Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Herkül Millas - Yunanistan'da sol iktidar

$
0
0

24 Ocak günü sol Siriza partisi (aşırı sağ parti Bağımsız Yunanlılar / ANEL ile) iktidara gelişinin yıl dönümünü kutladı.

On gün sonra da, yani 4 Şubat günü, ülke tarihinde görülmemiş bir genel grev yaşandı. Greve ilk kez toplumun bütün kesimleri katıldı: Sağ ve sol işçi sendikaları, tarım sektöründe çalışanlar (traktörleriyle ülke yollarını keserek), avukatlardan mühendislere, iş adamlarından sanatkarlara, devlet hastanelerinde çalışan doktorlardan kahvehane işletenlere, (yüzde 24 oranında olan) işsizlerden emeklilere ve memurlara, medyada çalışanlardan dükkân sahiplerine kadar hemen hemen herkes. Bir gün sonra da binlerce polis Atina'nın göbeğinde hükümet karşıtı eylemde bulundu. Temel talep, hükümetin planlamakta olduğu yeni vergi, sigorta primleri ve emeklilikle ilgili yasaların uygulanmamasıydı. Greve gidenler bu ağır vergilere dayanamadıklarını haykırdılar.

Aynı günlerde ülkenin kreditörleri, yani IMF ve AB, bu yeni yasaların yetersiz olduğunu söylüyor ve bütçe açığının kapatılması için ek önlemler istiyordu. Aksi durumda ülkenin ihtiyaç duyduğu krediler verilmeyecek. Yani Siriza bir açmazdadır. Kötüsü ülkenin kendisi açmazdadır. Toplum ağır vergilendirmeye dayanamamakta, borç vermesi gerekenler de gelir/giderini dengelemeyen bir ülkeye, yani dibi olmayan bir kuyuya para aktarmak istememektedir. Bu duruma nasıl gelindi, çıkış yolu nedir?

Yanlış yapılan ne?

Son yıllarda Yunanistan'daki siyasi gelişmeleri anlatmak kolay değil. Ekonomik krize az çok bir açıklama getirildi: Kötü yönetim, hesapsız borçlanma dendi. Ama sonrasında siyasi gelişmeler anlamsızlaştı. Kreditörlerin (Troyka'nın) dayattığı kemer sıkma önlemlerine önce iktidardaki Pasok karşı çıktı ama bir süre sonra, çaresiz, memorandum denen önlemler paketini kabul etti. Muhalefette olan merkez sağ Yeni Demokrasi partisi Pasok'a ve Troyka ile yapılan anlaşmaya karşı çıktı. Ancak iktidara gelince “çaresiziz” deyip karşı çıktığı memorandumu uyguladı. Bu kez Siriza anlaşmaya karşı bir kampanya başlattı, seçimleri empoze etti ve bir yıl önce, büyük vaatlerle iktidara geldi. Troyka ile altı ay süren pazarlıklardan sonra “çaresiziz” deyip üçüncü bir Memorandumu uygulamayı kabul etti. Yani aynı senaryonun üç kez tekrar edildiğini gördük.

Seçmen kendini aldatılmış hissediyor

Siriza'nın ek iki temel “günahı” oldu. Birincisi, geçmiş hükümetleri yeteneksizlikten ihanete ağır bir biçimde suçlayarak seçmene pek çok vaatte bulundu: Memorandum anlaşmaları feshedilecek, maaşlar ve emekli maaşları artacak, işsizler memuriyete alınacak, kalkınma sağlanacak gibi. Bu yolda ülke bir yıl içinde iki kez seçime, bir de referanduma gitti. Halk bu vaatlere inandı ve Siriza'ya üç kez oyu ile siyasi destek verdi. Oysa Siriza söylediklerinin tam tersini yaptı. Şimdi Tsipras yalancılıkla veya en iyi durumda, konjonktürü anlamamakla suçlanmakta. Seçmen kendini aldatılmış hissetmekte. Toplumda egemen olan öfkenin temel nedeni bu.

İkinci yanlış, kalkınma ve yatırımlar alanında. AB ile pazarlıklar altı ay gibi çok uzun bir süre sürdürüldü (Varufakis ile). Bu sürede sol söylem ve anlayış ülkede egemen oldu. AB, blok olarak, kapitalist, emperyalist, neoliberal, sömürücü ve dolayısıyla Yunanistan karşıtı bir güç olarak gösterildi. “Batı'ya karşı direnç” ve Batı'nın ötekileştirilmesi yaygınlaştı. AB'den gelen her öneriye karşı çıkıldı. Ülkenin çok ihtiyaç duyduğu yatırımları yapacak yabancı “kapitalistler” de ülkeye gelmedi; yerlileri de paralarını yurt dışında değerlendirmeyi tercih etti. Milyarlar ülke dışına çıktı. Düzelir gibi olan ekonomi 2015 yılında yeniden düşüşe geçti.

Bir yıllık iktidarında Siriza'nın öğrenmiş olması gereken dersler şunlar olmalı: Birincisi, Yunanlı Marksist iktisatçıların istedikleri doğrultuda AB'yi değiştirmek olanaklı değildir. Başka ülkelerle (İspanya, Portekiz gibi) ittifaklar kurup AB'yi sola yönlendirmek vizyonu bir ütopiydi. AB bambaşka dinamiklerle bambaşka yönlere doğru seyrediyor. İkincisi, AB içindeki bir ülkenin halkı demokratik bir biçimde bir şeyler istedi diye AB'nin geri kalan 27 ülkesi buna uyması da beklenmemeliydi. Siriza'nın “halkımız memoranduma karşıdır, devlet olarak imzaladığımız anlaşmaları uygulamayacağız” tezi gerçekçi değildi. Çünkü bir ülkenin kararları ötekilere empoze edilemez. Üçüncüsü, AB içinde hizip gibi bloklaşmalar oluşturmak da olamaz. Gruplaşmalar ülkeler bazında değil, konular alanında olabilir. AB içinde bir Güney/Kuzey ayrımına sıcak bakan olmadı. Dördüncüsü, AB şantaja boyun eğmeyeceği öngörülmeliydi. Altı ay süren pazarlıklar boyunca “para biriminden çıkarız” tehdidine “buyurun çıkın” restiyle cevap verildi.

Yeni bir genel seçim tekrar gündeme gelebilir

AB şantaja boyun eğemez çünkü böyle bir adımın, tehditlerin artmasına ve Birliğin son bulmasına neden olacağını görüyor. Beşincisi, “ne ekersen onu biçersin” atasözü, seçmene verilen ama gerçekçi olmayan vaatler için de geçerli olduğudur: boş vaatler geri teper. Nihayet altıncısı, kalkınma sağlanmadığında temel sorunların çözülemeyeceğidir. İşsizlik ve bütçe açığı gibi sorunlar kalkınma ile doğrudan ilişkilidir. Kalkınma ise ancak yatırımlarla sağlanabilir.

Bugünkü iktidarın gelecekle ilgili en büyük sıkıntısı da bu alandadır. Bütün enerjisini adil olmaya, eşitsizlikleri gidermeye ve yoksullardan yana olmaya harcamaktadır. Bunu da ideolojisine uygun bir biçimde yapmaktadır. Kapitalizme ve kapitalistlere, dolayısıyla yatırımcılara karşı çıkarak. Ülkede yatırımları sağlayacak (liberal) yapısal dönüşümler ve yabancı yatırımlara dostane olacak bir atmosfer sağlanmamıştır. Tam tersine bakanların hemen hepsi yatırımcıları kaçırtan bir söylem ve eylem içindeler. Devletin küçülmesi ve harcamaların azaltılması yerine, vergilerin artması da aynı ideolojik anlayışın sonucudur. Siriza, memurların ve emeklilerin bir partisi olarak, bu kesime kaynak kaydırmak için toplumun üretken kısmına ağır vergiler yüklemektedir. Bu kısır döngüden çıkmak için kendi seçmenine – ve ideolojisine de - karşı çıkması gerekmektedir. Yani yukarıda bıyık aşağıda sakal durumu. Yeni bir kriz ve genel seçim yeniden gündeme gelebilir.


Yusuf Keleş - İnşaat sektörünü vergiler boğuyor

$
0
0

Ekonomide yaşanan daralma en çok inşaat sektörünü vuruyor. Mevcut projelere birkaç yıl önce başlayan firmalar satış yapamayınca üretimlerini de ağırdan almaya başladı.

Aslında gerek nüfus artışı gerekse de Suriye'den gelen sığınmacılar sebebiyle konut ihtiyacı artarak devam ediyor. Ancak tüketici faizlerinin yüksek olmasından kaynaklanan ağır finansman sorunu, sektördeki vergi ve sigorta yükü, kurlardaki belirsizlikler sebebiyle insanların tasarruflarını farklı alanlarda kullanmaları sektörü durma noktasına getirdi.

Ülkemizde gayrimenkuller üzerinden alınan vergilerin haddi hesabı yok. İnsanların tasarruf yapma adına dişinden tırnağından ayırarak aldıkları gayrimenkullerin hem alımında hem kullanımı esnasında hem de satışında türlü türlü vergi alınıyor. Tapu ve banka sistemi kullanıldığı için kayıt altında olan bu tür varlıklar devlet tarafından kolaylıkla tespit ve takip edilebildiği için vaktinde ödenmeyen vergiler yıllar sonra cezalı olarak tahsil edilebiliyor. Zamanında ödenmeye gayret edilirse de servet üzerinden alınan, fakat serveti aşındıran vergilere dönüyor.

Gayrimenkulün alımı esnasında farklı vergiler ödenir

Alım esnasında ödenen vergilerin türü ve tutarı, satın alınan gayrimenkulün mahiyetine göre farklılık gösteriyor. Bir işyeri veya daire satın alan bir kişi, bu alım esnasında KDV ödemek zorunda. KDV oranı yüzde 1 olabildiği gibi yüzde 8 veya yüzde 18 de olabiliyor. Ayrıca alım değeri üzerinden yüzde 4 oranında hesaplanan tapu harcı doğrudan müşteri tarafından ödenir. Satıcının ödemesi gereken aynı tutardaki harç da, ya doğrudan müşteri tarafından ödenir veya fiyata yansıtılarak müşteriden alınıp satıcı tarafından ödenir.

