Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Selim İleri - Geçmiş günlerden masallar

$
0
0

Cevdet Kudret'i Ankara'da tanımıştım. Bilgi Yayınevi'nin editörü konumundaydı. Harıl harıl çalıştığı küçücük bir odası vardı.

Bilgi Yayınevi o yıllar, 1960'lar, 1970'ler birbirinden güzel kitaplar yayınlamıştır. Biz lise son öğrencileri Sodom ve Gomore'yi ancak o yayınlar arasında yeni harflerle okuyabilmiştik. Sodom ve Gomore ki, hem Yakup Kadri'nin klasiği, hem Mütareke İstanbul'unun eşsiz yazınsal belgesi, hem de romanımızın yıldız kitaplarından biridir. Ama düşünün, uzun yıllar, çok uzun yıllar çevrimyazısı yapılmamış!

Cevdet Kudret ilkgençliğim boyunca elimden düşürmediğim Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman antolojisinin seçicisi, hazırlayıcısı, yazarıydı. Bu antoloji, ilk iki cildiyle genç kuşaklara, genç edebiyatseverlere gerçekten çok yararı dokunmuş bir çalışmaydı. (Bugün o derin etkisini sürdürüyor mu, bilmiyorum.)

Üçüncü cildi sorduğumda, yılların edebiyat adamı, “bugünün” yazarları, özellikle romancıları konusunda bazı kaygıları olduğunu, üçüncü cildi bir süre daha yayınlamak istemediğini söylemişti.

Nitekim üçüncü cilt epey sonra okura ulaştı. Arada birçok yeni hikâyeci, romancı yetişmişti. Titiz Cevdet Kudret bu son ciltte hayli duygusal davranmıştır. Örnek vereyim: Son ciltte Ahmet Hamdi Tanpınar yer almaz, ne romancı ne hikâyeci olarak...

Cevdet Kudret

Okul kitaplarında keşke yer alabilseydi

Bununla birlikte Cevdet Kudret'in emeğini yadsımak imkânsızdır. Behçet Necatigil, onun şiir kitabı Birinci Perde'yi çok severdi. Yitikler arasında bıraktığımız bu şiir kitabı, Cevdet Kudret imza­sının nasıl incelikler özlediğini hâlâ söylüyor: “Nerde, hangi şehir­de olursa olsun, /Etajerim, kitaplarım olsun”... Birinci Perde 1929 tarihini taşır. Yalnız şu iki dize, diyorum, kitap sevgisi için, o tarihten sonra okul kitaplarında keşke yer alabilseydi.

Cevdet Kudret imzalı kitaplar arasında üç roman, Sınıf Arkadaşları (1943), Havada Bulut Yok (1958), Karıncayı Tanırsınız (1976) yarı özyaşamöyküsel çizgide bir dönemler çizelgesi niteliğindedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul, İkinci Dünya Savaşı karanlığında Anadolu, bu eserlerde, Türkiye'nin siyasî; çalkantılarına yer yer trajik, yer yer trajikomik göndermelerle yüklenerek eği­lir ve bir ‘yarın kaygısı' taşır.

Sonra elbette, o unutulmaz, benzerleri artık herhalde hiçbir zaman hazırlanamayacak Karagöz ve Ortaoyunu çalışmaları, o metin araştırması, o derleyicilik... Nihayet bir de eleştirmen-denemeci Cevdet Kudret var. Bir Bakıma'da (1977) yer alan Ziya Osman Saba yazısını ben çok severim. Diyebilirim ki, bu yazı Ziya Osman Saba'nın eserine, şiirine ve insanlığına yas şarkısıdır.

1990'larda bir kitap yayınlanmıştı: Cevdet Kudret'e Mektuplar. Kitapta Cevdet Kudret'e gönderilmiş mektuplar derlenmişti. Yahya Ke­mal'den Attilâ İlhan'a çok geniş bir yelpaze, yıllar art arda geçip gidiyor... Zamanlar, sorunlar, beğeniler, dönemler, dönemlerin ruhu.Okumuştum, yüreğim yanmıştı.

Geçen gün tekrar karıştırdım. 182. ve 183. sayfalarda Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat'la birlikte Aiskhlos'tan Prometheus'un çeviri­sine başladıklarını haber vermiş, o tek mektubunda.

Azra Hanım bu çeviriye Profesör Rhode ile bir yıl çalışmış. Son­ra olmuyor, özgün eserin dil tadını yakalayamadık diye bırakmış. İlk çalışmada Yunanca ve Almanca işbirliği söz konusu. Çeviri ikinci kez gündeme gelince, Fransızca çeviriler de gündeme geliyor.

Eyuboğlu'nun mektubundan öğrendiğimize göre, Azra Erhat “Yunanca kelimelerin tek tek Türkçelerini ve genel anlamı” verecek; Sabahat­tin Eyuboğlu sil baştan Türkçe'siyle uğraşacak. Aiskhylos için böylesi bir çabayı kaç kişi göğüsleyebilir günümüzde?

Devam ediyor mektup:

“İlk cümle üstündeki deneme bir saat kadar sürdü; yine de, koca­sını biraz aldatan ama yüzüne bakılır bir kadın yaratamadım.” Şöyle dizeleştirilmiş o ilk cümle: “İşte geldik bir uzak ucuna dünyanın; / İskitler ülkesinin ıssız bir çölündeyiz”...

Eyuboğlu, Erhat'la ortak ereklerini de dile getirmiş: “Hem Aisk­hylos'un havasına gireceksin, hem de çağdaş insanca ve Türkçe konuşa­caksın; üstelik her sözünü bir oyuncunun ezberleyip sahnede, kendi sözüymüş gibi yadırgamadan ve yadırgatmadan söylemek zorunda kalaca­ğını hiç ama hiç aklından çıkarmayacaksın. Zor, ama zor olduğu kadar da tadına doyulmaz bir iş bu.”

Okurken yüzüm kızardı, buraya aktarırken de. 1966'da böyle çalışılıyormuş! Eyuboğlu ve Erhat; ikiliye bir de Vedat Günyol'u ek­lemek gerekir. Hocam Günyol'un büyük bir heyecanla Sabahattin Eyuboğlu'na, Maçka'daki eve, çeviri çalışmalarına gittiğine kim bilir kaç kez tanık oldum.

Bugün bütün bütün duyumsanıyor: Onların ülkülerinden tılsım yayı­lırdı. Böylesi bir emeği seçenler, 1971 darbesinde vatan aleyhinde faa­liyet göstermekle yargılandılar, mahkûm edildiler. Teşekkürümüz bu ka­dar olmuş.

Fakat düşünüyorum da, yalnız 12 Mart mı suçlu? Sabahattin Bey'in çağdaş insanca ve Türkçe arayışını, bir sahne dili endişesini edebiyatçılar mı değerlendirdi, tiyatro sanatçıları mı teşekkürle, gönül borcuyla karşıladı?

Bunlar Cevdet Kudret'e yazılmış bir mektupta sönüp gidebilirdi. Cevdet Kudret neyse ki saklamış.

Düşünüyorum da, okurlar mı kapıştı Prometheus'u? Ne var ki, çe­virmenler vargüçleriyle en güzelin ardına düşmüşlerdi. Kim teşekkür etti? Geçen zaman, böylesi çabaları git git silip süpürdü, hepsi o kadar.

Colette'in kısa ama çok özlü romanı Dişi Kedi'yi dilimize Azra Erhat kazandırmıştır. Azra Erhat, anılarında, Türkçe'yi olanca ince­likleriyle kullanamadığından yakınır. Bununla birlikte, yine Colette'­in Cheri'sine -kolayca Sevgili, Sevgilim diyebilecekken- Cicim adını takmak, bu çeviri görkemi onun başarısıdır.

Gerek Cicim, gerekse Dişi Kedi çevirileri, deyiş yerindeyse, alafranga incelikler yansıtır. Hem Fransız kültürünün havası eser, hem Türk okurunu yadırgatmaz. Bir ‘çeviri' roman okuduğunuzun bilin­cindesinizdir, ayrıca başka bir kültürün insanı olarak okumaktasınız. Kolay kolay ulaşılacak bir başarı değildir bu.

Yıllar yılı yeni basımı yapılmamış Dişi Kedi, yine 1990'larda ‘sadeleştirilmiş' çevirisi yayınlanmıştı. Değerbilmezlik, hatta küstahlıktı ama, kimsenin ilgisini çekmemişti. Sadeleştirici, örnek­se, şu cümlede karar kılmıştı: “Serçeleri dinlemeye koyuldu, hışır­tılarıyla yağmuru öykünen üç selvinin içinde fırtınanın sona ermesi­ni kutluyorlardı.” Yağmur'a öykünen değil de, yağmuru öykünen...

Azra Hanım 1962'de şöyle kurmuş-çevirmiş cümleyi: “Serçeleri din­lemeye koyuldu, cızırtıları ile yağmuru taklit eden üç selvinin için­de fırtınanın sona ermesini kutluyorlardı.”

Bir başka örnek: (Azra Erhat çevirisi): “... yüzü gene solgun, çenesi beyaz, esmere çalan pudrasının altında yanakları hafifçe kara ve gözlerinin ucunda iki yaş tanesi beliriyordu.” (Düzeltilmiş çevi­riden) “... yüzü gene solgun, çenesi beyaz, esmere çalan pudrasının altında yanakları hafifçe kara ve gözlerinin ucunda iki küçük göz­yaşı beliriyordu.”

‘Kimlerdi? N'oldular? Yoksa öldüler mi?'

Yaş taneleri nedense eski dil sayılmış, küçük gözyaşı tercih edilmiş... “Anasına babasına maval okumak”, o güzelim maval okumak, “anasını babasını aldatmak” oluvermiş. Azra Hanım'da “Ağaçların aksi ile daha yeşil görünen gözler”, onarımdan geçmiş yeni basımda “Lâle ağaçlarının gölgesinde daha yeşil görünen gözler” olmuş, örnekleri alabildiğine çoğaltmak olası.

Dünden bugüne nereye yol aldığımızı saptamak isteyenler için bence büyük fırsatlar, bu yazıda andıklarım. Geçmişin titizliğinden ne kaldı geriye?

“İki küçük gözyaşı” dökerek, eşsiz Oktay Rifat'ın “O Semtler” şiirinden alıntılıyorum: “Kimlerdi? N'oldular? Yoksa öldüler mi?”

Son dizesi o şiirin: “Dallar kalıyor sadece, kuru dallar!”


Ali Aydın - Yıldırım ve yardımcılarına geçer not

$
0
0

Profesyonel futbol hakemi Bülent Yıldırım, pozisyonsuz denebilecek maçta önemli, çözümü zor ya da yorum gerektiren pozisyon yaşamadı.

Oyunun tüm bölümlerinde etkilenmeden her iki takım adına da eşit düdükler çaldı. Gösterdiği sarı kartlarda haklıydı. Birçok pozisyonun yakınında olması doğru kararlarındaki oranı yükseltti. 80. dakikada Olcan'ın kafa vuruşunda top üst direğin altına vurarak yere düştü. Beşinci ilave yardımcı hakem Mehmet Emre Atasoy, doğru bir karar vererek pozisyonu devam ettirdi. Önceki akşam Antalyaspor-Fenerbahçe maçında Ali Palabıyık, dün geceki mücadelede de Bülent Yıldırım, iyi yönetim sergiledi. Yardımcı hakemler Ekrem Kan ve Asım Yusuf Öz görev ve sorumluluk alanlarında başarılı olmaları bir tarafa faul pozisyonlarında da hakemine doğru şekilde destek oldu. Bu arada ligin sonu yaklaştıkça hemen her takımdaki yıldız dediğimiz önemli oyuncuların hakem kararlarında baskı yapmaya başladıkları daha fazla gözlemleniyor. Hakemler bu konuda her sahada otorite zaafına uğramamak için aynı kararları doğru şekilde vermeleri gerekiyor.

A. Turan Alkan - Bir 'ihânet' hikâyesinin içyüzü

$
0
0

Vatan kahramanlığı veya hainlik edebiyatı yine gündemde. Bazıları, gerçek ağırlığını ve vebâlini bilmeden bu iki kolay kelimeye sığınmaya başladı. Bugün sizleri kahraman-hain sıfatlarının övünç madalyası veya yağlı kurşun gibi dağıtıldığı eski günlere götüreceğim. Bazen bir hâtıra parçası, sayfalarca izahtan daha anlatıcı olabilir. Böyle şeyler, destanlaştırılmış resmi tarih metinlerinde yer almıyor çünkü...

SALMA: HARAÇ VEYA TEKÂLİF-İ MİLLİYE!

Yer Antep. Anteb'in henüz ‘Gazi' sıfatı almadığı ama o unvanı hak ettiği günler. Sene 1919'un sonu, 1920'nin ilk ayları. Antep, Fransız işgali altında. Olayları anlatan Mitat Enç. ‘Uzun Çarşının Uluları' kitabıyla edebiyat klasiklerimiz arasındaki haklı yerini alan Enç, ‘Selâmlık Sohbetleri' (Ötüken-2007) başlıklı diğer eserinde, Antep müdafaası dekoru önünde geçen çocukluk günlerini anlatıyor.

Küçük Mitat, on yaşlarındadır. Anteb'in vâriyetli ve köklü ailelerinden birine mensub olan yazarın dedesi ünlü bir avukat, babası ise tüccardır. İşgal başlayınca Antep, şehrin içinden geçen bir hatla ikiye bölünür. Antepliler mevzi gerisinde silahlanarak Fransızların mahallelerine girmesini engellerler.

Siper çatışmaları devam ederken, savunmayı yürüten ‘Heyet-i Merkeziye', Yunan Savaşı'na destek maksadıyla şehrin varlıklı ailelerinden –güçlerine göre- ‘salma' adı altında maddi destek talep eder. Hikâyenin devamını yer yer yazarın ifadeleriyle özetliyorum.

