna kadar sömürenler de aykırı ses çıkaran herkese devlet sopasını gösteriyor. Biri işadamının başına silah dayıyor, öbürü kadife eldivenle yumruk atıyor. Olan yine Türkiye'ye ve Türk ekonomisine oluyor.

Yok mu devleti ‘en büyük mafya' zilletine düşürenlerden hesap soracak bir hâkim–savcı?

Mümtaz'er Türköne - Dolmabahçe'de sona eren neydi?

$
0
0

Türkiye Cumhuriyeti'nin işbaşındaki resmî; hükümetinin veya kanunî; yetkilerini kullanan devlet kurumlarının değil, anayasaya aykırı, "fiilî; yetkiler" kullanan Saray iktidarının saplandığı bataklıktan geliyor sesler.

Bu fiilî; yetkilerle Saray, devletin bekasını, ülkenin ve milletin güvenliğini yakından ilgilendiren Kürt Sorunu konusunda inisiyatif kullandı. Dolmabahçe Mutabakatı dar bir kadro ile sürdürülen Çözüm Süreci'nin nihayetinde, Saray'ın uhdesindeki işte bu inisiyatifin eseriydi. Çözüm süreci boyunca PKK'nın kentlere yaptığı yığınaklar, kazdığı tüneller ve bu sürece bağlı olarak geliştirdiği strateji Türkiye'yi büyük bir felaketin eşiğine getirdi. Sur'dan, Cizre'den gelen haberler daha başlangıç; PKK baharın gelmesiyle birlikte büyük bir saldırıya geçecek. Suriye iç savaşında kaybettiğimiz avantajlar ve uluslararası konjonktür PKK'nın önünü açtı. Suriye'de Fırat'ın batısı için verilen jeostratejik kavganın yankıları Türkiye'nin Güneydoğu'sundan geliyor.

Dolmabahçe mutabakatı (veya Erdoğan "mutabakat"ı kabul etmese de yapılmış ve sonuçları ilan edilmiş Dolmabahçe görüşmesi), bu hayatî; meselenin nasıl basit siyasî; çıkar hesapları ve başkanlık hayalleri için harcandığının kanıtı olarak tartışma gündemindeki yerini yeniden alıyor. Arınç, sözcülüğünü üstlendiği kesimler adına iktidar mücadelesinde ön fona Dolmabahçe Sarayı'nın ihtişamını, arkada ise Sur'un, Cizre'nin harabelerini yerleştiriyor. Devlet göz göre göre PKK'nın oyununa getirilmiş. Suçlu kim? Bülent Arınç bize suçlunun eşkalini eksiksiz ve canlı bir portre halinde veriyor.

Kılıçdaroğlu'nun Grup Toplantısı'nda, sadece Diyarbakır'da Çözüm Süreci boyunca PKK'nın Sur'a silah yığınağını haber veren 400 ihbarın geldiğini, Vali'nin her seferinde "karışmayın" talimatı verdiğini boşuna gündeme getirmiyor. Dolmabahçe Mutabakatı'nın gündeme gelmesi, Saray için 17/25 Aralık'tan daha korkutucu bir tehlike. Su ısınıyor.

AK Parti iktidarının, geleneksel devlet aklı tarafından kabul görmesinin, hiç olmazsa tahammül gösterilmesinin en önemli sebebi Kürt meselesi idi. Türkiye'nin her köşesinden oy alabilen bir partinin iktidarda olması devletin tek parça halinde kalmasının da garantisiydi. Asker, yüksek bürokrasi ve yargı, uzun süre debelendikten sonra bu yüzden iktidarla uyum içine girdi. Toplumsal barış arayan aydınlar, medya ve özel sektör bu yüzden destek verdi. Hiç yabana atmayalım: Özellikle 2009'dan sonra Kürt sorunu üzerindeki yasakların, engellerin yükü kalktı. Kürt sorunu Kürtçe sorunu olduğu ölçüde çözüldü. Etnik sorun hafifledi; geriye bu sorunun bakiyesi olarak PKK veya terör sorunu kaldı. Dolmabahçe mutabakatı işte bu terör sorununun, ele geçen en değerli fırsatta, doğrudan Saray'ın ince siyasî; çıkar hesapları yüzünden nasıl eline yüzüne bulaştırdığının hafızalara kazınan somut kanıtı. İmralı Günlükleri'ni, Ezgi Başaran'ın tefrikasından da takip edebilirsiniz. Bu günlüklerde Öcalan'ın, kısa günün kârı peşinde koşan kurnaz tüccar gibi ilk seçimle ve başkanlıkla meşgul muhatabını, parmağının ucuna takıp nasıl oynattığını izleyebilirsiniz. Unutmayın ki bugün Sur'da Cizre'de karşımıza çıkan ve giderek yayılma istidadı taşıyan felaket tablosu bir sonuç; ve bu sonuç Çözüm Süreci boyunca PKK'yı silah ve mühimmatıyla şehirlere yerleştiren, ihanet ölçüsündeki aymazlığın ve bilinçli hataların eseri.

Şimdi bu hataların hesabı sorulacak, ve işler yeniden yoluna sokulacak. Ergenekon veya Balyoz gibi geniş sanık kadrosu olan uzun soluklu bir dava, muhtemelen "Dolmabahçe davası" adıyla gündemdeki yerini alacak. Bugünün güvenlik bürokrasisi ve silah yığınağı yapan PKK'ya "dokunmayın" diyen valiler, yan yana sanık sandalyesinde oturacak. Devlet başka türlü düzen tutmaz.

Saray'a muhalif AK Parti çevrelerinin gördüğü ışık işte bu. Özellikle Güneydoğu'da PKK ile güvenlik güçleri arasında sıkışan halkı rahatlatmak ve yeni bir başlangıç yapmak gerekiyor. PKK'nın Kürtlerin özgürlüğünün değil, yöneteceği toprağın peşinde olduğunu Kürtler de anladı. AK Parti'nin kimyasına uygun, ama kadrosu yenilenmiş bir iktidarın önünün açılacağını hesaplayan Arınç'ın sözcülüğünü üstlendiği çekirdek kadro, savaş ilanını usulüne uygun tamamlamış oldular.

Artık Dolmabahçe'yi, gelecekte 2012-2016 yılları arasına tarihlenecek olan (17/25 Aralık'ın bitiremediği) "otokrasi macerası"nın sonu olarak takip edebilirsiniz.

Sevgi Akarçeşme - 17/25'in hediyesi yeni fay hattı

$
0
0

Türkiye'nin mesela İzlanda gibi homojen, sakin ve huzurlu bir toplum olduğunu düşünmemize neden olacak şartlarımız hiçbir zaman olmadı. Huntington'ın tabiriyle Türkiye zaten ‘bölünmüş' ülke kategorisine giriyordu.

Cumhuriyet'in kuruluşu ile iyice belirginleşen ve elitlerle halkı ayıran merkez-çevre fay hattı, yeni elitlerin oluşmasıyla Özal döneminden beri etkisini yitiriyor. Ne var ki Türkiye'nin siyasi fay hatları, yani keskin ayrımları halk ve bürokratik elitlerle sınırlı değildi. Buna Türk-Kürt, Alevi-Sünni fay hatları da eşlik ediyordu. Bu hatlardaki gerginliğin hâlâ devam ettiği sır değil.

Bu hafta içinde açıklanan Bilgi Üniversitesi'nden Emre Erdoğan'ın Türkiye'de Kutuplaşmanın Boyutları Araştırması, bu fay hatları arasındaki uzaklaşmanın ne kadar endişe verici boyutlara ulaştığını göstermiş. Sonuçlardan örnekler verdikten sonra akademisyenlere 17/25 Aralık sonrası ortaya çıkan yeni bir fay hattından bahsedip onu da araştırmalarını önereceğim, ama önce hissettiklerimizi doğrulayan araştırmanın çarpıcı kısımlarına bir göz atalım.

16 ilde 1.024 kişiyle yapılan araştırmaya göre Türkiye, gerçekten yarı yarıya bölünmüş halde. Kritik her konuda toplum parti aidiyetleri üzerinden zıt düşünüyor. Örneğin toplumun neredeyse yarısı (yüzde 48) ülkemiz iyi yolda derken bunun yüzde 81'ini AKP'liler oluşturuyor. CHP'lilerin ise sadece yüzde 12'si aynı görüşte.

Kız alıp verme soruları bence kutuplaşmayı sağlıklı yansıtmasa da komşu olmayı isteyip istememe önemli bir kriter. Araştırma, insanların yüzde 76'sının uzak hissedilen parti taraftarıyla komşu olmayı bile istemediğini gösteriyor. Özellikle son iki yıldır her gün üstümüze boca edilen nefret, dış düşman, vatan haini söylemi yüzünden insanların yüzde 79'u uzak hissedilen grupları ülkeye tehdit olarak görüyor. Kendi taraftarlarını vatansever tanımlama eğilimi ise neredeyse yüzde 83.

Dış güçler söyleminin prim yaptığını gösteren ve toplumu bölen konulardan biri de hâlâ Gezi olayları. Toplumun yüzde 49,5'u (evde tutulamayan yüzde 50 yani) Gezi'de dış güçler parmağı var derken, AKP'liler arasında bu oran yüzde 83'e çıkıyor. CHP'lilerin yüzde 72,8'i Gezi'nin barışçıl olduğunu düşünürken, MHP'liler kendi aralarında bu konuda yüzde 41'e, yüzde 40 bölünmüş durumda.

Tüm demokrat dünya Türkiye'de medya özgürlüklerinin yok edildiğinde hemfikir olduğu halde toplumun yüzde 72'si, amansız propaganda nedeniyle “Türkiye'nin iyiliğini istemeyen bazı basın kuruluşları yabancı güçlerle işbirliği içinde” görüşüne hak veriyor. Burada AKP'liler birinciliği MHP'lilere kaptırıyor gerçi.

Ülkede en önemli siyasi ayrılık konusu görülen konular ise Kürt sorunu (yüzde 39), 80 darbesi (yüzde 30,2), Gezi olayları (yüzde 30,1) ve 17/25 Aralık (yüzde 28,5). Toplumun yüzde 69'u siyasi ayrılıkların geçmişe göre arttığını düşünüyor.

Kutuplaşmayı en çok ortaya çıkaran sonuçlardan biri de bilgi edinme kaynakları ve görüşülen insanlar. Bulgular herkesin kendi gettosuna hapsolduğunu ispatlıyor. Facebook'ta kendi görüşlerimle uyumlu insanlarla iletişim kurarım diyenlerin oranı yüzde 68. Konu medya olunca ise herkes kendi mahallesine güveniyor.