Gayrimenkulün kullanımında farklı vergiler var

Gayrimenkul sahipleri ister şirket ister şahıs olsun her yıl belediyelere Emlak Vergisi ödemek zorunda. Büyükşehir belediyesi ve mücavir alan sınırlarında bulunan konut ve arsalardan binde 2, işyerlerinde binde 4, arsalarda ise binde 6'dır. Büyükşehir belediyesi dışındaki yerlerde bulunan gayrimenkullerde bu oranların yarısı dikkate alınıyor. Yine aldığı gayrimenkulü kiraya verenlerin elde ettikleri kira gelirini ertesi yılın mart ayı içerisinde vergi dairelerine beyan etmeleri gerekiyor. İşyeri olarak kiralanan gayrimenkullerin vergileri kiracılar tarafından kesinti yoluyla ödeniyor. Mesken olarak kiraya verilen gayrimenkullerin gelirleri yıllara göre değişen istisna tutarını aşıyorsa beyanname vermek ve Gelir Vergisi ödeme gerekiyor.

Gayrimenkuller satılırken de birden fazla vergi alınıyor

Alım aşamasında olduğu gibi satış aşamasında da satış bedeli üzerinden yüzde 4 oranında hesaplanan tapu harcı ödenir. Diğer yandan gayrimenkullerin elden çıkarılmalarından doğan kazancın niteliğine göre Gelir Vergisi ya da Kurumlar Vergisi ödenir. Gayrimenkul alım satım işini ticaret haline getirenlerden satış kazancı üzerinden Geçici Vergi, Kurumlar veya Gelir Vergisi ve satış tutarı üzerinden hesaplanan KDV (Katma Değer Vergisi) alınır. Gayrimenkul alım satımında ticari bir amaç yoksa şahsi ihtiyacın karşılanması ya da servetin korunması amacıyla yapılıyorsa elde edilen kazanç değer artış kazancı olarak değerlendirilir. Alındığı tarihten itibaren beş yıl içerisinde satılan gayrimenkullerin alım satım değerleri arasındaki fark kişinin kazancı olarak kabul edilir. İstisna tutarı düşüldükten sonra kalan tutar üzerinden Gelir Vergisi hesaplanır.

Gayrimenkullerin alımından satımına kadar her aşamada yapılan sözleşmelerde ödenen damga vergileri, Çevre Temizlik Vergisi, Taşınmaz Kültür Varlıklarının Korunmasına Katkı Payı, çeşitli fonlar ile miras devirlerinde ödenen veraset ve intikal vergileri gibi kıyıda köşede kalmış vergileri bu sınıflamalara dâhil etmiyorum bile.

Turhan Bozkurt - BDDK Başkanı, TBMM'den bilgi sakladı

$
0
0

Bank Asya'daki TMSF işgali bir seneyi doldurdu. Objektif kriterleri esas alması icap eden Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), 3 Şubat 2015'te bankacılık tarihine ‘yüz karası' olarak geçecek o meş'um karara imza attı.

Kasasında 1,8 milyar TL öz kaynağı olan bir bankanın yönetimine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) memurları atanmasına, siyasî; saikler haricinde izahat getirilemez.

Aradan geçen zaman zarfında öz kaynak ihtiyacına dâir ne BDDK'nın ne de TMSF'nin herhangi bir beyanatı oldu. Bilakis TMSF Başkanı Şakir Ercan Gül, bankada öz kaynak problemi olmadığını ve ortakların suistimalinden bahsedilemeyeceğini ifade etti. Gül, kısa ve net beyanatı ile dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın “Bu banka battı.” sözleri dahil aylardır havuz medyasında manşetlerden inmeyen bütün iftiraları tekzip etse de fiili vaziyet maalesef değişmedi. Mahkemeler cürm–i meşhûd işgale seyirci, Türkiye Bankalar Birliği ile Katılım Bankaları Birliği de sessiz. Emir yüksek mevkilerden olunca hak ve adaletin ayaklar altına alınmasında beis görmüyorlar.

Bank Asya ortaklarının ve Borsa'daki küçük yatırımcının nasıl bir mali haydutluğa maruz kaldığını anlamak isteyenler, BDDK Başkanı Mehmet Ali Akben'in TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda sarf ettiği cümleleri muhakkak okumalı. Akben'in milletvekillerinin “Yönetim TMSF'ye geçmeden kâr eden Bank Asya fon yönetiminde niçin 378 milyon TL zarar açıkladı?” suâline cevap verirken içine düştüğü acziyetin tahlilini psikiyatrlara bırakıp mevzua dönelim.

“Bank Asya'nın mali yapısı hemen bir günde kötüleşmedi, bu durum bir süreç içerisinde gerçekleşti.” Ben de Akben ile aynı kanaatteyim. Bank Asya, 17 Aralık 2013'te gün yüzüne çıkan yolsuzlukların kamuoyundan saklanması için hedef seçildi. “Operasyondan evvel 2,5 milyar dolar topladılar.” kuyruklu yalanından “Ortakların kim olduğu bilinmiyor.” hezeyanına varıncaya kadar bütün saldırılara mukabil BDDK, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) ve Rekabet Kurumu, üç maymunu oynadı. Bank Asya'nın itibarına, şöhretine ve mali yapısına devlet eli ile zarar verildi. Benzer saldırılar herhangi bir bankayı hedef alsaydı çoktan iflas etmişti. Bank Asya hâlâ ayakta ise bunu vefakâr müşterilerine borçludur. On binlerce müşteri, alyanslarına kadar bozdurup Bank Asya'ya yatırarak batırma operasyonunu ters yüz eden kahramanlar olarak tarihe geçti.

BDDK Başkanı Akben, komisyonda bankanın kendi ellerinde nasıl ölüme terk edildiğini de itiraf etmiş: “Halihazırda kredi kullandıramayan, yeni kaynak toplayamayan bankanın giderek küçülmesi ve mali yapısının bozulmaya devam etmesi doğal.” Akben, çalışanlara 15 gün ücretsiz izin verilmesini dâhiyane bir formül gibi anlatırken bankaya vurdukları zincirleri niye çözmediklerini TBMM'den kaçırdı.

Ne çalışanları ne de ortakları düşünüyorlar. Zerre kadar samimiyet olsaydı TMSF'den evvel Maliye, SGK, Gümrük Bakanlığı, THY ve belediyelerin iptal ettiği mukaveleler çoktan imzalanırdı. Telefon talimatı ile çektirilen mevduatlar geri gelirdi. BDDK ve SPK, bankayı karalamaya devam eden, hatta müşteri sırrı niteliğindeki bilgileri çarpıtarak yazıp çizen müfteriler hakkında savcılıklara suç duyurusunda bulunurdu.

‘Ortakların kuruculuk vasfını kaybetmediğini gösterir evrak'ın tamamına yakını BDDK'nın elinde olduğuna göre işgale son verilirdi. Öyle yapmadılar. Bankaya gelmeleri için mali sebep yoktu ki! Niçin mali tedbirler alsınlar veya bankayı niçin kârlı hale getirsinler? Ortakları köşeye sıkıştırmak için bankanın küçülmesi şart! Zira ortaklar, muvafakatname vermeden bankanın birilerine peşkeş çekilmesi mümkün değil.

Akben, Bank Asya ve İş Bankası'nı hedef alan iftira furyasına sessiz kalma sebeplerini de Plan ve Bütçe Komisyonu'ndan sakladığına göre komisyon üyeleri eksik kısımların cevabını, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek'ten yazılı olarak isterse ne olur dersiniz?

Can Bahadır Yüce - Doğu tutkusu

$
0
0

Amerikalı bir arkadaşım vardı: Irak'ta savaşmış, Arapça öğrenmiş, ülkesine dönünce akademiye yönelmiş.

Ortadoğu siyasetinden bıkıp ilgi alanını değiştirmiş. Doktora tezinin konusu Gazali'ydi. Neden İmam Gazali üzerine çalıştığını soranlara şöyle derdi: “Bana heyecan veriyor.”

O “heyecan”ın aslında uzun bir geleneği var: Ömrünü Doğu metinlerini çözmeye adamış ölü beyaz adamların (oryantalistlerin) geleneği. Robert Irwin konuyla ilgili kitabında “akademik araştırmayı ibadet olarak gören” o bilginleri anlatır. Akademik hamallık ve filoloji üzerine kurulu bu disiplin ilk bakışta sıkıcı görünüyor. Oysa oryantalistlerin payına gereğinden fazla sayıda renkli kişilik, kaçık ve meczup düşmüştür.

İlk oryantalistler arasında İslam'a önyargısız bakan yoktu. Doğu dili bilmeden Doğu'ya ilgi duyan öncülerde korkuyla cesaretin iç içe geçtiği görülür. Örneğin Kuzalı Nikola, hem Türklerin ilerleyişinden korkuyor hem de Sultan II. Mehmed'i Hıristiyanlığa geçmeye ikna edebileceğine inanıyordu. Erken dönem oryantalistler İslam'a cevap verme arayışıyla Arapçaya ilgi duydular (başlı başına Türkçenin öğrenmeye değmeyeceğini düşünüyorlardı). Böylece Arapçadan çeviriler Batı edebiyatını etkilemeye başladı: 17. yüzyılın önemli oryantalisti Edward Pococke, Hayy bin Yakzan'ı İngilizceye çevirmiş, muhtemelen Daniel Defoe da Robinson Crusoe'yu yazarken ondan etkilenmişti.

Günde 16 saatten az çalıştığında kendini tatilde sayan Edward Castell, elyazmalarına gömülmüş oryantalist prototipinin ilk örneklerindendir. Doğu dillerine kendini öyle kaptırmıştı ki yarı kör olarak öldü. Yine de İslam'a ilgi duymadı. (Yıllar sonra Necip Fazıl böylelerini “İskeleye kadar gelip vapuru kaçıranlar” diye tanımlayacaktı.) Doğu tutkusu nedeniyle hayatının sonunda iflas edenlerden bir başkası, Simon Oackley şöyle demişti: “Batı, Doğu'nun birikmiş bilgeliğine tek bir harf eklediyse, idrakimin askıya alındığını ilan ederim.” Seçkin oryantalistlerden Jacob Reiske ise Arap edebiyatı uğruna şehit düştüğünü söylüyordu.

13 dilde yetkin, 28 dilde amatör olan Sir William Jones kısa süreliğine de olsa Türk edebiyatıyla ciddi biçimde ilgilenen ilk oryantalisttir. Ama Türkçe kaynaklardan yararlanarak bir Türk edebiyatı tarihini ilk kez Joseph von Hammer-Pugstall yazdı. Üretken ve özensiz bir yazar olan Hammer'in hayal dünyası tuhaf fantezilerle doluydu. Gizli topluluklara ilgi duyuyor, Haşhaşileri İlluminati ve Masonların atası sayıyordu. Bugün hâlâ duyduğumuz Haşhaşi/gizli örgüt retoriği, aslında Hammer'in alay konusu olmuş fantezilerinin bayat bir taklidinden başka bir şey değil.