“Babam ticarethanesini kapatmış, kent içindeki taşınmazlardan gelen kiraların kökü kurumuştu... Buna rağmen babam kenarda köşede ne varsa toplayıp salmasını ödedi. Çok geçmeden salmayı veren veya veremeyenlerin toparlanıp Belediye hanına tıkıldığı, gömülerin yerini söyletmek için sopa ve dipçikle zorlandıkları anlatılmaya başlandı. Tam rahat bir nefes alacağımız sırada ikinci bir salma buyruğu daha geldi. Babamın, gelir kaynaklarının hepsinin kuruduğu yolundaki yakınması kimseyi yumuşatmaya yetmedi. Anlaşılan salmacılar Mazlum Efendi'nin (yazarın babası) altın küplerinin tıklım tıklım dolu olduğunu sanmaktaydı. Sağdan soldan borç, harç eksikler tamamlanıp bu da ödendi.” (s. 69)

SİZİN BAĞ EVİ DE BİZE DÜŞÜYMÜŞ

Aileye yüklenen bu ağır maddi külfetin yanında küçük Mitat'ın derdi daha farklıdır. Yıllarca birlikte oyun oynadığı arkadaş çevresinde garip bir çözülme, uzak durma eğilimi başlamıştır. Bu soğukluğun sebebi bir oyun esnasında su yüzüne çıkar. Oyunda elebaşı olan çocuklardan biri küçük Mitat'ın yüzüne tükürür gibi artık onunla oynamayacaklarını, çünkü dedesinin işgalcilerle anlaşarak ‘Sakın ola bizim eve dop atmıyasağız' diye tembih ettiğini haykırır.

Küçük Mitat donup kalır bu suçlama üzerine; sonra evlerine birkaç kurşun sekmesi dışında niçin hiç kurşun, gülle değmediğini hatırlar; suçlanır. İçini şüphe kemirmeye başlar. Acaba dedesi, eski komşu ve müşterisi Hıristiyanlarla böyle bir anlaşma yapmış mıdır? Kimselere soramaz ama derinden etkilenmiştir.

Derken küçük Mitat için çok ‘sevindirici' bir gelişme yaşanır. Ev ahalisi öğle yemeği için sofra başındayken 7.5'luk top bataryaları gümbürdemeye başlar. İnsanlar canını kurtarmak için evin mağara denilen bodrum katına kaçışırlar. Ev, küçük Mitat'a ‘iftihar' verecek derecede isabet almış, kapı pencere birbirine girmiştir. Herkes ağlaşıp inlerken o mutludur, çünkü evleri bombalanmıştır, çünkü hain olmadıkları anlaşılmıştır!

Ateş dindikten sonra sokağa çıkan Mitat, az ilerde ailesini hainlikle suçlayan Kebapçı'nın oğlu Ökkeş'i görünce kollarını kabartarak bağırmaya başlar,

-Ulan Ökkeş, hani dedem gâvurlardan söz almıştı? Mahallede kimin evine bu kadar çok top düştü?

Ökkeş'in cevabı daha zâlimdir, der ki:

-Gâvurlar o mermilerin içinde size altın atmış. Sonra evi yeni baştan onarın diye...

Çocuklardan bir diğeri Ökkeş'i destekler, ‘Harp bitince sizin ev bize geçiciymiş' diye ekler; bir başkası, ‘sizin bağ evi de bize düşüymüş' diye eksiği tamamlar.

“Kolum kanadım kırılmıştı” diyor yazar. “Savaş öncesi Selamlık sofrasında bir fincan kahve için yaltaklananlar, savaş karışıklığında varımızı yoğumuzu hayallerinde paylaşmaya girişmişlerdi bile...”

VATAN MEVZUBAHİSSE ALTINLAR TEFERRUAT MIDIR?

Enkaz altından kalkmaya çalışan ev ahalisi, az sonra bir başka haberle altüst olur. Çarşıdan gelen Mazlum Efendi yıkılmıştır adeta. Millici cephenin yöneticisi Heyet-i Merkeziye aileye 500 altın daha salma yollamıştır. İtirazlara cevaben ‘Mazlum Efendi'nin altınları öyle kolay kolay suyunu çekmez; biz de parayı cebimize indirecek değiliz ya, vatanı kurtarmak için harcıyoruz! diye dayatırlar.

Vatan mevzubahisse gerisi teferruattır vecizesi böyle günlerin eseri olmalı! Annesi, durumun vahametini görünce bilezik, takı cinsinden neyi varsa kocasına verir ancak ‘Salmacılar' ziynet değil, nakit ve çil Reşat Altını peşindedir. Akşam aile meclisi toplanır, kimlerden ne kadar borç istenebileceği düşünülür ancak verilen mehilin sonunda miktarın yarısı bile denkleştirilememiştir çünkü borç verebilecek durumdakiler de aynı baskı altındadır. Toplanabilen para götürülüp heyete teslim edilirse de Salmacılar getirileni hışımla alıp bir makbuz bile vermeden “Gerisini herhal, mehil bitmeden getirmeli, yoksa deliğe tıkarız” tehdidi savururlar.

Aradan çok geçmeden bir gece annesinin hıçkırıklarına uyanan küçük Mitat, babasının çeteler tarafından götürüldüğünü öğrenir. Yazarın çete diye adlandırdığı milli kuvvetler eve baskın verip para edebilecek ne varsa el koyup çıkınlamış, ev sahibini de rehin götürmüştür. Telâşla mahpus tutulan babasına yiyecek ve tütün çıkını götüren Mitat, handa Antep müdafaasının kahramanlar listesinde olduğunu imâ ettiği ‘pos bıyıklı reis'ten okkalı bir dayak yiyerek boş bir çuval gibi dışarı fırlatılır. Yazar, bu esnada hissettiği derin sarsıntıyı şöyle anlatıyor:

“Sonraki yıllarda Antep Savaşı üzerine yazılmış kitapları okurken kurtarıcı kahramanlar arasında onun da fotoğrafını görmüş ama şehit Şahin'e, Söylemezoğlu'na ve Karayılan'a duyduğum hayranlık ve sevgiyi bir türlü ona duyamamıştım (...) Çocuk tokatlayan o pos bıyıklı adam azmanı, belki de sırmalı fişekliklerinde dizili parıldak şarjörlerden bir tekini bile mazgallardan boşaltmadan, onu bunu itip kakarak hort zort etmişti (...) Yüzümde patlayan tokatlarla içine düştüğüm ezici utanç duygusundan bugün bile kurtulamadım desem yalan olmaz.” (s. 81)

VATAN BORCU KAÇ ALTINLA ÖDENİR?

Velâkin tokat yemekle borç ödenmiş sayılmamaktadır; bütün aracılık teşebbüsleri, rica ve yakarmalar sonuçsuz kalır. Ailenin direği Mazlum Efendi'yi rehinden ve hapisten kurtarmak için borç arayışlarına girişilir. Baskın gecesi evden götürülen takılar bile borç yekunundan düşülmez. İşte böyle dar bir günde, Mazlum Efendi'nin tüccar arkadaşlarından Harputlu bir tanıdığı elinde çıkınıyla gelir, ‘Elimdeki işte bu kadar, sağ kalır eli değerse, ne zaman isterse öder' diyerek üç yüz altını aileye teslim eder.

Altın, Heyet-i Merkeziye'ye teslim edilmeden tutukluların konulduğu han bombardımana uğrar. Enkaza dönen handa nöbetçiler dahil herkes canını kurtarmak için dağılınca mahpuslar da fırsat bulup evlerinin yolunu tutarlar.

Toz duman yatıştıktan sonra aile büyükleri altınları yine de götürüp Heyet-i Merkeziye'ye teslim ederek karşılığında şehirden çıkış izni koparmaya çalışırlar. Zira artık evde barınma imkânı kalmamış, harabeye dönmüştür. Yine de istenen çıkış izni verilmez. Aile dostu bir doktor, “Evleri yıkıldı, elde avuçta metelik kalmadı. Ya bırakın çoluk çocuğu alıp çıksınlar ya da kafamı kesseniz tek yaralıya bile el sürmem.” diye dayatınca çıkış iznini almayı başarır.

Peki ya sonrası? Sonrası Anteplilerin ‘Kaçkaç' diye adlandırdığı meşakkat günleri.

BİR ARPA BOYU

Birisini hainlikle, düşmanla işbirliği yapmakla suçladığınızda o kişi ister istemez kendini savunma pozisyonuna geçer ve bir şeyleri isbatlama lüzumu duyar; ithamı yönelten ise üstün durumdadır çünkü onun vatanperver biri olduğu varsayılır.

Bu adaletsiz bir mekanizma çünkü içinde büyük yalanlar, hatta iftiralar barındıracak kadar tehlikeli bir yapı. Bundan yüz sene önce Mitat Enç ve ailesinin başına gelenlerin bir asır sonra yeniden aynı topraklarda tekrarlanması ise insana ümitsizlik veriyor.

Dönüp bakıyoruz ki bir arpa boyu yol gitmişiz!

Reha Çamuroğlu - Bülent Arınç ne diyor?

$
0
0

AKP iktidarının uzun ömrünün iki önemli püf noktası vardı. Bunlardan birincisi muhafazakâr eksendi.

Her ne kadar başlangıçta “Muhafazakâr-Demokrat” denilse de bir süre sonra, özellikle de 2011'den itibaren “demokrat” ekinin konjonktürel, yani “mevsime bağlı” bir ek olduğu görüldü. Muhafazakâr eksen ise yine mevsime uygun görünümlere büründü. Zaman zaman İslamcı, İslamcı-milliyetçi, İslamcı-mezhepçi, milliyetçi-İslamcı, devletçi-İslamcı, devletçi-milliyetçi, Osmanlıcı-İslamcı, her şekle giren haller aldı. Hayli akışkan bir sıvı gibiydi artık AKP. Hani cıva gibi derler ya, bir yanından tutsanız öteki yana kaymaya başladı. Başlangıçta hayli iş gören bir haldi bu. Her seçimden yahut her önemli olaydan önce veya sonra duruma bakılıp yeni kıyafetler giyiliyordu. Öyle ki Sayın Erdoğan, 2007'de “CHP'yi atarsanız Sosyalist Enternasyonal'e girebiliriz” dahi diyebiliyordu. Hani Şanghay Altılısı'na girilse, kim bilir belki Baas'çı dahi olunabilirdi. Elbette bu durumun uzun vadede bazı sonuçları olacaktı. Bunların başında öngörülemezlik geliyordu. Ekonomiden bir nebze haberi olanlar dahi, dünya kredi piyasalarında, öngörülemezliğin ne anlama geldiğini gayet iyi bilirler. Tek cümle ile kredi musluklarının kapanması ve yabancı sermaye yatırımlarının başka ülkelere kayması. Eğer salatalık, domates, biber bize yeter, yahut “ne var, tezek yakarız” diyenlerdenseniz bunun bir sakıncası yoktu elbette.

İkinci ve daha önemli püf noktası ise ilk olarak dünya şartları ve dünyadaki para bolluğuydu. Özellikle Sayın Erdoğan'ın bir süre sonra bir “sıcak para virtüözü” olarak belirmesi, dünyadaki para bolluğu bittikten sonra dahi ülkeye para bulmakta zorluk çekmemesi, içeride inşaat ve tüketime dayanan iç pazar hareketliliğini desteklemesi, neredeyse her mahalleye açılan AVM'lerden de anlaşılabileceği gibi bir “verirler yeriz” ekonomisi yarattı. AB “çıpası” elbette önemli bir rol oynadı bütün bunlarda ama o “çıpa” ortadan büyük ölçüde kalktıktan sonra da para bulunmaya devam etti. Askeri “vesayet”in bitirilmesi -ne kadar bitirildiyse- aslında büyük ölçüde bu durmadan giren sıcak paralar sayesinde mümkün olabildi. Sanki Sayın Erdoğan'a “Allah verdikçe veriyordu”. Körfez Savaşı, İran'a uygulanan ambargo, Körfez ülkelerinin İran paranoyası, Suriye İç Savaşı'nın başlangıçtaki hali, bütün bu gelişmeler iktidarın başına konan devlet kuşları gibiydiler.

Sonra birdenbire “veren el” almaya başladı. Anlamsız bir sonradan görme haliyle içeride AKP tabanı dışında bütün toplumsal kesimlerin küstürülmesi, Suriye'de işlerin tümüyle “ters” gitmeye başlaması, İran'a uygulanan ambargoların birdenbire ortadan kalkması ve İran'ın dünyaya açılacağının görülmesi, petrol fiyatlarındaki olağanüstü düşüşün Körfez ülkelerini giderek eli daha sıkı hale getirmesi, Rus savaş uçağının nasıl oluverdiği hâlâ tam anlaşılamamış bir şekilde düşürülmesi, “alışılmış” bütün dengeleri altüst ediverdi.

Türkiye seçmeninin davranış tarzı incelendiğinde ortaya çıkan bariz sonucu elbette iktidar cenahı da gayet iyi biliyordu. Adına ister Osmanlıcılık, ister milliyetçilik, ister muhafazakârlık deyin, seçim sandığında para eden her şey, öncelikle gerçek paraya bağlıydı. Gerçek para arz edemediğinizde bütün bu “değerler” seçmen gözünde bir anda küçülüveriyordu. Ve artık deniz bitiyor, para kaynaklarınız kuruyordu. Siz de gayet iyi biliyordunuz ki % 49,5, % 85 de olsa ülkenin yönetilebilirliğine anlamlı bir katkısı olamayacaktı.

Japonya, bugün önemli ölçüde yatırım yapacak yer arayan bir ülke. Japon Merkez Bankası çok kısa bir süre önce “eksi faiz” açıkladı. Yani paranızı bankaya yatırırsanız üzerine para ödemeniz gerekiyor. Hal böyle olunca, Japonlar, yatırım yapacak ülke arıyorlar. Kendilerine Türkiye önerildiğinde ise açık sözlü davranıyor, “İç huzurunuz yok”, “Rusya ile aranızda savaş çıkarsa”, “Bu kadar mülteci ne olacak?”, “Hukuka ilişkin sorunlarınız var” gibi “densizce” sorular sorup açıklamalar yapabiliyorlar. Ve siz kalkıp kendisi yabancı sermayeye ihtiyaç duyan Güney Amerika'larda sermaye aramaya çıkıyorsunuz. Kolay gelsin.

Fakat aynı günlerde bir “başdanışman” Türkiye'nin en sağlam bankasına el konulması gerektiğini ilan edebiliyor. Bütün ekonomi için hayati önemde olan bu bankanın hisselerine bir günde büyük bir darbe vurabiliyor. Artık hukuk, başdanışmanlar düzeyinde çiğnenebiliyor ve mali suç işlenebiliyorsa yabancı sermaye beklemek, yabancı yatırımcıların aklıyla alay etmekten başka bir anlama da gelmiyor.

Kayyım atanan şirketlerin hisselerinde tuhaf iniş çıkışlar olabiliyorsa, durmadan, bütün millet, kaynaklarını tüketen oligarklara çalışır hale getiriliyorsa, bir ekonominin en önemli sorunu, denizi biten oligarklara para bulmak haline geliyorsa yabancı yatırımcılar size ancak “siz neden yatırım yapmadınız, daha düne kadar paranız vardı” diyebilirler.

