Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Ali Ünal - Diyanet'in hutbeleri ve topladığı yardımlar

$
0
0

Diyanet Vakfı, kendi rakamlarına göre, “1994-95'te 22.298, bütün tarihinde 220 binin üzerinde öğrenciye 44 milyon 347 bin TL eğitim yardımı yapmış.

1 öğrenciye 200 TL. 11 ilde toplam 5.253 öğrenci kapasiteli 14 yüksek öğrenim öğrenci yurdu ve tamamı 1.029 öğrenci barındıran 143 öğrenci konuk evi açmış. 97 ülkeden 1036 öğrenciyi okutuyor. 18 eğitim kurumunda 3.635 öğrencinin ihtiyaçlarını karşılıyor. 1994'te Bornova'da bir kolej açmış. Mülkiyeti kendisine ait 61 İ. Hatip Lisesi'ni, MEB'e tahsis etmiş. “Doğal âfetler”e maruz kalan 12'nin üzerinde ülkede 316 milyon TL yardım yapmış. Cami ve Kur'an kursu işleriyle de ilgileniyor; bir de İSAM var. 1975'te kurulan, 1978'de kendisine vergi muafiyeti, 2005'te izinsiz yardım toplama hakkı tanınan vakfın bütün bu faaliyetleri için yılda harcadığı para 100-120 milyon TL olmalı. Vakıf, yılda ortalama 40 bin kişiyi hacca, 110 bin kişiyi umreye götürüyor; her yıl hangi kur üzerinden ödeme daha çok gelir getirecekse o kuru tercih ediyor. Meselâ, 2015 yılında dolar kuruna geçti ve her bir hacının 1.400 TL daha fazla para ödemesi gerekti. Vakıf, hac ve umre organizasyonlarından ve vekaletle kestirdiği, yol açtığı skandal medyada yer alan kurbanlardan ne kadar kazanıyor? Diyanet, pek çok Cuma camilerde yardım topluyor. İstatistiklere göre, Türkiye'de ergen erkek nüfusun yüzde 50 kadarı, kabaca 13 milyon insan Cuma namazı kılıyor. Bunun 5 milyonu, her biri asgarî; ortalama 5 TL yardım yapsa, 52 haftanın 20'sinde yardım toplansa, yılda 500 milyon lira demek. Toplanan yardımlar müftülüklere kaydı ve kayıt no.su olmayan güya makbuzlarla teslim ediliyor; yardımlar ve nasıl kullanıldığı konusunda verilen net bilgi yok. Vakıf; zekât, fitre, eğitim-burs, camilere bağış, genel bağış ve Filistin (Gazze) başlığı altında pek çok banka üzerinden bağış da topluyor. Vakfın topladığı bütün yardımlar ve kazandığı paralar, vakfın güvenirliğine emanet. Güvenirlik mi? Sayıştay Denetim Raporu'nda, DİB'in 2014'te kendi bütçesini 98 milyon lira aşarak 5 milyar, 704 milyon, 466 bin TL harcadığı ortaya çıktı ve döner sermaye kaynaklarından kullandığı 23 milyon liranın âkıbetiyle ilgili soruya Diyanet'ten “Sehven (unutkanlıkla) harcanmış!” cevabı geldi. Diyanet, geçtiğimiz Cuma şehidler için yardım topluyordu. Bir vatandaşımız, “Önce Mehmet Görmez altındaki 1 milyonluk arabayı versin, sonra bizden yardım istesin!” tepkisinde bulundu. Evet, vatandaşımız, önce DİB başkanının ve mensuplarının yardımlarını görmek, duymak istiyor!

Diyanet'ten son 2 yılda yolsuzluk, kamu malının kullanımı, örnek Müslüman idareciler olarak meselâ Peygamber Efendimiz, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve benzerleri, hukuka uyma, adalet hakkında bir hutbe dinledik mi? Hz. Ali, Haricî;lerin “Hüküm ve emir ancak Allah'ındır.” âyetini ileri sürerek tahkime karşı çıkmaları üzerine “Söyledikleri doğru (çünkü âyet), fakat maksatları yanlış.” der. Diyanet de, iktidarın icraatlarını halka kabul ettirmek için Kur'ân âyetlerini kullanıyor olmasın? İmamın hutbenin başında okuduğu âyetten iktidara ne açıdan destek olunacağını hemen anlıyorsunuz. Meselâ, iktidar, “terörle savaşıyor”sa, iktidara muhalefet varsa, hemen birlik, beraberlik, teröre lânet hutbeleri okunuyor; yarın teröristlerle masaya oturulursa, bu defa “barış, kardeşlik” hutbeleri okunur.

Bediüzzaman, kendisine sorulan “Sen nasıl hükümet-i İslâmiyemiz'in bazı reislerine küçük deccal dersin. Diyanet riyasetindeki ulemâ gibi çok ulemâ onlara tâbi ve duacı!” sorusuna şu cevabı verir: Hz. Ali, “Bilin ey kardeşler! Âhir Zaman'ın en fenaları dini dünyaya satmış ulemadır ki, ağızlarıyla tattılar, dişleriyle çiğnediler ve hevalarına tâbi oldular. Öyleler âlim değil, ancak...” der. Tehditten pay alacak kaç vicdan vardır?


Ali Bulaç - Ehl-i Beyt'te ilk ayrışma!

$
0
0

İlk dönem Haricileri, Şiileri ve Zeydileri ayaklanmaya sevk eden sebep Beni Ümeyye hanedanının iktidarı gayrimeşru yollarla ele geçirmesi; iktidarda kalmak için kamu bütçesini onlara itaat eden kimselere dağıtıp kendilerine payanda olacak mütegallibe zümreler oluşturması ve elbette adaletsiz bir iktidarı kelam ve akaidle meşrulaştırmaya kalkışmasıdır.

Hz. Hüseyin ve Zeyd bin Ali ayaklanmayı vecibe kabul ettiler. Hz. Peygamber'in sünnetinden ayrılan, ilk iki halifenin tatbikatını kulak arkası atan bir yönetime itaat edilemezdi. Hem ilk Şiiler hem Zeydiler, hiç değilse Kur'an ve Sünnet'ten ayrılmadığı, adaletle yönettiği takdirde seçimle gelen halifelere de itaat etmekten geri kalmadılar. Hatta Ehl-i Beyt'in seçkin ferdi olan Zeyd bin Ali'nin Irak valisi Yusuf bin Ömer es Sakafi'ye yenilip şehid edilmesine yol açan sebebin ilk iki halife hakkında izhar ettiği düşünceleri olduğunu söyleyebiliriz. Onu, başlarına geçip ayaklansın diye davet eden Kufeliler, tam askeri harekâta geçileceği sırada “İlk iki Halife (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorduklarında, Zeyd bin Ali “Haklarında iyilikten başka bir şey bilmiyorum, babamdan da haklarında iyilikten başka bir şey duymadım” deyince Kufeliler, iki halifeye lanet etmedikçe ona katılmayacakları tehdidinde bulundular. Reddedince, onu terk ettiler. İşte bu olay üzerine “rafiza” dendi ki, terk edenler, yalnız bırakanlar manasında literatüre “rafızi” kelimesi girmiş oldu.

Zeyd bin Ali ve takipçilerinin ilk iki halife hakkındaki düşünceleri şuydu: “Ali en yüksek derecede fazilet sahibidir. Ancak efdal (daha erdemli) dururken, mefdul (daha az erdemli) de başkan olabilir. Evet, Ehl-i Beyt imamları imamete layıktır ama Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Kur'an ve Sünnet'e göre hükmedip adil davrandılar, bundan dolayı tekfir edilemezler. Hz. Peygamber'in iki arkadaşıdır, onunla birlikte cihad ettiler, Hz. Ali de onlardan razıydı.” Zeydiler, Hz. Osman'ın ilk 6 yılına kadarki dönemin (632-650) meşruiyetini temellendirmek gayesiyle Hz. Peygamber'in Hz. Ali'yi “gizli yollar”la vasiyet ettiğini bile iddia ettiler. Onlara göre ilk halifelerin seçilmesiyle fitne ateşi söndürülmüştü. Belki Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den sonra hemen seçilmemesinin sosyo-politik hikmeti dahi aranabilirdi. Çünkü Zeydilere göre Ali müşriklerle en çok savaşan insandı, sonradan Müslüman olan çok sayıda insanın babasını, kardeşini, yakınını öldürmüştü. Bu insanların gönülleri Ali'ye kırgındı, o seçilseydi, belki başkanlığını zor kabullenebilirlerdi.

Zeyd bin Ali'nin ilk iki ve hatta ilk 6 yıllık dönemi itibariyle üçüncü halife hakkındaki şahitliği bu ise bu demektir ki, siyasi rejimi kabul edip halifeye itaat etmenin temeldeki faktörü, yönetimin hukukun üstünlüğüne (Kur'an ve Sünnet'e) olan samimi bağlılığı, adaleti tesis etmesi ve herkesin yöneticileri serbestçe eleştirmesi, ifade özgürlüğüne sahip olmasıdır. Bu, o günkü şartlar içinde “siyasal katılım”ı ifade eder.

Haricilerin, Şiilerin ve Zeydilerin, Hz. Ali'den sonra ayaklanmalarının hakiki sebebi hilafetin Beni Ümeyye'nin mülküne geçip saltanata dönüşmesiyle hukukun üstünlüğünden, adil bir yönetimden ümitlerini kesmeleri ve elbette Beni Ümeyye'nin zulüm ve zorbalığı ile kabile asabiyetinden beslenen siyasetleri oldu.

Ehl-i Beyt imamları arasında ilk görüş ayrılıkları çıkmasının sebebi, “kıyam mı, temkin mi?” sorusuna Muhammed Bakır ve Ca'fer es Sadık'ın “temkin”, Zeyd bin Ali'nin “kıyam” cevabı vermesinden kaynaklanır. Zeyd bin Ali, “İmam olacak kişi kılıcını çeker, halifelik için mücadele ederse ona katılmak vaciptir” deyince, kardeşi Muhammed Bakır, ona “Demek oluyor ki sana göre baban (Ali bin Hüseyin/Zeynelabidin) imam değildir, çünkü imam olmak için huruç etmedi” demiştir. Zeyd bin Ali'ye göre imam kılıç çekip ayaklanmalıydı, Muhammed Bakır'a göre, imam Müslümanların irfan, ilim ve sosyal-sivil ahlaki hayatını inşa ederek de görevini yerine getirebilirdi.

“Suyun suya benzediği gibi, dün bugüne benzer.” Bugün de hukuk, adalet, katılım ve özgürlük yoksa barış ve huzur da olmaz.

Abdullah Aymaz - Avrupa için bir şans

$
0
0

Yapılan araştırmalar ve yayınlanan raporların analizlerinden çıkan neticelere göre, göçmenler hatta sığınmacılar Avrupa için bir şanstır.

Çünkü bir ülke için yaş ortalaması sınır 32'dir. Bıçak sırtı demektir. Daha yüksek çıkarsa, yaşlı nesil fazla olmuş olur. Halbuki Avrupa'da yaş ortalaması 41'dir. Türkiye'de 29'dur. Ayrıca Avrupa'daki Türk girişimciliğinin detayı bilgilerini Hollanda'nın en son istatistiklerine göre Hollanda'da toplamda 390.000 Türk yaşıyor. 2014 rakamlarına göre Hollanda'da 22.900 Türk girişimci faal (bu rakam 2007 yılına göre 4 misli, yani 7 yılda Hollanda'daki Türk girişimci sayısı dörde katlanmış). Bunların 2014'teki toplam cirosu 2 milyar 600 milyon Euro. 2013 yılında Hollanda ticaret odalarının rakamlarına baktığımızda o yıl Türkler 3.090 yeni şirket kurmuş. Surinamlılar 2.388 yeni şirket kurmuş. Faslılar 1.616 yeni şirket kurmuş. Yani yeni şirket kurmada da Türkler önü çekiyor.