19. yüzyıl Oryantalizminin en ilginç figürü olan Richard Burton'un 17 dilde rüya gördüğü söylenir. (Burton'un uçuk fikirlerini ve ırkçılığını Binbir Gece Masalları çevirisine koyduğu dipnotlarda görmek mümkün.) Sonraki çağın sıra dışı oryantalisti Louis Massignon ise Hallac-ı Mansur üzerine çalışırken bir vecd anında kuşların kendisine “Hak! Hak!” diye seslendiğini öne sürmüştü. Birkaç yıl önce Binbir Gece Masalları'nın Penguin baskısı üzerine söyleştiğimizde Robert Irwin şöyle demişti: “Arapçayı benim İngilizce okuyuşumdan daha hızlı okuyan Malcolm Lyons, bu metni golf oynamaktan arta kalan zamanlarında çevirdi!”

Elbette bütün oryantalistler bu kadar renkli ya da kaçık değil. 1928'deki Oxford Oryantalistler Kongresi'nde Kürt Ali, toplantıya katılan Almanların çok çalışmaktan kamburlaştığını gözlemlemişti. Onlardan biri olan Annemarie Schimmel'ın Mesnevi'yi ezberlediğini bir öğrencisinden duymuştum. (Schimmel anılarında Ankara'ya ilk gelişini anlatır. Kendisini tren garında genç bir şair karşılamıştır. Şairin adı Behçet Necatigil'dir.)

“Doğu araştırmaları konusunda bilgili kişi” anlamındaki “oryantalist” sözcüğü İngilizceye 1779 yılında girmiş. Tam 200 yıl sonra Edward Said sözcüğün anlamını sonsuza dek değiştirdi. Said bu bilginlerin Batı'nın emperyalist amaçlarına hizmet ettiğini söylerken, istisnaları görmezden gelse de, büyük ölçüde haklıydı.

Ölü beyaz adamların kitapları arasında dolaşırken Irwin'in sözünü düşünüyorum: “Katışıksız bilgin diye bir şey var, birkaçıyla çay içtiğim bile oldu.”

Necati Kola - Israrlı mücadele haftası

$
0
0

Antalyaspor-F.Bahçe maçının 40. dakikası. Orta sahada Samuel Eto'o'ya Alves tarafından faul yapılıyor.

Kamerunlu yıldız, hemen ayağa kalkıp takımını sağ taraftan hızla atağa kaldırıyor. Inkoom-Zeki-M'Billa arasında gidip gelen top, kaleci Volkan'ın çelmesiyle Eto'o'nun önüne düşüyor. O da topu tam köşeye göndererek ısrarlı mücadelesinin mükâfatını alıyor.

Yine Antalyaspor-F.Bahçe maçı… 90. dakikada kendi cezaalanı içinde topu kapan defans oyuncusu Sakıb Aytaş, iki kişiyi çalımlayıp orta yuvarlağa kadar gidiyor. Sonra dört kişiyi birden oyundan düşüren ara pasıyla topu Emrah Başsan'a aktarıyor. Emrah, takım arkadaşı M'Billa ile birlikte rakip defansı ikiye bir yakalıyor. Sakıb bu arada koşusunu ısrarla devam ettirip bindirme yapıyor. Emrah, bu emeği boşa çıkarmayıp topu Sakıb'ın önüne bırakıyor. Kaleciyle karşı karşıya kalan bu oyuncu topu eziyor. Ne ilginçtir ki arkadan gelen Mehmet Topal'ın ayağına çarpan top tekrar Sakıb'ın önüne geliyor. O da sıfıra yakın bir noktadan topu kaleye yuvarlayıp en yorgun olduğu dakikadaki emeğinin ödülünü alıyor.

Beşiktaş-Gaziantep maçının 42. dakikası… İsmail Köybaşı, sağ taraftan topu ileriye taşımaya çalışan Gaziantepli Barış Yardımcı'ya ısrarla baskı uygulayıp topu kapıyor. Ardından Oğuzhan'a gönderiyor. Oğuzhan, güzel bir gol atıp farkı ikiye çıkarıyor. Beşiktaş, sonraki dakikalarda daha rahat bir oyun ortaya koyup maçı 4-0 kazanıyor.

Yine Beşiktaş-Gaziantep maçı… İlk yarının son haftalarında eleştiri oklarının hedefi olan Tolga Zengin, harika kurtarışlarla galibiyette büyük bir rol oynuyor. Yeniden fabrika ayarlarına dönen Tolga, ayakta kalma mücadelesinin karşılığını alkışlarla alıyor. Skor sakın kimseyi aldatmasın, kurtardığı o pozisyonlarda topu içeri alsa kimse Tolga'yı suçlayamazdı ve kar nedeniyle iki maçı ertelenen Beşiktaş, ikinci yarıya puan kaybıyla başlayabilirdi. Beşiktaş, Gaziantep karşısında sadece maçı değil, Tolga'yı da kazandı. Belki şampiyonluğu da…

Kayserispor-Mersin İdman Yurdu maçının 18. dakikası… Kayseri kalecisi Abdülaziz, topu elle takım arkadaşı Mustafa Akbaş'a gönderiyor. Mustafa'nın sırtı kalecisine dönük. Durumu hemen fark eden Welliton, 20 metre kadar ileriden hızla koşmaya başlıyor. Mustafa durumu anlayıp topu kontrolüne alıncaya kadar pozisyon penaltıyla sonuçlanıyor. Israrlı takip sonucu kazanılan penaltıyı Wederson gole çevirirken, Kayserispor da bir kişi eksik kalıyor.

Süper Lig'in 20. haftasına ‘ısrarlı mücadele' damga vurdu. Sadece oyuncuların değil, takımların gayretleri de öne çıktı. Mali sıkıntı yaşayan, teknik direktör bulmakta zorlanan, düştü düşecek gözüyle bakılan Mersin, zorlu deplasmandan 3 puanla dönerek umutlarını artırdı. Keza Eskişehirspor... Mersin'den pek farklı değildi durumları. Geçen hafta Sivas'tan 3 puanla döndükten sonra Rize deplasmanından da puanla ayrılıp kolay kolay pes etmeyeceklerini gösterdiler. G.Birliği de öyle. İbrahim Üzülmez ile çıkışa geçen Ankara ekibi, Kasımpaşa deplasmanında üst üste üçüncü galibiyetini alıp düşme korkusunu büyük ölçüde attı.

Haftanın en zevkli mücadelesi Bursa'daydı. Bir kişi eksik Timsah, Başakşehir karşısında 3-1 öne geçti. İstanbul ekibi oyunu bırakmadı ve maç 3-3 sona erdi. Mücadelesinin karşılığını alan takımlara Osmanlıspor, Konyaspor ve Akhisar'ı da ekleyebiliriz. Galiba mücadele azmini en çok kaybeden takım Galatasaray. Osmanlıspor mağlubiyetinin ardından Konyaspor karşısında da puanlar kaybedip şampiyonluk umutlarını iyice yitirdiler.

Kalan haftalarda takımlarımızın umutsuzluğa hiç kapılmadan mücadeleye devam etmeleri dileğiyle…

Mustafa Ünal - Erdoğan, 1 Mart dosyasını mı açacak?

$
0
0

Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘1 Mart tezkeresini' neden gündeme getirdi? Oysa hiç yeri ve zamanı değildi. Bir sebebi olmalı. Bir özeleştiri olabilir mi? ‘Irak politikasındaki yanlışı Suriye'de tekrarlamayacağız' da dedi çünkü. Türkiye'nin Irak'ta kaybettiği doğru. Ne Bağdat'ı kazanabildi ne de Erbil'i. Suriye'de iyi yolda olduğu söylenemez.

Şam politikası çöktü. Ve tablo Irak'tan daha ağır. Mülteci meselesi başlı başına kriz. Yüz binlerce Halepli yollarda, Hatay'a doğru yürüyor. Savaşın başında AKP iktidarı Suriyeli mülteciler için ‘100 bin' çıtası koymuştu. Şu andaki rakam 2 milyonun üzerinde. Esed rejimi ‘haftalar içinde' tarihe karışacaktı. Hükümet hesabını buna göre yaptı. Haftalar, aylar, yıllar geçti, bırakın Esed'in gitmesini, koltuğunu daha da sağlamlaştırdı.

Cumhurbaşkanı'nın 1 Mart hatırlatması bir ‘politik muhasebe' olamaz. Erdoğan, ateşli tezkere savunucusuydu. Buna karşılık başbakan koltuğunda oturan Abdullah Gül isteksizdi. Bakanları ikna etmekte zorlandı. Birçok bakan kerhen imza attı. Ama oy vermedi. Partinin içinde yoğun kulis yapan ‘hayırcı' bir grup vardı. Erdoğan'ın ‘Gizli kulis attılar' dediği ekip.

‘Ben evimin balkonundan komşuma ateş ettirmem' cümlesini hatırlıyorum. Ahmet Davutoğlu'nun ‘danışman' sıfatıyla en aktif tezkere aleyhtarlığı yaptığını, reddi için savaş verdiğini Ankara'da bilmeyen yok. AKP'nin fireleriyle tezkere geçmedi. CHP'nin beyaz kurdeleli kampanyasını da unutmamak lazım.

O günü Türk siyaseti için ‘dönüm noktası' kabul etmek lazım. AKP, ABD'ye ‘hayır' demiş olmanın politik meyvelerini topladı. Arap İslam sokağında AKP ve Erdoğan rüzgârı esmesinin amili tezkerenin reddidir. Fatura AKP'ye değil, sistemin diğer aktörlerine kesildi. En başta da askere.

Ordu tezkereye açık destek vermedi. Bir gün önceki MGK bildiriye almaktan sakındı. Bazı komutanlar el altından kulis yaptı. ABD'nin, askerin desteğini esirgemesine çok öfkelendiği sır değil. Sonrasında açığa çıkan darbe planları, Ergenekon ve Balyoz davalarının 1 Mart tezkeresiyle ilişkisi olduğu herkesin ortak kanaati. AKP ‘hayır' dedi ama bedelini asker ödedi.

Köprünün altından çok sular aktı. Ve lakin bazı olayları izah ederken 1 Mart tezkeresini hiç akıldan çıkarmamak lazım.

Cumhurbaşkanı'nın durup dururken 1 Mart tezkeresini neden gündeme getirdiği soru işareti. Bazı adreslere mesaj mı gönderdi? Yoksa o dosyayı yeniden mi açmak istiyor? Malum, Meclis'te tezkere görüşmeleri ‘kapalı oturumda' ele alındı. Ve 10 yıllık yasak kondu. Süre 3 yıl önce doldu. Bir seyahatte ‘Tutanakları açıklamayı düşünüyor musunuz?' diye sormuştum Erdoğan'a. Zihni hazırlığı olmadığı için cevap vermekte zorlandı. Döndü bana ‘Sence açıklanmalı mı?' diye sordu. ‘Elbette...' diye cevap verdim. Çoğu biliniyor zaten. Kimin ne düşündüğü sır değil. AKP'deki firelerin bile kimler olduğu az çok belli. Erdoğan, kesin bir cevap vermemiş ‘Bir düşünelim, bir bakalım' demişti.