17/25'i CHPlilerin yüzde 50'sinin ayrışma konusu sayması bir gösterge, ama yetersiz. Zira 17/25 kendisini dindar kabul edenler arasında da bir fay hattı oluşturdu. Dindarlar komşuluk edecekleri insanları, okudukları gazeteleri, seyrettikleri kanalları artık 17/25 duruşuna göre belirliyor. Sanki yeterince bölünmemişiz gibi hayatımıza geri dönülmez biçimde giren bu fay hattının sorumlusu ise malum. En iyisi mi onu siz anlayın da başım bu yazıdan dolayı da derde girmesin…

Mustafa Ünal - Ben de dış mihrak olmuşum...

$
0
0

Bu ülke çok ‘hukuk faciaları' yaşadı. Özellikle de olağanüstü dönemlerde. Yargı muktedirlerin emrine girdi.

Yukarısı ne buyuruyorsa o oldu. Adalet tatile çıktı. Yassıada'da Yargıç Salim Başol ‘Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor' dedi. Önündeki kitaba değil, Ankara'ya kulak verdi.

Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanını idamla cezalandırdı. İskilipli Atıf Hoca ‘şapka devriminden' önce yazdığı kitaptan yargılandı. Ve idam edildi. Çok gerilere gitmeye gerek yok aslında. 28 Şubat'ın ‘hukuk felaketleri' de geri kalmaz. Erdoğan, şiir okuduğu için önü kesildi. Hapis yattı.

Ergenekon ve Balyoz davalarında titiz davranamadı. Doğru başladı. Arkası iyi gelmedi. Davalar bir dizi hukuksuzluklara sahne oldu. Savcısı siyasetti çünkü. Bugün yaşananlar eskilere rahmet okutacak türden. İstiklal Mahkemeleri'nin izdüşümü sanki. Veya Yassıada yargılamalarının günümüzdeki uzantıları.

Siyasi kavga ‘istiklal mücadelesi' olarak görülürse olacağı bu. Yargı, pozisyonunu ona göre alır. Mahkemeler ‘İstiklal Mahkemeleri'ne dönüşüverir. 2016'da Salim Başol'un, Kel Ali'nin ruhu hortladı. Askeri dönem yargısı bile adaletten bu kadar uzak değildi. ‘Selam Tevhit' davasında avukatlık yapan İrfan Sönmez'in şu sözlerine bakın: “12 Eylül'de idamla yargılandım. Böyle adaletsizlik görmedim. Vallahi de billahi de 12 Eylül de, 28 Şubat da daha adildi.”

Sönmez, inançlı bir adam. Allah'ın adıyla yeminin ne anlama geldiğini bilir. Yeminin şakası olmaz. Şiir okuduğu için hapis yatan Erdoğan'ın idaresindeki ülkede maalesef hukuksuzluklar zirve yapmış durumda. Mahkeme salonları inançlı bir avukata yemin ettirecek kadar adaletten uzak.

Adliyeler feryat figan... Cezaevleri ‘güç öyle istediği' için tutuklularla dolu.

Bu kadar lafı Can Dündar ve Erdem Gül iddianamesine getirmek için yazdım. Büyük bölümünü okudum... Aman Allah'ım. Böyle bırakın hukuku, gukuk metni bile olamaz. Hukuk fakültelerinde işe yarar. Öğrencilere ‘Nasıl iddianame yazılmayacağını' anlatmak için.

İddianamede Ekrem Dumanlı bölümü var. Savcı telefon konuşmalarını koymuş. Yurtdışı aramalarını... Daha doğrusu HTS kayıtlarını. İçerik yok. Belli ki ‘Dış mihrak, üst akıl veya ajan, casus' tezlerini güçlendirmek için ne bulduysa boca etmiş. İstiklal Mahkemeleri'nde, DGM'lerde gerçekler eğilip bükülürdü ama hukuka uydurma çabası vardı. Bu iddianamede ele ne geçtiyse ‘uysa da uymasa da' torbaya atılmış. Dumanlı'nın Amerika'da eğitim gören kızıyla yaptığı telefon görüşmesinin dökümünü koymuş.

Baba kız arasındaki görüşmeleri bilerek koyduysa facia, farkına varmadan koyduysa daha büyük facia. Bir babanın kızıyla yaptığı telefon trafiği neden iddianamenin konusu olur? Belli ki algı oluşturmayı hedeflemiş. Yargı gerçeğin, suçun, suçlunun peşinde değil. Varsa yoksa algı...

Telefon trafiği içinde kendimi de gördüm. Ben de dış mihrak oluvermişim. İsmim yok. Ekrem Dumanlı'yı Pakistan'dan arayan benim. Savcı, uluslararası bağlantıları zenginleştirmek için Batı ülkeleriyle yetinmemiş, Pakistan'ı da dahil etmiş. Evet, aradığım doğru. O tarihlerde ‘dönemin başbakanı' Erdoğan'ın Pakistan seyahatine katılmıştım. 17 Aralık operasyonunun sıcaklığı üzerindeydi. Her gezide olduğu gibi geçeceğim haberler konusunda bilgilendirdim. Sadece ben mi? Bunu yapmayan yok. Mesleğin olağan işleyişi.

O telefon konuşması Ekrem Duman-lı'nın uluslararası görüşmeleri kapsamında iddianameye girmiş. İyi mi? Bu durumda ben de dış mihrak oluyorum herhalde. İddianameye göre tabii. Uluslararası da olsa telefon görüşmelerine esrarengiz anlam yüklemeye gerek yok. Kimin, niye aradığını öğrenmek çok kolay. Bu yargılamalardan ne hukuk çıkar ne adalet... Lütfen biraz ciddiyet...

Bülent Korucu - Perinçek mutlu, ya AK Partililer?

$
0
0

Ergenekon ve darbe davalarının kıdemli sanıklarından Doğu Perinçek, hayatının en mutlu günlerini yaşıyor.

Hayır, ben söylemiyorum, Gazeteciler.com internet sitesine verdiği beyanattaki ifadesi. Başka mülakatlarda ve her fırsatta mutluluğunun kaynağını da paylaşıyor. AK Parti'nin kendileriyle aynı çizgiye/mevziye geldiğini memnuniyetle anlatıyor. Bu mutluluğu yeni mevzi arkadaşları AK Partililer paylaşıyor mu? Asıl soru bu.

İktidar partisi sıralarında oturup en fazla ses çıkaran grup, yani paralı askerler takımının benzer duygular yaşadığı muhakkak. Yakın zamana kadar bu siyasi hareketi ‘başı ezilmesi gereken böcek' gibi görenlerden söz etmiyorum. Onlar zaten belli. Normal medya düzeninde üçüncü sınıf mevkide yolculuk etmesi sürpriz sayılacak isimler yüksek maaşlı ve afili koltuklarda oturuyor. Doğal ve ‘duygusal' olarak Perinçek çizgisinin yadırganmayışına seviniyorlar. Kendi durumları sırıtmıyor böylece. Siyasi koltukları işgal edenler için de durum farklı değil. Olağanüstü şartlar sayesinde hak etmedikleri makamlara geldiler. Konumlarını sürdürmeleri olağanüstü halin devamına bağlı.

AK Parti içindeki ana kitle ise hayretler içinde olan biteni anlamaya çalışıyor. En büyük düşman olarak gördükleri zihniyetle el ele tutuşmaktan haz almıyorlar. Kulaklarına fısıldanan ‘köprüyü geçene kadar…' tesellisine inanmakta zorlanıyorlar. Perinçek'in tavırlarından ve açıklamalarından işkilleniyorlar. Onun pervasız açıklamalarından ürküyorlar. Perinçek, damarlarına bilhassa basarcasına bütün cemaatlerle hesaplaşma planlarından bahsediyor. Oysa partinin ana kitlesinden cemaat veya tarikat bağı olmayan azınlıktadır. Ayrıca gücün, dolayısıyla projenin gerçek sahibi pozlarında dolaşıyor olması tereddütleri artırıyor. İki tutum da temelsiz olsa belki umursamayabilirler. Ancak Perinçekgillerin cemaat ve tarikat kavramına karşıtlığının geçici olmayıp köklü geçmişi bulunduğu biliniyor. Darbe davaları sürecinde devletin bazı birimlerine hiç dokunulmamış olması da AK Partililerin zihnindeki soru işaretini büyütüyor.

Perinçek'in ‘Polis ve yargıda AKP'nin ekibi yok, oralara vatansever insanlar geliyor' açıklamaları da rahatsızlık kaynağı. İktidar partisi hem kendini aşağılanmış hissediyor hem de Perinçek'in sözlerinin çok yabana atılır olmadığının farkında.

Darbe davalarının beraatle sonuçlanması karşısında AK Partililerin ikircikli yaklaşımı sürüyor. Yukarıdan dayatılan yeni koalisyonu bozmamak için fazla ses çıkarılmıyor. Ama ‘Darbeler ve darbecilerle çarpışarak bugünlere geldik' efelenmesinin havası atılamıyor artık. Hasbelkader sorulduğunda cevap verilemiyor. Eski bakan ve Başbakanlık müsteşarı Ömer Dinçer'in söz arasına sıkıştırdığı “Ergenekon ve Balyoz'da verilen beraatler adil değil” türünden cümleler kakofonide kayboluyor. Onlar da zaten ileride kullanmak üzere ‘biz demiştik' izi bırakıyor.

Ortak düşman etkisiz hale getirildiğinde büyük hesaplaşma kaçınılmaz olacak. AK Partililer çözüm sürecinde PKK'dan yedikleri kazığın benzerinin kendilerini beklediğinden endişeli. Perinçekgillerin şu anda bir yerlerde hendek kazdıklarından şüpheleniyorlar. O hendeklere karşı sürecekleri TSK gibi bir silahları da olmayacak.

Emine Eroğlu - Adı konmamış seferberlik

$
0
0

Abant Platformu ekibine katılmak için çıktığımız yolda, önümüze gelen ilk dolmuşa binmiş gidiyorduk.

Karadenizli şoför dışa vurduğu asabiyetini mazur göstermek için “Ben kendimi mülayim bir adam bilirdum, halkımız sayesinde değişuk bişey oldum!” dedi.

Bu cümle deryada kopan bir tufanın “kıyı tesiri”ydi zannımca. Zira toplumun kâhir ekseriyeti “değişuk bişey” haline geldi ve sebebini kendi dışında arıyor. Kim azcık dürtüklense içinden bir canavar çıkıyor. “İnsana insafın yoksa İlahî; rahmete hangi yüzünle yürüyeceksin?” diyen Seyit Muhammed Raşid Hazretlerini, “Mürüvvet et kıyas-ı nefs ile zulmetme insane!” diyen Alvarlı Efe Hazretlerini yetiştiren bir Anadolu irfanından, nezaket ve incelikten yoksun, vahşî; ve bedevî; bir topluma evrildik. Bu değişim hayra alamet değil. “Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal Suresi, 53) diyen âyet-i kerime, toplumsal bir düşüş ve sürüklenişin içerisinde olduğumuza işaret ediyor.