Bu hususla ilgili olarak, Avrupa'daki işadamlarımızın kurduğu UNITEE'nin başkanı Dr. Adem Kumcu ile Viyana'da yayınlanan Wirtschaftsblatt gazetesi yazarı Aureliusz Marek Pedziwol bir röportaj yaptı. Sorulan sorulara Dr. Kumcu'nun verdiği bazı cevapları sizlere arz ediyorum:

UNITEE “Yeni Avrupalı” diye tanımladığımız Avrupa'da aktif, 78 derneğe üye 15.000 yabancı kökenli girişimciyi temsil ediyor. Üyelerimizin yüzde doksanı Türk kökenli.

Avrupa'nın en büyük sorunu nüfusunun yaşlanması. Yaş ortalaması bugün 41. Ayrıca girişimcilik ruhunun da gerilediğine şahit oluyoruz. Bu iki sorun Avrupa'nın dünya çapında rekabet edebilirliğini ciddi oranda tehdit ediyor. Göçmenlerin ekseriyeti göç ettikleri ülkelere çalışıp para kazanmak için gelirler. Onların devletin sırtından geçinme gibi bir amaçları olmaz. Tabii ki bu insanlar arasında da çok küçük bir azınlık da olsa devletin arz ettiği sosyal imkânlara haksız yere müracaat edebilir, ama bu durum Avrupalılar için de geçerli.

Yabancılar yerli Avrupalılara göre iş bulmakta daha fazla zorluk çekiyorlar ve iş piyasasında dışlanıyorlar. Girişimcilik onlar için işsizliğe en önemli çözüm. Bu girişimciliğe küçük ticarethanelerle atılıyorlar.

Avrupa genelinde 160.000'e yakın Türk kökenli girişimci faal, 92.000'i Almanya'da. Bunlar başarıya susamış, genç ve genellikle eğitimli kişiler. Yüzde 36'sı üniversite mezunu. Almanca onlar için yabancı bir dil değil. Almanya'da yaşayan arkadaşlarım Almanya hakkında vatanları olarak bahsediyorlar; ben de onlara Hollanda'yı memleketim olarak tanıtıyorum.

Size Hollanda'dan somut bir örnek vereyim. 1971 doğumlu Murat Kıran, 2007 yılında Hollanda'nın Utrecht kentinde Conclusion isimli bir bilgisayar yazılım şirketi kurar. Beş yıl içinde şirketini yüzde 7.000 büyütür ve bu zaman zarfında 1.300 mühendise istihdam üretir.

Kişi bilmediğinden korkar. Müslümanlardan en çok korkanlar genellikle Müslümanları tanımayanlar. Bunların Müslüman tanıdıkları veya dostları yoktur ve dolayısıyla Avrupa Müslümanlarından korkarlar. Türkler Avrupa'da 50 yıldır yaşıyor, yaşadıkları ülkelere uyum sağlıyor hatta siyasete bile katılımda bulunuyorlar. Bunlar hiçbir şekilde bir tehdit unsuru değildir, ne Avrupa için, ne yaşadıkları ülkeler için ne de beraber yaşadıkları toplumlar için.

Bu korku cehaletten. İnsanlar gerçekten çevrelerinde olan bitenden habersiz. Suriye mültecileri çok büyük bir insanlık krizinin kurbanı. Unutmayalım, bunlar Suriyeli veya Müslüman olmadan evvel insandır.

Korkulacak tek şey vardır, o da korkunun kendisidir. Asıl tehdit popülist siyasetçilerdir. Ne yazık ki Avrupa, geçmişteki yabancı düşmanlığına geri dönüyor.

Mesajım o ki: Sabredin, sabredin ve bilin ki tam manasıyla “beraber ve birlikte” yaşamadan ortak bir gelecek inşa edemeyiz. Avrupa, dini, dili, etnik kökeni ne olursa olsun insan haklarını, her daim müdafaa edip dünyanın neresinde olursa olsun tehdit altında bulunan insanlara sahip çıkmalı. Avrupa'nın bu yönünü savunurken ben aynı zamanda çocuklarımın geleceğini de savunmuş oluyorum. Neticede benim evlatlarım, bütün Hollandalı çocuklar gibi aynı geminin yolcuları.

Mehmed Niyazi - Tarih şuuru

$
0
0

Günümüzü ortaya çıkaran tarihtir. Ne yazık ki biz her şeyimizi Avrupa'dan aldığımız gibi son dönem tarih bilgilerimizi de oradan aldık;

Lamartine, Hammer, Zirkeissen, Jorgo'ya atıf yapanlar bilimsel oluyorlar. Onlar da istedikleri şekilde tarihimizi kendilerine göre değiştiriyorlar. Tarihimizi doğru okuyabilmek için köklü fakülteler kurmalı, bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamalıyız.

Eskiden tarih şuuru halkta bulunurdu; halkla münevver aynı minval üzereydiler. Zaten kalabalığı millet yapan bu unsurdu. Eskiler tarih şuuruna ‘Gelenekte var mı?' derlerdi. Bugün ise ‘Gelenekte var mı?' sorusunu ne halk ne de aydınlarımız soruyor. Hâlbuki ülkemizde her şehirde üniversiteler kuruldu; basın yayın organları halkımızı kuşatıyor, ne gariptir ki tarih şuurundan uzaklaşıyoruz. Bu bizi kendimize yabancılaştırıyor.

Geçmişimize bakınca eli öpülesi ceddimiz tarih şuurunu ve aynı zamanda devlet idaresini bizden çok daha iyi biliyorlardı. Selçuklu çökünce, uçbeyliğinin başında bulunan Osman Gazi bağımsızlığını ilan edebilirdi; milleti, toprağı, bayrağı vardı; para da bastırmıştı. Fakat öyle bir yola başvurmadı; teenniyi elden bırakmadı. Zira devlet hayatı teenniyle beraber fırsatları değerlendirmek demekti; illa fırsatların peşinde koşmak devlet adamının biricik ideali değildi. Orhan Gazi döneminde topraklarımız çok genişledi; devlet bütün kurumlarına kavuşmuşken ve üzerinde de bir otorite yokken, yani Selçuklu da yıkılmışken ‘Han' unvanı kullanılmadı; ‘Orhan Gazi' adıyla yâd edildi. Onun oğlunun döneminde devlet süper güç olma yolunda sağlam adımlarla ilerliyordu; o da ‘Hüdavendigar'lıkla yetindi. Niğbolu Savaşı'ndan sonra devrin töresine uyarak Mısır'daki halife ‘Sultan'ül İklim-i Rum' başlığıyla Yıldırım Bayezıd'a menşur gönderdiği halde, o, bastırdığı paralara ‘Bayezıd İbn-i Murad' yazdırdı. İkinci kurucu olarak anılan Mehmed ‘Çelebi'likle iktifa etti. Devletin sınırlarını Asya ve Avrupa'da çok genişleten II. Murad'a bazen ‘Han' dendi, bazen denmedi. Ne zaman ki II. Mehmed İstanbul'u fethederek yüzyıllardır sürüp gelen rüyayı gerçekleştirince ‘Han' unvanını kullanmaya başladı. O tarihe kadar Osmanlılar, Selçuklular adına devleti yönettiklerini söylerlerdi; ikindi vakitlerinde nevbetleri vurdururlar, hatıralarını yaşatırlardı; zira millet uzun yıllar Selçuklu hanedanının gölgesinde yaşamış, ona vicdanında yer vermişti. Millet vicdanının devlet hayatındaki önemini bildiklerinden, onunla karşı karşıya gelmemeye dikkat ediyorlardı.

Osmanlı'nın Batı'ya karşı üstünlüğünü kaybetmesinin sebeplerinden en önemlisi ekonomide itici güç rolünü oynayan demir ve kömürün topraklarında yeterince bulunmamasıydı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren petrolün önemi demir ve kömürün önüne geçti. O zamana kadar bilinen petrol rezervlerinin pek çoğu da Osmanlı topraklarındaydı. Ölümle yarış başlamıştı; biz petrolün imkânlarını hayatımıza katarak ayağa kalkmak istiyorduk; emperyalistler de Osmanlı'yı ortadan kaldırıp petrollerine konmanın peşindeydiler. Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinin de sebebi buydu.

Her şeye rağmen İslam âleminde ağırlığı bulunan Osmanlı'yı tarihe gömmeden petrol kuyularının güvenliğini sağlamaları mümkün değildi. Trablusgarp'tan beri dövüşen Osmanlı'nın insan gücü çok azalmıştı, millet açlıkla ve sefaletle boğuşuyordu. Silahlandırılıp İzmir'e çıkarılan Yunanlıları denize dökmek için milletimiz canını dişine taktı, Hindistan Müslümanları arasında yardım cemiyetleri kuruldu. Genci, ihtiyarı, âlimi, cahiliyle emsalsiz bir dayanışma sergiledik. Misak-ı Milli sınırlarına ulaşamasak da küçümsenmez bir vatana sahip olduk.

Devletin temeli milletin vicdanındadır. Hangi sebeple olursa olsun, onu milletimizin vicdanından koparacak işlere kalkışmak veballerin en büyüğüdür. Ama kim vebali anlar ki; bu da ayrı bir problem.

Ali H. Aslan - Beyaz Saray aslanın ağzında

$
0
0

Amerika'daki başkanlık seçim kampanyası kızışıyor. Demokrat ve Cumhuriyetçi adaylar ilk önseçim sınavlarını Iowa'da verdi. Başa oynayanların işi kolay değil, zira kıran kırana bir yarış söz konusu. Bir başka deyişle, Beyaz Saray aslanın ağzında...

2016 seçimleri şimdiden birçok gözlemciyi şaşırttı. Eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un Demokrat Parti adaylığını rahatlıkla kazanacağı tahmin ediliyordu. Ama rakibi Vermont Senatörü Bernie Sanders, kolay lokma olmadığını ispatladı. Iowa'da burun farkıyla birinciliği Clinton'a kaptıran Sanders, bu salı New Hampshire'da yapılacak ön seçimin favorisi. Iowa ve New Hampshire demografik yapıları itibarıyla Amerika genelini temsil etmiyor ve küçük olduklarından matematiksel olarak sonuca çok fazla tesir etmiyor. Ancak adayların ve ekiplerinin potansiyeline ilişkin önemli ipuçları veriyor ve diğer eyaletlerdeki oy eğilimlerinde etkili oluyor.

Seçim sürecinde gözlemcileri ters köşeye yatıranlardan biri de Cumhuriyetçi aday adayı Donald Trump oldu. İşadamı ve şovmen Trump, Amerikan siyasi kültüründe alışılagelmedik derecede nezaketten uzak, ayrımcı ve aşırı popülist taktiklerle, rakiplerine anketlerde üstünlük sağladı. Iowa önseçimini kazanan Teksas Senatörü Ted Cruz'un üç puan gerisinde kalması, Trump rüzgârının kesildiği anlamına gelmiyor. Evanjelik Hıristiyan nüfusu yoğun Iowa'da en dindar adaylardan biri olan Senatör Cruz'un ipi göğüslemesi çok anormal değil. New Hampshire'da ise Trump açık ara önde. Ulusal anketlerde de Cumhuriyetçiler arası birinciliği kimseye kaptırmıyor.

YELPAZENİN UÇLARINDAKİLERİN YÜKSELİŞİ

Seçim kampanyasında en dikkat çeken hususlardan biri de, gerek Cumhuriyetçi gerek Demokrat Partili seçmenlerin siyasi yelpazenin uçlarındaki adaylara fazla temayül göstermesi. Cumhuriyetçi Parti'de başa güreşen ilk iki isim, Trump ve Cruz, parti erklerine ve yelpazenin merkezindekilere saç baş yolduruyor. Demokrat Parti'de sosyal demokrat Sanders'in yükselişi durdurulamıyor. Neden mi? Çünkü halkın büyük kısmı gidişattan hoşnutsuz ve ülkeyi bu hale ‘müesses nizam' (establishment) temsilcilerinin getirdiğini düşünüyor. ‘Kafamı daha fazla kızdırmayın, yoksa hepinizi alaşağı ederim' mesajını veriyor.