Gündeme getirmişken o dosyayı açar mı? Niye olmasın... Tutanakların açığa çıkmasının yeni bir tartışma başlatacağı kesin. Bugün Erdoğan'ın canını sıkan birçok isim tezkerenin karşısındaydı. Başta ‘O zat' dediği Bülent Arınç ve tabii Ahmet Davutoğlu. Davutoğlu'nun kendi kulvarında koştuğunun artık herkes farkında. Haliyle Erdoğan'la uyum içinde çalışmadığının da. Tezkere karşıtlığının iç kamuoyunda bir getirisi olmaz. Aksine AKP tabanı hoşnut olur. Dışarısı için durum farklı tabii.

ABD'nin ortağı kim? Erdoğan mı, yoksa Kobani'deki teröristler mi? Cumhurbaşkanı açıkça sordu. Obama'ya ‘Ortağını seç' dedi. Cevap da gecikmedi. Washington ‘Biz Kobani'deki PYD'yi terörist olarak tanımlamıyoruz' dedi. Bunun 1 Mart tezkeresiyle ilgisi var mı? Olmaz olur mu?

Lale Kemal - Örtülü savaş bütçesi mi?

$
0
0

Terörle mücadele adı altında yürütülen, askerin tanımıyla düşük yoğunluklu savaş yıllarında savunma harcamalarının, bütçelerin neredeyse yüzde 40'larını yuttuğu 1990'lı yılları, 2000'li yılların başlarında yavaş yavaş geride bırakır olmuştuk.

O dönem demokratik reformlarında samimi olduğuna inandığımız hükümet, askeri harcamalara göreceli çekidüzen getirmiş, bu sektöre giden israf niteliğindeki kaynakları, bir ülkenin kalkınmasında birincil öneme sahip eğitim ve sağlık alanlarına aktarmayı başarmıştı. Bugün, örneğin, eğitime ayrılan kaynaklarda 2002 yılına göre yaklaşık 10 katı bir artış sağlandığı bütçe rakamlarından görülüyor. Ne var ki, bu kaynakların eğitim kalitesinin çağdaş ülkeler düzeyine getirilecek biçimde harcandığını söylemek çok zor.

PKK ile yürütülen 30 yılı aşkın çatışma ortamı, savunma bütçelerinin yüksek tutulmasına gerekçe oluşturdu. Ne var ki, asıl sorun, Meclis ve hükümetler tarafından denetlenemiyor olmasından dolayı askeri bütçelerin keyfî; biçimde yüksek tutuluyor olmasıydı.

Bugün yine sanki, başa döndük gibi. Milletvekilleri, halen savunmaya bütçe dışından ayrılan kaynaklara ulaşamıyor ama hesap da sormuyor, “niye?” diye. Keza, savunma bütçelerinin, örneğin, ne kadarı kuvvetlere gidiyor, ne kadarı silah tedariki için harcanıyor gibi soruları da yöneltmiyorlar.

Askeri bütçeler üzerindeki gizlilik perdesine, çoktandır diğer kamu harcamalarının denetimden kaçırılması sorunu da eklendi. Diğer yandan, mali yılı bütçe tablolarına bakıldığında dahi, istihbarat örgütü MİT'in yanı sıra iç güvenlikte kullanılan emniyet, polis ve jandarmaya ayrılan kaynakların sürekli arttığı görülüyor. Bir bölümünün, Suriye'de muhaliflere askeri destek için harcandığı tahmin edilen örtülü ödenekteki artışlar da endişe verici boyutlarda.

2016 mali yılı bütçe tablosuna göre, savunma ve güvenlik kurumlarına ayrılan ödenekler 63 milyar lirayı buluyor. Geçen yıl bu rakam, yaklaşık 53 milyar lira olmuş.

Ne var ki, Maliye Bakanlığı bütçe tablosunda görülen özellikle savunmaya ayrılan rakamlar, bu sektör için yapılan gerçek harcamaları yansıtmıyor. Zira, savunma için ayrılan bütçe dışı kaynaklar var ama ne vekiller ne de kamuoyu ile paylaşılıyor. Örneğin, milli savunma bütçesinin çok üzerine çıkan ama bu kurumun bütçesine dahil edilmeyen ve denetlenmeyen bütçe dışı kaynaklar arasında; emekli askerlerin maaşları, köy korucularına ödenen aylıklar, geri ödemesini Hazine'nin taahhüt ettiği ve Hazine kaynaklarıyla tedarik edilen askeri projeler, silah tedariki için yapılan harcamalar ve daha birçok kalem bulunuyor.

Türkiye'nin resmi açıklamalarının tersine, üyesi olduğumuz NATO ile Bilgi Üniversitesi ve diğer saygın uluslararası kuruluşların tespitlerine göre, 2014 yılında savunma harcamaları gayri safi yurt içi hasılanın yüzde 2,3'üne tekabül ederek dünya sıralamasında 9'uncu sırada yerini alıyordu.

Savunma harcamaları, PKK ile ateşkes sürecindeyken bu kadar yüksek ise varın siz hesap edin, bugün çatışmaların başlamasıyla gerek savunma gerekse diğer güvenlik sektörleri için ayrılan ödeneklerin ne kadar tavan yapmış olabileceğini.

Aylardır devam eden çatışmalar, Kuzey Irak'a düzenlenmekte olan harekâtlar ile Suriye sınırında alınmakta olan askeri önlemlerin maliyetinin, askeri ve güvenlik harcamalarını misliyle katladığını tahmin etmek zor değil.

TSK'nın operasyonlar için yeni silah alımları yapmakta olduğunu da biliyoruz. Ekonomik kalkınmaya gitmesi gereken kaynaklar, yeniden güvenlik öncelikli politikalara heba ediliyor.

Neticede, 2016 bütçesinin, örtülü bir savaş bütçesi olduğunu söylemek mümkün.

A. Turan Alkan - Vızzz

$
0
0

Yürütmenin en uçtaki sorumlu ve yetkilisi olarak Sayın Başbakan'a seslenmenin artık bir mânâsı kalmamış bulunuyor.

Kendisine ne kadar, ‘Anayasa için, ülke için, hukuk devleti için, partiniz, bizatihi kendiniz ve hatta lideriniz için direniniz' çağrısı yapmış olsam da samimi ikazlarımın sinek vızıltısı tesiri yaptığını görüyor ve üzülüyorum.

Başbakan yetki ve sorumluluklarına sahip çıkmıyor, çıkamıyorsa kimi muhatap almalı; arşivlere hitap etmekten başka çare yok. Öyle yapıyorum.

Vaktiyle Cumhuriyet Gazetesi, ‘Tehlikenin farkında mısınız?' diye bir slogan tutturup gitmişti; aynı soru, farklı gerekçelerle hâlâ geçerli.

Sayın Başbakan'ın gücü, kontrolü altındaki hükümete, parti grubuna, parlamentoya hatta yer yer kendine rağmen sayın Cumhurbaşkanı'nın tek başına aldığı kararları durdurmaya yetmiyor. Suriye'ye müdahale imâsını kapsayan, ‘Irak'taki hataya Suriye'de düşmeyiz' cümlesinin ardındaki mesaj açık: Türkiye'nin Suriye'de kapsamlı bir kara harekâtına girmesi için parlamenter sistemin bütün denge ve fren sistemleri işe yaramaz durumdadır ve Sayın Erdoğan isterse ülkeyi, kimsenin istemediği bir sıcak çatışmaya sokabilir!

Sayın Erdoğan, Türkiye'yi sorumluluk ve angajman altına sokan sözleri, anayasal yetkilerinden hareketle sarf etmiyor; kendisinin de birkaç defa ifade ettiği üzere fiilî; bir durumdan hareketle ülkenin kaderine tek başına hükmediyor ve politika belirliyor.

Antalya'daki G-20 zirvesinde AB liderleriyle çatır çatır milyar Euro pazarlığına girişip, ‘Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarını açıp mültecileri otobüslere bindirir göndeririz; eğer iki yıl için 3 milyar Euro verecekseniz hiç konuşmayalım” çıkışı da aynı cümledendir. Sayın Erdoğan, Türkiye'de parlamenter sistem çoktan rafa kalkmış, Başbakanlık bir Saray sekreterliğine dönüşmüş gibi politika üretip uyguluyor. Dış politikayı tek başına belirliyor, yörünge değişikliği, sert dönüşler yapıyor. Para politikalarına müdahale ediyor, içinde bankaların da bulunduğu özel şirketlerin –geçiniz marka değerini- piyasada tutunma imkânını riske sokuyor. Yargıya talimat gibi okunabilecek yönlendirme ve tavsiyelerde bulunuyor. Hâsılı hükümet adına her şeye, her zaman müdahale ediyor.

Başbakan seyrediyor bu durumu; anayasal kurumlar seyrediyor. Bir nevi küfürbaz bültenine dönüşmüş bulunan basın organları seyrediyor. Hukuktan hiç bahsetmiyorum bile...

Sayın Erdoğan açısından fiilen, yani ‘De facto' hiçbir sıkıntı yok lâkin ‘De jure' yani hukuk mantığı açısından çok sancılı ihtimâller mevcut. Eğer başkanlık blöfü tutmazsa, şimdi suskun ve itaatkâr gibi duran hukuk bürokrasisi, kara kaplıda öyle sayfalar bulur ki, kendileri bile şaşırabilirler. Anayasa ihlâllerine bakalım meselâ; sık tekrarlanmaktan yivi-seti kalmamış, lâçkâ edilmiş vaziyette. Sırf o kadarı bile korkulu rüyâ görmeye kâfi.

Türkiye'nin diplomatik dengelerini altüst edip Neo-Osmanlı coğrafyasında dünya aktörü olacağız hevesiyle memleketi yeni bir dünya harbinin eşiğine getirmek, Hizmet Hareketi'ne operasyon çekmeye, hele hele dağ başındaki Kur'an kursu binasını dozerle yıktırıp mesaj vermeye benzemez. Kaldı ki bu tablonun bir de Kürt Meselesi ayağı var: Günün birinde Sayın Başbakan, ‘Demokratik müzakere ve çözüm sürecinden kopup çatışmaya geçilmesinde benim ve kabinemin zerre miskâl vebâli yoktur, her şey onun inisiyatifi altında olup bitti' şeklinde konuşursa kimse şaşırmaz ama ‘Siz başbakan olarak size teslim edilen anayasal yetki ve sorumluluklarınıza niçin sahip çıkmadınız?' sorusuna verilebilecek bir cevabı olup olmadığını kestiremiyorum.