İşte “Demokrasinin Türkiye Sorunu”nu böyle bir iklimin etkisinde tartıştık. Diş göstermelere, parmak sallamalara, tehditlere ve iftiralara rağmen... Bunun için anayasa hukuku profesörü çok değerli Serap Yazıcı Hanımefendi'nin sonuç bildirgesindeki ilk maddeye ilave ettirdiği “insanî;, ahlakî; ve vicdanî; bir krizin içerisinde olduğumuz” vurgusu bana fevkalade önemli göründü. Ergun Özbudun Hoca da tüm birikim ve tecrübesiyle, anayasayı ve hukuku inşa eden şeyin kağıtlar ve kurallar değil, zihinsel kodlar olduğunun, hürriyet insanların kalplerinde ölürse onu hiçbir anayasa ya da kanunun diriltemeyeceğinin altını çizdi.

Kurdun Elinden Çobanlık Gelmez

Şu anki anayasanın göz göre göre çiğneniyor oluşu Ergun Hoca'nın yaklaşımını doğruluyor. Devleti yönetenler idarecileri mevzuatı tanımamaya davet ediyor. Adaletle hükmedenler bunu muktedirlerin talimatları hilafına gerçekleştirdikleri için cezalandırılıyor. Keyfiliğin hükümferma olduğu bir ortamda en temel haklar bile ihlal ediliyor. “Kanunun yasak etmediğini dürüstlük yasak eder.” diyen Seneca'nın idealizminden uzak, “Kurdun elinden çobanlık gelmez” diyen Şeyh Sâdi-i Şirazî;'nin realizmine yakın bir seyrimiz var.

Sürü kurda teslim edilmiş ve kurallar koyunları korumaya elbette yetmiyor. Hatta yeni kanunlar koyunların nasıl paylaştırılacağı üzerinden yapılıyor. “Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına/ Rızkımı veren Allah'tır kula minnet eylemem!” diyen kâğıt toplayıcılarının küçücük kazancına göz dikiliyor. Şefkat ve merhametle yaraları sarılması gereken Suriyeli sığınmacılar, zulüm ve istismarın nesnesi haline getiriliyor. Katledilen Kürt siviller çoluk çocuk “imha edilen teröristler” hanesine kaydediliyor ya da savaş zayiatı olarak gösteriliyor. Reyhanlı'dan İstanbul'a, Suruç'tan Ankara'ya, patlayan bombaların hesabı kimseden sorulmuyor. Haksız sebeplerle işlerinden atılan mağdurların kadrolarıyla “yandaş”lara alan açılıyor. Sadece Kürtler, Alevî;ler, akademisyenler, gazeteciler, hâkimler değil ağaçlar, ormanlar, kediler, köpekler bile bu vahşetten paylarına düşeni alıyor.

Zalimin Zulmü Karanlık Bir Kuyudur

Ve sonunda dönüp dolaşıp vardığımız yer balığın baştan koktuğunu söyleyen atalar sözüne hak vermek oluyor. Sosyolojik bir vâkıa bu. Toplumsal bozulmuşlukların temelinde çoğunlukla idareci ve yöneticiler var. Hepimiz çürümenin nasıl inanılmaz bir hızla tabana doğru yayıldığının şahitleriyiz. O yüzden olmalı, adalet çağrısı tüm kültürlerde stratejik ve dinamik gücü elinde bulunduran idarecilere yapılıyor:

“Ey güce, devlete sahip olanlar!” diye sesleniyor Hazreti Mevlâna, “Merhamet ağacını gönüllerinize dikin. Adâlet suyuyla sulayın, yeşertin o ağacı. Zulüm sarmaşığını koparıp atın ondan. Böyle yapın ki hükmünüz dosdoğru yürüsün.”

“İbâdet ceylanını her zahit avlar, ama adâlet aslanını buyruk sahiplerinden başkası avlayamaz. Adâlet aslanı da öyle her buyruk sahibine râm olmaz. Onu bilgiden baş­ka bir lokmayla avlamaya, yumuşaklık kemendinden başka bir kementle bağlamaya, ihsan tuzağından başka bir tuzakla elde etmeye imkân yok­tur.

Zalimin zulmü karanlık bir kuyudur. Daha ziyâde zalim olanın kuyusu, daha derindir.

Ey zulmüyle kuyu kazan! Sen kendi kuyunu kazıyorsun, bari bo­yunca kaz!”

Aydın Sorunu

Ne yazık ki atalar sözünün içerdiği önermeyi tersinden okuma şansımız yok. Yani balık, baştan koksa da baştan düzelmiyor. Sağalmalar, iyileşmeler, ıslahlar, tekâmüller yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya oluyor. Bundan sonra çok ahlaklı yöneticilerimiz olsa da aşmamız gereken derin vadiler var. Değerlerini bu kertede yitirmiş bir toplum bünyesi, ciddi müdahaleler, farklı tedavi yöntemleri gerektiriyor. Adı konmamış bir seferberlik hali içerisindeyiz ve tulumbasını alanın imdada koşmasını bekliyoruz. Adanmış eğitim gönüllülerine, yaşatmak sevdasıyla yaşayan yürekli insanlara belki her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Ve elbette sınandıkça sınanmış, ama ne vaadler ne de tehditler karşısında serfüru etmiş gerçek aydınlara… Şahin Alpay Hoca'nın tespitine hak vermemek mümkün değil. Son tahlilde Türkiye'nin sorunu bir “aydın sorunu”.

Katılımcılar yorgun görünse, konuşulanlar çoğunlukla “iç dökümü” olsa da 34. Abant Platformu Toplantısı'nın çok önemli bir misyonu ifa ettiğini düşünüyorum. Baskın Oran Hoca “Türkiye acı çektikçe aşılanıyor.” dedi konuşmasında. Bu toplantı, geniş katılımı ile toplumun farklı kesimlerinin birbirine aşılanmakta olduğunun ispat-ı vücudu gibiydi. Herkes için adalet ve herkes için demokrasi kavramları etrafında daha fazla toplanmaya ihtiyacımız var.

Birileri zulümleriyle boylarını aşan kuyular kazarken hakkı tutup kaldırma azmiyle dimdik duran ve mağdurların sesine ses, ümitlerine fer veren gerçek aydınlara selam olsun! e.eroglu@zaman.com.tr


Ali Aydın - Palabıyık, seyir keyfine katkı sağladı

$
0
0

Profesyonel FIFA futbol hakemi Ali Palabıyık, zevkli ve gollü geçen karşılaşmaya önemli katkı sağladı.

Sondan başlayalım. Skor 4-1 iken 90+5'te penaltı çaldı. Birçok kişi, “Nasılsa maç 4-1, üstüme bir şey almayayım. Bir penaltı vereyim gitsin.” diye düşünmüş olabilir. Pozisyon net penaltı. Çünkü Celutska'nın, Van Persie'ye direkt kontrolsüz müdahalesi var. Atılan gollerde ofsayt ya da faul olmadığı gibi gol öncesindeki pozisyonlarda da faul yok. 3. golde Markovic'in faul beklentisi gibi. Palabıyık, avantajlarda da son derece doğru işler yaptı. Çok daha önemlisi maçın her bölümünde her iki takım adına adaletli ve eşit düdükler çaldı. Skordan asla etkilenmedi. Oyunun her bölümünde faul beklentisi içinde kendisini yere atan futbolculara aldanmadı. Zaten avantajlar, atılan goller ve maçın gollü bitmesinde bu kararlarının son derece doğru değerlendirmesi vardı. Markovic'in gördüğü sarı kart tartışılabilir; ancak gösterdiği diğer tüm sarı kartlarda doğru yorumlar yaptı.

Nuriye Akman - Kirpi dikenine alternatif sorular

$
0
0

“Adli yargı görevde yükselme sınavı”nda ‘Kirpinin kaç dikeni var?', ‘Atatürk'ün köpeklerinin ismi nedir?', ‘En çok hadis rivayet eden sahabe kimdir?' gibi sorular soruluyormuş. Dilleri diken kesilmiş, sahabeyi tanıyıp hadisi anlamayan, sokak köpeklerine bir tas su vermeyen insanların ülkesinde madem bunları bilmeyenler adli yargıda yükselemeyecek bari biraz soru üretelim de sınav yapıcıların üstün mantığına katkımız olsun.

Mesela devlet büyüklerimizin boyları, kiloları, burçları, sevdikleri renkler, yemekler, beğendikleri ve kızdıkları artistler havuzunun suyu hiç buharlaşmaz. Bu havuza baş danışmanlık rolü oynayan medya mensuplarının isimleri eklenebilir ki sayıları kirpi dikenleri kadar çok olduğundan kolay cevaplanamaz.

Mesleklerinde yükselmek isteyenler “tu kaka” edilen gazeteci, işadamı, öğretmen, öğrenci ve özellikle hukukçu sayısını bilerek vatanseverliklerini kanıtlamalıdırlar. Kafa karıştırmak amacıyla “Kaç kişi Cizre'de bodrum katında yaralı olarak kurtarılmayı beklemektedir?” şeklinde bir soru da akla gelebilir.

Arda Turan, Cem Yılmaz, Kemal İmirzalıoğlu, Tarkan, Kıvanç Tatlıtuğ gibi ağır abilerin şu anda hangi hanımefendileri sevdikleri ve daha önce hangilerini sevmeye doyamadıkları konusu genel kültür bahçesinin hoş çiçekleridir, koklamayana geçer not verilemez.

Koca veya sevgili şiddetine uğrayan kadın sayısındaki artışın bilinmesine gerek olmayabilir ama hangi devlet başkanı tecavüzcü kocasını öldüren kadını affetmiştir diye sorulabilir. Bu soru beğenilmezse ellerinde Kur'an-ı Kerim'lerle cemevlerini basıp Alevilere İslam'ı tebliğ eden vatan evlatlarını bilmeyene valla kız bile verilmez!

Teşbihte hata olur

Vurmalı çalgılar ustası Burhan Öçal “Karacaoğlan ve Âşık Veysel müziğimizin peygamberleridir” buyurmuş. Tabii durup dururken değil. Muhabir “Batı müziğinin peygamberi Bach. Bizimkinin kim?” diye sorunca vermiş bu cevabı. Demek ki Öcal'ın zihninde “Üstad” veya “pir” yerine tercih edilen “peygamber”, en değerli insanlar kategorisinin ilk sırasında bulunuyor. Madem öyle listenin tepesindekileri, altındakilerle eşitlemek mantık hatası olmuyor mu? Peki sen bu sıralamada kaçıncı geliyorsun? Kim demiş teşbihte hata olmaz diye, bundan hatalı teşbih arasan bulamazsın.

