Cevdet Kudret'i Ankara'da tanımıştım. Bilgi Yayınevi'nin editörü konumundaydı. Harıl harıl çalıştığı küçücük bir odası vardı.
Bilgi Yayınevi o yıllar, 1960'lar, 1970'ler birbirinden güzel kitaplar yayınlamıştır. Biz lise son öğrencileri Sodom ve Gomore'yi ancak o yayınlar arasında yeni harflerle okuyabilmiştik. Sodom ve Gomore ki, hem Yakup Kadri'nin klasiği, hem Mütareke İstanbul'unun eşsiz yazınsal belgesi, hem de romanımızın yıldız kitaplarından biridir. Ama düşünün, uzun yıllar, çok uzun yıllar çevrimyazısı yapılmamış!
Cevdet Kudret ilkgençliğim boyunca elimden düşürmediğim Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman antolojisinin seçicisi, hazırlayıcısı, yazarıydı. Bu antoloji, ilk iki cildiyle genç kuşaklara, genç edebiyatseverlere gerçekten çok yararı dokunmuş bir çalışmaydı. (Bugün o derin etkisini sürdürüyor mu, bilmiyorum.)
Üçüncü cildi sorduğumda, yılların edebiyat adamı, “bugünün” yazarları, özellikle romancıları konusunda bazı kaygıları olduğunu, üçüncü cildi bir süre daha yayınlamak istemediğini söylemişti.
Nitekim üçüncü cilt epey sonra okura ulaştı. Arada birçok yeni hikâyeci, romancı yetişmişti. Titiz Cevdet Kudret bu son ciltte hayli duygusal davranmıştır. Örnek vereyim: Son ciltte Ahmet Hamdi Tanpınar yer almaz, ne romancı ne hikâyeci olarak...
Cevdet Kudret
Okul kitaplarında keşke yer alabilseydi
Bununla birlikte Cevdet Kudret'in emeğini yadsımak imkânsızdır. Behçet Necatigil, onun şiir kitabı Birinci Perde'yi çok severdi. Yitikler arasında bıraktığımız bu şiir kitabı, Cevdet Kudret imzasının nasıl incelikler özlediğini hâlâ söylüyor: “Nerde, hangi şehirde olursa olsun, /Etajerim, kitaplarım olsun”... Birinci Perde 1929 tarihini taşır. Yalnız şu iki dize, diyorum, kitap sevgisi için, o tarihten sonra okul kitaplarında keşke yer alabilseydi.
Cevdet Kudret imzalı kitaplar arasında üç roman, Sınıf Arkadaşları (1943), Havada Bulut Yok (1958), Karıncayı Tanırsınız (1976) yarı özyaşamöyküsel çizgide bir dönemler çizelgesi niteliğindedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul, İkinci Dünya Savaşı karanlığında Anadolu, bu eserlerde, Türkiye'nin siyasî; çalkantılarına yer yer trajik, yer yer trajikomik göndermelerle yüklenerek eğilir ve bir ‘yarın kaygısı' taşır.
Sonra elbette, o unutulmaz, benzerleri artık herhalde hiçbir zaman hazırlanamayacak Karagöz ve Ortaoyunu çalışmaları, o metin araştırması, o derleyicilik... Nihayet bir de eleştirmen-denemeci Cevdet Kudret var. Bir Bakıma'da (1977) yer alan Ziya Osman Saba yazısını ben çok severim. Diyebilirim ki, bu yazı Ziya Osman Saba'nın eserine, şiirine ve insanlığına yas şarkısıdır.
1990'larda bir kitap yayınlanmıştı: Cevdet Kudret'e Mektuplar. Kitapta Cevdet Kudret'e gönderilmiş mektuplar derlenmişti. Yahya Kemal'den Attilâ İlhan'a çok geniş bir yelpaze, yıllar art arda geçip gidiyor... Zamanlar, sorunlar, beğeniler, dönemler, dönemlerin ruhu.Okumuştum, yüreğim yanmıştı.
Geçen gün tekrar karıştırdım. 182. ve 183. sayfalarda Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat'la birlikte Aiskhlos'tan Prometheus'un çevirisine başladıklarını haber vermiş, o tek mektubunda.
Azra Hanım bu çeviriye Profesör Rhode ile bir yıl çalışmış. Sonra olmuyor, özgün eserin dil tadını yakalayamadık diye bırakmış. İlk çalışmada Yunanca ve Almanca işbirliği söz konusu. Çeviri ikinci kez gündeme gelince, Fransızca çeviriler de gündeme geliyor.
Eyuboğlu'nun mektubundan öğrendiğimize göre, Azra Erhat “Yunanca kelimelerin tek tek Türkçelerini ve genel anlamı” verecek; Sabahattin Eyuboğlu sil baştan Türkçe'siyle uğraşacak. Aiskhylos için böylesi bir çabayı kaç kişi göğüsleyebilir günümüzde?
Devam ediyor mektup:
“İlk cümle üstündeki deneme bir saat kadar sürdü; yine de, kocasını biraz aldatan ama yüzüne bakılır bir kadın yaratamadım.” Şöyle dizeleştirilmiş o ilk cümle: “İşte geldik bir uzak ucuna dünyanın; / İskitler ülkesinin ıssız bir çölündeyiz”...