Değil bana, her akrabama birkaç tane Çesna uçağı tahsis edilse bile şahsen Sayın Erdoğan ve Davutoğlu'nun yerinde olmak istemem; aman eksik olsun.


Reha Çamuroğlu - Suriye'de sona doğru

$
0
0

Dış siyaset uzmanı değilim. “Haddini bilmek” en değerli bilgidir diye düşünürüm.

Yine de 2011 yılında Suriye'de olaylar başladığında, 11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül'den randevu istedim ve gidip düşündüklerimi anlattım. Suriye'yi ortalama bir vatandaştan iyi bildiğimi düşünüyordum ve sınırda yaşayan vatandaşlarımızdan, bir milletvekili olarak, her gün şikâyetler alıyordum. Sayın Cumhurbaşkanı'na, “barışçıl yolların dışına çıkılarak muhalefetin büyük bir hata yaptığını ve Suriye'nin Libya'ya benzemediğini, rejimin son kurşununa kadar savaşacağını, bizim, muhalifleri cesaretlendirecek bir tavır içine girmememiz gerektiğini” söyledim.

Beş seneyi bulan savaşta, şimdi, sona doğru gelinmekte. Rejimin, Halep'i aldıktan, güya “ılımlı” muhaliflerin ikmal yollarını kestikten sonra, görünen odur ki IŞİD'le uzun sürebilecek mücadelesini tüm dünyaya “terörle savaş” olarak kabul ettirmesi hiç de zor olmayacaktır.

2011 ve 2016 arasında bir karşılaştırma yapmanın zamanıdır aslında;

1) 2011'de Esad'ın Suriye halkından aldığı destek bugün aldığı desteğin çok gerisindeydi. Ölüm göründü herkes sıtmayı beğendi.

2) 2011'de “Alevi Diktatör” olarak tanımlanmaya çalışılan Esad'ın bugün Suriye renkliliğinin temsilcisi haline geldiği görüldü. Sünni, Hıristiyan, Dürzi, Şii pek çok kesim Esad'ın arkasında kenetlendi.

3) Başlangıçta çatışmalarla arasına mesafe koymaya, en azından açıkça görünmemeye çalışan İran ve Hizbullah, çoktandır açıkça rejimi desteklerken, en önemli gelişme Rusya'nın topa hayli sert girmesi oldu. Rusya müdahalesi sonrasında, bölgede bütün dengeler değişti. Uzun süredir Türkiye ile karşı karşıya gelmemek için kuzeye yürümeyen rejim, arada Rus tamponu olduğunda, görüldüğü üzere, Halep'e rahatlıkla dayandı.

4) Uzun süredir türlü gruplarla komşu olan Türkiye, yakında Suriye ile tekrar komşu olmaya alışmak zorunda kalacak görünüyor.

5) Bizim dostluk ilişkisi sürdürdüğümüz tek bir komşumuz kalmadı ve buna da “Değerli Yalnızlık” deyiverdik. “Ağabey” kompleksimiz bir kez daha duvara çarptı.

6) Rusya, İran, Mısır, Irak, Suriye ile ekonomik ilişkilerimiz baş aşağı gitmeye başladı ve muhtemelen henüz faturanın tümünü göremiyoruz.

7) NATO ve Batılı müttefiklerimizden “beklediğimiz” yahut “iddia ettiğimiz” desteği göremediğimiz gibi pek çok konuda onlarla ciddi anlamda ters düştük.

8) Silahlı Kuvvetlerimizin sanıldığı yahut iddia edildiği kadar hazırlıklı olmadığını pek çok örnekte üzülerek gördük.

9) Bir halkı bir devlete karşı silahlı mücadeleye teşvik etmenin, cinayet demek olduğunu her halde bir kez daha gördük, vebali ise cabası oldu.

Ama bütün bunlara rağmen, maalesef, iktidar blokunun medyasında “Suriye'ye girelim” çığlıkları atan çok sayıda cengâver görüyoruz. Aslında bu cengâverlerin önünde bir engel yoktur. Gidip girebilirler. Biz de rahatlarız, onlar da. Oysa yapmaya çalıştıkları, neredeyse tüm ulusal bağları çözülmeye yüz tutmuş, kendi şehirlerinde tank ve topçu kullanan, ekonomisi son derece kırılgan, ordusu teknolojik olarak –ciddiye alınacak bir hava savunma sistemi gibi- eksikli, iç istikrarı bıçak sırtında seksen milyonluk bir ülkeyi sonu felaket olacak bir çılgınlığa sürüklemek.

Aman dikkat! Kılavuzu karga olanın…

NOT: Değerli bir siyasetçi, samimi bir Müslüman olan Fehim Adak amcayı kaybettik. Allah'tan kendisine rahmet, değerli ailesine başsağlığı dilerim.

Ahmet Kurucan - Duygusal ve teolojik kopuş

$
0
0

Geçen hafta üst üste okuduğum Doğan Şahin ve Ayla Yazıcı'nın ülke insanının bugün içinde bulunduğu ve muhtemelen yarın bulunacağı yere ait yaptıkları psikolojik tahliller kafamda dönüp duruyordu.

Özetle ifade edecek olursam psikiyatr Doğan Şahin: “Farklı siyasi görüşleri savunmanın düşmanlık ve ihanet olarak kabulü… bunun paranoid kavramı ile izah edilebileceği…” üzerinde dururken, meslektaşı psikanalist ve psikiyatr Ayla Yazıcı tespitlerini biraz daha ileri götürerek ülkenin tamamen paranoid-şizoid bir halde olduğunu söylüyordu. Meselenin ehemmiyetine binaen kendi cümleleri ile aktarayım: “Türkiye, yıllardır süren Kürt çatışmasının bedelini çok ağır ödüyor. Şu an ülke en geri psikolojik hal olan paranoid-şizoid halde. Birbirimize şüpheyle bakıyoruz. Kalabalık yerlerden belki bomba patlar diye uzak duruyoruz. Bireysel kimlikler kaybolmaya başlıyor. Grup aidiyeti artıyor. Etnik kimlikler önem kazanmaya başlıyor. Toplum gerilediği için bölünüyor. Örneğin, bir imza atmak veya atmamak, bir konuşma yapmak, belli grubun içinde veya dışında olmanızı belirler hale gelebiliyor. Bu delilik hali. Yanlış anlaşılmasın ama psikolojide paranda olarak adlandırdığımız hal. Böyle ortamlar saldırganlık dürtüsünü öne çıkarıyor. Algılarımız sadece siyah ve beyaz olmaya başlıyor. Böyle gerilemeli gruplar karizmatik lidere ihtiyaç duyar. Düşünmeyi, anlamayı ve eylem yapmayı lidere bırakır ve onunla özdeşleşir. Bu, bireyselliği yitirme hali. Yani Kürt grupları için söylediğimiz şey şimdi bütün Türkiye toplumunun hali oldu.” “Bütün Türkiye toplumunun hali oldu” tespiti oldukça ilginç, iddialı ve hem bugün hem de yarınlarımız adına ciddi sonuçlar doğuran, doğuracak olan bir halet-i ruhiye. Tabii şimdiden önlem alınmazsa ve tabii geç kalınmadıysa.

Dün de bu konuda bir araştırma sonucu okudum bir gazetede. German Marshall Fund'un desteği ile Türkiye'deki toplumsal kutuplaşmanın boyutu ile alakalı yapılan çalışmada nüfusun yüzde 76'sı bir başka partiye oy veren insanlarla komşu olmak, yüzde 83'ü farklı bir partiye oy verenle kızının evlenmesini, yüzde 78'i iş yapmayı, yüzde 74'ü çocuklarının arkadaşlık etmesini istemiyormuş. En garibi de başka partilere oy verenleri “ikiyüzlü, bencil, ülkeyi tehdit eden, bağnaz, hain..” gibi sıfatlar takıyormuş.

Siyasi söylemlerin toplumsal tahribatı

Ben buradan Fethullah Gülen Hocaefendi'ye intikal etmek istiyorum. Benzeri tespitleri 30 Mart yerel seçim ortamındaki kutuplaştırıcı siyasi söylemlerin hayatımıza hakim olmaya başladığı günden bu yana yapıyor. Gezi hadiseleri esnasında da benzer tespitleri vardı ama dozajın artması, toplumun tüm kesimlerini hedef alması, “ya bizdensin ya da ...” zihniyetinin keskin ve net bir dille seslendirilmesine bağlı olarak bu türlü düşüncelerini daha net ve daha sık dile getirmeye başladı. Hatta bir defasında yakın bir gelecekte tüm toplumun ihtiyaç duyacağı psikolojik rehabilitelerden bahsetti ve uzmanların şimdiden hazırlık yapmasına bile değinmişti. Bu konuşmalara bire bir şahit olan birisi olarak defalarca söz konusu tespitleri bu köşeye taşımıştım. Dolayısıyla Sayın Şahin ve Yazıcı'nın söyledikleri kafamda dönüp duruyordu ama şaşırmamıştım. Ve bu değerlendirmelerin zihnimde ağırlıklı olarak yer işgal ettiği zamanda Hocaefendi'nin sohbetine katıldım.

“Dertli söyleyen olur” diye başlayayım sohbet ortamını tavsife. Her zamanki gibi yine gamgin bir vaziyetteydi. Bugün yine ne var demeye kalmadan kendisi açıkladı: “Müslümanlığın böyle algılanılması irtidattan daha kötü. İrtidatta hiç olmazsa bir mantık var, burada o da yok. Üstad'ın “Asırlardır rehnedâr, delik-deşik olmuş” dediği kale, bu çağda çok daha fazla rehnedâr oldu.”

Bu türlü durumlarda sözün gittiği yeri bilmek için Hocaefendi'nin ilgi alanı içine giren hadiselere, aktüel gündeme vâkıf olmak lazım; aksi takdirde sözün adresini bulmanız çok zordur. Hatta diyebilirim imkânsızdır. El yordamı ile bir sonuca ulaşabilir, tahminlerde bulunabilirsiniz ama bu çabalar pamuk tarlasında iğne aramaktan öteye geçmez. İsabet ettiğiniz zamanlar olabilir ama genelde recmen bi'l gayb olur, karanlıkta kuyuya taş atmaya benzer yaptığınız yorumlar.