Amerikan halkının öfkesinden korkulur. Zira çayla ilgili bir vergi anlaşmazlığından dolayı tepeleri atıp devrin süper gücü Büyük Britanya'ya kazan kaldırmış, protesto için 1773'te Boston'da çay gemilerini yakmış ve 1776'da 13 koloninin bağımsızlık ilanına giden Amerikan devriminin ilk fitilini ateşlemişlerdi. O protestocu ve devrimci ruh zamanla kapitalizmin ve devletin çarkları altında biraz ezilmiş olmakla birlikte, Amerikan genlerinde hâlâ yaşıyor. Özellikle ekonomik buhran dönemlerinde kendini yer yer hissettiriyor. Sağın ve solun uç temsilcileri, müesses nizama kafa tutan o ruhu binek yapıp Beyaz Saray menziline ulaşmak istiyor.

MÜESSES NİZAM TEMSİLCİLERİ ZORDA

Cumhuriyetçi Parti'de müesses nizamın temsilcileri arasında şu ana dek nispeten ümit vaat eden tek isim, genç Florida Senatörü Marco Rubio. Rubio, Iowa'da Trump ve Cruz'a çok yakın bir üçüncülük alarak iddiasını ispatladı. New Hampshire'da Trump'un ardından ikinciliğe en yakın isim. Cumhuriyetçi Parti erklerinin beğendiği Florida Valisi Jeb Bush ve New Jersey Valisi Chris Christie gibi isimlerin ise esamisi okunmuyor. Real Clear Politics (RCP) web sitesinin ülke geneli anket ortalamasına göre Bush'un oyu sadece yüzde 4,5 civarında. Cumhuriyetçilerin iki başkan çıkarmış köklü siyasi hanedanı için büyük hayal kırıklığı.

Demokrat Parti'nin kodamanları, Cumhuriyetçilere nazaran biraz daha güvende. Zira Clinton siyasi hanedanı Sanders'a karşı beklenenden fazla zorlansa da, ulusal anketlerde konumları hâlâ sağlam. Ancak özel e-mailinden gizlilik dereceli yazışmalar yapmasıyla ilgili skandal, Clinton'un zeminini kayganlaştırmaya devam ediyor. Rakibi Sanders'in bunun üzerine çok gitmemekle birlikte, Clinton seçmen nezdinde güven erozyonuna uğradı.

Partisindeki ve Amerika'nın genelindeki müesses nizamı alt etmeye çalışan yaşlı devrimci Bernie Sanders, sokaktaki insan merkezli vaatleriyle Clinton'un hitap etmekte zorlandığı genç kitlelere ve çalışan kesimlere dokunuyor. Clinton da ‘reformcu' ve ‘ilerici' olduğunu söyleyerek o kitleleri yanına çekmeye çalışıyor. Bu yolda en büyük yardımcısı ise siyaseti çok iyi okuması ve kamuoyunu yönlendirmesiyle tanınan eşi eski Başkan Bill Clinton. Sanders'in önünü kesip merkez çizgide bir adayı garantilemek için Başkan Yardımcısı Joe Biden'ı yarışa çekmek isteyenler de var ama Biden şimdilik buna pek istekli gözükmüyor.

TÜRKİYE'DEKİ BAŞKANLIK TARTIŞMASI NASIL GÖRÜNÜYOR?

Amerika'daki başkanlık seçim kampanyasını takip ederken, Türkiye'deki başkanlık sistemi tartışması da zihnimin bir köşesinde. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, Kongre, bağımsız yargı ve medyanın güçlü kıskaçları arasında icra görevini sürdürmeye çalışan nispeten zayıf Amerikan tarzı bir başkanlık konumu hayal ediyor olamaz. Göstergeler, başkanlık sistemi adı altında baskıcı ve denge-kontrolden uzak yeni bir müesses nizam kurma çabalarına işaret ediyor.

Geçen çarşamba Temsilciler Meclisi Avrupa, Avrasya ve Yükselen Tehditler alt komitesinde yapılan Türkiye oturumuna başkanlık yapan California milletvekili Dana Rochrabacher, “Gördüğümüz şu ki, bir cumhurbaşkanı iktidarını sürdürmek için kanunları değiştirmek istiyor.” diyerek birçok meslektaşı adına kaygılarını dile getirdi. ABD'de sadece iki dönem görev yapma geleneğinin ilk başkan George Washington tarafından başlatıldığını hatırlatan Rochrabacher, bu süreden sonra yozlaşmanın başladığını kaydederek, Türkiye'de de sadece parasal yolsuzluk değil, iktidar yozlaşmasının işaretlerini gördüklerini ifade etti.

Seçimleri izlemek heyecanlı, ama demokrasi sandıktan ibaret değil. Anlayana...

Selçuk Gültaşlı - 'Önce Hizmet'e bir vuralım'

$
0
0

Ahmet Hakan, gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni Abdülhamit Bilici'nin, Türkiye'nin otoriterlikten faşizme kayma eğilimine işaret ederken verdiği Hitler dönemi Almanyası örneğine kızmış.

Bilici'nin haklı ikazına şiddetle itiraz ederken, Türkiye'nin son dönemlerde başına gelen bütün kötülüklerden Hizmet'i sorumlu tutar bir duruşu temellük ediyor.

Diken'deki bir köşede ‘bırakın, Arınç konuşsun' türü yerinde bir analiz okurken, birden Hizmet'e ayrılmış bir bölümle karşılaşıyorsunuz.

Cumhuriyet Gazetesi İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, Mustafa Balbay'ın köşesinin kapanması üzerine yaptığı açıklamada, bir paragraf Hizmet'e ayırmış. Balbay'a haksızlık yapıldığını teslim eden Atalay, “Ama bu haksızlığın, hukuksuzluğun sorumlularını herkes biliyor: AKP iktidarı tarafından önü açılan, desteklenen, işbirliği yapılan ve ne istedilerse verildiği açık açık ikrar edilen, emniyet ve yargı içinde örgütlenmiş yasa dışı bir oluşum” diyor.

Aydın Doğan, PKK terörüyle mücadelede devletin yanında olduğunu bu aralar sık sık deklare ederken, araya bir ‘paralelle mücadele' ifadesi koymaya hususiyle özen gösteriyor. İktidarı eleştirenlerin ya da iktidara yanaşmaya çalışanların söylediklerinin ya da duruşlarının gerçekliği ‘paralele' ne kadar vurdukları ile orantılı hale geliyor. Bu tahliller ya da daha doğru ifadesi ile fırsatçı yaklaşım, Erdoğan'ın anlattığı hikâyeyi tahkim etmeye yarıyor.

Bu resmin şöyle bir alt hikâyesi de var. Türkiye'deki bütün içtimai ve siyasi gruplar kendi özeleştirilerini yapıp bitirdiler, herkesle helalleştiler, günahlarının kefaretini ödeyip bir ‘tabula rasa' açtılar. Bu ‘arınmadan' bir tek Hizmet Hareketi beri duruyor. Türkiye'yi takip etmeyen biri bu tartışmalardan Türkiye'yi son 10 yıldır Fethullah Gülen isimli bir başbakanın yönettiği kanaatine ulaşabilir. Ülkenin son 15 yılına damga vuran Erdoğan, Gül, Arınç gibi siyasetçilerin gönülleri el vermese de, içlerinden isyan da etseler Gülen'in emirlerini yerine getirmekten başka bir kabahatleri olmadığı vehmine kapılabilir.

İktidar kim yahu bu memlekette yıllardır?

Havuz medyasının iddia ettiği gibi bir anlığına varsayalım ki Gülen, anayasa referandumunun yapıldığı 12 Eylül 2010'dan başlayarak ülkeyi birkaç yıl yönetti. Hizmet'in, 100 yıla yaklaşan Cumhuriyet'in neredeyse bütün günahlarını bu kısa zaman aralığına sıkıştırabilmiş olması gerekiyor. Fakat artık bütün Türkiye gayet iyi biliyor ki, siyasi hırsı ve siyaset mühendisliği açısından seleflerinden fersah fersah ileride olan Erdoğan gibi bir politikacının olduğu ülkede ne böyle bir durum tahayyül edilebilir ne de herhangi bir cemaat, grup buna cüret edebilir.

Erdoğan rejimi çatlamaya başladığında bugün Hizmet üzerinden arınanlar, Nedim Şener'den kimin nefret ettiğini, İlker Başbuğ'un tutuklanma emrini kimin bizzat verdiğini, Büşra Ersanlı hadisesini hepimizden önce konuşup yazmaya başlayacak. Aydın Doğan da, Ahmet Hakan da sık sık atıf yaptıkları vergi soruşturmalarında nedense dönemin başbakanına dolaylı sorumluluk atfetme endişesi taşıyor. Erdoğan'ın ifadesi ile ‘ırkçı Pensilvanya' tasfiye edildi ama 1990'larda mezralar yakılırken artık şehir merkezleri ateşe veriliyor. İnsaflı HDP'lilerin söylediği gibi, hani KCK tutuklamalarını paraleller yapıyordu? Hizmet kadroları tasfiye edildikçe memleket düzelecekken sadece bir netice ortaya çıktı: Otoriter bir lider, ılımlı, radikal demeden bütün muhaliflerini susturup, iktidarını tahkim etti.

Doğru tespit Erdoğan'ın Hizmet'e gönül vermiş devlet görevlilerini menfaatlerine hizmet ettikçe kullandığıdır. Bu kişiler tasfiye edildikçe Kürt meselesinin çözülmesi, Ermeni lobilerinin havlu atması, ticaretin patlaması, kişi başına düşen gelirin AB ortalamasına yaklaşması, ezcümle memleketin güllük gülistanlık olması beklenirdi. Hizmet eleştirisini ‘besmeleye' dönüştürenlerin mukayeseli bir analiz yapmaları, bu topluma borçlarıdır.

Kerim Balcı - Dünya değiştiren Kürtler

$
0
0

Cumhurbaşkanı, bırakın dünyayı, kendi vatandaşlarımıza bile PKK'nın gerçek yüzünü anlatmakta zorlandığımızdan bahsediyor.

Doğru bir tespit. Halkın muhayyilesi de, uluslararası kamuoyunun muhayyilesi de bu iktidarın kısa dönem hafızası kadar kıvrak değil de ondan.

Kimsenin PKK'yı anlayamama gibi bir derdi yok. PKK, bütün Avrupa devletlerinin, hatta Türkiye ile elan diplomatik kriz yaşayan İsrail ve Mısır'ın dahi terör örgütleri listesindedir. Sorun şu ki, bu iktidar Öcalan'a “sayın” demeyi suç olmaktan çıkardığı, valilerinin şehirleri silah deposuna çeviren PKK unsurlarına karşı sessiz kaldığı dönemde, aynı zamanda PKK'nın uluslararası arenada bir meşruiyet zemini oluşturmasına da seyirci kaldı. PKK, verdiği sözlerin hiçbirini yerine getirmeden, kendisine sözü verilenden daha fazlasını almayı başardı.

Sürekli dönüp “Bunlar olurken siz ne yapıyordunuz?” diye sormak çözüm değil. Ne var ki iktidar partisinin mevcut mücadeleyi tamamen başkanlık sisteminin kotarılması ayarlı olarak yürüttüğü yönündeki haklı haksız algı, Türkiye'nin elini kolunu bağlıyor. Yurtdışındaki okuma şu: Görüşmelerin HDP'nin haziran seçimlerinde yüzde 10'un üzerinde oy alarak Erdoğan'ın planlarını akamete uğratmasıyla çökmüş olduğu gerçeği AKP'nin hiçbir zaman samimi olmadığını gösteriyor. O gün samimi olmadığı gibi, bugün de samimi değil. Bugün de terörü değil, Kürt tabanında yaygınlaşmış olan Erdoğan'ın başkanlığına “hayır” deme iradesini sindirmeye çalışıyor.