Şimdi “bütün bunların Bülent Arınç'la ne ilgisi var” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Çok ilgisi var. Sayın Bülent Arınç, AKP ve Sayın Cumhurbaşkanı'na aslında köprüden önceki son çıkışı göstermeye çalışıyor.

Ahmet Çakır - Sen çok yaşa başkan!

$
0
0

Önemli bir spor gazetecisi olmasının yanında tarihçi ve koleksiyoncu yönleri de vardı.

Esir Kampları'ndan Teşkilat-ı Mahsusa'ya Çerkes Ethem'den İpsiz Recep'e kadar çok geniş bir alanda eserleri bulunuyordu. Daha önce çeşitli gazetelerin ve dergilerin spor servislerini yönetmiş, birkaç kez de Bisiklet Federasyonu Başkanlığı yapmıştı. Kendisine Başkan diye hitap edilmesi de bundan kaynaklanıyordu. Söz bu başkanlık konusundan açıldığında anlatmadan edemediği bir anısı vardı.

Zamanın Gençlik ve Spor Bakanı'na yakıştırdığı olaya göre, birlikte bir spor tesisini gezerken, heyette bulunan Cimnastik Federasyonu Başkanı, oradaki görevlilerden birine, “Evladım” demişti, “Gönderdiğim kulplu beygiri cimnastik salonuna koydunuz mu?”

Bakan da bunu işitmiş ve görevlinin “Evet efendim” karşılığı üzerine şaşırarak, “Ne o” demişti, “Spor salonunda beygir mi besliyorsunuz?”

Başkan, kim bilir kaçıncı kez anlattığı bu olaya aynı keyifle gülerken, “Kulplu beygirle sütçü beygirinin farkını bilmeyen adamı bu işin başına getirirseniz, sporun hali de böyle olur...” diye topu doksana takardı...

***

Her şeyiyle ilginç bir adamdı. Bugüne değin gazetecilikte önemli başarılar kazanmış, sayısız ödül almış ama yeterli düzeyde para sahibi olamamıştı. Geçim sıkıntısı hayatında hâlâ belli bir yer tutuyordu.

Parlak bir üslubu vardı ama işin biraz gırgırında gibiydi. Neyi önemseyip neyi takmadığını kestirebilmek pek mümkün olmuyor, ya da bunlar çok sık değişiyordu.

Türk basınının amiral gemisinin yedeğinde çıkacak hafif tertip solcu bir gazetenin yayın hazırlıkları içindeydik. Başkan, değişik önerilerle ilgi çekmeye çalışmanın yanında bazı nabız yoklamaları da yapıyordu. Bunlar sırasında kazandığı başarıların yanında bazı kazalara da uğruyordu. Örneğin, “Bazı futbolcuların askerliklerini çok rahat koşullarda yapmalarının” üzerine gidilebilecek bir konu olduğunu düşünmüştü. Öyle ya, mademki bu memlekette eşitlik vardı, herkes askerliğini aynı şekilde yapmalıydı. Gelgelelim, anti militarist olduğunu önceden bilmenin pek zor sayılamayacağı yazı işleri müdürü, başkanın hiç beklemediği türden bir tepki göstermiş, “Bana ne kardeşim, isterlerse hiç yapmasınlar!” diye onu bozmuştu. Başkan da “Elime bombayı verip yolluyorsunuz” diye kusuru bize yüklemeye çalışmıştı. Hiç bombasız dolaştığı yoktu ki…

***

Gazete neredeyse ilk günden fiyasko ile başladı. Satış, tam bir rezaletti. Necip halkımız kendisinin ihtiyacı olan bu sol eğilimli gazeteyi pek anlayamamıştı. Bu yüzden de birkaç gün içinde marjinal bir çizgiye düşüvermiştik.

Olsun, bu durum henüz bizi etkilemiyordu. Çünkü Babıali'de en güzel spor sayfasını bizim yaptığımıza ilişkin hemen her gün en az 10 telefon geliyordu Başkan'a. O da bu telefonların hemen tümünün işsiz bazı arkadaşlarımızdan gelmesine kulak asmıyor, “İyi gidiyoruz, iyi gidiyoruz” deyip duruyordu...

Oysa sadece gazete değil, spor sayfası da bir felaketti. Örneğin, hem Galatasaray'ın, hem de Fenerbahçe'nin Avrupa'da tur atladığı gün bizim manşetimizde, ‘Atletizm'deki rekorların Sultan Abdülhamit döneminden kalmış olduğu' yolunda bir haber vardı.

Cim Bom Polonya'nın Lodz takımını, Fenerbahçe de Bordeaux'yu elemişti. Fener deplasmanda maçı 3-2 kazanmıştı. Kıyamet kopuyordu ama bizde aşağılarda 3 sütun olarak yer almıştı. Sanki başka bir ülkede yaşıyorduk. Ben bu konuda bazı uyarılarda bulunmaya çalıştıysam da, Başkan aldıracak gibi değildi. “Boşver moruk” diyordu, “İyi gidiyoruz. Fenerli, Galatasaraylı sayfayı herkes yapıyor, asıl bizimki önemli.”

Bekir Salim - Nedir Sünnî, Alevî? Söndürün bu alevi…

$
0
0

Şahinoğlu, gazetemiz birkaç gündür Alevî; kardeşlerimizin duygu-düşüncelerine tercüman olmak adına bir yazı dizisi yayınlıyor. Sen ne dersin bu konuda?

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Ayrı gayrı olmak yakışmaz bize,

Bölmek istiyorlar dikkat edelim.

Sevgiyle bakalım birbirimize,

Sohbeti gönülde kat kat edelim.

BEKİR SALİM:

Birlik, beraberlik her şeyden mühim;

Olabildiğince ifrat edelim.

Düşmanlığın sonu vahim mi vahim!

Yeni nesilleri irşat edelim.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Ne yıldızdan geldik ne de aydanız.

Aynı karakterden, aynı huydanız.

Kökümüz birliktir, aynı soydanız;

Bunu tüm dünyaya ispat edelim.

BEKİR SALİM:

Eğer aşk yok ise yanar mı ocak?

Ne var ki dünyada sevgiden sıcak?

Kin, nefret ehline açalım kucak,

Böyle bahtsızlara imdat edelim.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Muhammet (SAV), Ali'yi koyalım başa,

Verdiğimiz emek gitmesin boşa.

Ehl-i Beyt olanla verip başbaşa,

Dostluk, kardeşliği murat edelim.

BEKİR SALİM:

Kem gözle bakar mı kardeşe kardeş?

Habis ruhlularla olunur mu eş?

Tek düştüğü yeri yakmasın ateş;

Gelin hep beraber feryat edelim.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Gece, gündüz Allah için çalışıp,

Cem evine, camilere doluşup,

Dede, imam, cemaatle buluşup,

El ele vererek vuslat edelim.

BEKİR SALİM:

Arı çiçeklerden alır balını,

İnsan hiç kırar mı kendi dalını?

Varsın tıkasınlar vuslat yolunu,

Biz yepyeni yollar icat edelim.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Şahinoğlu hiç bozmadı özünü,

Karartmadı dostlarının yüzünü.

Muhammet (SAV) ve Şah-ı Merdan sözünü,

Kendimize rehber, ruhsat edelim.

BEKİR SALİM:

Salim der ki, herkes olsun tek yürek.

İnsandan insana ihtiram gerek.

Ayrı gayrı görüp, “Sen! Ben!” diyerek,

Niye bu dünyayı berbat edelim?

ÂŞIK FİKRET ÜNAL…

Bugün konuğumuz Âşık Fikret Ünal… Kendi ifadesiyle iyi bir Alevî;… Ama, diyor ki: “Önce insanım. Eşim ve gelinlerim Sünnî;… On yıllardır mesut bahtiyar yaşıyoruz. Allah bizi birbirimizden ayırmasın…”

Bugün dost bağında bir bülbül gördüm.

Öttü yanık yanık bağrım dağladı.

Yeniden depreşti tükenmiş derdim.

Gözlerim yaşardı, gönlüm ağladı.

Çoban vazgeçer mi sürülerinden?

İbret al Eyüp'ün yaralarından.

Hayat suyu kader derelerinden,

Bulanı bulanı aktı, çağladı.

Fikret, her ateşe düşüp yanamam.

Kerem yanmış, ama, onu kınamam.

Bu elleri mesken tuttum, dönemem.

Gurbet kement oldu, kolum bağladı.

Âşık Fikret Ünal

USTA SÖZÜ

Kurtlar, kuşlar, bütün enva-ı sinek,

Bilir geldiğini, zamanın, tünek.

Arada vasıta kırmızı inek,

Yeşil otta beyaz ayran gizlidir.

Halil Karabulut

DÖRTLÜK TAMAMLAMA

Bu hafta gönderilen tamamlamalarda, birkaçı hariç, “tuzağı” ayağı kullanılmış. Çok daha derin mânâlar içeren ayaklar az değil. Lütfen bir daha deneyelim:

Saymakla bitmiyor körün çeşidi,

Kimi yakın kimi uzağı görmez.

…………………

………………….

Abdullah Aymaz - İnsan bilmediğinin düşmanıdır…

$
0
0

Avrupa'ya İslam ülkelerinden gelen Müslüman göçmenler, bazılarında mânasız bir korku oluşturmakta.

Buna karşı cevap arayanlara, aslında dermanın derdin içinde gizli olduğunun anlatılması gerekiyor. İşte UNITEE Başkanı Dr. Adem Kumcu, gerçek delillere ve elle tutulur gerçeklere dayanarak Müslüman göçmenlerin Avrupa için bir fırsat ve kazanım olduğunu anlatıyor. Bunu kendi kaleminden takip edelim:

“Polonya'nın Krynica belediyesinde, her yıl, Avrupa ülkeleri ve onların partnerleri arasında işbirliği geliştirme amacıyla 60'tan fazla ülkeden 3000 civarında üst düzey katılımcıyla ‘Economic Forum' isimli konferanslar dizisi düzenleniyor. Dünyanın tanınmış devlet reislerini, siyasetçilerini, düşünürlerini ve işadamlarını bir araya getiren, dünyanın ve özellikle Avrupa Birliği'nin önemli sorunlarının tartışıldığı panellerde uluslararası ilişkiler, uluslararası ticaret, politika, güvenlik, nükleer enerji gibi konular masaya yatırılıyor. Bu yıl 8-10 Eylül tarihleri arasında 25'incisi gerçekleşen bu büyük foruma UNITEE, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini tartışmak üzere davet edildi. AB, Rusya ve Suriye gerilimi jeopolitiğinde Türkiye-AB ilişkilerinin dünü, bugünü ve yarını konulu oturumda, ekonomiden enerjiye, AB müzakerelerinden hukuk devleti ve insan haklarına, çatışma ve savaşlardan kaçan Suriyeli mültecilerin oluşturduğu krizde Türkiye'nin rolü gibi meseleler hararetli bir biçimde irdelendikten sonra dinleyicilerin soruları alındı.

Soruların önemli kısmı Müslüman bir ülke olan Türkiye'nin Avrupa'ya entegrasyonunun mümkün olup olmadığı üzerineydi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminde Moskova'da büyükelçilik yapmış Hollandalı bir diplomatın sorusu dikkat çekti. Şöyle ki: “Avrupa Birliği 78 milyona yaklaşan ve ekseriyeti Müslüman olan bir ülkeyi nasıl bünyesine dahil edebilir, bu hiç mümkün mü? Avrupa sınırları içinde yaşayan 5 milyona yakın Türk'ü yarım asırdır eritemedik, 78 milyonu nasıl eriteceğiz?” deyince, hemen Avusturyalı bir gazeteci araya girdi ve “Avrupa sınırları içinde milyonlarca Müslüman yaşıyor, örnek olsun diye söylüyorum: Almanya'da 4 milyon 800 bin, Fransa'da 4 milyon 700 bin, İngiltere'de 3 milyon, İtalya'da 2 milyon 200 bin, Hollanda gibi küçücük bir ülkede bile 1 milyon Müslüman yaşıyor. Dünyada Hıristiyanların sayısı azalırken Müslümanların sayısı hızla artıyor. Yetmemiş gibi Suriye'deki çatışmalardan dolayı milyonlarca mülteci kapımıza dayanıyor. Avrupa vatandaşı olsalar bile radikalleşip Suriye'ye cihada gidiyorlar. Avrupalılar bu sebeplerden dolayı Müslümanlardan korkuyor, İslamofobik ve ırkçı akımlara dahil oluyorlar. Doğrusu uzun zamandır bu sorulara ben de cevap arıyorum. UNITEE başkanının bugünkü anlattıkları bana çok orijinal ve inandırıcı geldi. “İnsan bilmediğinin düşmanıdır” sözünün ne kadar doğru olduğunu gördüm. Müslümanlar hakkında Avrupalıların önyargılı olduklarını bir derece daha iyi anladım. Keşke bu önyargıları kıracak, UNITEE'nin bugünkü sunumunda olduğu gibi daha fazla ilmi ve istatistiki veriler yayınlansa. Avrupa'da yaşayan Müslümanların Avrupa için ekonomik, sosyal ve kültürel bir tehdit oluşturmadıklarını Avrupalılar öğrense. UNITEE ve üyelerinin Müslüman da olsalar Avrupa'nın geleceği için mücadele ettiklerini bütün Avrupa okusa. Ben UNITEE'nin bugün bize anlattıklarını Avusturya'nın başkenti Viyana'da en çok satan günlük ekonomi gazetesinde yayınlatmaya çalışacağım. Bundan sonra bu konulara bir gazeteci olarak yazılarımda yer ayıracağım.”

O gazeteci gerçekten de sözünün eri çıkıp 22 Eylül 2015 tarihli Viyana menşeli Witschaftsblatt gazetesinin sekizinci sayfasında Adem Kumcu Bey'le program sonunda yaptığı bir mülakatı yayınlattı. Her daim söylüyorum: “Bizde üretim var ne yazık ki yeterince reklam yok!”

Mustafa Ünal - Trumbo: Şeytanın hüküm sürdüğü yıllardı

$
0
0

Sadece film değil bu. Gerçek hayattan uyarlama. Amerika'nın unutmak istediği bir dönemin hikâyesi. Cadı Avı'nın sinema diliyle anlatımı. Belgesel gibi. Ama akıcı, film tadında. Biyografik bir drama aslında. Senaryo yazarı Dalton Trumbo'nun hayatı. Bir devrin özeti.