“Dindar” kimlikle dine zarar veriliyor

Ben “Müslümanlık, algı, irtidat, rehnedar” bu kelimelerden hareketle zihnimde bir yere varmaya çalışırken salonda bulunan birisinin sorusu meseleye açıklık kazandırdı. Meğerki ahirete intikal etmiş bir gazetecinin kendisine göre muhalif gördüğü insanlar hakkında kullandığı galiz kelimeler, hakaretler, hatta küfürleri tahsin eden, “Bizim yerimize de etti” tarzı bir beyanla takdir eden ve en garibi o küfürlerin hasenata çevrilmesi noktasında yapılan duayı kastediyormuş. El-hak doğru söylüyor Hocaefendi; dinin ne özüne ve ruhuna, ne de kabuğuna ve kışrına vâkıf olmayan insanların, ne bir ayet ve hadis ve ne de 15 asırlık gelenek içinde bir ulema içtihadı destekleyemeyeceği afaki temenniler bunlar. Hocaefendi'ye bu yorumu yaptıran da işte bunların dindar kimlikle din adına yapılıyor olması. Sonuç; dinin içinin boşaltılmasına devam edilmesi.

Gördüğüm manzara şu; göz göre göre ve yıllardır din adına ama dine rağmen yapılan davranışların çokluğu insanlarda duygusal bir kopuş meydana getirdi. Duygusal kopuş deyip geçmeyin. Bunun hemen ardından teolojik kopuş gelir. Bu ise fıtrattaki inanma duygusunun zorlaması ile insanı inanç bağlamında farklı arayışlara sürükler. Böylesi bir kulvara giren insanlar haklıdır-değildir ayrı bir yazının konusu ama Hocaefendi'nin sohbetin ilerleyen dakikalarında ifade ettiği gibi, insanlar karşılarında “sövmeyi ibadet sayan veya sayılmasını isteyen” zihniyeti görünce, başka arayışlar içine girebilir. Hocaefendi'nin irtidat göndermesine bu açıdan yaklaşmak lazım.

Sonra diyeceksiniz? Zaten ikindi namazı vakti yaklaşmıştı. Abdest hazırlığı için kalkarken dilinden Karacaoğlan'a ait şu beyt döküldü: “Bana derler gam yükünü sen götür; Benim yük götürür dermanım mı var?” Aslında bu şiir “Üryan geldim gene üryan giderim” adlı 4 kıtalık şiirin bir parçası ve günümüzde yaşadığımız hadiselerle irtibatlandırılabilecek öyle mısralar var ki. İsterseniz yazıyı o şiirle noktalayalım:

Üryan geldim gene üryan giderim

Ölmemeğe elde fermanım mı var

Azrail gelmiş de can talep eder

Benim can vermeğe dermanım mı var?

Dirilirler dirilirler gelirler

Huzur-ı mahşerde divan dururlar

Harami var diye korku verirler

Benim ipek yüklü kervanım mı var?

Er isen erliğin meydana getir

Kadir Mevlâ'm noksanımı sen yetir

Bana derler gam yükünü sen götür

Benim yük götürür dermanım mı var?

Karac'oğlan der ki, ismim öğerler

Ağı oldu yediğimiz şekerler

Güzel sever diye isnad ederler

Benim Hak'tan özge sevdiğim mi var?

Hilmi Yavuz - Müslümanlar neden İslam'ın estetik ve entelektüel mirasını yeniden üretemedi?

$
0
0

Türkiye'de İslamcı okuryazarların, akaid bağlamında değil ama ‘İslam medeniyeti'nin estetik ve entelektüel muhtevasına dişe dokunur bir katkıda bulunmadıklarını, bu entelektüel ve estetik muhtevayı yeniden üretme konusunda çaba göstermediklerini tesbit etmek hiç de zor değildir.

Neden bu böyledir? Şundan ötürü: İslam, bana göre elbet, Tanzimat ve II. Meşrutiyet dönemlerindeki zihnî; çabayı Cumhuriyet döneminde devam ettirememiştir. Mazeret de hazırdır: Kemalist rejim! Ama, [evet, ama!] Kemalizm'in, İslam'ın entelektüel ve estetik muhtevasının yeniden üretilmesine bir itirazı olmamıştır ki! Eğer olsaydı, mesela Sabri Ülgener, Turgut Cansever ve Nureddin Topçu gibi üç büyük entelektüele, deyiş yerindeyse, hayat hakkı tanımıyor olacaktı! Nitekim Kemalizm, kendisine sadece [evet sadece!] siyasal İslamcılığı rakip görmüş, onu bastırmıştır… Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk 80 yılına [1923- 2003] bakınız: Yargılanan, tutuklanan, işkence görenler, hep siyasal İslamcılardır. Siyasal İslamcılar dışında, bir Müslüman entelektüelin başının belâya girdiğine ilişkin hiçbir tanıklık yoktur! Nedeni belli değil mi? Topçu, Ülgener, Cansever gibi birkaç isim hariç, İslam'ın estetik ve entelektüel mirasına sahip çıkmak, Müslümanların ‘işi olmamış'tır! Yahya Kemal gibi, kendisini İslam şiirinin, dolayısıyla İslam medeniyetinin ‘imtidâd'ına adamış olan büyük bir şair ve büyük bir entelektüelin, hâkim siyasal İslamcılar nezdinde itibar gördüğünü söylemek mümkün müdür? Asla! Varsa yoksa Akif, varsa yoksa Necip Fazıl!

Yanlış anlaşılmak istemem: Mehmet Akif de Necip Fazıl da büyük şairlerdir. Ancak siyasal İslamcılar için bu iki isme, şair kimlikleriyle değil, siyasal İslam'ın amaçlarına hizmet eden marjinal [ideolojik] faydaları dolayısıyla sahip çıkmak söz konusudur. Necip Fazıl'dan ya da Sezai Karakoç'tan sık sık alıntı yapan Sayın Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'in Necip Fazıl ya da Sezai Karakoç şiirinin güzelliğinden estetik bir haz duyduğunu mu sanıyorsunuz? Siyasal İslamcılar için şiir, ideolojik bir alettir,-o kadar!

Bakınız, bir medeniyetin estetik mirasının yeniden üretilmesi meselesi nasıl ele alınıyor: Adorno'nun bir müzik enstrümanı olan kemanı nasıl yorumladığına bakalım: “Kemanın yeni duygulu tonunun Descartes çağının büyük yenilikleri arasında sayılması boşuna değildir.” Fredrick Jameson ekliyor: “Gerçekten uzun saygınlık dönemi boyunca keman, felsefî; düşünce aşamasında bireysel öznelliğin ortaya çıkışıyla bu yakın özdeşliği korur.” Adorno, felsefe tarihi ile müzik tarihi arasında bir mütekabiliyet ilişkisi kuruyor: Felsefe tarihinde ‘ben'in ya da özne'nin [süje], Descartes tarafından ilk defa, bir problem olarak konumlandırılması ile kemanın, Jameson'un deyişiyle, öznel [sübjektif] duyguları ezgi biçimde dile getirmede en mükemmel müzik enstrümanı oluşu arasındaki mütekabiliyet! Felsefede ‘ben', kemanda ‘ben'in duyguları!

Örnekler çoğaltılabilir: Lukacs'ın, romanın bir edebî; tür olarak ortaya çıkışı ile burjuvazi arasında; John Berger'in, resimde yağlıboyanın kullanılması ile Aristokrasinin, toprağın kendisine sahip olmak kadar, onun ‘imgesine' de sahip olma arzusu arasında kurduğu ilişkiler gibi…

Merak ediyorum: Acaba bir Müslüman müzikçi veya müzikolog, Adorno'nun kemanı yorumlayışına karşılık, bizim müziğimizin enstrümanları olan ud ya da tamburun bir yorumunu, bunların bizim düşünce tarihimizde nasıl bir karşılığı olduğunu irdeleme gereği duydu mu? Acaba bir Müslüman ressam veya sanat tarihçisinin minyatürü, John Berger'in yaptığı gibi; ya da rahmetli Sabri Ülgener Hocamızı ayrı tutarak söyleyeyim, bir Müslüman edebiyat tarihçisinin divan şiirini, György Lukacs'ın yaptığı gibi, bir entelektüel yeniden üretime tâbi tuttu mu?

Bir muhteşem istisnası var: Mimarî;de Turgut Cansever! Rahmetle anıyorum.

Joost Lagendijk - Putin baskıyı artırıyor

$
0
0

Almanya Başbakanı Merkel önceki gün Ankara'da Başbakan Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşerek, Kasım 2015'te Türkiye ile AB arasında varılan anlaşmaya yeni bir ivme kazandırmaya çalıştı.

Bugün de Davutoğlu aynı konuyu Lahey'de Hollanda Başbakanı Rutte ile masaya yatırıyor olacak. Bu ilkbaharda AB dönem başkanlığını devralacak olan Hollanda, yüz binlerce Suriyeli mültecinin Türkiye'den Avrupa'ya geçişi için yasal bir zemin oluşturması hedeflenen yeniden iskan planı için bastıran ülkelerden biri.

Türkiye ile AB arasında tartışılacak konular temelde iki ay öncekilerle hâlâ aynı: Suriyeli mültecilerin Türkiye'de kalmasını kolaylaştıracak (okullar, çalışma izinleri) somut projeleri desteklemek için vaat edilen 3 milyar Euro nasıl harcanacak? Yunanistan'a geçmeye çalışan mültecilerin sayısının artması nasıl engellenecek? Yeniden iskan planının gerek AB gerek Türkiye'de işlemesi nasıl sağlanacak?

Bunlar verili koşullar altında cevaplanması yeterince zor sorular. Ankara ile Brüksel arasında bir güven eksikliği var, zira Türkiye AB'nin parayı verip vermeyeceğinden ve anlaşmanın diğer maddelerini (vizesiz seyahat ve üyelik müzakerelerinin canlandırılması) yerine getirip getirmeyeceğinden emin değil. AB ise Türkiye'nin mülteci akınını durdurma çabalarıyla ilgili kuşkular besliyor.

Pazarlıklar sürerken arka planda yaşanan radikal değişimler işleri daha da karmaşıklaştırıyor, Türkiye ile AB'nin tatmin edici sonuçlara ulaşmasını da daha zor hale getiriyor. Suriye'de sahadaki durum, Suriye hükümeti güçlerinin, İran birlikleri ve Rus hava saldırılarının desteğinde Halep bölgesinde gerçekleştirdiği mevcut askeri taarruz sonucunda, keskin bir şekilde kötüleşiyor. Çatışmalar halihazırda on binlerce mülteciyi Türkiye yönünde harekete geçirmiş durumda. Türkiye hükümeti, sınıra 600 bin mültecinin yığılacağı en kötü durum senaryosunu değerlendiriyor.