Erdoğan, PKK'nın samimiyetsiz ve çatışmacı olduğunu dünyaya anlatamamaktan yakınıyor ama benim yurtdışında gördüğüm manzara daha vahim. Dünya Erdoğan'ın samimiyetsiz ve çatışmacı olduğunu düşünüyor. Erdoğan'ın dünya kamuoyu nezdindeki kredisi o kadar düşük ki, bir zamanlar Avrupa başkentlerinin gayr-i resmi ‘istenmeyen adamı' olan İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman'ın yerini şimdilerde Erdoğan almış durumda. O kadar ki sadece Erdoğan'ın PKK'ya yüklendiği gerçeği bile Batılı müttefiklerimizin PKK gerçeğine objektif bir şekilde bakmasına engel oluyor. Yani tam da ‘Beyefendi anlatmaya çalıştığı için anlatamıyoruz PKK'nın gerçek yüzünü!'

Bu noktaya kolay gelmedi Erdoğan. Beş yıl önce olduğu ‘Obama'nın arkadaşları' listesinin başından, ‘kendisiyle birlikte anılmak istenilmeyen adamlar' listesinin başına geçmek için bir hayli gayret gösterdi. Devam da ediyor. Türkiye içinde felaket boyutlarında başarılı olan Erdoğan'ın propaganda makinesi ne yazık ki yurtdışında çalışmıyor.

İşi dönüp dolaştırıp, “Hizmet'e yaptıklarının cezasını çekiyor”a getirecek değilim. Elbette kendi ülkelerindeki tek anlamlı Türk yatırımının kapatılması için lobicilik yapan, hatta açıkça rüşvet teklif eden bir Türk cumhurbaşkanını hangi ülke olsa garipser. Ama dünyanın asıl dert ettiği konu IŞİD ve Rusya'nın Suriye'ye kalıcı olarak yerleştiği gerçeği. Ve Türkiye Cumhurbaşkanı bu konuda tutarlı, kararlı bir resim veremedi bugüne kadar. IŞİD'le mücadele konusunda varılan uluslararası mutabakatı PKK ile mücadele için kullanmaya kalkışan, PYD'yi inatla ve kararlılıkla IŞİD kadar tehlikeli bir terör örgütü olmakla yaftalayan bir lider, doğal olarak alıcısı olmayan bir söylem benimsemiş demektir. Türkiye'nin IŞİD'le mücadele konusunda elinden geleni yaptığını söyleyen Amerikalılar bile, ‘artık' zaman edatıyla konuşuyorlar: ‘Türkiye IŞİD meselesinin ciddiyetini anladı artık...'

IŞİD'le hiçbir ortak paydasının olmadığını –ki asla yoktur– anlatmakta zorlandığı bir dünyaya Türkiye'nin, PKK ile giriştiği bu mücadeleyi ve bu mücadele sırasında zorla “yer değiştiren” vatandaşlarının dramını anlatması mümkün değil.

Sahi ölen sivil Kürtler de ölmeyip, ‘boyut değiştirmiş' oluyorlar değil mi? Gel de dünyaya anlat bunu!

Seyfettin Gürsel - Enflasyonda fasit daire tehlikesi

$
0
0

2016 kötü başladı. Enflasyon yükselirken ihracatta düşüş hızlandı. Tüketici fiyatları (TÜFE) ocak ayında yüzde 1,8 gibi çok yüksek oranda arttı. Yıllık enflasyon da yüzde 8,8'den 9,6'ya yükseldi. Sorun şu ki daha da yükselebilir. İhracatta yıllık düşüş ise ocak ayında TİM verisi itibarıyla yüzde 14,4'e çıktı.

Enflasyonda artış bekleniyordu. Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı ilk çeyrekte çift rakamlara ulaşılabileceğine dair uyarmış ama ardından gerilemenin başlayacağını iddia ederek ekonomik aktörleri rahatlatmak istemişti. Bu iddia boşa çıkabilir. Geçen yılın şubat ayında TÜFE artışı yüzde 0,7 ile sınırlıydı. Bu yıl şubat ayı enflasyonunun yüzde 1'i aşması kuvvetle muhtemel. Bu durumda çifte rakama ulaşacağız. Adana ve Gaziantep bölgelerinde yüzde 10,7 ile çift rakama ocak ayında ulaşıldı bile.

Enflasyonda yükselişin devam etmesinin başlıca iki nedeni var: Birincisi para politikasının etkileyemediği gıda fiyatlarında artışın sürüyor olması. Ocak ayında gıda fiyatları aralık ayına kıyasla yüzde 4,3 gibi olağanüstü artış sergiledi. Yıllık artış yüzde 11,7'yi buldu. Oysa 2015 yılında dünya gıda fiyatlarında gerileme yüzde 16. Türkiye'de gıda fiyatlarının aksi yönde hareket etmesi yapısal nedenlerden kaynaklanıyor. Bir yandan tarım üretiminde verimlilik düşük, öte yandan dağıtım ağı etkinsiz ve maliyetli. Para politikasını istediğiniz kadar sıkılaştırın yapısal sorunlarla baş edemezsiniz.

Enflasyonu yükselten diğer etken Türk Lirası'nın değer kaybı. Son dönemde kur nispeten istikrara kavuşmuş durumda. Ancak geçen yıl yaşanan yüksek kur artışlarının fiyatlara yansıma süreci halen devam ediyor. Kurda istikrar devam ettirilebilirse ithal fiyatlarının enflasyonist etkisi yakın zamanda tükenecek. Merkez Bankası da buna güveniyor. En önemli dayanağı da cari açığın düşmeye devam edeceğini öngörmesi.

Oysa dış ticaret cephesinde gidişat hiç parlak değil. İhracat 2015 yılında önceki yıla kıyasla yüzde 8,8 azalmıştı. Gerileme aralık ayındaki yüzde 11'e, ocak ayında da yüzde 14,4'e yükseldi. İhracattaki düşüşe rağmen cari açığın azalıyor olması ithalatın ihracattan daha hızlı düşüyor olmasından kaynaklandı. Nitekim aralık ayında ithalat yıllık olarak yüzde 17,6 oranında azalmış. Bunun esas nedeni de petrol fiyatlarındaki olağanüstü düşüş. Ancak ucuz petrolün 2016 yılında daha da ucuzlaması beklenmediğinden ithalatta gerileme yerini artışa bırakacak. Bu dönümün ilk işareti TÜİK'in aralık dış ticaret verisinde görülüyor: Mevsim etkisinden arındırılmış rakamlara göre kasımdan aralığa ihracat yüzde 1,3 oranında azalırken, ithalat yüzde 2,9 oranında artmış. Bu gelişmenin ocak ayında da gözlemlenmesi çok muhtemel. Bu durumda cari açığın yeniden artmaya başlaması kaçınılmaz. Dolayısıyla, yüksek enflasyon ve artan cari açık ortamında kuru istikrarlı kılmaya mevcut faiz düzeyi yetersiz kalabilir.

Enflasyonu yukarı doğru itmeye aday bir diğer etken de devreye girmek üzere. Ocak ayında uygulanmaya başlayan yeni asgari ücretin ortalama ücret üzerindeki maliyet etkisi bu aydan itibaren görülmeye başlanacak. Ortalama ücret bu yıl en az yüzde 10 yükselecek. Bu artış özellikle ücret maliyetinin yüzde 30'u aştığı hizmet sektöründe fiyatları yüzde 2-3 oranında artırması olası. Merkez Bankası TÜFE genelinde ek enflasyon etkisinin 1,5 da kalmasını umuyor ama bu umut bana fazla iyimser geliyor.

Dahası, yükselen enflasyon beklentileri de yukarı çekiyor. Yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 8,2'ye, 24 ay sonrasının beklentisi de yüzde 7,5'e yükseldi. Bana öyle geliyor ki enflasyonda fasit dairenin eşiğindeyiz. Merkez Bankası işi sıkı tutmazsa enflasyonla mücadele ileride çok daha pahalıya patlar.


Büşra Erdal - Arınç ve haklı olmanın ağırlığı

$
0
0

İsveçli yazar Stieg Larsson'un Millennium üçlemesinin ikincisi olan Ateşle Oynayan Kız kitabında bir kahraman var.

Kitabın baş kahramanı Lisbeth Salander'in üvey kardeşi Alman dev Ronald Niedermann. Bu dev yaratık bir insan ama, herhangi bir saldırıdan, aldığı yaradan etkilenmiyor. Az sarsılıyor ama geri adım atmadan savaşmaya devam ediyor. Etkilenmezlik, insan üstü bir güçten kaynaklanmıyor, aksine oldukça insani hormonal bir bozukluktan dolayı acıyı hissetmiyor. Acı hissetmediği için de ölene kadar savaşabiliyor ya da ancak alışık olmadığı, bilmediği bir güç ile karşılaşınca savaşmaktan kaçabiliyor.

Yeni Türkiye iktidarı da bu dev insana benziyor. Durmadan kavga ediyor, savaşıyor, çatışıyor ama hiç eğilmiyor, eğilmeyecekmiş gibi duruyor. Bunun sebebi ‘adalet' duygusunu yitirmiş olması. Bir yapıdan adalet duygusunu ve onu harekete geçiren vicdanı alırsanız, o bünye, çocukların ölümünü bile duymaz, hissetmez. Sadece savaşır. Alınan yaralar ise zamanla gücünü azaltır, fark ettirmeden. AK Parti iktidarının da yüzde 49,5'a rağmen haksızlığa ve zulme devam etmesiyle adalet duygusunu yitirmesinden mütevellit bir güçsüzlüğü var.

İşte böyle bir dönemde Ankara kulisleri epeydir alışık olmadığı bir şekilde kaynamaya başladı. Kaynamanın baş sebebi Bülent Arınç'ın manidar çıkışı. CNN Türk ekranında Taha Akyol'un programına konuk olan Arınç, Dolmabahçe mutabakatına dair oynanmak istenen üç maymun oyununu bozan, yargının iktidar elinde bir zulüm aracına dönüştüğünü ifşa eden açıklamasıyla gündeme geldi. Çok kişi benzer konuları dile getirse de AK Parti'nin kurucularından ve son yıllara kadar orada siyaset yapmış bir ismin bunları söylemesi önemli. Ankara'dan yeni yükselen bu ses, 15 yıl önceki AK Parti'yi doğuran yenilikçi ayrılık hareketin bir benzeri olma iddiasında. Arınç'ın şahsında muhaliflerin itirazlarının başında AK Parti'nin 2001 ruhundan uzaklaşması geliyor. Şimdi Arınç'a sıfırlanmış özgül ağırlığı üzerinden vurmak ve onu eleştirmek yoluna da başvurulabilir. Sözlerine kulak da verilebilir. Kulak verilmesi Türkiye'nin geldiği nokta açısından daha doğru bir tavır. ‘Özgül ağırlığı' defalarca test edilmiş olsa da her şeye rağmen haklı olmanın dayanılmaz bir ağırlığı var. Arınç şimdi buna sahip. Önemli olan, Arınç bu ağırlığını ileriye taşıyabilecek mi?