Vizyona yeni girdi Trumbo. İki defa izledim. Çok etkileyici. Daktilo sesini ne kadar özlemişiz. Anlatılan bizim de hikâyemiz. 2015-16 Türkiye'sinden sahneler var. 1940'lı yıllarda senarist Trumbo ve arkadaşları ‘komünist' oldukları iddiasıyla kara listeye alınıyor. Ve hayatları kararıyor. Aileleri de aynı kaderi paylaşıyor.

İddiaların bini bir para. Algı operasyonları, en pespaye yalanlarla sürdürülen kara propagandalar… Hollywood'un ‘gizli hainler' tarafından istila edildiği söylenir. Hainlerin, ajanların devlete, orduya ve okullara sızmaya çalıştıkları ileri sürülür. Bir siyasetçi ‘Düşmanlarımız hükümetimiz içinde kendi işlerini yürütecek hainler ve aptallar bulmuştur' der. Ve amansız cadı avı başlar.

Film stüdyoları, yönetmenler, yatırımcılar kara listeye alınmış ne kadar ‘hain' varsa hepsinin işine son verir. Selamı sabahı keser. Yumuşak davrananlar protesto edilir. Sinema salonlarında olaylar çıkar. Trumbo yargılanır ve hapse atılır. Suçu komünist düşünceye yatkın olmak. Ortaya hiçbir delil, belge konmaz. Emir yukarıdan gelir.

Filmde dikkat çekici bir itirafçı karakter var. Trumbo'nun yakın arkadaşı. Yüklü miktarda bağışta bulunur önce. Himmet gibi. Sonra muktedirlerin tehdit ve şantajlarına boyun eğer. Hakim karşısında istediklerini söyler: “Bu insanların komünist olacakları hiç aklıma gelmezdi. Aldatıldım ve kullanıldım. Bana yalan söylendi.”

Uzun uzun filmi anlatacak değilim ama o kadar çarpıcı sahneler var ki… Günümüzle birebir örtüşen. Trumbo'u bütün arkadaşları terk eder. Hapis sonrası çevre baskısından dolayı evini değiştirmek zorunda kalır. Ama yakayı kurtaramaz. Taşındığı gün yeni mahallesinde ‘Hoş geldin hain' pankartıyla karşılanır. Aile mecburen yeni duruma göre pozisyon alır. Ve fakat zulüm karşısında eğilmez, dik durur.

Trumbo'un bildiği tek şey senaryo yazmak. El altından anlaştığı yapımcılara karın tokluğuna senaryo yazar. Ama ismi jeneriğe konmaz. İzi sürülmesin diye bütün yollar temizlenir. Filmleri büyük iş yapar. ‘Roma Tatili' filmi Oscar kazanır. Trumbo'un yerine bir başkası alır ödülünü. Bir başka filmi daha alır Oscar'ı. Yine sahnede bir başkası.

Trumbo sık sık ‘kara listeye alınmanın dehşetini ve zalimliğini gördüğünü' söyler. 1960'lara doğru yavaş yavaş ‘cesur yürekler' çıkar. Baskı ve zulme karşı direnen. Ve jeneriğe Trumbo'un isminin yazılmasını isteyen. Kirk Douglas bunlardan biri. Tehdit ve itirazlara rağmen Spartaküs filmine adını koydurur. Afişte ‘Hainin ismi olduğu' gerekçesiyle gösterildiği solanlarda protestolar yaşanır.

Kennedy de filmi izler. Çıkışta söylediği ‘güzel film' cümlesi kara listenin bittiğinin işareti olur. İklim yumuşar, cadı avcıları boşlukta kalır. Trumbo bir ödül töreninde nihayet kürsüye çıkar. Dokunaklı bir konuşma yapar. Birkaç cümleyi paylaşmak isterim: “Şeytanın hüküm sürdüğü bir zaman dilimiydi. Korku zamanıydı. Çok sayıda insan yuvasını kaybetti. Aileler dağıldı. Ölenler oldu. O karanlık zamana dönüp de baktığımızda… Yalnızca kurbanlar vardı. Derin yaralar aldık. Yıllar boyu birbirimizde açtığımız yaraları iyileştirme niyetindeyim.”

Önce ismini geri alır Trumbo daha sonra ödüllerini. Ama yıllar sonra. Yasaklı olduğu dönemde kazandığı Oscar heykeline kendisi ölümünden bir yıl önce kavuşur. Çünkü kendisi hayatta değildir artık.

Trumbo sadece bir film değil. Bizim hikâyemiz film gibi. Bugünün Türkiye'sinden de ne filmler, ne hikâyeler çıkacak. Senaryo ‘Şeytanın hüküm sürdüğü yıllardı' diye başlayacak. Adım gibi eminim: ‘Utanç sahneleri' en çok da unutmak isteyenlerin yüzüne çarpacak…


Hilmi Yavuz - Anayasa ve kavramlar 1

$
0
0

Türkiye Cumhuriyeti sivil bir Anayasa yapmaya hazırlanırken, anayasanın dilinin nasıl olması gerektiğini irdelemenin, her şeyden önce bir anayasa söylemi inşâ etmekten geçtiğini önesürmek sözkonusudur.

Bu söylem, Anayasanın, sözler [lafızlar] ile kavramlar arasındaki mütekabiliyetin zorunlu kıldığı Kartezyen bağlamda bir açık ve seçikliği temellendirmeyi öngören bir söylemdir.

Açıklık ve seçiklik, her şeyden önce, Anayasa söyleminin birtakım belirsizliklerin önlenebilmesiyle mümkün olabilir. Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum: 1982 Anayasası'nın ‘değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez' olduğunu bildirdiği Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelikleri, bilindiği gibi, ‘Demokratik, Laik, Sosyal bir hukuk devleti' olarak belirlenmiştir. Buraya kadar bir sorun yok;- ancak, bu sıralamada, yani Demokrasinin Laiklikten önce, Sosyal Hukuk Devletinin de Laiklikten sonra zikredilmesinin bir bağlamı olmak gerekir. Yasaların lafzı ile ruhu arasında bir tutarlılık olması, yasa koyma işleminin [eski hukukî; terimlerle söylersem: tedvin, taknin veya kodifikasyon'un] temelkoyucu ilkelerinden biri, hattâ en önemlisidir. Dolayısıyla 2.maddede Demokrasinin, Laiklikten önce [evet önce!] zikredilmesinin bağlamdan çıkarsanacak bir anlamı olmak gerekir. Yasa koyucunun, üç ayrı kâğıt parçasına, ‘Demokratik', ‘Laik', ‘Sosyal Hukuk Devleti' diye yazıp bir torbaya koyarak, sekreter kızlardan birine, tombalacı usulü, ‘kızım, sırayla çek bakalım!' diyerek, bu sıralamayı rastgele yapmış olduğunu mu düşüneceğiz! Elbette hayır!

Öyleyse, değiştirilemez 2.madde, yeni Anayasada yer bulacaksa, sözkonusu maddeye bu anlamda bir açık seçiklik getirmek gerekecektir. Niçin? Çünkü, durum açık ve seçik bir biçimde ifade edilmediğinde, ‘Laiklik mi Demokrasinin güvencesidir, yoksa Demokrasi mi Laikliğin güvencesi?' türünden bazı soruların sorulmasına imkân verilmiş olmaktadır.

Anayasa söyleminde bir başka önemli mesele de, hukuk ve siyaset kavramlarının, eski deyimle, ‘efrâdını câmi, agyârını mâni' bir tanımının yapılmamış olmasıdır. Nitekim, ‘Laiklik'in, ‘efrâdını cami, ağyarını mani' bir tanımı yoktur. ‘Din işleriyle Devlet işlerinin birbirinden ayrılması'nın, bu anlamda bir tanım olduğu söylenebilir mi? Tanım, o kavramın kaplamına giren herşeyi bir genus proximum'la [‘efrâdını câmî;'] içine alan ve bir differentiam specificae ile [‘agyârını mâni'] o kavrama ait olmayan her şeyi dışta bırakan bir önermedir.

‘Din işleriyle Devlet işlerinin birbirinden ayrılması', ‘Laiklik'in neyi içine aldığının ve neyi dışta bıraktığının açık ve seçik belirtilmediği bir ifâdedir. Dolayısıyla da, bu anlamda ‘Laiklik', Din'in Devlet üzerinde etkin bir konumda bulunmaması üzerine inşa edilmiş negatif bir ifâdeyle dilegetirilmiştir. Bu negatif ifâdenin, işlevsel bağlamda belki bir anlamı olabilir;-ama ancak o kadar! ‘Dinin Devlet işlerinden ayrılması'nın, ‘Dinin Devlet işlerine karışmaması' biçiminde yorumlanarak, Din'in neyi yapmaması gerektiğini bildirir bize; -‘Laiklik'in ne olduğunu değil! O yüzdendir ki ‘Laiklik', Din'in Devlet işlerine karışmasını yasaklayan, buna karşılık Devletin Din işlerine karışmasının önünü açan hatalı bir mantıksal pratikle hayata geçirilmiştir.

[Bu konuya gelecek hafta da devam edeceğim]

Ahmet Selim - Zeka, akıl, demokrasi

$
0
0

Önünüzdeki engellerle veya çeşitli olumsuzluklarla mücadele edemiyorsanız, mücadele etmenin verimsizliğine ve anlamsızlığına inanmışsanız, eve sığınma psikolojisini (hiç değilse bir zaman için) yaşarsınız.

Aslında böyle olmasa bile, eve sığınmak o mücadeleyi dengeleyen tabii bir psikoloji halinde yine de vardır. Mesela bir Batılı “Ev her İngiliz'in kalesidir.” der. Bunun daha derini ve müspet şümullüsü, mümin için evinin cennet olduğu bilgisinde okunabilir.

Peki ev tehlikede ise ne yapacaksınız?

Her türlü koruyucu aksiyon için bir zemine ihtiyaç var. Mesnet de, temel de o zemine muhtaç.

Peki zeminden tehlike geliyorsa ne yapacaksınız? İşte depremin depresyon halinde ruha yansımasının sebepleri bunlar…

Kültürel plana kaydırın… “Aile” ve “kültürel zemin” sarsıntı içindeyse, sosyal tedbirler konusunda âciz kalırsınız.

Biz şimdi depremin iki türlüsünü de yaşıyoruz. Akıl, madde planını, üç aşağı beş yukarı görebiliyor. Akıl; ama hangi akıl?

Jules Lachelier, tercüme dergisinde Kant'a atfen, özetle şunları söylüyor:

“Akıl, zekadan daha üstün bir şeydir. Bu geniş mânâsıyla akıl, insanı egoist ve maddî; ihtirasların zaafından kurtaran ahlâkî; irade demektir.”

Şu tarifi ben yapsaydım herkes dudak bükerdi. Ama Kant yapıvermiş işte! 1946 yılında yayımlanmış dergiden aldım. İtiraf edeyim ki ben yeni okudum. Tarifini(aynen) böyle vermemekle beraber, temel kaynaklardan faydalanarak şerhini defalarca yazdım. Bunu sadece Kant anlamış ve ifade etmiş değil. Belki itibar gösterip insafa gelirler diye onu işhad ediyorum! Batı'nın klasik kültürünü orijinalinden veya orijinaline sadık tercümelerinden okuyunca anlarsınız ki, bizdeki Batıcıların hayran oldukları Batı, gerçekte yoktur. Batı'nın varoluşu ise onların zannettiklerinden çok daha farklı ve sancılıdır.

Lachelier, akıldan demokrasiye geçiyor… Ve diyor ki: “Bu çeşit (ahlâkî; irade ile özdeşleşen, üstün) akıl, siyasî; düşünce alanında demokratik ideali meydana getirir.” Ama bu akıl, zekadan ibaret değil. Kurnazlık hiç değil. Ahlâkî; irade ile nefsin zaaflarından kurtulmuş hür akıl!

Adam şunu da ekliyor: “Kant ile Rousseau'nun ahlâk ve siyaset hakkındaki düşüncelerinde Hıristiyanlık inancının kaynak teşkil ettiğini görmezlikten gelemeyiz.” Bizde ise Rousseau'nun ve Kant'ın bu yanını, anlamayı bırakın, azıcık fark edebilen bile yoktur. Çünkü görmek için, önce istemek lazımdır. Batıcı böyle şeyleri görmek istemez. Kant ve Rousseau gibileri öyle anlatırlar ki, karşınıza misket kafalı aptallık portreleri çıkar. Aynı şey, Descartes, Locke, A. Smith, Montesquieu gibiler için de geçerlidir.

Bir ruhî; ve fikrî; deprem içindeyiz. Eve (aileye geleneğe) de sığınamıyoruz. Sarsıntı onlara da sirayet etti. Temel kavramların hepsinde bocalıyoruz; onlara dayanarak kurulacak üst kavramsal örgülerle uğraşacak halde değiliz.

Aydınlanmayı Kant'ın “herkesin kendi aklıyla düşünmesi” sözleriyle tarif ediyorlar. Güzel! Ötesini niye vermiyorsun? Hür aklı ahlâkî; iradeye bağlayan ve nefsânî; maddî; zaaflardan kurtulma keyfiyetiyle izah eden özü niçin saklıyorsun?

Nice değerlendirme ve analiz denemeleri ve değerlendirmeleri görüyorum ki; hepsi havaiyat, hepsi “bindiği dalı kesen” baltanın keskinliği türünden bir zekanın ve kısacık vadeli komik kurnazlıkların eseri. Akıl yok, hür aklın ihatası ve terkip gücü yok.

Akıl, hürriyet, ilim, medeniyet, toplum, millet, devlet, birey, madde, kültür, insan, kimlik-kişilik gibi bütün temel kavramlar, sisli zihnimizde (idrakimizde) başıboş kalmış irtibatsız kavram gölgeleri gibi sallanıyor.

Nereye sığınacağız, nereye dayanacağız; “denge, mukavemet ve hamle” gücünü nasıl bulup da huzura mutluluğa nasıl yöneleceğiz?

Mümtaz'er Türköne - İktidar nasıl yozlaştırıyor?

$
0
0

Söylediğim sadece şuydu: Çözüm Süreci'nde PKK'nın şehirlere silah yığmasına göz yumanlar eskilerin tabiriyle “idamlık suç” (bugünün ağırlaştırılmış müebbeti) işlediler.