Brüksel'den gelen ilk tepkiler AB'nin içinde bulunduğu çaresizliği gösteriyor. Türkiye'ye bir yandan baskıdan kaçanların ülkeye girmesine izin vermesi, diğer yandan Avrupa'ya yönelmelerine engel olmak daha fazla çaba göstermesi çağrısı yapılıyor. BBC'nin Türkiye muhabiri Mark Lowen'ın gayet isabetli değerlendirmesiyle: “Meselenin özeti şu: mültecilerin girebilmesi için arka kapıyı aç, fakat daha ileri gitmelerini engellemek için ön kapıyı kapat. Türkiye'nin şu an içinde bulunduğu durum: Suriye'deki insani krizle, Avrupa'daki mülteci krizi arasında sıkışmak.”

Hem Türkiye hem AB'nin endişe duyması gereken husus şu: Mevcut Halep krizi hiçbir şekilde Suriye savaşının rastgele ve tesadüfi bir devamı değil. Yeni mülteci akını Rusya'nın Suriye'deki planlarının ayrılmaz parçası. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin için Moskova'nın Suriye'deki müdahalesi, artık sadece Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'i DAEŞ'e tek alternatif olarak sunup kurtarmakla alakalı bir husus olmaktan çıktı. Putin gelinen noktada Türkiye-Suriye sınırında daha fazla kaos yaratarak bir taşla iki kuş vurabileceğinin farkında. Ankara'yı Rus jetini düşürdüğü için cezalandırabilir ve Suriye'deki ölüm kalım oyunundaki potansiyel bir rakibini zayıflatabilir. Fakat Putin sadece Erdoğan'ın peşinde değil. Avrupa'da da Merkel başlıca hasmı konumunda, zira Berlin Putin Kırım'ı Ukrayna'dan ilhak ettikten sonra AB'nin Rusya'ya uyguladığı ekonomik yaptırımların temel taşı. Rusya'nın demir yumruklu lideri daha fazla Suriyeli mültecinin Merkel'in işini daha da zorlaştıracağını gayet iyi biliyor.

Suriye'de Rus müdahalesinden önce zaten ziyadesiyle karmaşık olan durum, Putin'in Ortadoğu'da giriştiği güç oyunun sonucunda, artık neredeyse çözülemez bir Gordiyon düğümü haline geldi. Türkiye ve AB için kaçacak yer yok: ya Rusya'nın tahriklerine birlikte göğüs gerecekler, ya da bunu başaramamaları halinde ikisi de vahim sonuçlarla yüz yüze kalacaklar.

Nurullah Öztürk - CarrefourSA'da aslında ne oldu?

$
0
0

Carrefour iki üç yıl öncesine kadar ABD'li Wall-Mart'tan sonra dünyanın 2., Avrupa'nın en büyük perakende zinciriydi.

Global kriz birçok şirket gibi onu da etkiledi. Rekabette zorlandığı bazı pazarları o pazarda kendisinden daha güçlü rakibine bırakıp, kendisinin güçlü rakibinin zayıf olduğu pazarlar ile takas etti.

Carrefour Türkiye, kuruluşunda bulunduğum, uzun yıllar çalıştığım, birçok röportajda belirttiğim gibi işletme yönetimi anlamında doktora ve doçentlik tezimi verdiğim bir kurum olarak, uluslararası başarılara sahip yabancı profesyonelleriyle samimi bir çalışma ortamı ve onlardan çok fazla bilgi edinme fırsatına sahip olduğum için Carrefour'a özel ilgim hiç eksilmedi. Uluslararası markalar ile yerel markalar arasındaki en temel farklardan biri; global markalarda bir işin kurulum, gelişim ve kurumsallaşma faaliyeti nitelikli insan kaynakları eliyle yapılırken, ulusal ve yerellerde bu iş sıradan ve alelade bir iş olarak görülmüş, hısım, ahbap ve eş dosta bırakılmıştır.

Büyük markalar, bulundukları pazarlarda sistemi iyi yetişmiş ve deneyimli beyinlere kurdurup, sistem kurulduktan sonra işletme faaliyetini normal bireylere devrederek, üst aklı strateji belirleme, yenilik ve farklılık yaratmada kullanmaya devam etmektedirler.

Türkiye, kendi şahsına münhasır ve şartları çok sık değişen bir ülkedir. Kurulan sistemin diğer ülkelere ve şartlara göre daha sık update edilme zaruriyeti vardır. Çoğu yabancı marka sistem kurulduktan sonra tıkır tıkır işleyeceğini düşünerek sistemi kurdurduğu nitelikli personeli ile yollarını ayırdığından, kısa sürede tepetaklak olmuş bu ayrıntıyı kısa sürede fark edenler toparlanırken, farkına varamayanlar da hasar çok büyük olmuştur. Çalıştığım dönemde Ekonomist dergisinin Avrupa'da iki kez yılın işadamı seçtiği Carrefour CEO'su Daniel Bernard, 1995 yılında dünyadaki tüm Carrefourların tepe yöneticilerine gönderdiği confidential mektupta, dünyada perakende sektörünün 2010 yılına kadarki gelişim ve değişimi ile Carrefour'un bu duruma karşı eylem planını anlatmıştı bizlere.

Sonradan gönderdiği 2. bir mektupta girmesi durdurulmak istenmesine rağmen, eğer Wall-Mart Avrupa pazarına girerse, Avrupalı diğer perakendeciler ile yapılacak ittifakın detayları anlatılıyor, bu konuda bizden de görüş isteniyordu. Daniel Bernard, bu mektupta gelecekte rekabette zorlanarak çıkmak zorunda kalacakları pazarları da, lider olmak istedikleri pazarları da belirlemişti. Türkiye, pazar lideri olmak istediği beş pazardan biriydi. Daha önce Metro Holding'de de aynı zaman diliminde çalıştığımız biri olarak, Türkiye'yi caddelerine kadar tanıyan ve seven bir olduğuna da tanığım. Bernard'ın bu hedefi Türkiye'de ilk önce ağır işleyen bürokrasiye takıldı, perakende sektörüne girmeye öteden beri niyeti olan Sabancı'nın, bürokrasinin çözümü ve işlerin hızlanmasında iyi bir partner olduğu düşüncesiyle imzalar atıldı, lakin uzun süre Adana dışında yeni bir mağaza açılamadı.

Bernard'ın yardımcısı ile 4 saat

Carraefour'da o zamanki yönetim, sistemin kurulduğu ve işlerin rayına oturduğunu varsayarak uzun uğraşlar ve eğitimler vererek yetiştirdiği personeli kaybedip geride kalanlar ile de işleri ilerletemeyince sistem de sık sık arızalar vermeye başladı. Bunlara ilave olarak, rekabet şartlarının zorlaşması da eklenince Carrefour'un eski imajı, ciroları ve kârlılığı da hızla düşmeye başladı. Gidişat hakkında ciddi endişe duymaya başlayan Carrefour merkezi, şirketten ayrılmış olmama rağmen Daniel Bernard'ın yardımcısı bizzat görüşüme başvurmak üzere Türkiye'ye gelerek dört saati aşkın bir görüşme yaparak notlar aldı. Carrefour stratejisini liderlik üzerine kurduğu rakiplerinin perakendeyi kendisinden öğrendiği bir pazarda geri düşmüştü. Gima'nın pazar payını korumak amaçlı satın alınması ve bunların Carrefour'a dönüşümünde verimlilik sorunları yaşanması beklenmeyen sonuçlardı. Bu başarısızlık sonrası rahmetli Sakıp Sabancı, Fransa'ya davet edilerek isterse tüm mağazaların kendisine bırakılabileceği teklif edilse de bu yaklaşım neticelenmedi.

Carrefour pazarda liderlik yarışında geri kalmamak için bazı yerel mağaza zincirlerini satın alarak yaptığı hamlelerde bir türlü istediği verimliliği sağlayamadı. Carrefour merkezi tarafından gönderilen yöneticiler de değişime dirençli kişisel hedefleri şirket hedeflerinin önüne geçmiş çalışanlar ile netice alamayınca bir kez daha karar masası toplandı. Carrefour-Sabancı ortaklığında 60-40 olan ortaklık yapısı değişti, eşit ortaklıkla birlikte yönetimi Sabancı devraldı.

Yönetim Sabancı'ya geçince üç önemli icraat yapıldı; Teknosa yönetimi Carrefour'a transfer edildi, SAP yazılımına geçildi, mağaza satın alması ile ciro ve pazar payı artırılmaya çalışıldı. Carrefour 2001 yılında nakit ihtiyacını gayri menkulleri (AVM vb.) İsrail asıllı bir gayrimenkul yatırım firmasına satarak temin etmişti. Sabancı da öyle yaptı, elde kalan gayrimenkullerden bir kısmı daha satılarak yüz milyonun üzerinde bir para bilançolarda iyileşme kâr olarak gösterildi. Yeni açılan mağazaların en az yüzde 50'si kâr üretemedi.

Durumu ve piyasa şartlarına göre ‘Kiler' satın almasında başarı satıcının hanesinde gözükmektedir. Ciro ve mağaza sayıları büyürken zarar da aynı şekilde büyüdü. Türkiye şartlarını iyi bilen yeni yönetim, evrensel bir bilgi birikimi ve tecrübeyi görmezden geldi. Carrefour merkezi, gidişattan duyduğu endişe nedeniyle ortağını uyardı.

Perakende sektöründe herkesin kulağına küpe yapması gereken anahtar; perakende artık ticari bir sistem mühendisliğidir. Aynı fiyatlarla aynı ürünlerle rafları doldurmak eski usul bir kırtasiyeciliktir.

Mehmet Çetingüleç - Ekonomi bu kadar kötüyken muhalefet ne ile meşgul?

$
0
0

CHP'li vekillerin son dönemde yürüttüğü faydasız tartışmalar partiyi içten içe kemirirken, gerçek gündemin saptırılmasına katkı sağlıyor.

Bakın Türkiye ekonomisi gerilim hattında; küçük ve orta boy işletmeler zorda, büyük işletmeler ise ihracattaki düşüşün, dolar ve faizdeki yükselişin kıskacında.

Varil fiyatı 5 yıl önce 120 doları gören petrol yüzde 75 ucuzlayıp 30 dolara indiği halde yaklaşık 20 milyon araç sahibinin satın aldığı benzin ve mazot fiyatlarında yüzde 10 indirim bile yapılmadı. Vatandaş dolaylı vergi yükünden bunalmış durumda. Buna karşılık yatları, uçakları, gemileri ve gemicikleri olanlar yüzde 40 indirimli yakıt kullanmaya devam ediyor.

Seçimden tek parti hükümetiyle çıkıldığı halde bir türlü toparlanamayan, hatta Japon derecelendirme kuruluşu JCR'a göre “şirket iflaslarının artacağı” bir yıla giren Türkiye ekonomisinde alarm zilleri çalıyor.