Mutlu Perinçek ve duvardan aşağıya doğru yer değiştiren resim

Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, geçen haftaki bir röportajında, “Hayatınızın nasıl bir dönemindesiniz?” sorusuna, “Hayatımın en mutlu dönemlerindeyim.” cevabını vermiş. Gazeteciler hapiste, her gün şehit haberleriyle analar ağlarken, insanlar sokağa çıkma yasakları gerekçesiyle sokak ortasında öldürülürken ülkenin mutlusu Perinçek. AK Partililerin hayal ettiği Türkiye, analar ağlarken en mutlu vatandaşının Perinçek olduğu bir ülke miydi gerçekten? Öyleyse pek acınası bir son. Öte yandan mutlu Perinçek'in karşısında anamuhalefet ne yapıyor? Bir haftadır “duvardan indirilen Atatürk resmi” tartışması ile meşgul. Ve bu arada yine insanlar ölmeye devam ediyor.

Güneydoğu'dan gelen şehitlerin listesi güncelleniyor an be an. İnsanlar göç ediyor, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise Güneydoğu'daki vatandaşların yurtlarından kaçmadığını, sadece yer değiştirdiğini söylüyor. Halk da ikna oluyor. Biz de aynı yöntemi denesek ve ülkenin yeni diline göre; “Sayın CHP'liler o resim indirilmedi, duvardan biraz aşağıya doğru yer değiştirdi” desek sorun çözülür mü? Artık ülkenin ana sorunlarına odaklanmaya başlanabilir mi?

Zeki Çol - Dünü bırak, geleceğe bak

$
0
0

Asıl hedeflerini çoktan ıskaladı Trabzonspor. Kupada yok. Ligde yukarılara taşınması olanaksız.

Gelecek sezon Avrupa kupalarına katılması hayal. Yakın gelecek adına hiç de umut vermeyen bu gerileme dönemi, tüm iddialarını yitirmiş bu takım için, şimdi sadece bir prestij sürecini başlatmıyor; yeni bir dönemin kapısını da aralıyor. Evet, ilk bakışta hedefsiz kalmış gibi gözüküyor Trabzonspor. Ama bu olumsuz tablo bile yeni bir hedef koymasına olanak sağlıyor… Geleceğe dönük kadrosunun oluşturulması.

Dün değişik bir 11'le sahaya çıktı Trabzonspor. Daha önce yeterince forma şansı bulamayan oyuncuların da yer aldığı bu on bir tabii ki üst düzey bir oyunu oynayamadı. Ama daha yürekli daha istekli bir mücadeleyi verdi. İyi başlanılamayan oyunda dakikalar ilerledikçe hele de ikinci yarının belli bölümünde ağırlığını hissettirdi. İsim ağırlığı olan, lakin o ağırlığın karşılığındaki kaliteyi ve özveriyi ortaya koyamayan oyuncularını kıyasla daha özveriliydi.

Bosingwa'nın katımıyla savunmaya biraz daha denge gelmişti. Muhammet'in katılımı ise hücuma hissedilir bir etkiyi getirdi. Trabzonspor forması ile çıktığı ilk lig maçında, yakaladığı ilk fırsatta, attığı ilk şutta ilk golünü buldu Muhammet. Sonrasında ise Akhisarspor savunmasını girdiği pozisyonlar yaptığı vuruşlarla zorladı.

Trabzonspor'un yeni sezon iskeletini oluşturmak için tıpkı dünkü gibi genç oyuncularının da süre alacağı bu tür kadro tercihlerini yapmasında yarar var. Böylesi tercihler elbette maç ya da puan kayıplarını beraberinde getirecek. Ancak sabırlı davranılır, ısrarlı olunursa bu kayıp sezonun en azından gelecek adına birden fazla oyuncunun aşama yapacağı bir kazanımı olacak.

Akhisarspor bu ligin en önemli futbol tatlarından biri. Çok başarılı bir sezonu yaşıyor. Kupada deplasmanda yendiği Trabzonspor'u, bu defa ligde sahasında mağlup etmeyi başardı. O da iyi mücadele etti. Erken bir golle öne geçti. Savunmasındaki bir yerleşme hatasında topu filelerinde görerek bedel ödedi. Trabzonspor'un golü aradığı dönemde Douglas'ın yaptığı bir penaltıyla galip geldi. Ve ligde 5. sıraya yükseldi. Hazır penaltıdan söz açılmışken Douglas'tan bahsetmeliyim. Penaltıdaki hamlesi acemideydi. Ancak asıl gördüğü kırmızı kart… Kelimenin tam anlamıyla affedilmezdi.

Zemin yine berbattı Manisa'da. Yine futbol için elverişsizdi. Cumartesi Manisaspor oynadı bu zeminde. Dün Akhisarspor. Bugün ise Göztepe oynayacak. Zaten kötü olan bir zemini, tamamen bozmak için bundan iyi bir planlama olamaz! Bırakın Süper Lig'i, futbolu çirkinleştirmek için ne gerekiyorsa o olumsuzlukları sunan bu zeminde aslında profesyonel düzeyde maç oynanmaz.

Atıf Keçeci - Kartal, basamakları kolay çıkacak

$
0
0

Uzun aradan sonra Gaziantepspor ile Süper Lig müsabakası için sahaya çıkan Beşiktaş için zorluk derecesi düşük bir mücadeleydi.

Yeni transferlerinden stoper mevkiinde Rhodolfo'nın yanına Marcelo'yu tercih eden Şenol Güneş, Alexıs'i kulübede tutmuştu. Kanat oyuncusu olarak Quaresma da kenarda beklerken sahada Olcay yer almıştı. 20'de Rhodolfo sakatlanıp çıkınca oyuna dahil olan Alex'in uzun süre alması başlangıç kanaatlerinin oluşması için fırsat oluşturmuştu.

İlk intibalar Marcelo açısından biraz daha olumluydu. Bu husustaki etken Brezilyalı oyuncunun bilhassa hava toplarında tayminginin çok iyi oluşu ve yüksek toplardaki başarılı müdahaleleriydi. Başlama vuruşu ile birlikte Gaziantep'in gelişen atağında Mahamadou vuruşunda topu Tolga'nın üzerine atması ile kaçırdığı gol Beşiktaş için şanslı andı.

Siyah-Beyazlı takım rakip defansın ileride koşullanmasıyla daralan oynama alanını açacak yan toplarla atağa çıkmayı uygulamaya sokamadı. Oğuzhan attığı beceri dolu gole rağmen dün gece arzulanan formda değildi. Olcay'daki benzer sıkıntılar da devam ediyor.

Gökhan, mücadele yönüyle gene dikkat çekerken takımına kazandırdığı ilk golde kaleci Alperen'in hatası kendisinin ve takımının şansı oldu. Kötü oynanan anlarda gelen bu gol ve sonrasında skorun 2-0'a gelmesi ikinci yarının futbol oynama adına rahatlık sağlayıcı olacağının habercisiydi.

Düşünülen gerçekleşti ve ikinci yarıda iyi işler yapan bir Beşiktaş sahadaydı. Defansın iki yeni adama rağmen uyum açısından sıkıntı yaşamaması oyuncuların kalitesinin sonucuydu. Gomez de kendine olgun toplar atıldığında klasının hakkını vereceğini attığı gollerle söyler gibiydi. Dün gecenin merakla beklenen olayı kalede kimin oynayacağıydı. Büyük umutlarla transfer edilen Denys Boyko mu, Tolga mı eldivenleri giyecek sorusuna Şenol Güneş'ten cevap “Tolga” olmuştu. Tolga da dün geceki performansıyla adeta “kale benim” diyordu.

Bu açık farklı galibiyet ileriki haftaların da başarı getireceğinin habercisiydi. Gaziantepspor kaliteli ayaklara sahip olmasına rağmen organize olmada sıkıntılar yaşayan bir görüntü verdi. Mahamadou ve Chıbuıke kişisel yeteneklerini ortaya çıkaracak oyun kurulamadığı için etkisiz göründüler. Beşiktaş artık maçlarını tek final gibi değerlendirip sahaya çıktığında başarı merdivenleri de kolayca çıkılacaktır.

Nurullah Öztürk - Kaldığı yerden devam ediyor

$
0
0

Süper Lig'e kalite ve izlenirlik anlamında ilk yarıda en büyük katkıyı sağlayan Beşiktaş, ikinci yarıya rakiplerine göre tam 42 gün rötarlı başladı.

Kar nedeniyle oynanamayan maçların puan farkının Beşiktaş için dezavantaj olacağı hesabını yapanlar Antalya güneşi altında erirken geç bir başlangıç yapacak olan Kartal'ın uçuşu daha çok merak edilir oldu.

Gaziantep deplasman performansı iyi olan ve oynamayı düşünen bir takım, maçın ilk on beş dakikasında maça ortak olsa da dakikalar ilerledikçe Beşiktaş tempoyu yükselterek rakibini bunaltınca ilk gol kaleci Alperen'in hatasıyla geldi.

Rakiplerine göre en büyük artısı her biri birer futbol virtüözü olan icracı orta sahası ile rakip sahaya kamp kuran Kartal, birçok maçta olduğu gibi 2. golüne onların kendi arasındaki özel iletişim dili ile ulaştı.

2. golden sonra Beşiktaş'ın ablukası altında iyice bunalan G.Antep'e C.Çakır'ın gong düdüğü nefes aldırsa da, maçın ikinci yarısında Beşiktaş oyuna istediği formu verdi.

Kendi kalesinde yaşadığı tehlikelerde Tolga, Boyko'ya nazire yaparcasına muhteşem kurtarışlar yaparak takımının rahat oynamasına ortam sağladı.

Maçın bir diğer başarılı ismi İsmail, her geçen gün üstüne koyduğu formuyla Fransa'ya gidecekler listesine adını şimdiden yazdırdı.

Gomez, fırsatçılığı ve iş bilirliği ile olması gereken yerde topu olması gereken adrese yollayarak dosta güven düşmana korku salmaya devam ediyor.

Olcay sadece teri ile değil, kanı ile de nesi var nesi yok ortaya koyarak takıma katkı sağlarken, profesyonelliği ile de iyi bir örnek olmaya devam ediyor.

Beşiktaş taraftarının performansını merak ettiği Marcelo ve ilk yarının istikrar abidesi Rodolfo'nun sakatlanmasıyla ona partnerlik eden Alexis ilk maçlarında oyunun rakip sahada oynanması nedeniyle çok fazla göze batmasa da, topa yatkınlıkları ve isabetli paslarıyla kumaş kalitesi hakkında fikir verdiler.

Kartal, bu temposu ile oynadığı takdirde rakibi ile puan farkını 4, ligin diğer takımları ile oyun farkını on üzerinden 8 olarak kabul edebiliriz.

Q7 taraftarın sevgilisi, o da bu takımı sevdiği için fedakârlık yaparak geri döndü. Şenol hocamdan istirhamımız, ligimizin en müstesna oyuncusunu kaybetmeden bize geri kazandırmasıdır. Tıpkı Türk futboluna kazandırdığı diğer isimler gibi.

Beşiktaş, gösterdiği performans ile tüm merakları giderdi ve kaldığı yerden devam dedi.

Ben de bir süreliğine ara verdiğim spor yazılarıma kaldığı yerden devam diyerek yine yeniden bir ‘merhaba' diyorum...

Ali Aydın - Çakır tecrübesi ve oyuncu iyi niyeti birleşti

$
0
0

Profesyonel FIFA futbol hakemi Cüneyt Çakır, dün geceki maçta son derece başarılı performans sergiledi.