Dolmabahçe mutabakatı ise bu süreçten 7 Haziran seçimleri başta olmak üzere, siyaset esnafı mantığıyla siyasî; çıkar elde etmek için yapıldı. Geniş sanık kadrosunun yer aldığı bir dava gelecek. Gelmesi gerekir. Bu hesap sorulmazsa ne terörle baş etmek ne de bu ülkenin birliğini sürdürmek mümkün olur. O kadar.

Bu değerlendirmeden “idam istedi” sonucuna varmak için, “yağmur yağacak” lafından “bana ördek dedin” alınganlığı çıkartmak yetmez; iktidar yozlaşması yüzünden akıl ve vicdan ölçülerini büsbütün kaybetmiş olmak icap eder. İktidarı kaybetme korkusunun ve telaşının olduğu yerde insaf da, akıl da pek dikiş tutmuyor. Sosyal medyada ve gazete köşelerinde Saray destekçilerinin pespayeliği, bu insaf ve akıl eksikliğinin belirtisi sadece. İktidar yozlaştırıyor; hukuktan, adaletten uzaklaştıkça daha fazla yozlaştırıyor. Sadece sahiplerini değil, yandaşlarını, destekçilerimi de yozlaştırıyor. Her Allah'ın günü bu yozlaşmanın iki farklı tezahürü ile karşılaşıyoruz: Birincisi en yakası açılmadık küfürler, hakaretler; ikincisi ise dininiz imanınız hakkında keskin hükümler. Birincisinin marifeti sadece ağzını açtığında küfür etmekten ibaret. İkincisi ise -hâşâ- Tanrılık iddiasında, günahları affeden, tövbeye çağıran ve cehennemle korkutan ilahî; gücü kullanıyor. İkisi de iktidar sahibi olmanın kibrini, şımarıklığını, görgüsüzlüğünü, ölçüsüzlüğünü ve dizginlenemeyen şehvetini yansıtıyor.

“Nasıl olsa iktidar arkamda, öyleyse önüme gelene hakaret ve küfür etmemi kim engelleyecek?” Bu mantık durumu açıklamaya yetmiyor. Stadyumları küfrederek deşarj olmak için dolduranlar gibi, sırf güven içinde küfredebilmek için Saray'ın etrafındaki mevzilere atlayanlar, “Reise lâf söyleyenin…” diye söze başlayıp galiz küfürler sıralayanlar, bu iktidar yozlaşmasının ezik ve zavallı stereotipini temsil ediyorlar. Adam Saray'ı desteklediği için küfretmiyor, rahat küfredebilmek için Saray'ın yanında görünmeye çalışıyor. Cumhurbaşkanı çıkıp “alçaklar”, “hainler”, “çirkefler”, “yalancılar”, “haşhaşî;ler” dediği zaman, işte bu ezilmişliklerini koca iktidar yamasıyla kapatmaya çalışanlar sin kaflı galiz küfürlerle bu sıfatları daha veciz hale getirme yarışına giriyorlar. Devlet iktidarına sırtını dayayıp önlerine çıkana dümdüz gitmenin ayrıcalığını ve keyfini yaşamış oluyorlar. Baksanıza Saray tetikçilerine, küfür ve hakaret etmeden, üst perdeden ayar vermeden yazı bile yazamıyorlar. Küfreden adamın zekâya, dilin inceliklerini kullanmaya ihtiyacı olur mu? Bu tetikçilerin muhaliflere karşı kullandıkları “loser” veya “kaybedenlerdensin” hitabı, tam da bu ezilmiş adam psikolojisini yansıtıyor. Öyle ya, onlar “kazanan” taraftalar ve “kazanmak” doğru yerde durmanın onlara göre yegane ölçüsü.

Münker-nekir melekleri gibi sorgulama yapmak sadece hadsizlikten ibaret; cehenneme gidecekler listesi hazırlamak, tövbe makamı olmak, iman derecesini ölçmek iktidar yozlaşmasının insanı dinden eden raddeye vardığının işareti. Bülent Arınç'ın CNN Türk'teki sözleri için “tövbe etsin” diyenlere verdiği “Allah'a inanan insanların kendilerini tövbe ve af makamında görmelerini hayretle karşılarım” cevabı, tam olarak kendini Yaradan yerine koyanların sapkınlığını dile getiriyor. İktidarın sahibi veya destekçisi olunca ilahî; bir güçle donanmış oluyorsunuz. Tabii iktidar da bu talebi besliyor, kendi ilahiyatını oluşturuyor. İktidarın sahibi “rahmetim gazabımı geçti” deyince, çevresinde yer alanlara terör yani gazab rüzgârları estirip, rahmetin kadrini kıymetini artırmak düşüyor. Koskoca iktidar, her şeye kadir değil mi? Ne olacak TOKİ de, Diyanet de iktidarın emrinde; birincisinden dünyadaki mekânınızı, ikincisinden de Cennet'tekini fazla bedel ödemeden temin ediyorsunuz. Reise destek verince, sadece öbür dünyayı garantilemiş olmuyorsunuz, aynı zamanda müsvedde tanrıcıklar sıfatıyla herkesi yargılama, cennetinizden kovma, cehennem acılarına mahkum etme yetkisine kavuşuyorsunuz.

İktidar yozlaşması, sosyal medyadaki iktidar destekçilerine ve yandaş kalemlere bakılırsa çürümenin en son safhasına varmış durumda. Bu kadar yozlaşmış ve çürümüş payandalarla kimse uzun süre saltanat süremez.

Selim İleri - Füsun Akatlı'nın "Bütün Yazıları"

$
0
0

Kırmızı Kedi Yayınevi Füsun Akatlı'nın Bütün Yazıları'nı bugünün okuruna armağan ediyor; ilk kitap Yazı Bahçesinden. Yazı Bahçesinden'de yazarın “kültür yazıları” derlenmiş.

Önce Kırmızı Kedi Yayınları'na teşekkür etmek istiyorum. Füsun Akatlı çağdaş edebiyatımızın yüksek duyarlı bir yazarıydı. Eleştirmen miydi, denemeci, incelemeci? Belki hepsi, belki hiçbiri. Ayrıca Füsun'un öyle yazıları vardı ki, birer düzyazı şiirdi bence. Bu, edebiyat sanatına gerçekten gönül vermiş yazarın günümüze pek çok şey söylediği kanısındayım.

Erken ölümünden sonra yazdığım yazıda, Füsun için, “Sevgili eleştirmenim” demiştim. Romanlarım, öykülerim onun incelikli yorumlarıyla birçok kez ödüllendirildi. Yalnızca Yalancı Şafak bir hayli hırpalanmıştı. Ve ben de Füsun'un değerlendirmesine kapılıp gitmiş, yıllar yılı Yalancı Şafak'ın yeni basımını yaptırtmamıştım.

Füsun Akatlı yalnızca sevgili eleştirmenim değil, çok aziz, çok sevdiğim bir dostumdu. Ankara'da, İstanbul'da onunla çok güzel günlerim, akşamlarım artık birer anı. Saatlerce edebiyat konuştuğumuz, yine de edebiyat konuşmaya doyamadığımız o saatler…

Eleştirmenlerimizin çoğu kez hayli kibirli yaklaşımları, yorumları yanında Akatlı yaratıcı sanatçıyla özdeş bir tutumu sergilemiştir. Yazarlık yaşamı boyunca, irdelediği metinleri, eleştirellikten öte, bir sanatçı duyuşuyla alımlamış ve bize o tutum çerçevesinde yansıtmıştır.

Memet Fuat'ın bir yazısını hatırlıyorum: Füsun'un değerlendirişlerindeki ‘yoğun' cümleleri hatırlatıyor; bir yazıda, bir değinide kaç katmanın karşımıza çıktığını saptıyordu. Uzatmalardan, çoğaltmalardan uzak bu tutumun şairce olduğu kanısındaydı.

Füsun Akatlı aynı zamanda edebiyatımızın sayısı o kadar az koruyucularından biriydi. Yazı Bahçesinden'de yer alan “Yazar da Kim Oluyor?” dediğime örnek, kanıt.

“Yazar da Kim Oluyor?” Rauf Mutluay'ın bir eleştirisi üzerine kaleme alınmış. Hocam Mutluay, Selçuk Baran'ın Bir Solgun Adam romanını okuyamamış, okumaktan ırak durmuş. Beni de anmış bu arada; Selim İleri gibi her okuduğunu öven biri bile Bir Solgun Adam'a mesafeli yaklaştı demeye getirmiş.

Enikonu şaşırdım: Geçen yıllar belleğimi bunca mı yaraladı? Çünkü Bir Solgun Adam'ı çok severek, etkilenerek, hüzün duyarak okuduğumu hatırlıyorum. Ve hocam Mutluay'ın imzamı taşıyan hangi yazıyı andığını bir türlü çıkaramadım.

Sevgili eleştirmenim Füsun Akatlı “Yazar da Kim Oluyor?”da hem Selçuk Baran'ın romanını yorumluyor, hem de bir eseri okumadan yargılayan, töhmet altında bırakan ‘eleştirmen'in tutumunu sorguluyor.

Artık üçü de aramızda değil, Füsun da, Selçuk Baran da, hocam Mutluay da. İnsan garip bir yalnızlık duyuyor…

Kitabın son yazısı “Bir Metafor Olarak Hastalık”. 1990'larda yazılmış; Füsun yazısına ad veren kitabı, Susan Sontag'ın o güzel eserini tanıtmış. Eserin ‘verem' ve ‘kanser'e ayrılmış bölümleri üzerinde duruyor. Sonra, çok sevdiği bir yazar dostunun, usta Bilge Karasu'nun amansız hastalığına tanıklık edecek, son âna kadar Bilge Karasu'nun yanından ayrılmayacak.

Aslında, bir bakıma, kendi serüvenine adım adım yaklaşmalarmış. Füsun'un amansız hastalık haberini aldığımda çok üzülmüştüm. Hastalık hızla ilerliyormuş. Sontag'ın kitabını Moda'da, çay bahçesinde uzun uzadıya konuştuğumuzu hatırlıyordum.

Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ne, ayrılık törenine giderken, aklımda hep o doğum günü, benim doğum günüm: Füsun, kızı Zeynep, ben, Nişantaşı'nda bir lokantadayız. Daha umutlu günler diliyoruz…

Gençseniz, edebiyatı seviyor, önemsiyorsanız, lütfen okuyun Yazı Bahçesinden'i. Saygın bir yazarla tanışacaksınız. Günün bütün ucuzluklarından kurtulmak istiyorsanız, mutlaka okuyun!

Nazan Bekiroğlu - Neron, felâket ve Seneca

$
0
0

Aristo, Büyük İskender'in hocasıydı; Seneca ise Neron'un. Görkemli hoca-kabiliyetli öğrenci ilişkisinin o vakitler modern zamanlara göre daha etkili sonuçlar verdiği düşünülse bile Neron, hocasının ne kadar eseridir?

Hoca, öğrencisinin şerefinden payına düşeni sahiplendiği ölçüde sahiplenir mi onun olumsuz imajını? Tabii eğer bu kadar ömrü olursa. Seneca ki Neron'un hem hocası hem kurbanıdır ve o da öğrencisine sonuna kadar dayanamamıştır. Seneca'nın Neron sarayındaki parlak konumu, servetinin kaynağı, fikirleriyle yaşantısı arasındaki uyumsuzluk çok tartışılmıştır. Fakat genel kanı onun zaten zengin olduğu ve Neron'u dizginlemeye çalıştığı, işler çığırından çıktığında kendisini de tehlikede hissettiği şeklindedir. Nitekim emekli olan hoca saraydan uzaklaşır fakat adı Neron'a yönelik bir suikasta karış/tırıl/ınca soğukkanlılıkla intihar eder.

Neron hakkındaki kötülük efsaneleri ayıklandığında bile (en azından Roma yanarken lir çalıp şarkı söylediği, “Yansın Roma yenisini yaparım” dediği ithamlarından aklanmıştır) bir yandan sanatkâr ruhlu diğer yandan yeteri kadar dengesiz ve bir o kadar zalim bu Roma imparatoruna Seneca gibi birinin hoca olmasına kaderin cilvesi olarak mı bakmalı? Neron'a dayanmak için Seneca olmak gerek galiba.

Dönemin pagan inanışının aksine tek Tanrı inancını çağrıştıran ahlâkçı görüşleri Ortaçağ'da Seneca'nın Hıristiyanlar tarafından sevilerek okunmasına yol açmıştı. Onun Hıristiyan olduğuna bile inanılmıştı. Stoacı felsefenin dinginliğini, kaderciliğini taşıyan Seneca'nın zihinsel dünyasını anlamak için onun “Tanrısal Güç Hakkında” ne düşündüğüne bakmak uygun olabilir. Bir mektubunda Seneca, kötülük ve kader hakkında kafa yoran birinin gelip dayandığı temel problemi ele alır. Çünkü Lucilius sormaktadır: “Mademki Tanrısal bir güç vardır, neden iyi insanların başına bazı felâketler gelir?”

Seneca önce “büyük bir eser” olarak adlandırdığı evrendeki rastlantı ihtimalini bertaraf eder ve yaratıcı gücün varlığını işaret eder. Zaten bunu Lucilius da bildiğine göre demek onun zihninde bir sıkıntı vardır. Seneca “Sen Tanrısal gücün varlığından kuşku duymuyorsun ama ondan yakınıyorsun” diyerek muhatabını bu güç ile uzlaştırmaya karar verir.

Seneca'ya göre doğal olarak iyilerin iyilere kötülük etmesi mümkün değildir. İyi insanlarla yine iyi olan Tanrısal güç arasında bir erdem mukavelesi vardır. Fakat bu anlaşma bazen sert bir eğitim gerektirir. İyi insanlar acı çekerken kötüler zevk içinde yüzer, doğru. Ama iyi bir insanın başına gelen felâketlerin sebebi onun zevk içinde şımarmaması, sınanması, dayanıklı hale getirilmesi ve kendisi için hazırlanmasından ibarettir. Bu yüzden iyi bir adamın başına kötü bir şey gelemez. Geldiyse de bu, kötü değildir. Hem onca akarsu ve yağmur denizin tadını nasıl bozmuyorsa belâların saldırısı da yürekli kişinin ruhunu değiştirmez. O aynı durumda kalır ve ne olursa olsun bu olaya kendi rengini verir. O halde neye katlandığın değil nasıl katlandığın önemlidir. “Düşman olmazsa yiğitlik kurur” sözünü hatırlatan Seneca “Hiç incinmemiş mutluluk bir tek darbeye dayanamaz” kanaatindedir. “İyi kişiler başlarına bunların gelmesine rıza gösterirler ve eğer rıza göstermezlerse kötülükleri hak etmişlerdir.” Hiçbir şey Seneca'ya felâkete uğramamış bir adamdan daha bahtsız görünmez. Çünkü bu adama erdem adına kendini deneme fırsatı verilmemiştir.