Eyuboğlu, Erhat'la ortak ereklerini de dile getirmiş: “Hem Aiskhylos'un havasına gireceksin, hem de çağdaş insanca ve Türkçe konuşacaksın; üstelik her sözünü bir oyuncunun ezberleyip sahnede, kendi sözüymüş gibi yadırgamadan ve yadırgatmadan söylemek zorunda kalacağını hiç ama hiç aklından çıkarmayacaksın. Zor, ama zor olduğu kadar da tadına doyulmaz bir iş bu.”
Okurken yüzüm kızardı, buraya aktarırken de. 1966'da böyle çalışılıyormuş! Eyuboğlu ve Erhat; ikiliye bir de Vedat Günyol'u eklemek gerekir. Hocam Günyol'un büyük bir heyecanla Sabahattin Eyuboğlu'na, Maçka'daki eve, çeviri çalışmalarına gittiğine kim bilir kaç kez tanık oldum.
Bugün bütün bütün duyumsanıyor: Onların ülkülerinden tılsım yayılırdı. Böylesi bir emeği seçenler, 1971 darbesinde vatan aleyhinde faaliyet göstermekle yargılandılar, mahkûm edildiler. Teşekkürümüz bu kadar olmuş.
Fakat düşünüyorum da, yalnız 12 Mart mı suçlu? Sabahattin Bey'in çağdaş insanca ve Türkçe arayışını, bir sahne dili endişesini edebiyatçılar mı değerlendirdi, tiyatro sanatçıları mı teşekkürle, gönül borcuyla karşıladı?
Bunlar Cevdet Kudret'e yazılmış bir mektupta sönüp gidebilirdi. Cevdet Kudret neyse ki saklamış.
Düşünüyorum da, okurlar mı kapıştı Prometheus'u? Ne var ki, çevirmenler vargüçleriyle en güzelin ardına düşmüşlerdi. Kim teşekkür etti? Geçen zaman, böylesi çabaları git git silip süpürdü, hepsi o kadar.
Colette'in kısa ama çok özlü romanı Dişi Kedi'yi dilimize Azra Erhat kazandırmıştır. Azra Erhat, anılarında, Türkçe'yi olanca incelikleriyle kullanamadığından yakınır. Bununla birlikte, yine Colette'in Cheri'sine -kolayca Sevgili, Sevgilim diyebilecekken- Cicim adını takmak, bu çeviri görkemi onun başarısıdır.
Gerek Cicim, gerekse Dişi Kedi çevirileri, deyiş yerindeyse, alafranga incelikler yansıtır. Hem Fransız kültürünün havası eser, hem Türk okurunu yadırgatmaz. Bir ‘çeviri' roman okuduğunuzun bilincindesinizdir, ayrıca başka bir kültürün insanı olarak okumaktasınız. Kolay kolay ulaşılacak bir başarı değildir bu.
Yıllar yılı yeni basımı yapılmamış Dişi Kedi, yine 1990'larda ‘sadeleştirilmiş' çevirisi yayınlanmıştı. Değerbilmezlik, hatta küstahlıktı ama, kimsenin ilgisini çekmemişti. Sadeleştirici, örnekse, şu cümlede karar kılmıştı: “Serçeleri dinlemeye koyuldu, hışırtılarıyla yağmuru öykünen üç selvinin içinde fırtınanın sona ermesini kutluyorlardı.” Yağmur'a öykünen değil de, yağmuru öykünen...
Azra Hanım 1962'de şöyle kurmuş-çevirmiş cümleyi: “Serçeleri dinlemeye koyuldu, cızırtıları ile yağmuru taklit eden üç selvinin içinde fırtınanın sona ermesini kutluyorlardı.”
Bir başka örnek: (Azra Erhat çevirisi): “... yüzü gene solgun, çenesi beyaz, esmere çalan pudrasının altında yanakları hafifçe kara ve gözlerinin ucunda iki yaş tanesi beliriyordu.” (Düzeltilmiş çeviriden) “... yüzü gene solgun, çenesi beyaz, esmere çalan pudrasının altında yanakları hafifçe kara ve gözlerinin ucunda iki küçük gözyaşı beliriyordu.”
‘Kimlerdi? N'oldular? Yoksa öldüler mi?'
Yaş taneleri nedense eski dil sayılmış, küçük gözyaşı tercih edilmiş... “Anasına babasına maval okumak”, o güzelim maval okumak, “anasını babasını aldatmak” oluvermiş. Azra Hanım'da “Ağaçların aksi ile daha yeşil görünen gözler”, onarımdan geçmiş yeni basımda “Lâle ağaçlarının gölgesinde daha yeşil görünen gözler” olmuş, örnekleri alabildiğine çoğaltmak olası.
Dünden bugüne nereye yol aldığımızı saptamak isteyenler için bence büyük fırsatlar, bu yazıda andıklarım. Geçmişin titizliğinden ne kaldı geriye?
“İki küçük gözyaşı” dökerek, eşsiz Oktay Rifat'ın “O Semtler” şiirinden alıntılıyorum: “Kimlerdi? N'oldular? Yoksa öldüler mi?”
Son dizesi o şiirin: “Dallar kalıyor sadece, kuru dallar!”