Özellikle avantajlar konusunda çok iyi yorumlar yaparak oyunu kesintiye uğratmadı. Ufak tefek önemsiz faulleri cezalandırıp futbolcuları sinirlendirmedi. Gösterdiği sarı kartlarda haklıydı. Futbolcuların iyi niyetli oyunu Cüneyt Çakır ismiyle bütünleşince itiraz yaşanmadı. Futbolcuları kartlarla disipline etmek yerine konuşup uyarıda bulunarak oyuna dönmelerini sağladı. Burada yardımcı hakem Bahattin Duran'a ayrı bir parantez açmak gerekir. İki tane kaçırdığı önemli ofsayt pozisyonu var. Özellikle 50. dakikada Habibu'yu kaçırdı. Habibu'nun müthiş vuruşunu Tolga aynı derece güzellikle kurtardı. Avrupa Şampiyonası'na gidecek olan ekipteki üst düzey bir yardımcı hakeme bu pozisyonlar pek yakışmıyor. Sonuç olarak baktığımızda hakemler adına Tolga'nın yaptığı kurtarışlar da üstüne konduğunda maçın skorunu etkiyecek hata yapmadılar. İki hafta üst üste lig maçı olumsuz hava şartlarından dolayı ertelenen Beşiktaş'ta, maç eksiği yaşıyormuş gibi bir durum da gözükmedi.

M.Nedim Hazar - Eylem planı

$
0
0

Allah selamet versin, şimdi ne yapıyor bilmiyorum ama vaktiyle TV'lerde program yapan “ileri sürüş teknikleri uzmanı” Demir Bükey vardı ve ondan duymuştum. Şöyle bir şeydi: “Araç kontrolden çıkarken ne yaptıysanız, tekrar kontrol altına almak için tam tersini yapmak zorundasınız.” Kulağa küpelik olan ve sadece sürücülükte değil hayatın her alanında geçerli bir yöntem olabilir bu.

Başbakan Davutoğlu'nun Mardin'de açıkladığı 10 maddelik eylem planını okurken aklıma bu teknik geldi. Demek ki, en az 10 maddelik yanlış yapılmıştı bugüne kadar. Şüphesiz yaşanan sıkıntıların tamamını mevcut hükümete yüklemek insafsızlıktır ve rasyonel olmayacaktır. Lakin son dönem icraatlarına bakıldığında mevcut idarecilerin de en az geçmiş kadar hatalı politikalar uyguladığını ve durumun içinden çıkılmaz bir hal almasına azımsanmayacak bir katkıda bulunduğunun da itirafı gibiydi bu 10 madde. Belki 200 yıllık hataların en az 10 tanesinin itirafı mahiyetinde bir eylem planı. Demir Bükey'in sürücüler için altın değerindeki nasihatlerinden biri de şuydu: “Taşıtınızı hareket ettirirken, mekanik vitesten önce beyninizi sağduyu vitesine geçirin!”

Türkiye nicedir, sağduyu yerine hırsın, nefretin, ikbal kaygısının en yüksek vitesinde savrularak yol alıyor. Bu nedenle Başbakan'ın söyledikleri pek çok açıdan temkinle yaklaşılacak şeyler olsa da değerli kanaatimce. Ancak çözüm planının maddelerine bakılınca yapılan yanlış ve vahim hataların toplu gösterimi gibi olduğunu da görmek mümkün. Örneğin, Davutoğlu'nun “Herkesi muhatap alacağız ama elinde silah olanı muhatap almayacağız” cümlesinin, vaktiyle böyle bir şey yapıldığının itirafı gibi. Hatırlarsınız, bu cümleyi birkaç yıl önce söyleyenler, kardeşlik düşmanı, çözüm sürecinin baltalayıcısı olarak linç ediliyordu. Keza, “Millet ve devlet arasındaki farklar tümüyle ortadan kalkacak, birleştirici, bütünleştirici millet anlayışı ve insan odaklı devlet anlayışını yerleştireceğiz.” cümlesinin sadece son hükümet değil, neredeyse bugüne kadar bütün hükümetlerin uyguladığı yanlış politikalarının neticesi olmadığını kim söyleyebilir?

Hatırlayalım Bükey Hoca'nın prensibini; “araç savrulurken yapılan hatanın tam tersini yapmalısınız!”

“Sur'u yeniden inşa edeceğiz”in ne anlama geldiğini sadece bölge halkı değil bütün ülke biliyor aslında. Birkaç aydan beri, sadece şiddetin hâkim olduğu bir çözüm uygulanıyor bölgede. Sur'da yaşayan vatandaşlar, “Ceketimizi bile almadan çıktık. Şimdi evimiz yerinde mi onu bile bilmiyoruz” demişti. Yeniden inşa demek, “oraları yerle bir olmuş”un farklı ifadesi anlamına geliyor haliyle.

En çok can yakan, yürek burkan maddelerden biri de, “komşu ülkelerle ortak ruh” meselesi. Malum bir dönem “sıfır sorun” pek bir moda söylemdi ama memleketin sadece içerisi değil, neredeyse dört bir yanı sorunlarla donatıldı. Başbakan, barıştan, kardeşlikten bahsediyor ama havuza yansıyanlara bakıldığında alttan alta bir savaş ve komşu ülkelere müdahale hazırlıkları da var gibi. Yeni bir iletişim dilinin inşa edilmesi, derdi olanın kendini demokratik ve yasal ortamlarda ifade edebilmesi gibi maddeler ise muhalif olan her sesin anında hain ve düşman olarak ilan edilme politikasının itirafı gibi. Bırakınız Kürt siyasetçileri ya da başka partilerin siyasi temsilcilerinin anında linç edilmesini, Arınç gibi, kendi içlerindeki önemli isimlerin bile tek bir cümlesinden sonra hain rafına özenle yerleştirilip topa tutulduğu bir dönemde bu maddeler nasıl uygulanacak kimse bilmiyor.

Sözü yine Demir Bükey'den bir cümle ile bitirelim: “Bir probleme girmemek, girdikten sonra çözmeye çalışmaktan çok daha kolaydır!”

Nuriye Akman - Protestoculara öneriler

$
0
0

Okan Bayülgen, Star TV'de canlı yayınlanan programında iç çamaşırıyla sahneye fırlayan genç kızı incitmeden giydirip susturdu ve böylece kanalını cezalandırılmaktan kurtardı.

Seyirci protesto cümlesinin üç kelimesini duydu, gerisine gerek yoktu zaten, kızın muradı anlaşıldı.

Bayülgen'in babacıl sözleri şöyle tercüme edilebilir: “Yavrum gençlik başında duman biliyorum ama dikkat et, seni de beni de ham yaparlar sonra. Hadi git kendini çok sevdirmeden!”

Aziz vatanın namüsait şartlarında optimum duruş budur arkadaş! Ah ah, nerede o memleketin başında kavak yelleri estiği günler. Kızın lafı balla kesilmeseydi, kameralar onu şöyle sereserpe gösterseydi de reytingimiz şaha kalksaydı diyemiyoruz, durum vahimdir.

Önce Beyaz Show, sonra Dada. Artık hiçbir kanal güvende değil! Memleket tımarhaneye döndüğünden protestoların arkası gelecektir. Siz deyin öfkesini boşaltmak, ben diyeyim acısını haykırmak, öteki desin sırf kendini göstermek, beriki desin tuzak kurmak amacıyla, birtakım insanları sıra dışı söz ve hareketleriyle daha çok göreceğiz. Bunlar sadece eğlence programlarında denemeyeceklerdir şanslarını. Haberler, siyasi tartışmalar dahil canlı olan her yayın bu zehri tadacaktır.

Potansiyel eylemcilere hatırlatalım, Femen'cilik bizde iş görmez. Meramlarının ciddiye alınmasını istiyorlarsa şoke edici çıplaklığı televizyon yerine yazılı medyada denesinler. Muhafazakârlık iddiası taşıyan bazı gazetelerde kendilerine rahatça yer bulabilirler. Lakin oralarda da hükümeti eleştirmeleri mümkün değil, mecbur cıbıldaklığın faturasını paralele kesecekler!

Gazete fotoğrafı etkili olmayabilir. Televizyon için başka seçenekler bulalım. Mesela kafalarına huni, tencere veya kukuleta geçirip fırlayabilirler sahneye. İlle soyunmak istiyorlarsa önce kat kat giyinsinler. Bir palto, iki ceket, üç hırka, iki kazak, bir yelek, üç tişört… Yavaş yavaş çıkarsınlar üstlerindekini ki hep alttakini merak edelim. Son parçaya gelince acı bir fren yapsınlar, neyse kafalarının tasını attıran durum, giysinin üzerinde o yazsın.

Ama kadın erkek ayrımı yapmayalım şimdi. Cinsiyetsiz eylem önerilerimiz de var. Diyelim konuk olarak çağırdılar sizi. Sorulara cevap vermez, boş boş bakarsınız. Sonra düdük çalarsınız. Olmadı miyavlar, gıdaklar, cikcikler, nihayet ayakkabılarınızı çıkarıp masaya koyup bir maske geçirirsiniz yüzünüze. Ama komik olsun haa! Korkutmayın kimseyi. Sunucu mecburen soracak; “Ne bu şimdi?” “Anladınız siz onu” der, olay mahallini sessizce terk edersiniz.


Gökhan Bacık - İlahiyat/ilahiyatçı ve bilim sorunumuz

$
0
0

Gazetemizin değerli köşe yazarı Ali Ünal, geçen gün bir makale yayımladı. Bu makale ilgi çekti.

San Diego Eyalet Üniversitesi'nden ve kitapları Cambridge Üniversitesi'nce yayımlanan, makaleleri de dünyanın en muteber bilimsel dergilerinden biri olan World Policy Journal gibi yerlerde yayımlanan Dr. Ahmet Kuru gibi önemli sosyal bilimciler Ali Ünal'a tepki gösterdi.

Öncelikle şunu ifade etmek isterim: Tartışma, eleştiri İslam dünyasının kaybettiği büyük bir değerdir. Maalesef, İslam dünyasından eleştiri ve tartışma kültürü neredeyse tamamen yok olmuştur. O nedenle Ali Ünal olsun başka birisi olsun bir kimsenin düşünceleri etrafında tartışmanın ortaya çıkması çok hayırlı bir gelişmedir. İslam dünyası neredeyse bütün tarihini “kutsamıştır”. Osmanlı kutsaldır, Selçuklu kutsaldır, filan kutsaldır, falan kutsaldır… Bu “kutsanma” yetmemiş günümüze kadar gelmiştir. Halbuki bir insanın bir sorunu çözmesi yahut bir krizden çıkması için mevcut durumu eleştirmesi gerekir. İslam dünyasında bu “kutsanma hastalığı” neredeyse fiili olarak günümüz Müslüman aklını felç etmiştir. Halbuki bir kişi gidip Taberi, İbn Saad, Maverdi hatta Buhari gibi temel İslami klasikleri okusa İslam tarihinin üstelik önemli kişileri üzerine büyük bir eleştirel geleneğin var olduğunu görür! Sıkıntı, “çağdaş Müslüman'ın” kendi geleneğinin dahi kabul etmeyeceği biçimde “kutsamacı” bir refleks üretmesidir. Bugün neredeyse “kutsal alan” o kadar büyüdü ki Müslümanların düşünmesi, eleştirmesi imkânsız hale geldi. Şunu kabul edelim: Eleştiri yoksa düşünce de büyük ölçüde yoktur! Bir insan bir masayı eleştirmeden daha iyisini yapamaz. “Masa kusursuzdur” diyen, masanın benzerini üretmek yani taklit etmekten başka bir şey yapamaz.

Ben Ali Ünal'ın yazıları etrafında yapılan tartışmalara birkaç noktanın altını çizerek katılmak isterim. Birincisi, geleneksel dini disiplinler (fıkıh, hadis vb.) bir dünya yahut siyaset projesi kurgulamak için önemlidir ancak yeterli değillerdir. Bütün disiplinler ve meslekler önemlidir. Ayakkabıcılık ne kadar önemli ise siyaset bilimi de o kadar önemlidir. Ancak insanların sorunlarının sadece dini bilgiler ile çözüleceğine inanmak ne akla uygundur ne de İslam'ın bizzat kendisine! Türkiye'de çağdaş İslam düşüncesi sanki insanlığın bütün sorunlarına geleneksel “dini ilimlerle” çare üretileceği gibi absürd bir önerme üzerine kurulmuş halde. Kimse “hadis, fıkıh önemsizdir” dememeli, bu doğru ancak “bütün dertlerimize çare buradan bulunur” demek de yanlıştır.