Peki ama erdem nerededir ve ölçüsü nedir? Seneca yine Luciliusçuğuna yazdığı bir başka mektupta bunun cevabını arar. “Bir nehirde büyük görünen gemi denizde küçücüktür” diyerek erdem için mutlak ölçütler olması gerektiğini vurgular. Çünkü çok defa değer ölçütleri de bozulabilir. Bu durumda bakılacak en uygun yer kişinin kendi vicdanıdır. Çünkü o bozulmaz.

“Temiz vicdan kalabalığı arar” demektedir Seneca, “lekelisi ise inzivada bile endişeli ve kaygılıdır. Eğer hareketin şerefli ise varsın herkes bilsin; yok eğer, yüz kızartıcı ise sen bildikten sonra kimsenin bilmemesinin ne önemi var? Acırım sana bu tanığı küçümsersen. Esen kal.”

Melih Arat - Star Wars VII: Güç Uyanıyor'dan dersler

$
0
0

Star Wars filmleri, hayat dersleri çıkarmak için oldukça zengin bir ilham kaynağı olmuştur. Güç Uyanıyor isimli film de kendine has bazı dersler içeriyor.

Filmdeki ilk ders: Hayat sürekli bir mücadeledir. Her başarı geçicidir ve yeni bir mücadelenin habercisidir. Star Wars'ın altıncı bölümünün sonunda İmparator ölüyor ve Galaksi'de bir barış ve huzur dönemi başlıyordu. İzleyen otuz yılda baş kahraman Luke Skywalker'ın yokluğunda İmparatorluğun küllerinden First Order isimli yeni bir şeytani güç doğar. First Order, imparatorluk gibi Galaksi'yi hakimiyeti altına almaya çalışmaktadır. Barış yerini yine mücadeleye bırakmıştır. Gerçek yaşamda da lise diplomasını alırken üniversiteye girme mücadelesi başlar. Üniversite diplomasını aldığımızda bu sefer işe girme mücadelesi başlar. Evlendiğimizde bu evliliği yürütme mücadelesi başlar. Anlayacağınız insana bu evrende huzur yoktur.

Filmdeki ikinci ders: Her zaman kendi aklını kullan. Mensubu olduğun grubun, organizasyonun yolu doğru yol olmayabilir. O takdirde onurlu bir yaşam sürmeyi ve o örgütten ayrılmayı seç. Kylo Ren, öykünün başında masum köylülerin öldürülmesini ister. FN-2187 isimli asker, bu eylemin yanlış olduğunu düşünür ve masum insanlara ateş etmeyerek First Order'dan ayrılmaya karar verir. İnsanoğlu her örgütte orduda, şirkette, bir dernekte, bir hastanede çalışırken yapılanları sorgulamalı ve aklını kullanarak değerlendirmelidir. Eğer adil olmayan işlemler yapılıyorsa, topluma ya da sağlığa zarar veriliyorsa imkan varsa karşı çıkmalı yoksa o kurumdan ayrılmalıdır.

Filmdeki üçüncü ders: Yardım etmek, bize dostlar kazandırır. Filmdeki Rey isimli genç kız, eski uzay gemilerinden hurda toplayan bir eskicidir. Çalışırken BB-8 isimli bir robotla karşılaşır ve onu başka bir eskicinin elinden kurtarır. Efendisine ulaşmaya çalışan BB-8'e ve daha sonra, Fin ismini almış olan FN-2187'ye yardım eder. Rey isimli bu genç kız yardım etme mücadelesi sırasında içindeki potansiyeli keşfeder. Eğer yardım etmek yerine para kazanmaya devam etse, hayatını bir çöpçü olarak geçirecektir. Başka insanlara yardım ederken, hem dostlar kazanır hem de kendimize seçilmiş üyelerden oluşan yeni bir aile kurarız.

Filmdeki dördüncü ders: Bir amaç uğruna harcanan yaşam, para kazanmak için harcanan bir yaşamdan değerlidir. Star Wars serisinde Han Solo gibi kaçakçılar, Jabba gibi mafya babaları, Jango Fett gibi ödül avcıları var. Ancak bunlar üstün becerilerini para kazanmak için kullandıkları için izleyici için bir değer ifade etmiyor. Sadece Han Solo para kazanmak yerine, Galaksi'nin özgürlüğü için savaşmayı seçtiğinde hem kendi hem de çevresi için hem kendi için anlamlı bir şey yapmış oluyor. Tek amacı para kazanmak olan insanlar lüks evler, spor arabalar ve yazlık alıyorlar ama sonradan boşluğa düşüyorlar. Çünkü mutluluk, paranın satın aldıklarıyla değil, anlamlı bir amaca hizmet etmenin sonucunda geliyor.

Selim Işıklar - Borsada yönü yabancı yatırımcı belirliyor

$
0
0

ABD Başkanı Barack Obama önceki gün ABD ekonomisi ile ilgili konuşmasında, “En güçlü ve en dayanıklı ekonomiye sahibiz.” cümlesini kullandı.

Obama 2008 Kasım ayında başkanlık seçimini kazandığında ABD ekonomisi 1929 buhranından sonraki en kötü krizini yaşamaktaydı. Otomotiv devleri, bankalar, sigorta şirketleri, mortgage şirketleri batma noktasına gelmiş, işsizlik oranı yüzde 4'lerden yüzde 10'a yükselmiş ve ülke 1930'larda içine düştüğü ekonomik krizin benzerini yaşıyordu.

Amerika'yı dipten döndüren gelişme Obama'nın akıllı dış politika ve krizden çıkışta izlediği yumuşak güç politikası oldu. Bir yandan bozulan morallere yeniden toparlanma imkanı sağlayan teşvik politikalarını uygulamaya koydu. Diğer yandan tüm zorluklara rağmen ülkeyi 11 Eylül saldırılarının ardından sürekli bir savaş haline sokarak 2 trilyon dolarlık savaş harcaması yapan George Bush'a nazaran ekonomiyi yıpratacak sıcak çatışmalardan kaçınması ABD ekonomisine güç verdi.

ABD merkez bankası FED'in genişlemeci para politikaları ve sıfıra yakın faiz politikası işsizliği 7 yılda yüzde 10'dan 4,9'a indirdi, ülkenin gayri safi milli hasılasını 14,4 trilyon dolardan 18 trilyona yükseltti. Sekiz yılda yüzde 24 büyüyen ABD ekonomisi hızla büyüyen Çin'e karşı hamlesini yaparken, gelişmekte olan ülkeler bu dönemde dolar bazında bir gerileme yaşamaya başladı. Sözgelimi Türkiye ekonomisi 2008 ABD krizinde 614 milyar dolar civarında bir büyüklüğe sahip iken 8 yılda geldiği nokta ancak yüzde 9 civarında bir büyüme ile 730 milyarlık seviye.

Sonuç olarak para 2001-2010 yıllarında kaçtığı ABD'ye geri dönüyor. Petrol fiyatları 2000'li yıllardaki düşük seviyelere geriledi. Petrol fiyatlarının düşmesi diğer emtia fiyatlarına yansıdı ve bakırdan, demir çeliğe dolar bazında büyük düşüşler yaşandı. 2016 yılının ilk ayı son bulduğunda gelişmelere baktığımızda İran ambargosunun kalkması bölge ticaretine bir soluk getirebilecek düzeyde. Ancak Suriye'de yaşanan istikrarsızlıklar ve çatışma süreci, piyasalarda iyimser havaya çok hızlı darbe vuracak ihtimaller olarak ortaya çıkmış durumda. Sınırlarımızdaki çatışmalar ve Güneydoğu'da yaşanan terör olayları negatif baskıyı artıran ve yatırım iştahını azaltan en önemli unsurlar.

İran BOTAŞ'a 1 milyar dolar geri ödeyecek

Siyasette ve demokraside yaşanan geriye gidişler Türkiye'nin geleceğe umutla bakmasını engelleyecek düzeyde. Kısa vadede İran'ın BOTAŞ'a geri vereceği 1 milyar dolar ve AB'nin 3 milyar Euro civarında tek sefere mahsus göçmen yardımı kısa vade için bir parasal rahatlama getirebilir. Ancak ekonomide en zayıf noktamız olan cari açık sorunu azalmasına rağmen devam eden bir problem. Bunun üstüne ocak ayı enflasyonu geçen yılı ikiye katlayarak yüzde 1,82'lik artış gösterirken, yıllık enflasyon çift haneye yaklaşarak yüzde 9,58 seviyesine yükseldi. Makroekonomik temeller artık zorlanmaya başladı. Borsalar istikrarsız bir şekilde hareket ederken, Euro/dolar paritesinin 1,12'ye yükselmesiyle TL karşısında bir ara 2,89'a kadar düşen dolar, daha sonra hızla 2,92 liraya kadar yükseldi. Doların son haftada gerilemesinin en önemli sebebi Euro/dolar paritesinin 1,08 seviyesinden 1,12'ye yükselmesi oldu. Tahkim kararının belli olmasıyla İran'ın BOTAŞ'a 1 milyar dolarlık geri ödeme kararı psikolojik olarak düşüşü destekledi.

Piyasa bir ileri iki geri modunda

Borsaya gelince… 2015 yılının son iki ayında yabancı yatırımcılar 2 milyar dolara yakın satışla endeksi 68 bin puana kadar geri getirmişlerdi. 2016 yılının ilk ayında bir miktar geri alım yapmış gözüküyorlar. Ancak yaptıkları 100 milyon dolarlık alım sonrası endeks 75 bin sınırına dayanmış durumda, dikkatli olmakta fayda var. Bilançolar yavaş yavaş geliyor. Teknoloji ve beyaz eşya firmaları kârlarını son çeyrekte artırmış gözüküyor. Bankalar ise geçen yıla göre bir miktar kâr düşüşü yaşamış durumda. Önümüzdeki hafta sonuna kadar vergi dairelerine ulaşacak bilançolar hisse bazında sert hareketlerin devamına yol açacaktır. Ancak beklentili sektörler İran pazarının açılmasıyla ilgi odağı olmaya başladı. Sermaye artışı bekleyen şirketler bilançolardan sonra her yıl olduğu gibi genel kurul tarihine kadar ilgi çekici olacaklardır. Piyasalar bir ileri, iki geri modunda hareket ediyor. İyimser hava oluştuğunda gündem değişiyor ve iç siyaset başta olmak üzere Rusya gerilimi, sıcak çatışma endişeleri dillendirilmeye başlayan Suriye harekatı gibi negatif faktörler bu havayı çok çabuk dağıtabiliyor. Bu nedenle gerektiğinde iyimser olmakla birlikte gerçekçi olmak bu dönem için söylenebilecek düstur olmalıdır.

Altında direnç noktası 1.180 dolar

2016, emtia ve pariteler için ilginç bir yıl olmaya devam edecek. Altın direnç bölgesi olan 1.180 dolara yaklaşarak 1.173 dolardan kapattı. Dolar geçen hafta tüm para birimleri karşısında gevşek bir seyir izlese de son gelen düşük işsizlik verisi sonrası bir miktar toparlanarak lira karşısında 2,92 liraya, Euro ise 1,12 seviyesinden alım gelmesi ile Euro/dolar paritesini 1,11 seviyesine çekti. Petrole gelince: Genel görüş 2016 ve önümüzdeki yıllar için petrol fiyatlarının düşük seyredeceği, İran ambargosunun sona ermesiyle petrol üretiminin artacağı ve bunun da fiyatları daha da aşağı çekeceği. Fakat bu iddialar sonrası petrol fiyatları tam tersine yükselişe geçti. 2008 ABD krizi öncesi 147 dolara kadar çıkan, krizin ardından ortalama 120 dolardan işlem gören petrol fiyatlarının şu an 30-36 dolar aralığında olması tek başına üretim artışı ile ifade edilemez. Zira üretim artışı kadar dünya petrol tüketiminde azalma yok, aksine talep günlük olarak 94 milyon varile çıkmış durumda. Petrolde 27 dolar görüldükten sonra brent petrol fiyatı 36 dolara yükseldi. İki kez denemesine rağmen 36 dolar geçilemedi. 36 dolar görüldüğü sırada OPEC yetkililerinin üretim kotası ile ilgili olağanüstü toplantıya gitmeyeceklerini açıklamaları satış baskısı oluşturdu. Sonuç olarak petrolde 36 dolar kuvvetli direnç, geçilmesi halinde ise 40-45 dolar hızlı gideceği bölge. Geri dönmesi durumunda 27 dolar destek noktası.


Ali Yurttagül - Terörle mücadele ve AB süreci

$
0
0

Sultanahmet Meydanı'nda ölen Almanya vatandaşları veya Paris katliamının Brüksel'de planlanmış olması terörle mücadelenin artık “milli” sınırlar kapsamında mümkün olmadığını tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi.

Fransa güvenlik güçlerinin Brüksel'deki eylem hazırlıklarını, Belçika güvenlik güçlerinin Paris planlarını fark etmesi kolay değildi. Almanya'yı Sultanahmet'te, Rusya'yı Mısır'da vurabiliyor terör. Bu yüzden güvenlik güçleri arasındaki bilgi akışı hayati önem kazanıyor. Bu basit mantık ve bilinç tüm başkentlerde etkin bir olgu olsa da, bilgi akışı ve işbirliğinde hâlâ 19. yüzyıl milli devlet refleksleri hakim. Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinde bu refleksi bire bir yaşamak mümkün. Türkiye'nin IŞİD, El-Kaide gibi dünya barışını tehdit eden terör örgütlerine karşı önemli coğrafi ve politik konumu göz önüne alındığında, bu güvenlik zaafı affedilir değil. Bu gerçek ne yazık ki sadece AB-Türkiye ilişkileri ile sınırlı değil. AB üyesi ülkeler arasında da işbirliği sanıldığı kadar derin ve optimal değil.