Simgeler ve Gerçekler

Sultan 2. Abdülhamid'in atlas kumaş üzerine renkli ipliklerle işlenmiş arması ABD'de yaşayan bir Türk tarafından Los Angeles Başkonsolosluğu'na teslim edilmiş. Armada yer alan güneşin ortasındaki tuğra Müslüman-Türk hanedanını, kavuk saltanat ve hilafeti, çiçekler müsamahayı, terazi adaleti, kitap Kur'an-ı Kerim'i, silahlar orduyu, madalyonlar ise çeşitli milletlerden oluşan Osmanlı toplumunu temsil ediyormuş.

Hey gidinin Osmanlı'sı, neydin ne oldun azizim. Müslümanlık gitti Türklük kaldı. O yüzden kör ve topalız şimdi. Kur'an, sarsılıp kendine gelmek için okunmuyor. Haliyle burnumuz pislikten kurtulamıyor. Ne müsamaha var artık memlekette, ne adalet. Silahlar masumlara da yöneliyor. Madalyonlar kaybedileli zaten çok oldu, Misak-ı Milli sınırları bile tehlikede. Duruma uygun yeni bir arma mı tasarlamak lazım acaba?

Ön ödemeye tabi suç

Fenerbahçe ile Trabzonspor arasında oynanan maçın devre arasında “bir baba hindi” diye tezahürat yaptığı gerekçesiyle hakkında “Hakaret içeren tezahürat” suçundan soruşturma başlatılan Mehmet Ali Erbil, 310 liralık ön ödemeyi yaparak yargılanmaktan kurtulmuş. Keşke düşünceleri yüzünden zulme uğrayanlara da bu hak verilseydi. Eleştiri madem suç hiç değilse ön ödemeye tabi olsaydı da mapuslarda çürümeseydi.

Dede Korkut'a Freud neşteri

Orhan Pamuk ortak bilinçaltımızı Dede Korkut metninin oluşturduğunu söylemiş. Dede Korkut'un Freudcu karşılaştırmalarla incelenmesini istiyormuş.

Mana dünyaları bambaşka coğrafyalarda biçimlenen, kavram ve değerleri farklı inanç sistemlerinden beslenen insanlara aynı şablonla bakamazsınız. Rüyaların simgeleri kişinin yetiştiği toplumlara göre birbirine zıt anlamlar taşırken ve bu yüzden ABD'de psikiyatr seçerken bile aynı dinin mensubu olmak tavsiye edilirken, Dede Korkut'a Freud gözlüğü abesle iştigal değil de nedir?

Hekimoğlu İsmail - Yaratıklarda tesadüfe yer yoktur...

$
0
0

Kâinat kitabı Allah'ı anlatır; nasıl ki harflerden kitaplar yazılıyorsa atom harflerinden, molekül hecelerinden kâinat kitabı yazılmıştır. Dolayısıyla kâinat kitabını okuyanlar Allah'ın sıfatlarını, Allah'ın sıfatlarını anlayanlar da kâinat kitabını iyi anlar.

Tefekkür edersek görürüz ki kâinatta tesadüf diye bir şey yoktur. Yani hiçbir şey kendi kendine olmaz. Her şeyi yaratan Allah'ın, yarattıkları üzerinde küllî; bir planı vardır. O planın tecelli ettiği noktalara tevafuk denir.

Tesadüf kelimesini başıboşluk şeklinde anlayanlar var. O başıboşluk içinde bazı şeyler isabet ediyor gibi. Hâlbuki Allah, bu kâinatı belli bir nizam ve intizam içinde yaratmıştır. Zamanı geldiğinde kuşların, balıkların göçmesini emreden Allah'tır. Öyle bir nizam kurmuş ki Allah, Ekvator'daki sıcak suyu alıyor, Britanya'nın etrafında dolaştırıyor.

Mesela şehirlere su şebekeleri yapılmış, gölden veya barajdan su, borularla alınıp evlere dağıtılmış. Aynı şekilde etten damarlar yapılmış. Bunlar vücudumuza döşenmiş. Kan, kalpten alınıp vücudumuzda dolaştırılıyor, sonra kirlenen kan tekrar kalbe dönüyor. Kalpte kirli kanla temiz kan birbirine karışmıyor. Bunlar tesadüfen veya kendi kendine olamaz.

Sular denizlerin dibinden değil de yüksek yerlerden çıkıyor... Ovaları, tarlaları, bahçeleri suluyor, ta ki midelerin ihtiyacı temin edilsin. Bu işte tesadüfe, kendi kendine oluşa yer verilir mi?

Mesela doktor neşteri vuruyor, gerekeni yapıp sonra yarayı dikiyor. Yarayı diktikten sonra doktorun yaptığı bir iş yok. O yaradaki sinirleri ve damarları birleştirip, yarayı iyileştirecek, şifa verecek olan Allah'tır. Eğer damarlar ve sinirler karşılıklı gelmese hastalık devam eder. Bazı tabipler der ki: Öyle bir tedavi uygulayalım ki insan vücudundaki tabibin işini bozmayalım.

Canlıları belli prensiplerle hayata getiren Allah canlıları yine belirli prensiplerle dünyadan götürmektedir. Hiçbir şey tesadüf değildir. İşte her işini plana, programa bağlayan mühendislerin kâinatı bir tesadüf kabul etmeleri, onların birkaç formül içinde boğulduklarını gösterir. Eğer ilimlerinde biraz daha ileri bakabilseler, hakikati görebilecekler. Mesela Allah'ın kudretini en iyi anlatan kitaplardan biri de, Astronomi'dir. Uzayda birçok yıldız ve gezegen olacak, bunlar birbirleriyle çarpışmayacak, birbirlerine engel olmayacak.

Hiçbir canlı kendi kendini başkalaştırmaya muktedir olmadığı gibi, yaratıklarda tesadüfe yer yoktur. Gen mühendisliğinin de esaslarını koyan Allah'tır. İnsanların canlı organizma yapması mümkün değildir, her şeyi yaratan ve yarattığı her şeye de nizam veren bir tek Allah'tır.

Böylece anlaşılıyor ki insan, bir saat gibi kurulup bırakılmamıştır. Allah, bütün yaratıkları onun emrine vermiş ve insana irade vererek onun şuurlu bir şekilde ibadet etmesini istemiştir.

Çok şey­le­ri bi­len in­san, bir de Rab­b'i­ni bil­se; ya­ni hiç­bir şe­yin te­sa­dü­fen ol­ma­dı­ğı­nı, her şe­yin ila­hi bir ni­zam için­de yü­rü­tül­dü­ğü­nü, her şe­yi ve her ha­re­ke­ti Es­maü'l-Hüs­na'nın ku­şat­tı­ğı­nı an­la­sa... Bu an­la­yış­la İslamiyet'i şu­ur­lu bir şe­kil­de ya­şa­sa ve Al­lah'a sı­ğın­sa kur­tu­lur.

Ali Bulaç - Kıyam mı, temkin mi?

$
0
0

Hz. Ali'nin taraftarlarını ikiye ayıran sebep, ortak siyasi rakip karşısında alınacak tutumda ortaya çıkan görüş ayrılığıdır. Görüş ayrılığı kelam-akaid diliyle ifade edilecek, fakat farklı iki karşı tutum olarak şekillenecektir.

İktidarı ele geçiren Muaviye, Şam'da okuduğu hutbede şöyle diyordu: “Biz melikliği kılıçlarımız sayesinde aldık.” Eğer saltanat kılıçla alındıysa, İncil'de yer aldığı gibi “Kılıç kullanan kılıçla karşılık görür.” Yönetimin “kılıç hakkı”na indirgenmesi, zamanla siyaseti katl'e dönüştürecektir.

Peki, kılıç her zaman gayrimeşru bir siyaset aracı mıdır? Zorbalar kılıç kullanır da, mazlumların kılıç kullanma hakları yok mu?

Saltanata karşı kılıç kullanma konusunda ilk Şii nesil ile Abbasilerin orta zamanlarına kadar süren Hariciler arasında görüş ayrılığı yok. Her iki fırka da kılıç hakkını kullanmışlardır. Bundan Hz. Hasan'ı istisna edebiliriz. Ehl-i Beyt'in bu seçkin zatı Maviye'nin anlaşmasına sadık kaldı, çünkü hakikat-i halde kılıç siyasette ve idarede “asli” değil “arızi unsur”dur. Ancak Muaviye, hile ve desise ile melik oldu, Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmaya da sadık kalmayarak oğlu Yezid'i yerine geçirdi.

Hz. Hüseyin'in Kerbela'da ailesi ve taraftarlarıyla şehid edilmesine kadarki süreyi “erken dönem Şia” olarak vasıflandırmak mümkün. Bu dönemin bariz özelliği Hz. Ali ve Ehl-i Beyt taraftarlığıdır, doktriner mahiyeti yoktur. Kerbela'dan sonraki kıyam fikri Zeydilik'te devam edecektir. Zeyd bin Ali Irak'ta, oğlu Yahya bin Zeyd Horasan'da, İbrahim bin Abdullah Basra'da, Muhammed en Nefsü'zzekiyye Medine'de kıyam etmiş ve hepsi öldürülmüştür. Zeydilerin isyanı sonraları Ehl-i Sünnet'in kurucuları arasında yer alacak büyük müçtehitlerce destek görmüş, silahlı ayaklanmaya mali ve fıkhi destek veren Ebu Hanife, Zeyd bin Ali'nin kıyamı için “Hz. Peygamber'in komuta ettiği Bedir Savaşı gibidir” demiştir.

Ama İmam Muhammed Bakır ve İmam Ca'fer es Sadık, kıyamın bir fayda vermeyeceğini söyleyip kendilerini iktidarın zulmüne karşı korumaya, Müslümanların iç dünyalarını zenginleştirmeye ve mümkün olduğunca İslami hayatı sivil alanlarda yaşanır kılmaya adayacaklardır. Bana kalırsa iki büyük Şii imamı kıyama destek vermekten alıkoyan şey, siyasi iktidarları meşru, zalim ve hak gasıbı yöneticilere kıyamı gayrimeşru görmeleri değil, neticenin alınmayacağını ve kıyamın bedelinin hayli ağır olacağını görmeleridir. Sünni müçtehitler de bu fikri savunmuşlardır. Kufelilerin Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'e yaptıkları ile diğer merkezi beldelerin suskunluğu öğretici olmuştur. Yahya bin Zeyd'in ayaklandığı haberi geldiğinde İmam Cafer es Sadık, “O da babası gibi öldürülecek” demiştir. Bu, bizi Miladi 869'da gaybubete karışan 12. İmam'dan önceki Ehl-i Beyt imamlarının siyasi rejimler karşısındaki tutumlarının Sünni imamlarla temelde benzerlik arz ettiğini göstermektedir. Buna göre çok kan dökülecekse kıyam etmemeli, “temkin yolu” takip edilmelidir.