İkincisi, fıkıh gibi geleneksel dini disiplinler ile söz gelimi sosyoloji veya fizik yahut tıp gibi diğer disiplinler arasında bir hiyerarşi söz konusu değildir. Yani tıp ve fıkıh aynı ölçüde muteberdir! 1503 yılında yayımlanan Gregor Reisch'in Margarita Philosophica adlı kitabında bir tabloda bilimler ast-üst ilişkisi içinde düzenlenmiş ve en üste “metafizik” bütün bilimlerin kraliçesi olarak resmedilmiştir! Bu tabloda matematik ve mantık gibi bilimler daha alttadır. Bu son derece Ortaçağ merkezli bir bilim anlayışıdır ve kanaatimce Türkiye'de halen geçerlidir! İnsanların yaptıkları işleri “en değerli” görmeleri güzeldir ancak bunu dayatmaları yanlıştır. Fıkıh ile biyoloji arasında bir eşitlik anlayışı olmadan ise ne bir eğitim modeli kurgulamak mümkündür ne de İslam dünyasının bugünkü bulunduğu sorun kümesinden çıkması imkânı vardır! O nedenle fıkıh, fizikten üstün değildir!

Üçüncüsü, Müslümanlar “alim” kavramını yeniden kurgulamalıdır. Böbrek hastalarının tedavisini sağlayan tıbbi araçları bulanlar, Mars'ta su arayan robotu icat edenler, türlü aşıları bulanlar… Bütün bunlar da “alimdirler”. Alim kavramını sadece fıkıh ve benzeri alanlara sıkıştırmak son derece yanlıştır. Newton da bir alimdi, yakın zamanda Nobel Kimya ödülünü alan Aziz Sancar da bir alimdir. Alim kavramını neredeyse Hıristiyanlıktaki Azizlik gibi kutsal bir statüye dönüştürmek Müslümanlara büyük zarar vermiştir! Bütün Batı dünyasını etkileyen büyük Müslüman düşünürlerin neredeyse yüzde 99'u fıkıhçı, hadisçi değildiler! Aksine İbn-ül Heysem, Cahız, İbn Rüşd, İbn Haldun gibi esasen dini olmayan bilim dallarında ürün ortaya koyan kişilerdi. Bir Fransız bilim adamı özel ilgi alanı yoksa neden Şafii ile ilgilensin ki? Ancak İbn-ül Heysem'in optik konusundaki görüşleri din farkı gözetmeksizin bütün herkesi etkilemiştir. Bugün Müslümanlar bütün insanlığa fıkıhçılar üzerinden mesaj verebiliyor mu? Eğer İslamiyet, 11. ve 12. yüzyıldaki gibi tekrar bütün dünyanın seçkin zihinleri için tekrar ilham kaynağı olmak istiyorsa mutlaka fizikçiler, filozoflar, dil bilimciler, siyaset bilimciler medeniyetin vitrinine konulmak zorundadır!

Sevgi Akarçeşme - Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…

$
0
0

Aklı başında ve vicdanını susturmamış tüm sesler, Türkiye'nin derin bir karanlık dönemden geçtiği konusunda, tünelin sonunda ise henüz ışık gözükmediğinde hemfikir.

İktidar sahipleri devasa bir inkâr politikası gütse de medya özgürlüğü can çekişiyor. Bağımsız ve özgür kanallardan haber alma imkânı her geçen gün kısırlaşıyor. 17/25 Aralık'la ilgili haberlerin kukla mahkeme kararlarıyla silindiği göz önüne alındığında 1984 tarzı bir distopyaya doğru yol aldığımızı varsaymak abartı değil. Gerçeklerin yerini iktidarın söyleminin aldığı ve alternatif tüm sözlerin tehdit olarak algılandığı bir distopya…

Toplum bir yandan bu kâbusun içinde yaşamaya ürkütücü derecede alışırken bir yandan da çıkış yolları üzerinde düşünüyor. Siyasetin tıkadığı yolların açılması yine sivil siyasetle mümkün. Toplumun muhalif yarısı kendi içinde bölünmüş durumda. AKP'den memnun olmayanlar bile “başka seçenek mi var?” düşüncesiyle terörün de etkisiyle istikrar olarak algıladıkları tek parti hükümetinden yana tercih kullandı. Malum, 7 Haziran'da toplumun AKP'ye yaptırdığı sert freni mevcut muhalefet partileri heba edince, “bu muhalefetle bir şey olmaz” anlayışı güçlenmişti.

Havuz medyası hipnozunun da etkisiyle AKP'nin ülkeyi içine sürüklediği çürümüşlüğün boyutlarını, tek adam rejiminin tehlikelerini göremediği için halkı eleştirirken, halkın muhalefeti neden umutsuz vaka olarak algıladığının üzerinde düşünmek de gerekmez mi? AKP'nin tek parti diktası yolunda ilerlediğini tekrarlamaya gerek bile yok, o konuda söylenecek her şey söylendi.

Peki ülke tam anlamıyla yangın yerine dönmüşken muhalefet partileri neyle meşgul? CHP, haftalardır bir Atatürk portresinin duvardan indirilip indirilmediği ile uğraşıyor, koca muhalefet partisi enerjisini çocuk kavgalarında rastlanacak vakalarla heba ediyor. MHP de kendi derdinde. Partilerin kendi içinde çok sesli olması, liderlik yarışı önemli, ama kim MHP'nin kendi tabanının ötesine geçebileceğine inanıyor? Peki ya HDP? 7 Haziran öncesi daha geniş kitlelere tercüman olma işaretleri veren HDP yine sadece Kürtlerin partisi olarak algılandığı için ulusal bir temsilden uzak.

AKP'nin merkez sağı da yuttuğu düşünülünce kimilerine göre alternatif yine AKP'nin kendi içinden çıkacak. Bu nedenle tam biat etmediği için AKP'den dışlanan isimlerin Hamamönü'nde ofis bakması bile kulislere neden oluyor. AKP'nin içinden birilerinin hain (!) ilan edilme pahasına konuşması, vahim gidişata dair dolaylı da olsa söz söyleyebilmesi kaydadeğer. Ne var ki, AKP'nin hukuku katletmesine ve otoriterliğine şimdiye kadar ortak olanlardan Türkiye'nin geleceğine dair umut ve güven vaat eden bir oluşum beklemek hayalcilik olur. Ortaya çıkacak olan şey, tasfiye edilmeyi egolarına yediremeyen ve erken emekli olmak istemeyenlerin Ankara oyunlarından öte geçmeyecektir.

Öyleyse çare ne? Türkiye siyasetinde partilerin bir türlü kurumsallaşamaması genelde darbelere bağlanır. AKP örneği gösterdi ki, Türkiye gibi demokrasi kültürünün olgunlaşmadığı yerlerde kurumsal ama otoriter partilerdense, taze ve kirlenmemiş yapılar Türkiye'nin daha hayrına. O nedenle, muhalif söz söylemek iyice imkânsız hale gelmeden, muhalif bir oluşumu desteklemek insanın canına mal olmadan, yani iş işten tamamen geçmeden yeni şeyler söylemek için kafa yoracak kadrolar bir araya gelmeli. Şartlar şimdilik elverişli gözükmese de yarın AKP'nin bıraktığı kurumsal enkazın nasıl kaldırılabileceğine, topluma tekrar nasıl umut aşılanacağına dair düşünülmeli. Geri dönülmesi imkânsız noktaya gelmeden önce…

Şahin Alpay - PKK geriliyor mu?

$
0
0

Başbakan Ahmet Davutoğlu hükümetin “terörle mücadelede yol haritası”nı açıkladı.

İnanılır gibi değil! Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın son açıklamalarıyla birlikte ele alındığında, AKP iktidarının tümüyle askeri vesayet döneminde hakim olan, Kürt sorununu güvenlikle ve ekonomiyle ilgili bir sorun olarak ele alan zihniyete sarıldığı görülüyor. Sanki bu zihniyetle en az 30 bin yurttaş ölmedi, büyük bir yıkım yaşanmadı.

Bıkmadan usanmadan hatırlatmak zorundayız: Dün de, bugün de Kürt sorununun temelinde Türkiye Kürtlerinin büyük çoğunluğunun ortak olduğu kimlik talepleri var: Anadilde eğitim, yurttaşlık tanımının etnik referanstan arınması, bölgesel özerklik… Bu ana talepler, şu veya bu şekilde karşılanmadıkça, ne ülkenin güvenliğini, ne de Kürt bölgesinin kalkınmasını sağlamak mümkün olabilir.

Belki 1990'larda kimlik taleplerini karşılayacak reformlarla Kürtlerin büyük çoğunluğunu kazanmak, PKK'yı tecrit etmek, silahları siyasetten dışlamak mümkün olabilirdi. Belki… Ne var ki, sorun güvenlikle ve ekonomiyle ilgili görülmekte ısrar edildiği, gerekli reformlar savsaklandığı için PKK genişleyen bir destek buldu. Onun içindir ki AKP iktidarı ilk iki döneminde askeri vesayet döneminin politikalarını adım adım terk ederek, Kürt kimliğinin ifadesi üzerindeki yasak ve baskıların kaldırılmasına yöneldi; PKK ile önce Oslo'da, sonra Abdullah Öcalan aracılığıyla barış görüşmelerini başlattı; Irak Kürtleriyle yakın ilişki kurdu. Bunların hepsi doğru yönde atılmış adımlardı.

Ne var ki AKP iktidarı 2011 seçimlerinden sonra ülkeye demokrasiyi ve barışı hakim kılma gündemini bir kenara itti, onun yerine otokratik bir tek – adam yönetimi inşasına yöneldi, PKK ile müzakereler de bu ana hedefe tabi kılındı. Kürt sorununun ancak demokrasinin yerleşmesiyle çözülebileceğinin bilincindeki HDP lideri Selahattin Demirtaş, “Seni başkan yaptırmayacağız!” dediği andan itibaren de barış görüşmelerine son verildi; “askeri çözüm” politikasına geri dönüldü. Güvenlik güçleriyle PKK arasındaki, geçen temmuz ayından bu yana tırmanan çatışmalar, dağlarla sınırlı kalmadı, şehirlere yayıldı. 1990'larda köyler boşaltılıyordu, şimdi halk şehirlerden kaçıyor. Çatışmalarda can verenlerin sayısı hızla artıyor, ülke kanıyor.

Askeri çözüm, daha önce sonuç vermedi, gelinen noktadan sonra hiç vermez… Neden? Başlıca şu nedenlerle: 1) Kürtlük bilinci giderek güçlenirken, öldürerek çözümde ısrar Kürtlerin Türkiye'den “psikolojik kopuş”unu körüklüyor. PKK, daha çok sayıda militan edinmek imkanı buluyor. Öyle ki, şimdilerde PKK'nın yeniden görüşme masasına oturmak isteyip istemediği dahi sorulabilir. 2) PKK'nın nüfuz alanı, Suriye Kürdistanı'nı, Rojava'yı da kapsayacak şekilde genişledi; bugün dün olmadığı kadar çok “dostu” var. PKK bağlantılı PYD'yi Beşar Esad Türkiye'ye karşı; ABD DAEŞ'e karşı; Rusya ve İran hem DAEŞ'e, hem de Türkiye'ye karşı müttefik olarak görüyor. 3) Irak Kürdistanı'nda Mesut Barzani bağımsızlık referandumuna hazırlanıyor, Ortadoğu'da sınırların yeniden çizilmesi çağrısında bulunuyor.