AB tarihine son 30 yıldır damgasını vuran, mal, para, hizmet ve bireylerin serbest dolaşımını gerçekleştiren en önemli gelişme Türkiye'de Schengen Anlaşması ile görünür oldu. İç sınırlarda kontrollerin kalkması ile doğan güvenlik zafiyetini AB üyesi ülkeler dış sınırlarda kontrolleri artırarak sağlamaya çalıştı. Bu yüzden Schengen Anlaşması kapsamında sıkı kurallara bağlı katı bir vize politikası uygulamaya konuldu. Schengen Anlaşması'nın en önemli dayanağı Schengen Bilgi Merkezi (Schengen Information System-SIS) devreye sokuldu. Üye ülkelerin verileri ile beslenen Strasbourg konumlu bu sistem sınır güvenliğinin en önemli dayanağı. SIS sadece üye ülkelerin verilerine dayalı çalıştığı, veri toplama, değerlendirme, analiz yeteneği olmadığı için devasa kapasitesine rağmen “zeki” bir sistem sayılmaz. SIS üye ülkelerde bulunan sistemlerin “zekası” tarafından yönlendirilen bir dev. Çok kulaklı, 28 gözlü, ama küçük beyinli bir merkez.

SIS'in bu anatomik sorununu gören AB ülkeleri Den Haag'da güvenlik güçlerinin sıkı işbirliği içerisinde olduğu yeni bir güvenlik birimi “EUROPOL”u kurdular. EUROPOL üye ülkelerin güvenlik ve polis teşkilatlarının bir çatı altında buluştuğu, sıkı bir bilgi akımını sağlayacak bir güvenlik organı olarak tasarlandı. Teorik olarak ideal bir yapı. Fransa, Almanya, İsveç vs. polisleri yan yana bulunan bürolarda, sadece bilgisayarla değil, kantinde de birlikteler. Bilgi akımı ve değerlendirmesi doğrudan, “yanlış anlamaları” yıldırım hızı ile çözmek için ideal bir yapılanma. Ama AB içerisinde güvenlik zaafı (Türkiye'de güvenlik zaafı biliyorsunuz yok) ortadan kalkmış değil. Paris saldırısı öncesi Belçika ve Almanya'da izlenen birçok veri doğru değerlendirilse, olay büyük bir ihtimalle engellenebilirdi.

Her neyse, EUROPOL “zeki” bir merkez olarak planlandığı için, sadece üye ülkelerin beslediği bir bilgi merkezi olmaktan ibaret değil. Üye ülkeler, ABD gibi “ortak” üyeler ile AB dışı bilgilere de açık sistemin analiz yeteneği de var. Teorik olarak EUROPOL 28 üye ve diğer kaynaklar tarafından beslendiği için “üstün zeka” olması ve üye ülkeler tarafından derinlemesine kullanılması gerekir. Durum ne yazık ki böyle değil. Yıllardır süren çalışmalara rağmen EUROPOL, Paris, Berlin, Stockholm, Londra bilgi merkezleri kadar “zengin” ve bu merkezlerden daha “zeki” değil. Zira EUROPOL başkentlerdeki kaynaklara doğrudan giremiyor. Başkentlerin verdiği, daha doğrusu verme lütfunu gösterdiği bilgiler ile çalışmak zorunda. Dil meselesi gibi diğer sorunlar da var. Kurumsal olarak da altyapı, kültür farkı da var.

Tüm bu çocuk hastalıklarına rağmen EUROPOL önemli bir kurum ve Türkiye uzun zamandır “ortak” üye olarak Den Haag'ta olmalı idi. Mümkün değil, çünkü Türkiye ile “dil” sorunu oldukça derin. “Terör” kelimesini Ankara çok farklı okuyor. Ankara'da IŞİD, PKK, DHKP-C, Can Dündar, “Haşhaşiler” veya bir bildiri yayınlayan hocaları da aynı “terör” sepetine konuyor. Ankara'nın kafası karışık olduğu, sapla samanı ayıramadığı sürece terörle mücadelede de özgül ağırlığı hissedilmez olur.

M.Nedim Hazar - İddiasız ve iştahsız

$
0
0

İddiasızlık ne fena bir şey. İlk başta iştahı etkiliyor ve futbolun tüm cazibesini söndürüyor ne yazık ki. G.Saray için ciddi bir hedef kalmayınca doğal olarak iddia eşiği giderek düşen bir takım görüntüsü çiziyor. Ve yorucu bir unsur da iddiasızlık. Öyle ki, rakibinizin puan kaybetmesi bile çok fazla etkilemiyor ruh halinizi.

Maça gelince…

İki takımın da sıralamadaki yerleri gereği nasıl oynayacaklarının aşağı yukarı belli olduğu bir karşılaşma. G.Saray, malum lige erken havlu atmanın burukluk ve rehavetiyle lig sonuna kadar rölantide gitmeyi başarı sayabilecek bir hüviyette. Torku Konyaspor ise ligin tepesine hiç olmadığı kadar yakınlaşmış olmanın verdiği temkin ile oynayacağı belli. Nitekim Aykut Hoca, sürpriz galibiyeti aklının bir köşesinde tutmakla beraber beraberlik ile takımının bulunduğu konumu stabil hale getirme çabasında bir görüntüyle takımını sahaya sürdü. Başlama düdüğüyle beraber mücadele sürprizsiz şekilde bu minvalde cereyan etti. Son dönem yaşanan hazan mevsimindeki umut veren tek çiçek olan Sinan'ın sakatlığı belki de bu yüzden çok üzdü herkesi.

Konya ise ezici bir şekilde olmasa da en azından tansiyon ve ritmi elinde tutmanın verdiği bir rahatlık ile dakikalar ilerledikçe maçın hakimi görüntüsündeydi ilk yarı boyunca. Ve o kahrolası iştahsızlık durumu… Sarı Kırmızılı ekip adına belki de son dönemlerde oynadığı maçların en silik bir ilk yarıya şahit olduk. Torku ise rakibinin kendisini sıkıştırmadığını gördükçe sahayı daha iyi kullandı ama bir sürpriz ile karşılaşmamak adına, fazla zorlayan taraf olmamayı tercih etti.

Netice; sezondaki tüm maçlar içinde seyri en sıkıcı olan bir 45 dakika…

İkinci yarı daha derli toplu olan G.Saray'dı. Özellikle Sabri'nin oyuna girmesiyle kanatları hareketlenince, takımın adeta kan dolaşımı hızlandı ve birbiri peşi sıra pozisyonlar gelmeye başladı. Aykut Hoca'nın öğrencileri belli ki, skor dengesi bozulmadan maçı riske etmek istemiyordu ve ev sahibi ekip skoru değiştirebilmek adına maçın son çeyreğinde ciddi bir gayret içine girdi.

Ancak bu kez de Burak'ın eksikliği ciddi anlamda hissedildi. Seyirci bu futbolcuyu kaybetmenin acısını nedense Umut'tan çıkaracak gibi. Oysa Umut yaptıkları ve yapamadıklarıyla istikrarı bozmayan bir futbolcu. Belki düşülen ofsayt sayısı önceki maçlara göre daha düşüktü ama tabela da başladığı gibi kaldı.

Nevin Halıcı - Mutfağımızda safran kullanımı

$
0
0

“Gülmek kavuşup buluşma safranın kokusunu verir; ağlamak, uzaklık soğanın kokusunu.” (Mevlânâ, Mesnevi 6, sayfa 606, beyit 4053)

Orta Asya'dan günümüze Türk mutfağına tat verici unsur olarak çeşitli baharatlar katılmıştır. Orta Asya'da kısıtlı olan baharat kullanımı, göç yolunda bazı kazanımlar elde etmiştir. Anadolu'yu yurt edinip yerleşik düzene geçtikten sonra ise baharat kullanımı Anadolu Selçukluları döneminde çoğalmış, Osmanlılar döneminde ise tepe noktaya ulaşmıştır. Osmanlılardaki genişleme ve refah imparatorluğun değişik yerlerinden her türlü kaliteli yiyecek akışının İstanbul'a gelmesini sağlamış ve mutfakta lezzetin olumlu yönde farklılaşmasına neden olmuştur.

Tarafımızdan hazırlanan, “Açıklamalı Yemek ve Mutfak Sözlüğü” safranı şöyle verir: “Safran, Crocus sativus. Süsengillerden, baharda çiçek açan, 20-30 cm boyunda, soğanlı bir kültür bitkisi. Bu bitkinin tepeciklerinin kurutulmasıyla elde edilen, bazı yiyecek ve içeceklere tat, koku ve sarı renk veren ürün.” Safran; İspanya, Fransa, İtalya, İran'da çok yetiştirilmektedir. Türkiye'de bazı bölgelerde bulunsa da en çok Safranbolu'da yetişmektedir. Çok pahalı bir bitkidir.

Safranın, Selçuklularda çok kullanılan bir baharat olduğunu, dönemin eserlerinden anlıyoruz. Osmanlı döneminde de fazlasıyla kullanılan safran, Cumhuriyet döneminde ekonomik nedenlerle az kullanılmaya başlamıştır. Öyle ki Anadolu'da hemen hemen hiç kalmamıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemi zerdeleri safransız yapılamaz iken yüzyıllardan günümüze inen benim bildiğim (70 yıl) kurallaşmış Konya düğün yemeği pilavının zerdesinde safran yoktur. Selçuklularda kullanıldığına göre, başkent Konya'da da bulunması icap ederdi diye düşünüyorum. Safranbolu'da yetişmesi nedeniyle belki orada yöresel mutfakta bazı yemeklerde kullanılmaktadır ama bu konuda bir inceleme, derleme var mı bilemiyorum.

Safran; Türk mutfağında çorbalarda, pilavlarda, dolmalarda, zerde, elmasiye, şerbet vb. yerlerde kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminde ise Anadolu'da sadece zerdede görülmektedir. Büyük lokanta veya otel mutfaklarında, farklı yerlerde de bazı ürünleri renklendirmede kullanılabilmektedir. Lokantalar sarı rengi elde etmek için safran yerine zerdeçal kullanmaktadırlar.

Safran suda veya gül suyunda bekletilerek rengi çıkarıldıktan sonra kullanılır. Yüce Mevlânâ bakın o dönemlerde bunu ne güzel anlatıyor: “A safran, safran oluncaya dek su iç de sonra zerdeye gir.” (Mevlânâ, Mesnevi 4, sayfa 157, beyit 1080)

Kaynaklara bakarsak, Türkçe telif olunmuş ilk yemek kitabı olan Ağdıye Risalesi'nin balık çorbasında safran kullanılmaktadır: “...ve beş altı dirhem hâlis za'feranın levnini (safranın boyasını) koyup ba'dehu ateşten indirüp balıkların üzerine koyalar ve ince döğülmüş darçını dahi üzerine çokça koyup beş on saat mikdarı mürür ide (geçe) yâni kemâl mertebe tebrid (soğutulmuş) olmak şarttır.” Risale'de badıncan dolmasında ve badıncanlı pilavda da safran kullanıldığı görülmektedir.

Şüphesiz varlıklı ailelerin mutfaklarında, Cumhuriyet döneminde de safran kullanımı devam etmiş olabilir; ama halk mutfağında safran kullanımı çok azdır.

Sevgili okuyucularım, günümüzde safran kullanımı tekrar mutfaklarımızda görülmeye başlamıştır. Hadiye Fahriye'den günümüze uyarladığım, Türk Mutfağı kitabımdan güzel bir safranlı zerde yapalım; beraberinde bademli pirinç pilavı ile sunalım. Kaynaklarda safranlı su elde edildikten sonra safran süzülmektedir. Ben süzmeden kullanıyorum, daha güzel görünüyor. Ağız tadı ve mutlulukla kalın.

Kaynaklar:

Ağdıye Risalesi. Dürrizade Nurullah Mehmed Efendi, (Haz: Mine Esiner Özen). İşaret Yayınları, İstanbul, 2015.

Halıcı, Nevin. Türk Mutfağı, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2009.

ZER­DE

Malzemeler:

1/2 gr saf­ran ve­ya zer­de­çal

1/4 su bar­da­ğı su

1/4 su bar­da­ğı pi­rinç

1/4 su bar­da­ğı ılık su

3/4 su bar­da­ğı şe­ker

1 tat­lı ka­şı­ğı ni­şas­ta

1 çor­ba ka­şı­ğı gül­su­yu

Yapılışı: Saf­ran ve­ya zer­de­ça­lı cam kâ­se­de gül­su­yu için­de ak­şam­dan bek­let. Pi­rin­ci ayık­la, yı­ka, çok ha­fif ateş­te yu­mu­şa­yın­ca­ya ka­dar pi­şir. Sert­leş­me­me­si için şe­ke­ri­n üç­te bi­ri­ni ila­ve et. Bir ta­şım kaynayınca ka­lan şe­ke­rin ya­rı­sı­nı, tek­rar kay­na­yın­ca ta­ma­mı­nı ila­ve et. Saf­ran­lı gül­su­yu­nu ka­rış­tır. Kay­na­yın­ca çey­rek bar­dak ılık suy­la ezil­miş ni­şas­ta­yı ka­rış­tır. Beş da­ki­ka da­ha kay­nat. Kâ­se­le­re dök. So­ğu­yun­ca üze­ri­ne tar­çın serp, üzüm, nar, fıs­tık vb. ile süs­le.

Ni­şas­ta ko­nul­ma­dan pi­rinç çok ha­fif ateş­te kı­va­ma ge­ti­ri­lir­se da­ha lez­zet­li olur.

Pi­rinç kon­duk­tan son­ra bir çor­ba ka­şı­ğı te­re­yağı ko­nu­la­rak te­re­yağ­lı zer­de ha­zır­la­na­bi­lir.

Abdülhamit Bilici - Bülent Arınç'ın suçu

$
0
0

İnsan ciddi bir sorgulama sonucunda fikir değiştirip dün söylediğinin tam tersini düşünmeye başlayabilir.

Bu durum çok sık tekrarlamıyorsa ve tutarlı bir açıklaması varsa normal karşılanabilir. Ancak bu bir alışkanlık halini almışsa ortada ciddi bir problem var demektir. Sağlıklı bir toplumda böyle insanların sözünün ağırlığı ve itibarı olmaz. Çünkü fikirleri sürekli değişen birinin bugün söylediklerinin yarın değişmeyeceğinin garantisi de yoktur. Hele bir de bu değişimlere yalan da ekleniyorsa durum daha fena olur.

Nedense ülkemizde bir süredir bu doğal ayıklama mekanizması felç olmuş gibi. Dün dediklerinin bugün tam tersini söylemeyi alışkanlık haline getirenler hiçbir yaptırımla karşılaşmadığı gibi itibar görmeye de devam ediyor. Buna dair bir sürü örnek verebiliriz;

28 Şubat sürecinde etkin olan MGK ve masum vatandaşların bir kısmını iç düşman diye tanımlayan “kırmızı kitap”ı dün çok kötü görenlerin, şimdilerde bunları aynı amaçla kullanması tuhaf değil mi?