Ehl-i Beyt zincirinin Zeydiye kolu kılıçla kıyama devam edip Haricilerle paralellik arz ederken Kerbela'dan sonra Ehl-i Beyt'in İmamiye kolu Sünni müçtehitler gibi dinin irfan, ilim ve fıkıh mirasını canlı tutup devam ettirme yolunu seçmiştir.

Kıssadan hisse: Eğer İran Ehl-i Beyt imamlarının ve Türkiye Sünni büyük müçtehitlerin temkin yolunu seçip Suriye'de toplumsal değişim üzerinden siyasi rejimin dönüşümünü destekleselerdi milyonlarca Müslüman bu acıyı yaşamayacaktı.

Şahin Alpay - Abdullah Gül: Şimdi değilse ne zaman?

$
0
0

Bundan tam iki yıl önce, “Abdullah Gül ve Bülent Arınç'tan beklenen” başlıklı bir yazı kaleme aldım.

Yazı şöyle bitiyordu: “İkisi de Başbakan'ın kendisi gibi düşünmeyen hemen herkesi vatan haini ilan eden; toplumu çok tehlikeli bir şekilde kutuplaştıran; yolsuzlukları örtbas etmek için hukuk devletini tahrip eden; kısaca akıl, izan ve mantıkla bağdaşmaz bir çizgi izlediğini görmüyor olamazlar. Başbakan'ın götürdüğü yerin, ülkeye büyük zarar vereceği ayan beyan ortada. Toplumun çoğunluğu, bu iki önde gelen siyaset adamının ülke çıkarlarına sadakatlerinin, Başbakan'a duyduklarından çok daha güçlü olduğuna inanıyor; onlardan ülkeye de partiye de büyük zarar verecek olan bu gidişe dur demelerini bekliyor.” (13 Şubat 2014)

Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın aradan geçen iki yılda ülkeyi nereye getirdiği ortada. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra anayasanın “bekleme odasına” alındığını, kendisinin “fiilen başkan” olduğunu ilan etti. “Çözüm süreci”ne son verdi. Kürt sorununda sonuç vermesi imkânsız askeri çözüme, öldürerek çözüme yöneldi. PKK içeride giderek daha çok yandaş, dışarıda giderek daha çok dost kazanıyor. Bölgeye lider olma iddiasına dayalı politika, sonunda Türkiye'yi bölgede tamamen etkisiz hale getirdi. Ülke içte ve dışta büyük tehlikelerle karşı karşıya iken, Cumhurbaşkanı Erdoğan bütün yetkiler zaten kendi elinde değilmiş, ülkeyi keyfince yönetemiyormuş, başka hiçbir sorun kalmamış gibi, kutuplaşmayı körükleyerek “Türk biçimi” başkanlık rejimi peşinde koşuyor.

Ne yazık ki muhalefet ülkeyi bu girdiği çıkmaz yoldan kurtarma yolunda umut vermiyor. CHP, inanılması güç bir şekilde, “Atatürk resmini kim indirdi” tartışmasıyla meşgul. AKP ile PKK arasına sıkıştırılan HDP, barajın altına düşme tehlikesiyle baş başa. En azından 7 Haziran'dan bu yana AKP'nin yedek gücü rolünü üstlenmiş olan MHP de aynı durumda. MHP'nin baraj altına düşme tehlikesi, Parlamento'da Erdoğan'a “Türk biçimi”, yani kuvvetler ayrılığına yer vermeyen anayasayı referanduma götürmek için gerekli oyları sağlayabilir. Erdoğan'ın “Ya ben, ya kaos” diyerek o anayasayı seçmene kabul ettirmeye çalışacağı ise besbelli.

Bülent Arınç, nihayet sesini yükseltmeye başladı: Silahla olmaz, çözüm sürecine dönülmeli; HDP ile Dolmabahçe mutabakatından Erdoğan'ın elbette haberi vardı, dedi. MİT TIR'ları davasında ne tutuklama ne de ceza kararı verilebilir, dedi. ‘Paralel yapı'yla mücadele adı altında öyle davalar açılıyor ki, yeniden avukatlığa soyunmak istiyorum, dedi. “Trollerin ve troliçelerin” linç kampanyasına aldırmadı, sözlerimin arkasındayım dedi. Evet, “Çok geç, çok az” konuştu, ama “Geç olsun, güç olmasın…” dedirtti. Eski bakanlar Hüseyin Çelik, Sadullah Ergin, Suat Kılıç kendisine destek verdi. Başkalarının da vereceği anlaşılıyor.

Ya 11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül? Ne içte ne de dıştaki gidişattan hiç memnun olmadığı belli olduğu halde, önce “Çankaya noteri” gibi davranarak özgürlükleri ve hukuk devletini tepeleyen bütün yasaları imzaladı; sonra da belki parti çıkarlarını her şeyin üstünde tutarak, belki “ihtiyaç varsa partim beni göreve çağırır…” diyerek, belki “şartların olgunlaşması” beklentisiyle hiç sesini çıkarmadı. Oysa kötü gidişe itiraz etme cesaret ve dirayetini göstermesi halinde Gül, hem halka, hem partisine ülkeyi yeniden ayağa kaldırmak için öncülük edebilir. Başka hiçbir şey değilse, Cumhurbaşkanlığı sırasında halkın büyük bölümünden gördüğü saygı onu bu cesaret ve dirayeti göstermeye teşvik etmeli.

Düşünüyorum: Abdullah Gül, ülkenin içeride ve dışarıda kargaşaya doğru gidişine karşı şimdi değil de ne zaman “Yeter!” deyip sesini yükseltecek?

Lale Kemal - Devlet aklı demokratikleşebilecek mi?

$
0
0

Başbakan Davutoğlu'nun, dün, aylardır süren şiddetli çatışmaların komşu Suriye'deki savaş manzaralarını anımsattığı Güneydoğu için bir dizi, “halkı kazanmaya dönük” diyerek açıkladığı plan, adı üstünde, “terörle mücadele” eylem planı.

Dolayısıyla 2,5 yıllık kısa bir göreceli barış döneminden sonra yeniden başlatılan çatışma ortamının, gerekli cesur demokratik adımların atılmasıyla ancak sonlandırılabileceği bir döneme girileceğinin ipuçlarını vermiyor. Zira, Davutoğlu'nun ifadeleriyle, “Milletin vicdanını devletin aklı ile birleştirebilmek için” işe öncelikle devlet aklının demokratikleşmesi ile başlanması gerekiyor. Dünkü eylem planında bu yolda ümit verici bir unsur yer almıyordu. İktidar, biat etmeyen toplumun tüm kesimlerinin şiddetli bir baskı altına alındığı otoriter bir yönetim anlayışının hakim olduğu gerçeğini ısrarla kabullenmeyerek, ne Kürt sorununa ne de diğer hukukun üstünlüğü ilkesinin çiğnendiği hak ihlalleri sorunlarına çözüm bulabilir.

Terörizm konularında uzman Amerikan Georgetown Üniversitesi'nden Profesör Daniel Byman, 3 Şubat tarihli İngiliz Journal of Strategic Studies dergisinde yayımlanan makalesinde, terörle mücadelenin başarısında en ideal demokratik yaklaşımın, halkın, ancak iyi yönetilen bir hükümet otoritesinin meşruiyetine ikna edilmesini gerektirdiğine işaret ediyor. Bu tezi bize uyarladığımızda tersi bir durum ortaya çıkıyor, zira devlet aklı, demokratikleşme sinyali vermiyor, terörle mücadele ederken hukuka uymaları gerekenler, örneğin, duvarlara nefret söylemi içeren yazılar yazarak iktidarın meşruiyetinin sorgulanmasına yol açıyorlar.

Prof. Byman, “Demokratik siyasi sistem değerlidir, zira meşruiyeti artırır, hükümet halkın taleplerine duyarlıdır ve rejimin kuvvet kullanma refleksini azaltır. Şayet terörle mücadelede bu saydığım kriterler en önemlileriyse varın siz hesap edin otoriter rejimlerin bu alandaki mücadelelerinin ne denli kötü ve hatta felaket olduğunu” diyor.

Byman'a göre, “Otoriter rejimlerden farklı olarak genelde demokrasiler, toplulukların mahrum edildikleri haklarını tanıyarak mağduriyetlerini giderirken, kamu güvenliğini de tesis ederler. Diktatörler, milliyetçiliği harekete geçirirken düşmanlarını şeytanlaştırıp, savaş karşıtı duyguları sansürler.”

Kıssadan hisse çıkartmak gerekirse, dünkü eylem planı, dünyada kabul görmüş terörizmle mücadele ve bu sorunu sonlandırma uygulamalarıyla örtüşmüyor.

Keza, Davutoğlu'nun, “HDP ve İmralı'nın (PKK) ancak silahların bırakılmasıyla muhatap alınacağı, artık muhatabın halk olacağı” yönündeki söylemi, terörün siyasi yöntemlerle çözümüne dair dünyada kabul görmüş metotlarla da ters düşüyor.

Örgüte silahları bıraktırmanın tek yolu, bu amaçla onlarla müzakere edilirken buna paralel demokratik alanda iyileştirmeler yapılmasını gerektirir. İrlanda terör örgütü İRA'nın, kimi demokratik haklarının tanınmasına paralel yaklaşık 8 yıllık bir sürede silahları ancak bıraktıklarını hatırlatalım.

Çözümden anlaşılan bir diğer sorunlu alan, PKK'lıların silahlarını bırakıp ülke dışına çıkmaları talebi. Peki, bu insanlar Türk vatandaşı değiller mi? Ülkeyi terk edip gidecekleri yer ise Kuzey Irak değil mi? Burada, en iyi bilmeye zorlandıkları iş olan terörizm dışında normal bir yaşama dönecekleri nasıl bir ortam sağlanacak? Yoksa yine, kısa süreli ateşkes döneminde olduğu gibi çatışmaların yeniden çıkacağını hesab ederek savaş eğitimlerine Kuzey Irak'ta devam mı edecekler?

Hükümetin yeni planı da terörizm sorununa çözüm değil çözümsüzlük getiriyor. Kabullenelim artık, demokratik siyasete dönülmedikçe, terör sorunu çözülemez.

A. Turan Alkan - O ses Türkiye

$
0
0

Son padişah VI. Mehmed Vahidettin. Son halife Abdülmecid Efendi. Son sadrazam Ahmet Tevfik Paşa. İlk başbakan İsmet Paşa; ikincisi Ali Fethi Okyar. Sondan bir önceki başbakan R.Tayyip Erdoğan. Son başbakan Ahmet Davutoğlu!..