Bu denklemi Türkiye lehine çevirmek, giderek zorlaşsa da imkansız olmayabilir. Bunun yolu da bellidir: Kürtlerin ortak taleplerinin karşılanmasına yönelik demokratik reformların yapılması. Barış görüşmelerinin, oyalama değil netice alma amacıyla yeniden başlatılması. Irak Kürtleriyle olduğu gibi Suriye Kürtleriyle de dostane ilişkiler kurulması. Böylelikle Türklerle Kürtler arasındaki “bin yıllık kardeşliğin” canlandırılması ve Kürtlerin Türkiye'ye karşı bir tehdit olmaktan çıkarılması.

Aksi takdirde “bin yıllık kardeşlik” yerini büyüyen bir husumete bırakabilir, Türkiye parçalanmaya gidebilir. Bu büyük tehlikeleri görememek için ancak siyasi ihtirasın gözleri kör etmesi gerekir.

Mümtaz'er Türköne - Hain Ahmet Paşa'nın hikâyesi

$
0
0

Tarihe “hain” unvanıyla geçen bir donanma komutanı, yani “kaptan-ı deryâ”dır Ahmet Paşa. İhaneti de bayağı büyük bir ihanettir.

Emrindeki koca Osmanlı donanmasını peşine takıp, devletin savaş halinde olduğu Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya, 1839 yılının Temmuz ayında, İskenderiye'de teslim etmiştir. Bu ihanetin tek sebebi, devletin tepesindeki iktidar rekabetidir. II. Mahmud ölünce, 16 yaşında tahta geçen Abdülmecid'in tecrübesizliği güç sahiplerini tahrik etmiştir. II. Mahmud türbesine defnedilirken, Divanyolu'nda hemen karşısındaki Köprülü Kütüphanesi'nde otururken Hüsrev Paşa mührü zorla Rauf Paşa'nın elinden almış, kendini sadrazam tayin etmiştir. “Bu nasıl iştir?” diye soran Valide Sultan'a, Abdülmecid'in “beni hiç karıştırmadılar” dediği nakledilir. Ahmet Paşa, Hüsrev Paşa ile rakiptir. Şeytana uyar, Mehmet Ali Paşa ile anlaşıp, Hüsrev Paşa'yı devirme umudu ile donanmayı İskenderiye'ye götürür. Donanmayı teslim ettiği isyancı Vali'nin, kısa bir süre önce Osmanlı ordusunu Nizip'te imha ettiğini hatırlatırsak ihanetin büyüklüğü daha kolay anlaşılacaktır. Üç kıtaya yayılmış koca imparatorluğun kara ordusu yoktur, donanması ise düşmana teslim edilmiştir. Tanzimat Fermanı, işte bu şartlarda ilan edilmiştir. Batılıların “Hasta Adam” veya “Doğu Sorunu” lafı, Avrupa ile derinleşen uçurumla değil, işte bu Mısır meselesi ile doğmuştur. Hep gerçeğin tersi doğru zannedilir; gerçekte Osmanlı devleti Batı veya Rusya ile girdiği savaşları kaybettiği için değil, kendi valisine yenildiği ve iktidar mücadelesinin ihanete sürüklediği “hain” paşaları yüzünden çöküşe sürüklenmiştir. Tepedelenli vakası, Halet Efendi ihaneti hain Ahmet Paşa ile tarihin seyri değişmiştir.

Hain Ahmet Paşa'nın hikâyesi, kurala bağlanmamış iktidar rekabetinin ve iç politika sorunlarının nasıl ihanete dönüşüp ülkeyi büyük bir tehlikeye sürükleyebileceğini anlatıyor. İktidarlar değişir, yönetenlerin biri gider, biri gelir; ülkenin çıkarları da istikameti de değişmez. Kendinde keramet görenler, devletin ve halkın sırf yönetilmek için yaratıldığı zannına kapılıp, kendisini her şeyin üzerine yerleştirince, iktidar hesabı ülke çıkarının önüne geçer, istikamet kaybolmaya başlar.

Türkiye, Suriye sorunu yüzünden köşeye sıkışmış vaziyette. Dün vekâletle yürütülen iç savaş, bugün büyük devletlerin doğrudan sahaya inmesiyle, etrafa yayılmaya hazır bir yangına dönüştü. PKK'nın Cizre'de ve Sur'da yürüttüğü hendek savaşları, Suriye'deki ateşten sıçrayan yangın toplarından ibaret. Terör örgütü, baharla birlikte bu iki ilçede edindiği tecrübeyi geniş bir coğrafyada kullanmaya hazırlanıyor. Yüzümüzde hissettiğimiz sıcaklık, gelmekte olan yangının işareti. Yangına benzinle gidenlere dikkat. Çözemediği krizleri tırmandırarak iktidarda kalma becerisi göstermenin zamanı değil. Gelen o kadar büyük bir dalga ki, en güçlü siyasî; kişiliğin bile bu dalgada kibrit çöpü gibi sürüklenmesi kaçınılmaz olacak.

Çözüm Süreci deyip, PKK'nın sıktığı mermileri şehirlere yığmasına bile bile göz yumanlarla, bugün terörü durduramazsınız. Acziyetten, tescilli gafletten ve ihanetten güçlü bir irade çıkartamazsınız.

Ülkenin Başbakan'ı, Mardin'e gidip bu yangından çıkmak için bir yol haritası ilan ediyor; ülkenin muktedir cumhurbaşkanı “henüz incelemediğini”, “haberinin olmadığını” söylüyor, bu çıkışı değersiz ve anlamsız hale getiriyor. Zirvedeki bu yüksek uyumla, gelmekte olan “bahar”ı nasıl karşılayacaksınız?

1 Mart tezkeresi 13 yıl sonra durup dururken neden gündeme geldi? Bir fikriniz var mı? “Vizyon sahibi” olduğunuzu kime kanıtlıyorsunuz? Yükselen iktidar rekabeti için ABD'ye sempati mesajı göndermenin, “muhatabınız benim” demenin bir maliyeti yok mu? Hatırlayalım, ABD 1 Mart tezkeresinde uğradığı hayal kırıklığının faturasını doğrudan Ordu'ya çıkarmıştı.

Suriye politikasında, tırmanan gerilimde, PKK ile mücadelede devletin zirvesindeki görüş ayrılıklarının ne kadarı sorunların kendisinden, ne kadarı kişisel iktidar hesaplarından kaynaklanıyor?

Keskin bir dönemece giriyoruz. Kişisel rekabete feda edilecek en küçük lüksümüz yok. Bu sefer hukuku ve devletin teamüllerini, iktidarın kullanımını kurallara bağlamak ve savrulmadan bu badireden çıkmak için imdada çağıralım. Herkes yetkisi ne ise onu kullansın. Kişisel hesaplar bahar sonrasına ertelensin.

Yaşar Yakış - Suriye Türkmenleri ve Türkiye

$
0
0

Suriye Türkmenlerine yönelik politikamız her zaman duyarlı bir konuydu ama şimdi daha da duyarlı hale geldi.

Çünkü Gaziantep-Halep yolu üzerindeki stratejik Nubbul ve Zehra kasabaları rejim güçlerinin eline geçti. Böylelikle Halep dolaylarındaki muhalif unsurlara ve Türkmenlere Türkiye'den sağlanan desteğin en önemli ikmal yolu kesilmiş oldu.

Türkmen politikamızı yürütürken, bu soydaşlarımızın birer Suriye vatandaşı olduğunu daima göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu satırların yazarı Türkiye'nin Şam Büyükelçiliğinde görevli olduğu yıllarda, bölgeyi köy köy dolaşmıştır. Oralarda yaşayan soydaşlarımız Türkmen olmaktan her zaman gurur duyuyor ama kendilerini Suriye devletinin sadık birer vatandaşı olarak tanımlıyorlardı. Tıpkı Türkiye'de Kürtçe konuşan birçok yurttaşımızın, Kürt olmaktan gurur duymakla birlikte kendilerini aynı zamanda Türk devletinin sadık birer vatandaşı olarak görmeleri gibi.

Türkmen soydaşlarımızın Suriye krizinin çözümlenmesinden sonra da orada yaşamaya devam edeceklerini varsaymamız gerekir. Çünkü evleri-barkları, tarlaları ve iş yerleri oradadır. Cedlerinin mezarları o köylerdedir. Suriye krizinin nereye varacağı henüz belli değildir. Türkiye, halen, Suriye krizinin Beşşar Esed'li mi yoksa onsuz mu çözümleneceği hususuna takılıp kalmıştır. Türkiye'nin bu takıntıyı bir yana bırakıp ayakları daha fazla yere basan bir politikaya yönelmesi ve Türkmenlerin geleceğini kollamaya öncelik vermesi gerekir.

Çünkü Batılı müttefiklerimiz de dâhil olmak üzere uluslararası camia geçiş döneminin Beşşar Esed'li olmasını kabullenmiş görünmektedir. Bu tutum geçiş döneminden sonra Esed'in görevi bırakacağı anlamına gelmiyor. İran'ın Esed'i görevde tutmak için elinden geleni yapacağı anlaşılmaktadır. Rusya da daha uygun bir alternatif bulamazsa Esed'le devamı tercih edebilir. Arazide bu iki devlet öteki bütün aktörlerden daha güçlü olduğuna göre, çözümün şekillenmesinde onların daha etkili olacaklarını kabullenmek gerekir.

Esed'siz bir çözüm benimsense dahi, rejimin üst düzey kadrosunun tümü tasfiye edilecek değildir. Muhtemelen büyük bir kısmı yerlerini muhafaza edeceklerdir. Belki sadece Beşşar Esed'in yerine başka bir şahıs cumhurbaşkanı olacak ve yola onunla devam edilecektir. Böyle bir senaryoda, kriz sonrası Suriye rejiminin Türkmen soydaşlarımıza nasıl bakacağını iyi değerlendirmemiz lazım. O rejim, Türkmenleri, Suriye'nin başı belada iken, yabancı bir ülke ile işbirliği yapmış bir halk olarak görmemelidir. Şu anda böyle bir izlenim maalesef vardır. Türkiye'nin bu izlenimi silmek için yoğun bir çaba sarf etmesi gerekiyor. Bu yapılmazsa o rejim Türkmenlere ağır bir bedel ödetebilir. Gerçi şimdi rejime muhalefet eden Araplar da kendi ülkelerinin yönetimine başkaldırmış kitleler olarak görülecektir. Ancak kendimizi aldatmayalım. Arap kendisini affetmenin yolunu bulur ama Türkmen bulamaz. Çünkü ülke halkının çoğunluğu Araplardan oluşuyor. Hiçbir devlet kendi halkının çoğunluğunu cezalandırmaz.

Suriye rejimi ile ilişkilerimiz şimdiki duruma gelmemiş olsaydı, kriz sonrasındaki Suriye yöneticilerinin Türkmen soydaşlarımıza zarar vermemeleri için onlarla işbirliği yapabilirdik. Ancak bu ülke ile ilişkilerimizin öngörülebilir bir gelecekte düzeleceğine dair ufukta bir emare maalesef görünmüyor.

Buraya kadar söylediklerimiz, konunun sadece bir yönüdür. Bir başka yönü de şudur: İzlediğimiz açık kapı politikasının sonucu olarak Suriye'de tehlikeye maruz Türkmenlerin Türkiye'ye sığınmalarını kolaylaştırırsak, bu kez, hem Türkmenleri bin yıldan beri yaşadıkları yerlerden koparmış olacağız, hem de Suriye'deki Türkmen varlığının erimesine zemin hazırlamış olacağız.

İçinde bulunduğumuz durumun tek nedeni, pek tabii ki, Türkiye'nin izlediği politika değildir. Ancak bugünkü noktaya gelinmesinde Türkiye'nin izlediği politikanın etkisini de kimse inkâr edemez. Şimdiki Suriye politikamız oluşturulurken günün birinde işlerin bu noktaya varabileceğini öngörememiş olmamızın kabahatini başkalarına yükleyemeyiz.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live