Dün derin yapılardan hesap sorma yolunu açan Ergenekon davalarının savcısı olduğunu söyleyenlerin, 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmasının hemen ardından aynı davalara “milli orduya kumpas” demeye başlaması anormal değil mi?

DÜN VE BUGÜN ARASINDAKİ DEV ZİKZAKLAR

Yargının siyasallaşmasından yakınanların, siyasete uygun bir yargı oluşturmak için resmen seferberlik ilan etmesi yanlış değil mi?

Dün Fethullah Gülen Hocaefendi'yi “Papa ile kol kola olmak” ile suçlayıp, sonra “Kutsiyet Penahları” diye övücü ifadelerle Papa'yı sarayda ilk yabancı konuk olarak ağırlamak tuhaf değil mi?

Düne kadar mitinglerde İsrail'i terör devleti diye suçlayıp, bugün "İsrail'e ihtiyacımız olduğunu kabul etmemiz lazım" demek, hatta Mavi Marmara'daki katliamı yapan İsrail askerleri hakkındaki kırmızı bültenleri rafa kaldırmak, bu ülkeyle ticareti katlamak yaman bir çelişki değil mi?

Aylarca Rabia gösterileri düzenleyip şimdi Sisi ile yakınlaşma yollarını aramak ilginç değil mi?

Baştakilerin her konuda fikir değiştirmesi, toplum için de devlet için de büyük sorun. En güçlü devletler bile bu kadar zikzağa dayanamaz.

Böyle zikzakların en büyük zorluğunu ise galiba en yakın daireden başlayarak taraftarlar ve takipçiler yaşıyor. Düşünün ki, Ergenekon davalarının büyük demokrasi hamlesi olduğunu anlatan onlarca kitap yazmışsınız. Ama konumunuzu sürdürmek için hepsini bir anda çöpe atmanız gerekiyor.

Ya da İsrail aleyhine o kadar atıp tutmuşsunuz. Ama "İsrail'le dostuz" açıklaması gelince eğilip bükülerek İsrail'le dost olmanın Filistin için ne kadar yararlı olduğunu anlatan yazılar yazacaksınız.

Veya lideriniz, oturma düzeni dâhil her ayrıntısını kendisiyle konuşarak yaptığınız Dolmabahçe toplantısından haberi olmadığını söyleyince, sesinizi çıkarmayacaksınız.

İktidar medyası, ilk başta Dolmabahçe toplantısını, ‘Barışa dev adım' manşetleriyle görmüştü. Mesela Yeni Şafak, ertesi gün Dolmabahçe haberini şöyle veriyordu: “Hükümet temsilcileri ve HDP heyeti Dolmabahçe'de ortak bir açıklama yaparak mutabakata varıldığını duyurdu”. Davutoğlu ise çözüm sürecinin yeni bir zemine oturduğunu söylüyordu. Erdoğan da, “Silahların bırakılması çağrısı, bizler için çok önemli bir beklentiydi. Çözüm süreciyle devam eden ve noktalayalım diye hasretle beklediğimiz bir çağrı.” diyordu.

Ancak 23 gün sonra bu çok olumlu hava birden tam tersine döndü. Çünkü Erdoğan, Dolmabahçe'yi yanlış bulduğunu duyurdu. Değişen tek şey ise Selahattin Demirtaş'ın 17 Mart'ta yaptığı "Seni başkan yaptırmayacağız" açıklaması.

Erdoğan'ın yeni tavrı ortaya çıkınca 3 yıldır PKK, Öcalan ve HDP güzellemesi yapan, bunlara en küçük eleştiride bulunanları barış ve Kürt karşıtı ilan eden iktidara yakın çevreler HDP'ye ve Demirtaş'a saldırıya geçti...

AK PARTİ'NİN PERİNÇEK ÇİZGİSİ VE İTİRAZLAR

Öyle görünüyor ki, yaşanan bunca U dönüşüne bir şekilde ayak uyduran AK Parti'nin kurucu isimlerinden Bülent Arınç, Dolmabahçe meselesinde gerçeğin tersyüz edilişini bir türlü hazmedemedi. O gün başbakan yardımcısı olan Arınç, bazı meslektaşları ve iktidar medyası gibi anında tornistan yapmak yerine bildiği doğruları söylemeyi seçti. Dolmabahçe'nin tamamen Erdoğan'ın bilgisi dâhilinde gerçekleştiğini ifade etti.

Arınç'ın bugün linç edilmesinin, hain ilan edilmesinin nedeni, AK Parti'nin kuruluş ruhuna ve ilk iki dönemde vaat ettiklerine aykırı gidişata ve hukuksuzluklara geç de olsa itiraz etmesi. Arınç gibilerin asıl suçu ise partilerini Perinçek'i mutlu edecek bir çizgiye götüren bu savrulmaya zamanında itiraz etmemeleri.

AK Parti'de önemli görevlerde bulunan ve şimdilerde sessizce kenarda durmayı tercih eden bir isme, geçenlerde son 2-3 yıldaki başkalaşma ve yozlaşmanın nedenini sormuştum. Verdiği cevap, demokrasiye katkıları nedeniyle İslam dünyasına örnek gösterilen bir partinin tek adam hareketine nasıl dönüştüğünü inceleyen tarihçiler ve bundan sonra siyasetle uğraşacaklar için önemli bir ipucuydu: "Halife Hz. Ömer'e (ra) itiraz eden o yaşlı kadının cesaretini gösterip yanlışlara ses çıkaramadığımız için."


Yazarlarımıza sorun

Okurlarımızın mail ve sosyal medya hesaplarından gönderdikleri; olaylara ve yayınlarımıza dair eleştiri ve görüşler yayın mutfağına ışık tutuyor. Şimdi de bu bölümde ilgiyle takip ettiğiniz gazetemizin yazarları sorularınızı cevaplayacak. Yazarlarımızdan cevabını merak ettiğiniz soruları e-mail ve sosyal medya yoluyla bize ulaştırın. Yazarlarımız da “Okur mektubu” köşesinden cevap versin. Ahmet Turan Alkan ile başlayacak olan renkli okur röportajları için sorularınızı bekliyoruz.

Ayrıca Zaman web sitemizdeki yenilikler de sürüyor. Yeni başlayan Zaman Blog sayfalarına ilgi büyük. Her gün sayfaya katılan yeni yazarların kaleminden çok renkli konularda hoş yazılar okuma imkânı buluyoruz. Web sitemizdeki Zaman Blog bölümünü hâlâ ziyaret etmediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz. Bu hafta başlayacak yeni bir uygulamayla gündemden ne kadar haberdar olduğunuz konusunda kendinizi test etme imkanı bulacaksınız. Editörlerimiz, spor, siyaset, ekonomi, kültür, dış politika gibi alanlarda yaşanan önemli olaylara dair zevkle cevaplayacağınız testler hazırlayacak. Web sitemizdeki bu soruları cevaplarken hem gündemde öne çıkan konuları hatırlayacak hem de gelişmelerden ne kadar haberdar olduğunuzu göreceksiniz.


Turning Points 2016 yayında!

Dünyanın önemli basın kuruluşlarından The New York Times'ın 41 ülkede partner kuruluşlarla yayınladığı Turning Points isimli bir dergisi var. Yıllık bir yayın olan bu dergiyi 2015'te yine Zaman işbirliği ile Türkiye'ye kazandırmıştık. 2016 yılına ait ikinci sayısı seçkin kitapçılardaki yerini aldı. Türkçe olarak yayımlanan ‘Turning Points: Global Agenda', geride bıraktığımız 2015 yılının analizini yaparken, 2016 yılına dair de siyasi, ekonomik, stratejik açılardan çok değerli öngörülere yer veriyor.

Dergide Türkiye ve dünyadan önemli isimlerin görüş ve makaleleri yer alıyor. Mesela Google Yönetim Kurulu Başkanı Eric Schmidt, “İnternette daha iyi bir dünya inşa etmek” başlıklı yazısında “Teknoloji demokrasiye yardımcı oluyor mu?” sorusuna cevap arıyor. Ayrıca dikkat çekici iki soruya tanınmış isimlerce verilen cevaplar da dergide. “Demokrasi kazanacak mı?” sorusunu dünyaca ünlü Nobel ekonomi ödüllü Paul Krugman, Tony Blair İnanç Vakfı'nda Başdanışman ve Strateji Direktörü Ed Hüseyin ve Avrupa Yeniden İnşa ve Kalkınma Bankası'nda Dış İlişkilerden ve Ortaklıklardan Sorumlu Genel Müdür Alan Rousso gibi isimler cevaplıyor. “Hayattaki en güzel şeyler bedava mı?” sorusuna ise Yunanistan eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis ve Çinli oyuncu ve aktivist Yao Chen cevap veriyor. New York Times yazarı Roger Cohen, IŞİD'in Avrupa'daki terör eylemlerinin ne anlama geldiğini yazıyor.

Bilgi Üniversitesi'nden iletişim uzmanı Erkan Saka, dijital dönüşüm açısından 2015'i değerlendirirken, Sezin Öney “Gazeteciliği nasıl korumalı?” sorusu üzerine kafa yoruyor. Dergide ayrıca Fotoğraf Editörümüz Selahattin Sevi imzasıyla Suriyeli mültecilerin Avrupa'ya tehlikeli yolculuğu fotoğraflarla anlatılıyor.

Oldukça zengin içeriğe sahip bu dergiyi okurken, eminim ufuk açıcı bilgi ve bakış açıları kazanacaksınız. Derginin hazırlanmasında emeği geçen Abdullah Yavuz Altun'a çok teşekkür ederim.

A. Turan Alkan - En büyük paralel kim: Ekvator!

$
0
0

O ‘kaçtı' denilen vatandaşlar var ya, aslında kaçmamıştır; yer değiştirmiştir. Askerdeki mevzî; değiştirme eğitimi gibi...

Operasyonların bitmesini bekliyorlar. Kiraları veriliyor. Baskıcı faşist anlayış tarihe gömülmüştür. Operasyon bitince gelip yerleşecekler zaten. Basın hürriyetinde de dünya şampiyonuyuz zaten ne alâkası varsa...

Bu bir takım merkez ilçeler sanki uzaktan bakınca tahrip ediliyormuş gibi görünüyor ya; tamamen illüzyon. Bir enkazı (yeniden ihyâ) için önce yıkmanız gerekir. Yapılan budur. Evet, yıkıyoruz; bu bir ıslah faaliyetidir. Yerine Toledo benzeri bir şey yapacağız, hatta icabında Venedik benzeri, bizim Boğaz kanalına benzer bir şey de olabilir. Arkadaşlar araştırıyorlar. Toledo modelini görünce halkımız kapıda sıraya girecek, bizi de Floransa gibi yapın, Prag, Cordoba, Edinburg olmak istiyoruz diyecekler. O zaman bakacağız, yani bir nevi performans değerlendirme durumu söz konusu olabilir bu noktada. Çalışkan, uslu olanı herkes sever, ben de severim.

Halepli kardeşlerimiz meselâ; Türkiye'ye kaçıyor, sığınıyor filan değiller. Zihniniz fesat olduğu için yanlış görüyorsunuz, yanlış haber yapıyorsunuz; onlar da yer değiştiriyor. Esed ve Rus birliklerinin operasyonları sona erince evlerine avdet edeceklerdir. O zaman Haleb'i yeni bir Mardin, Mardin'i de Ataşehir yaparız. İnşaat sektörümüz güçlüdür. Bu sektörün Türkiye dahilinde neler yapabileceğini dosta düşmana gösterdik zaten; referansımız budur.

Yassıada'da ağaç mağaç yoktur. Ağacı bilmem, o tartışılabilir ama mağaç kesinlikle yoktur. Onlar çalıdır. Kesilen çalı eskisinden daha gür biter. Bu devlet isterse bütün ülkeyi balta girmemiş orman haline getirecek güce sahiptir fakat soruyorum size, balta girmemiş bir ormanda yaşamayı kim ister. İskân için, medeniyyet için, tesisler için ormandan mâkul bir kısmın kesilmesi caizdir, fetvasını aldık biz bunun kapı gibi; müstehâp hatta sevap olduğunu da söylüyorlar ama o kadar da değil yani...

Nitekim işte buyrunuz, Antalya'mızda kalıcı bir botanik parkı açtık, ne güzel yaptık, 900 küsur senelik koca zeytini çatır çatır söküp hoop buraya naklettik ki herkes görebilsin diye. Tutar tutmaz, ha o nasip meselesidir. Neticede insanın vadesi var da zeytinin vâdesi yok mu? Açık ve net konuşuyorum; hepimiz fâniyiz, zeytinler de fânidir ve kendi fıtratına tâbidir. Kurursa keser garip gurebaya odun olarak dağıtırız ki bence tarihi bir zeytin ağacı için anlamlı bir finâl teşkil ederken, öteki isyankâr zeytinliklere de ibret-i âlem olur.

Ekmek zamlandı diyorlar; iftira. Ekmek zamlanmadı, fiyatı arttı. Hainle vatansever arasındaki fark neyse, zamla fiyat artışı arasındaki fark da odur; bunu herkes bilir.

Biz bu ABD'ye dedik ki, dost musun düşman mı; bunca yıllık stratejik ortağını tutup da bayırın teröristi ile değiştireceksen bilelim yani? Nedir o YPG'yle sarım-gülüm olmalar filân? Gerçi biz vaktiyle şöyle mecbûrî; bir u dönüşü yapıp topraklarımızdan geçme izni vermiş, desteklemiştik ama o bizi ilgilendiren bir husus. Biz bunu aziz milletimize izah ederiz, o başka!

Yeri gelmişken Rusya'ya da iki çift lâf ekleştirmek isterim; ey Rusya, hadi diyelim ABD'nin Suriye'de birtakım işleri var, olabilir, herkesin kendi iç işidir fakat senin ne işin var? Ayıptır.

Ekvador'un yaptığını da kınıyorum. Bağıntıya dikkatinizi çekerim, yazın bunları yazın; ekvator da netice itibariyle çapı en büyük paraleldir. Biraz masraflı oldu ama bunu da öğrendik. Neyse ki zırhlı aracımızı buralardan taa oralara kadar götürme basiretini göstermişiz. İyi oluyor, insan arabasına binince evine gelmiş gibi hissediyor kendini.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live