Süreç henüz devam ettiği için son cümleyi ‘tahmin'den öteye gitmiyorsa da görünür âkıbet öyle... Sayın Davutoğlu eğer siyasî; velî;nimetine sadâkatte devam ederse bir şekilde tarih kitaplarına geçmiş olacak. Unvan unvandır; Türkiye Cumhuriyeti'nin, cumhuriyetin son başbakanı olmak da hayli önemli bir ‘titr'dir.

Efendim, herkes durumun farkında. Sayın Davutoğlu aslında son başbakan filan değil sadece iz bırakan bir başbakan olmak istiyor, hatta biraz daha fazlası... Fatih Sultan Mehmed'in fetihçi dinamizmiyle Mevlânâ'nın tasavvufî; derinliğini yan yana getiririz; üstüne biraz Hacı Bektaş Velî; kucaklayıcılığı, biraz Yavuzvâri celâdet, biraz bir Binali Yıldırım işbilirliği, biraz da Akşemseddin ile Mimar Sinan terkibinden müteşekkil ‘bilgi ve hikmet' aydınlanması ilâve edeceksiniz. Hâlâ önemli bir unsur eksik ama: Aslında hiç de elverişli olmayan ses tonuna Meşrutiyet'in meşhur hatiplerinden Ömer Nâci, Hamdullah Subhi, hatta ‘feylesofluk' ile retorik sanatını uhdesinde imtizâç ettiren Rıza Tevfik tınısı katmak şart. Siyaset dünyamızda hitabet ve belâgat hâlâ çok geçerli bir meziyettir ne yazık ki!

Hayır hayır, o cumhuriyetin son başbakanı olmak istemiyor; bilakis kaderine meydan okuyan esâtirî; bir karaktere bürünerek evvelâ Türkiye'yi, bilahire ‘Kadî;m' Osmanlı memâlikini ‘yeniden ihyâ ederek' (ki tabir bizzat kendisine aittir) beşeriyete ümitvar bir sahife açmak arzusundadır. Bana bu hissi ilhâm eden belirtiler dünki Mardin hitâbesinde, benim bile anlayabileceğim derecede nümâyandı.

Muhtemelen Sayın Davutoğlu'nu benden daha çok seven bir okuyucu, ‘Diren Başbakan' başlıklı yazıyla benim, Sayın Başbakan'la Sayın Erdoğan'ın arasını açmak istediğime hükmederek ayıplayıcı bir mektup gönderdi. Süflî; ve kirli emellerimin bu kadar kolay fâş olmasından bir miktar dehşete kapıldımsa da sonra yeniden sâkinleşmeyi başarabildim. Sözü edilen yazı, başbakanın öncelikle ülkesine, sonra partisine, ardından liderine ve bilahire bilumum vatandaşlara, dünya barışına yapabileceği önemli bir iyilik hakkında ikazlar taşıyordu ve özü itibariyle anayasa ve hukuk devleti savunuculuğu gibi bugünlerde netâmeli sayılan bir çizginin savunulmasını temenni etmekteydi. Parlamentarizm'in suyu çıkmamıştı ve mâhiyeti belirsiz bir başkanlık mâcerasına omuz vermek yerine şimdilik uhdesinde bulunan makamın izzetini şecaatle savunması gerektiğini imâ ediyordu. Anlaşılmadığı için ikinci kere anlatılan fıkralar gibi ‘Diren Başbakan' yazısının da başarısızlığa uğradığını anlayınca biraz üzüldümse de Sayın Başbakan'ın Mardin'de irâd buyurduğu ve 10 maddelik eylem planını açıkladığı tarihi nutkunda başkanlık meselesinden hiç bahsetmemiş olmasından tesellî; buldum. Plân da fena değildi doğrusu; plânın tek eksiği bir MHP klasiği ve geleneği sayılmak lâzım gelen buyurgan ve bariton bir ses tonuyla î;râd edilmeyişiydi bana göre. Aynı nutku farzımuhâl Âgâh Bey veya Nâmık Kemâl Bey veya Büyük Ülkü gecelerinde sunuculuk yapmış eski bir ülküdaşım yapmış olsaydı ses tonu ile muhtevânın theatral bileşimiyle plân, daha telâffuz edildiği anda hayata geçer ve Kürtlerin haklı olarak sinir oldukları tâbirle ‘Güneydoğu meselesi'ni ânında çözüme kavuşturmuş olurduk.

Sayın Cumhurbaşkanı'nın, başbakanı imâ ederek bazı müzevirlerce türetilen ‘Hayatımın en büyük hatası ona görev vermekti' şeklindeki türrehâtı son derece haksız buluyorum. Ses tonu ve rengi, söylediklerini bir miktar boşa çıkarıyor gibi görünse de Türkiye'de parlamenter demokratik hukuk nizamının yegâne ümidi hâlâ Sayın Davutoğlu'dur ve bu olgu ayrıca, sütun komşum Reha Çamuroğlu'nun “Olağanüstü dönemler, olağanüstü sonuçlar doğurur” teorisine de birebir uyuyor.


Ali Çolak - Bezginliğe reddiye

$
0
0

Sabah masa başında oturmuş, bezgin bezgin düşünürken buldum kendimi.

Oysa hazırlanıp işe gitmem gerekiyordu. Her sabah erkenden çıkıp işe giderim, tam yirmi sekiz yıldır. Canım evde kalıp kitap okumayı, ufak tefek kayıtlarla eğleşmeyi, tembellik etmeyi istese de hayatın gerçeği parmağını sallayıp, ‘Haydi' der, ‘geç kalıyorsun!' Hep bir yerlere, bir şeylere yetişmek, geç kalmamak… Çeyrek yüzyılım böyle geçti. Oysa sükûneti severdim, asude bir hayat arzulardım. Yetişmek, geç kalmak derdi olmadan, kargaşaya bulaşmadan, adamakıllı dingin…

İşleyen demir ışıldar, amenna! Fakat bizimki demir değil, candır. Gün geliyor, omuz silkip ‘tamam', diyor, ‘yoruldum!' O diyor demesine de, biz sızlanmaları duymazdan, görmezden geliyoruz. Boyuna mahmuzlayıp yola sürüyoruz: Dayan!

İçinizde bencileyin yorgunluktan, bezginlikten şikâyet etmeyen var mı? Dahası, mesleğinden memnuniyet duyanların sayısı ne kadar azdır. İşinin zorluğundan, anlamsızlığından, çok çalışmaktan, sözümona yoğunluktan yakınmalar… Bıraksalar kaçıp gideceğiz. Gidip dönmeyeceğiz. Gizli açık köy-kasaba planları, deniz kıyıları, bahçe kurup ağaç yetiştirmeler… Hülyanın bini bir para!

Zavallı biz! Bütün bunlar yaşamayı da çalışmayı da bir türlü öğrenemeyişimizden. Evet, yaşamayı bilmiyoruz. Günlerimiz, mecburiyetlerin cehenneminde telef olup gidiyor. Anların tadına varmak gibi bir becerimiz, alışkanlığımız yok. Nasıl olsun?.. Az buz değil, büyük işlerin insanıyız hepimiz, küçük saadetlere gönül indiremeyiz! Ruhumuzu süsleyecek kayıtlardan, eğlenceli işlerden köşe bucak kaçarız. Yakıştıramayız kendimize; önemsizdir onlar, çoluk çocuk işidir. Sonra ne mi olur? İşte böyle tıkanır, bezginleşir de sızlanmaya dururuz.

Ustalar ustası Montaigne “Yaşamak ve Çalışmak” denemesinde kulaklara küpe olacak bir sahne anlatır: “Bir kumandanın az sonra hücum edecek olduğu bir kalenin eteğinde dostlarıyla, tamamıyla serbest ve rahatça, kaygusuzca sohbete dalması ne güzel bir şey!” Sonra da şu öğüdün cilasını çeker: “Bizim işimiz kitap doldurmak değil, ahlâkımızı yapmaktır; savaşmak, memleket kazanmak değil, yaşayışımıza dirlik düzenlik getirmektir. En büyük, en şerefli işimiz, doğru dürüst yaşamaktır.”

Kaçımız benimseriz bunu? “Benim en şerefli işim, yaşamaktır!” Yanlış anlaşılmasın. Bencillikten, hodfuruşluktan, şikemperverlikten söz etmiyoruz burada. Bir ağacın altında gölgelenip gideceğimiz şu dünyada, bize ayrılan zamanı kıymetlendirmekten bahsediyoruz. Emaneti hor kullanmamaktan… Çalışmayı neşeye, coşkuya büründürüp günlerimizi yaşanır kılmaktan. Çoğunuz, “Nasıl olacak bu?” diye diklenirsiniz şimdi. “Türkiye'de yaşıyoruz bayım! Saat başı katliam, aşağılama, horlama. İşsizlik, kavga, soruşturma, dava, hapis, yalan, dolan…”

İyi ya, tam da bunun için gerekli değil mi yaşama coşkusu? Bütün bunlara, bu karabasanlara başka nasıl, hangi güçle karşı koyacağız? Yaptığımız işlerin altında ezilir, ha bire şikâyetin atına binersek, Nermi Uygur'un dilimize kazandırdığı o nefis deyişle, ‘bunalımdan yaşama kültürü'ne nasıl kanat çırpacağız? Hem unutmayın, Montaigne, “Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.” buyurur. Sanırım hiçbirimiz, o ‘küçük ruhlar'dan olmayı kabullenmeyiz, öyle değil mi!

Bir zaman, ömrü yabanda yazıda geçmiş bir adam tanıdım. Rahat yüzü görmemiş. Bir gün dedi ki, “Ne düşünüyorum biliyor musun? Şöyle küçük bir marangoz dükkânım olsun… İçerde soba yansın, sıcacık! Bir köşede radyo çalsın… Orada ömür boyu, hiç durmadan çalışırım.” Çok şey mi istiyordu? Hayır! Sadece, huzur içinde çalışabileceği bir mekân. Yakındığı çalışmak değil, soğuk, kar kış ve imkânsızlıktı. Kendimi ne vakit işten yakınır bulsam, o köylüyü hatırlar, utanırım.

Beni utandırıp kendime getiren sadece o marangoz dükkânı hayali kuran adam değildir. Her gün, herkeslerden sonra işten çıkıp yorgun argın evin yolunu tutarken, şöyle düşünürüm. Evet, güneş batmadan eve gitmek, vakitlice yemek yiyip dinlenmek, sonra odana geçip gönlünce okuyup yazmak senin de hakkın, fakat… Mesleğini çok sevdiği halde işsiz kalmış, hatta hapse girmiş meslektaşların var, onları düşün... İşte o zaman, bütün yakınmalar, mızmızlar, yorgunluklar uçup gidiyor. Şükür, diyorum, şükür! Bir işim var ve özgürüm.

O masanın başında, bezgin ve yorgun otururken bu yazıyı kurdum bir yandan. Sonra dedim ki: Davran bre! Sen ki, vaktiyle Ege'de mavzer kuşanıp atını dağdan dağa sürmüş adamların torunusun, yakışır mı! Haydi işine, haydi yaşamaya!

Joost Lagendijk - Türkiye'yi tecrit etmek bir seçenek değil

$
0
0

Çok sayıda Türk liberali ve demokratı hayal kırıklığına ve hüsrana uğratan 1 Kasım seçimlerinden bu yana, hoşnutsuz bir gazeteciden ya da akademisyenden Avrupa Birliği'nin Türkiye ile bağlarını koparması yönünde çağrının gelmediği tek bir hafta geçmiyor.

Bütün bu kasvetli röportajlar ve başyazılar benzer bir şeyi öne sürüyorlar: Türkiye'de artan baskı ve şiddeti tarif ediyorlar ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın otoriter davranışını yerden yere vuruyorlar.

Ardından AB'nin Türkiye ile Avrupa'ya mülteci akışını azaltmak üzere anlaşma yapmasını tiksintiyle irdeliyor ve AB'nin böyle yaparak el üstünde tutulan demokrasi değerleriyle ve insan haklarıyla alay ettiği sonucuna varıyorlar. Acil çağrıları şu: AB'nin, mevcut iktidar iğrenç politikalarını değiştirmediği sürece Türkiye ile anlaşmaya son vermesi.

Türkiye'deki muhalif sesler tarafından, acı çekmekte olan anavatanlarını çok-da-kapsamlı olmayan bir tecrite itmesi için AB'ye yapılan ve giderek epey etkileyici bir çağrı yığını haline gelen koroya geçen hafta iki katkı daha oldu. New York Times gazetesinde serbest kürsüye yazdığı yazısında, Marmara Üniversitesi'nde yardımcı doçent olan Behlül Özkan, AB'ye ve ABD'ye, “taviz verme ve etkisiz kınama politikalarına son vererek, Erdoğan'ı bunun çıkmaz sokak olduğu konusunda açıkça bilgilendirmeleri” çağrısında bulundu. Hollanda'nın önde gelen gazetelerinden De Volkskrant'ta yazan ve Zaman gazetesinin Hollanda bürosunun genel yayın yönetmeni olan Mehmet Cerit, işi bir adım daha ileriye götürdü ve AB'ye Türkiye ile işbirliğine tamamen son verme çağrısı yaptı.

Bu yeni tecrit taraftarları ile ilgili sorunum, bugünkü Türkiye'ye dair analizleri değil. Bu ülkede demokrasinin ve insan haklarının şu anki durumunu anlatırken karanlık bir tablo çizmekte haklılar. Ancak, iki nedenden dolayı bu arzu edilen cezalandırıcı önlemlerin hem olası olmadığına hem de istenmeyen şeyler olduğuna kaniyim. Bu gerçekleşmeyecek, zira Türkiye'den gelen bu çağrılar, Avrupa'daki mülteci krizinin ciddiyetini tamamen azımsıyor.

The Economist dergisi, bu haftaki sayısında, Avrupa'daki büyüyen çaresizliği, AB üyesi devletlerin ortak bir yaklaşımda çok geçmeden anlaşmaya varamamaları durumunda AB'nin kendini parçalara ayıracağını vurgulayarak yansıttı.

Halihazırda tartışılmakta olan makul ve kılı kırk yararak oluşturulmuş tüm planlar, mülteciler hâlâ Türkiye'deyken (veya Ürdün ve Lübnan'dayken) iltica başvurularının gözden geçirilmesini ve bu üç ülkenin tamamının yükünü hafifletecek işlevli yeniden iskan düzenlemelerinin yapılmasını kapsıyor. Zira, kayıt olmaları ve kabul edilmeleri durumunda yüz binlerce mültecinin Avrupa'ya yasal bir şekilde seyahat etmesine izin verilecek.

AB'nin, Brüksel, Ankara'nın iç politikalarını onaylamadığı için Türk hükümetine anlaşma istemediğini söyleyecek lüksü yok. Şu anda kapıyı Türkiye'nin yüzüne kapatmak ve Türk halkı Erdoğan'ın yerine daha demokratik bir lider getirene dek beklemek, AB için bir seçenek değil.

AB için esas güçlük, Türkiye'nin etrafından dolanarak çözüm bulmaya çalışmak değil (ki zaten böyle bir seçenek yok), Suriyeli mülteciler konusunda Türk yetkililerle pratik işbirliğini, hükümetin Kürtlere, muhalif akademisyenlere, araştırmacı gazetecilere vs. yönelik baskıcı politikalarını açık ve yapıcı bir şekilde eleştirmekle birleştirmek. AB, geçen yıl kritik yıllık ilerleme raporunu ertelemekle büyük bir hata yaptı ve hatadan çıkarması gereken ders yeri geldiğinde ve gerektiğinde sesini yükseltmek olmalı.

AB'nin Türkiye'yi tecrit etmesi umulası bir şey değil, çünkü bu yanlış insanları cezalandıracaktır. Erdoğan'ın kendisini ve Türkiye'yi bir yabancı komplosunun daha kurbanı olarak resmekte ne kadar usta olduğunu hepimiz biliyoruz. Eminim ki, Özkan ve Cerit'in çağrısını yaptığı türden AB yaptırımlarını, Türkiye'nin vazgeçilmezliğini kabule gönüllü olmayan bencil ve küstah bir Avrupa tarafından cezalandırılmış cesur ve kendine güvenen bir Türkiye portresi çizmek için kullanacaktır.

AB fonlarının Türkiye'ye akışını durdurmak, yaşam şartlarını ya da Türkiye'deki birçok bölgede çevre koşullarını iyileştirebilmek için çok sıkı çalışan insanları cezalandırır. AB'nin her konuda Türkiye ile çalışmayı reddetmesinin, Türkiye'de halihazırdaki olumsuz gidişata direnen insanlara ve örgütlere hiçbir şekilde faydası olmayacaktır.

Özkan'ın makalesinde kabul ettiği üzere, AB'nin Türkiye karşısında hâlâ hatırı sayılır kozu var. Bu nüfuzdan vazgeçmek aptallık olur.

Nurullah Öztürk - Dünyayı gezen zırhlı aracın düşündürdükleri

$
0
0

“Erdoğan, Güney Amerika ziyaretinde zırhlı aracını da askeri kargo uçağıyla yanında götürdü.” Bu haberi okuduğumda hafızam beni 2000'li yılların başına götürdü. Türkiye büyük bir depremin ardından ekonomik bir kriz yaşamış ve bu badireden çıkış yolu arıyordu.

Tam bu noktada yenilikçi bir hareket ve umut olarak AKP devreye girdi. Teşkilatlanma tamamdı, olası bir tek başına iktidar durumunda içeride ve dışarıda güven verici road showlar düzenleniyordu ve artık seçime sayılı günler vardı. Ben o zamanlar iş gereği çok seyahat ediyordum. Şirketin alışveriş merkezleri ve restoranlarına AKP'nin önemli isimlerinin tamamına yakını sık sık uğrardı. Biz de ülkedeki gelişmeleri sıcağı sıcağına onlardan öğrenirdik. Gece yarısı yine bir seyahatten dönmüştüm, yorgun argın uyuduğumda rüyamda tüm televizyonlarda son dakika olarak Recep Tayyip Erdoğan'a suikast düzenlendiği haberleri ile irkildim ve bir daha uyuyamadım. Erkenden şirkete gitmek için yola çıkarken ‘seçime kısa bir zaman var, ülke zaten iyi değil, bir daha karışmasın düşüncesiyle telefon edip, mutlaka güvenlik önlemlerini artırmalarını söyleyeyim' diye düşündüm. İş yoğunluğu içerisinde konuyu unuttum. Telefonda bir gazetecinin sorularına cevap vermeye çalıştığım bir anda, müdürlerden biri telaşla başka bir telefonu uzatarak, “Recep Tayyip Erdoğan sizi arıyor” dedi. “30 dakikadır sana ulaşmaya çalışıyoruz ne bu yoğunluk” diye takıldıktan sonra, “ben de sizi arayacaktım zaten” dedim. “Yanımda Makedonya büyükelçisi var, benim ülkeme yatırım yapın diyor, kendisine yardımcı olun” diyerek elçinin irtibat telefonlarını verdi. Ben de kendisine gördüğüm rüyayı anlattığımda “yanımda Ertuğrul Yalçınbayır ve İrfan Gündüz var, hayrolsun, hayırlara vesiledir diyorlar” dedikten sonra, “Biz Allah'a inanıyor ve güveniyoruz, en büyük koruyucumuz O'dur, bizi güvenlik değil ancak Allah korur. O ne derse o olur.” diye de rahatlık vermişti.

Güney Amerika gezisine zırhlı arabasını da yanında götürdü haberini okuyunca bir film şeridi gibi bu diyaloğu ve bir kez daha hatırladım o günleri.

“Türkiye'ye uygun bir model”

Akademi çevreleri için düzenlenen bilgilendirme toplantısına sadece bir doçent ve yardımcı doçentin katıldığı günleri, MÜSİAD'ın tüm partileri davet ettiği ‘Krizden çıkış için nasıl bir ekonomik plan' konulu toplantılarda katılımın en düşük olduğu partinin AKP olduğu ve medyanın boş koltukları çektiği geceleri, iktidara gelmek için, liberalinden solcusuna, aydınından cahiline toplumun tüm kesimlerine uzatılan ve şimdilerde hepsinin köküne kibrit suyu döküp kurutulan zeytin dallarını, partinin finansmanı için her ay bin TL verecek 500 işadamının bulunamadığı, buna mukabil para ile milletvekilliğini takas eden kişileri, Ertuğrul Günay gibi önemli şahsiyetlerin partiye katılımı kabul etmesi nedeniyle yaşanan bayram sevinçlerini, Meral Akşener'in durumu erken fark edip kuruluş aşamasında vazgeçişlerini, Abdüllatif Şener'e ‘Türkiye'nin devasa sorunlarını çözebileceğinizden emin misiniz' dediğimde “yaklaşık bir yıldır akademi çevreleriyle birlikte dünyadaki tüm ekonomik modelleri ve kalkınma planlarını incelediklerini Türkiye'ye uygun bir model plan hazırladık” dediğini, rahmetli Recep Yazıcıoğlu ve Prof. Mustafa Erdoğan'a ‘siz de partiye katılacak mısınız?' diye sorduğumda birbirinden bağımsız ve habersiz olarak her ikisinin de aynı cevabı verdiği günleri hatırladım. Geçmişe dair ne varsa hep hatırladım. İktidarın ilk yıllarında asker vs. korkusundan ceylan gibi ürkek ve korkak yılları hatırladım. Kırk yıllık dava! arkadaşından ‘o zat' olarak hitap edildiğini duyunca irkildim, üzülerek, hayıflanarak ve ülkem adına, gelecek nesiller adına endişelenerek bugünlere geldim.

“Biraz fevridir ama küçüğünü büyüğünü bilir”

Bülent Arınç'ın MÜSİAD'daki bir organizasyon sonrası ağabeyinin de olduğu çay sohbetinde Cumhurbaşkanı için oradaki haziruna, “Biraz fevridir, çabuk sinirlenip atarlanır ama küçüğünü büyüğünü bilir, bize saygıda kusur etmez, ortak akıl ve istişareye önem verir, sözümüzü dinler” tanımlamasını hatırladım. Memleketin dört bir yanında fakir fukaranın hem cebi hem canı yanarken ekonomiden değil, ekonomiyi ve ülkeyi bu duruma getiren aktörlerden, süreçten ve gelecekten bir kesit paylaşmak istedim.

2001 yılında ortalığı kasıp kavuran ekonomik krizin benzeri Arjantin'de de yaşanıyor, halk marketleri yağmalıyordu. Abdullah Gül o günlerde bir sohbette “Arjantin'de yaşanan yağmalama Türkiye'de yaşanmıyorsa bunun sebebi, AKP'nin iktidara geleceği umudu ve inanç temelli yardımlaşma duygusudur.” demişti. Ben de ‘inançlı insanlar olarak bu umudu da boşa çıkartırsanız, ülkede inanacak ve güvenecek kimse kalmamış olacaktır' demiştim.

Pompei'nin son günleri

Buenos Aires'teki Retiro'nun virane garında bir duvarın üzerine tebeşirle çiziktirilmiş bir yazıda, “insanlık nereye gittiğini bilmiyor, çünkü artık kimseyi beklemiyor Tanrı'yı bile…” der. Bugün tam da bu noktada gerçekle yüz yüzeyiz. Umarsız ruh hali insanlığın da Türkiye'nin yalın gerçeğidir. Ülkenin ahvalini bazıları Asr-ı Saadet, bir kısmı Muaviye dönemi olarak tanımlarken, ben de ‘Pompei'nin son günleri' diyorum...

Mehmet Çetingüleç - Ortadoğu, Türkiye'ye taşınıyor

$
0
0

Son günlerde farklı ortamlarda aynı soru ile karşılaşıyorum:

“Araplaşıyor muyuz?”

Böyle bir soruya “evet” ya da “hayır” gibi kesin yanıtlar vermek zor. Ancak Türkiye'deki Arap nüfusun kendi kültürü ile birlikte yayıldığını söylemek mümkün. Her ne kadar inanç birliği olsa da, yaşam biçimleri, dilleri ve tercihleriyle Türkiye'nin kültürel yapısını etkileyen, demografisini değiştiren 3 milyonun üzerinde Irak ve Suriyeli mülteci var.

Sadece geçen yıl dünyaya gelen mülteci çocuklarının sayısı 150 bin. Bu da Arap nüfusun hızla çoğalacağını gösteriyor. Zaten Türkiye Cumhuriyeti'nin Arap kökenli vatandaşları dışında, gelen mültecilerin nüfusa oranı yüzde 4 civarında. Yani Türkiye nüfusuna yüzde 4'lük bir Arap nüfus entegre edilmeye çalışılıyor.

Ayrıca;

Ortadoğu'daki istikrarsızlık ve parçalanma beklentileri bölgeden ayrılmayı teşvik ediyor. Kaçanların ilk durağı Türkiye. Sermayesi olanlar ev alıp yerleşerek küçük ve orta ölçekli ticari faaliyetlerde bulunuyor. Son yıllarda Ortadoğu ülkelerine konut satışı hızlandı. Geçen yıl satılan 20 bin konutun 10 bini Ortadoğu ülkelerinin vatandaşları tarafından alındı.

Yabancılara satılan konutların niteliği de değişiyor. Daha önce lüks konutlara, rezidanslara yönelen yabancılar, şimdi daha küçük ve daha ucuz konutlar satın almaya başladı. Burada Ortadoğu etkisini açıkça görmek mümkün. Elbette tatil için lüks konut alan zengin Araplar var. Özellikle Suudi Arabistan vatandaşlarının İstanbul, Adapazarı ve Bursa'da lüks konutlar satın aldığı, hatta kendileri için ormanlık bölgelerde özel siteler oluşturdukları dikkat çekiyor.

Sıcak iklimden kaçan zengin Araplar daha serin, havadar, ormanlık alanları tercih ederken, soğuk bölgelerden gelen Avrupalıların ve Rusların tercihi Antalya, Muğla, İzmir gibi güneşi bol iller.

Yabancı sermaye girişine ilişkin veriler incelendiğinde, yabancıların Türkiye'de son 6 yılda 18 milyar dolarlık gayrimenkul satın aldığı görülüyor. Bu Cumhuriyet tarihi boyunca görülmüş en yüksek rakam. Tabii Ortadoğu'dan Türkiye'ye göçün yanı sıra, “Mütekabiliyet yasası” ile yabancılara konut satışının kolaylaştırılması da önemli bir etken. Yabancıların Türkiye'deki gayrimenkul sayısı 150 bine yaklaşmış durumda.

Dönelim başlıktaki soruya:

Türkiye'de 2005-2007 yıllarında yapılan farklı araştırmalar Arap nüfusunu 550 bin ile 1 milyon 750 bin arasında gösteriyor. Yeni gelenler ve aradan geçen yıllardaki artışla birlikte bugün Türkiye'de 4 milyonun üzerinde Arap bulunduğunu söylemek abartı olmaz.

Beş yıl öncesine kadar nüfusun yüzde 1'i civarında seyreden Araplar şimdiden yüzde 5'i aşmış durumda. Ancak bu durum Türkiye'nin Araplaştığı anlamına gelmez. Arap kültürü yaygınlaşıp toplumda daha belirgin hale geldiği için dikkat çekiyor.

Peki Arap nüfusundaki artış devam eder mi? Bir süre sonra tersine göçler başlar ve Arapların sayısı azalır mı?

Ortadoğu'dan umudunu kesenler için Türkiye cazibesini korumaya devam edecek. Bakın Halep'ten kaçan on binlerce kişi Türk sınırına yığılmaya başladı. Ortadoğu ve özellikle komşularımız karıştıkça, Türkiye nüfusunun içerisindeki Arapların oranı daha da artacak. Zaten mültecilerin biyometrik kayıtları alındı, çalışma izinleri verildi. Uzun süre “misafir” olarak kalmaları söz konusu değil!

Zeki Çol - Dört dörtlük hezimet!

$
0
0

“Geliyorum” diye defalarca sinyal gönderen bir yenilgiydi bu.

“Geliyorum” diye defalarca sinyal gönderen bir yenilgiydi bu. Fenerbahçe, hele de deplasman oyunlarını genelde kötü oynuyor, savunmasının katkısı ve bireysel becerisi gelişmiş oyuncuların gol vuruşlarıyla çoğu kere bıçak sırtı giden maçları kazanıyordu. Dün savunma yerle bir oldu. Fenerbahçe ise darmadağınık. Deplasmandaki ilk yenilgi, takkenin düşüşüyle kelin ortaya çıkması gibiydi!

Bilmem hatırlar mısınız? Fenerbahçe'nin takım savunmasını oturttuğu ve en verimli aşamaya taşıdığı süreç, Gökhan'ın 11'de yer bulduğu dönemde başlamıştı. O süreçte stoperler Kjaer, Alves sol bek ise Hasan Ali'ydi. Alves dışındaki 3 savunmacı farklı nedenlerle oynayamayınca Fenerbahçe'nin dillere destan o savunması bir anda çöküverdi. Sadece ilk yarıda 3 net pozisyon buldu Antalyaspor. Birinde Kadlec, topu kaleye giderken çıkarttı. Diğerinde Volkan, Mbilla ile karşı karşıya kaldığı pozisyonu çok iyi bir zamanlamayla uzaklaştırdı. Sonuncusunda Eto'o öyle bir boş bırakıldı ve direğin dibine öyle akıllıca vurdu ki… Yapacak bir şey kalmamıştı.

Tabii ki yalnızca gerideki dörtlüden kaynaklanmıyordu savunmanın çöküşü. Markovic ile Nani, çoğu zaman beklerini rakip kanat oyuncularıyla baş başa bıraktı. Ve daha enteresanı Mehmet Topal, Josef ve Ozan gibi savunması güçlü oyunculara karşın Antalyaspor tıpkı kanatlardan olduğu gibi, orta alandan da zorlanmadan geldi.

Hazır yeri gelmişken bir kez daha anımsatayım. Bu sezon Fenerbahçe'nin hücum organizasyonundaki en verimsiz bölgesi orta sahası. Mehmet Topal, Josef ve Ozan gibi birbirine yakın oyun karakterine sahip oyuncularla oynamak, bu bölgede hissedilir bir zaafı oluşturuyor. Garip bir teknik adam tercihi olarak sırıtıyor ve orta alan, top kullanma becerisi gelişmiş, takımı yönetecek bir beyine gereksinim duyuyor.

İlk yarıyı sadece iki şutla geçen Fenerbahçe, ikinci yarıya bir Pereira fantezisiyle ve Ozan-Van Persie değişikliğiyle başladı. Pereira, Kayserispor kupa maçında yaptığı denemeyi bu defa bu oyuna taşımak istedi. Ama önemli bir handikabı öngöremedi. Antalyaspor, zaten orta alanı iyi tutuyor. Agresif oyunuyla bu bölgedeki kontrolü elinde bulunduruyordu. O değişiklik doğal olarak Fenerbahçe'nin orta alanında zaaf oluşturdu. Antalyaspor, 11 dakikada 3 tehlikeli atak yaptı 2'de gol buldu. Fenerbahçe savunması delik deşik olmuştu. Fenerbahçe ise şaşırmış ve dağılmıştı. İş işten geçtikten, hatalı müdahaleyle takımın iki gol daha yemesine neden olduktan sonra Pereira'nın aklı başına geldi. Fernandao'yu Diego'yla değiştirdi ve biraz olsun orta alanı güçlendirdi. Bu arada Eto'o sakatlandı, sürekli oyunda olan ve kaleyi sıklıkla yoklayan bir büyük baş ağrısından Fenerbahçe kurtuldu! Lakin skoru eşitleyecek aklı, yeterliliği, becerisi yoktu. Hiç umulmadık bir maçta sezonun ilk deplasman yenilgisi hatta ilk hezimetiyle tanıştı. Darbe güçlüydü. Ve Pereira yaklaşımı değişmezse artçıların da habercisi gibiydi.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live