Tüketim düşüyor. Emekli maaşlarındaki iyileştirme zamlarla geri alındı. Suriye'de yeni bir maceraya atılma iştahının kabarması nedeniyle Türkiye, sadece ekonomiyle sınırlı kalmayacak tehlikeli bir sürece doğru hızla ilerliyor.

Konuşacak, muhalefet edilecek, iktidarı uyaracak o kadar çok şey var ki…

Ama CHP “Atatürk fotoğrafını indiren milletvekili kim” diye dışarıdan oluşturulmuş yapay gündemin peşine takılmış durumda. Ortaya çıktığı anda kısa açıklama ile kapatılabilecek bir konu haftalarca tartışma zemininde tutuluyor; komisyonlar kuruluyor, Parti Meclisi toplanıyor ve çalışkan bir kadın milletvekili Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor. Zannedersiniz Aylin Nazlıaka “vatana ihanet” suçu işlemiş. Soruşturma bitmek bilmiyor.

Süreç uzadıkça gazete ve televizyonlar yüzlerce yayın yaparak hem anamuhalefeti yıpratıyor hem de gerçek gündemi perdeliyor. Öte yandan, Atatürk ismine alerjisi olanların bile CHP'den fazla Atatürkçü kesilerek hesap sormaya yeltenmesi dikkat çekiyor!

Ama suç medyada değil. Konuyu partinin çeşitli organları arasında dolaştırıp medyaya malzeme verenlerde.

Sadece bu olay değil. Son günlerde yine CHP'lilerin güya “özeleştiri” olarak ortaya koydukları bir başka konu var: “CHP kamuoyunda din düşmanı gibi algılanıyor. Bunu değiştirmemiz lazım.”

Üstelik bu açıklamaları televizyonlara çıkan CHP milletvekilleri ve yöneticileri yapıyor. Çok izlenen programlara katılıyor ve Türkiye'nin gerçek sorunlarını dile getirme fırsatı yakalamışken, şimşekleri kendi partilerinin üzerine çekme başarısını gösteriyorlar! Oysa, bu zamanı geçmiş, hatalı tartışmayı tarihin çöplüğünden çıkarıp gündeme taşımanın CHP'ye hiçbir faydası yok.

İnönü'nün CHP genel başkanlığı döneminde yapılmış ve bitmiş bir tartışma. Ecevit, İnönü'ye “Partinin din karşıtı gibi algılanmasını önlemek lazım” demiş. İnönü, hak vermiş. İnançlı kesimin partiyi yanlış anlamasını önleyecek yeni bir politika oluşturulmuş ve CHP'nin oyu artmış. Ecevit ise Türk solunu dindar kesimle buluşturan “inançlara saygılı laiklik” kavramını ortaya atıp sağ kesimden de oy alarak “demokratik sol” hareketi 2000'li yıllarda iki kez daha iktidara getirmeyi başarmış.

Şimdi, günümüzden 50-60 yıl önce yapılmış ve bitmiş bir tartışmayı tekrar gündeme taşımanın ne anlamı var? Birkaç kişi size bu “provokatif” eleştiriyi getirdi diye, konuyu bilmeyen milyonlarca insana televizyon ekranlarından “bizi dinsiz olarak görüyorlar” diye hatırlatma yapmanın CHP'ye oy kazandıracağını mı sanıyorsunuz? Bu anlayışla mı 13 yıldır bocaladığınız anamuhalefetten kurtulacaksınız?

Türkiye'de yaşayanların yüzde 90'dan fazlası Müslüman ve her partiye oy veriyorlar. CHP gibi çağdaşlığı, adaleti, insan haklarını ve demokrasiyi savunma iddiasında olan bir parti, gündemde ağır sorunlar varken bu kadar lüzumsuz bir tartışmanın içerisine neden çekiliyor?

CHP'nin sorunu şu: Parti içerisinde temel politikaları ve tartışma konularını belirleyecek, hangi konularda kamuoyu oluşturulacağına karar verecek bir çalışma grubu ya da “stratejik akıl” olmadığı için herkes ağzına geleni söylüyor. Buna da “parti içi demokrasi” diyorlar. Sonuçta ne anamuhalefet canlanıyor, ne Türkiye demokrasisi…

M.Nedim Hazar - Toledo'nun etrafında tanklar var!

$
0
0

THY'nin dergisinde bu ay Norveç fiyortlarında yaşayan balıkçı Borge Iversen'in hikayesi var.

Nasıl tatlı tatlı anlatılıyor küçük bir Norveç köyündeki hayat; bolluk, bereket, mutluluk… Diyarbakır'a inince hayaller ile gerçek arasındaki can yakıcı kontrast daha da büyüyor ne yazık ki… Diyarbakır'a 4 kapıdan giriliyor malum; Mardin Kapı, Dağ Kapı, Urfa Kapı, Yeni Kapı. Türkünün dediği gibi; “Diyarbakır dört kapi/ Git bak o yar ne yapi”

Dağ Kapı'nın çevresinde barikatlar, panzerler, siperler konuşlanmış.

Hasan Paşa Hanı, 500 yıllık tarihinde ilk kez bu kadar terkedilmiş ve ıssız.

Bu mevsim sanırım kuşların göç ettiği dönemler, patlama sesleri kuşları şehrin damlarından uzak tutuyor ne yazık ki. Güvercinleriyle meşhur bir şehirde, damlara konamıyor güvercinler. Dağ Kapı'dan insanların çektiği, atsız at arabalarına yüklenmiş ev eşyaları geçiyor habire. Cumhurbaşkanı'nın ifadesiyle; göç etmiyor, yer değiştiriyorlar! Kuşların göç mevsiminde herkes tedirgin, herkeste korku hakim…

Mabetlerde bile.

Öğle namazını bekleyen müminler, öğle ve ikindi vakitlerinde Ulu Cami'nin açık olduğunu söylüyorlar çay içip sohbet ederken. Ve psikolojisi bozuk hemen herkesin.

“Çocukları ve kadınları hiç sorma” diyor bir hacı amca. Yanımda durup durup tebessüm eden ihtiyarı gösteriyor, “Bak mesela bunun hanımı iki ay önce vefat etti, hiç belli ediyor mu?” O anda herkesi derinden sarsacak bir cümle kuruyor fısıltıyla hanımını kaybeden dede: “İyi ki bugünleri görmedi rahmetli!”

Sur'da ‘yer değiştiren' vatandaşlar, civar kahvehanelerde günlerini geçiriyor.

Bak, yoğurtçu geçiyor!

Güçlü bir patlama sesi geliyor yakınlardan bir yerden. Ürküyoruz doğal olarak, “Mayın patlatıyorlar” diyor cemaatten biri. Sur ahalisi ise tamamen perişan. Kahvaltılarıyla meşhur Hasan Paşa Hanı'nda kediler koşturuyor boş masalar arasında. Bir tek müessese açık. “Müşteri geleceğinden değil, maksat açmış olalım.” diyor sahibi. Ahalinin nereye gittiğini sorduğumuzda, herkesin bir akrabasının yanına taşındığını söylüyor. Kimsesizler ise tam perişan. Bir kadın üç çocuğuyla beraber yakınlarda bir bodruma taşınmış. “Bir haftadır sobasız yerde naylonların altında yaşamaya çalışıyoruz.” diyor öfkeyle. Kızgın herkese ve her şeye. Orta yaşlı bir adam yanaşıyor ve “Köyümüzden buraya göç ettirmişlerdi vaktiyle, şimdi buradan da gitmemizi istiyorlar. Gidecek yerim yok, param da. Burada öleyim.” diyor umutsuz gözlerle.

Daracık sokaklar bomboş. Çocukların koşturduğu, seyyar satıcıların sesleriyle şenlendirdiği tarihî; sokaklarda korku kol geziyor. Seyyar yoğurtçu, “Bu sokağa girdim mi, bitirirdim köyden getirdiğim yoğurtları.” diyor elleriyle ıssız pencereleri göstererek. “Artık kimse yoğurt almıyor, değil, yoğurt alacak kimse yok.” diyor. Ve duvarlar yoğurt yemiyor ne yazık ki! En az 15 yıllık sobayı güçlükle taşıyan bir teyze, seyyar satıcı arabasına yerleştiriyor. “Satıyor musunuz?” sorusuna, “Göçüyoruz.” cevabını veriyor. Biri kız iki çocuğu ellerindeki birkaç parça eşyayı yüklüyorlar el arabasına.

Zangoç Uso ile Müezzin Nusret'in şehri

Mıgırdıç Margosyan, enfes kitabı Gavur Mahallesi'nde anlatır buraların geçmişteki halini. Surp Giragos Kilisesi zangocu Uso ile Şeyh Matar Camii müezzini Nusret'in tatlı rekabetini anlatır. Biri minareye çıktığında, diğeri de çan kulesine tırmanır ve yarışa girerlermiş.

Ermenilerin Kürtlerle, Türklerle, Yahudilerle yüzyıllarca iç içe yaşadığı mahalleler buralar. Sokakların daracık ama yüreklerin kocaman olduğu, yüzlerce kültürel rengin bir arada yaşamın sığdığı evler.

Vaktiyle yaşanan kardeşlik tablosu da insanın içini burkuyor bu sebeple: “Güneşin mahalleye düşen ilk ışıklarıyla aralanıyor gözler. Erkekler, dükkânlarını açmak için çarşının yolunu tutuyor. Kadınlar, ev işlerine girişiyor. Çocuklar için daha kalkma vaktine var. Kalktıklarında ellerine geçirdikleri ekmek parçalarını kemirmeye başlayacaklar iştahlı iştahlı, sonra da yaşı gelenler okul yolunu tutacak, diğerleri analarının başına ekşiye ekşiye sokaklarda oynayacak... Ama şimdilik sadece erkekler var sokakta. Mahallenin her yerinden onların selamlaşma sesleri yükseliyor, kimi zaman Ermenice, kimi zaman Kürtçe, Türkçe, Arapça: ‘Pariluys', ‘Aleykümselam', ‘Rojbaş'.

Cami cemaati namaz vaktini beklerken.

Bütün diller birbirine karışsa da anlamları hep ulaşıyor birbirlerine. “Boş şişe aliyam” deyip, sırtlarında torbalarıyla gezen Yahudiler de sokakta yerini aldıysa, her şey tamam demektir. O halde, mahalleye; ‘Hoş geldiniz', ‘Pari Yegar', ‘Hûn bixêr hatin'!”

Devlet ile örgüt arasına sıkışan bu insanların sesini kim duyar bilemiyorum ama bir Kıbrıs atasözünün dediği gibi, “Yumurta da taşın üstüne düşse, taş da yumurtanın, olan hep yumurtaya olur!”

Olan masum vatandaşa oluyor her zamanki gibi…

Ya Heron ya Drone!

Sur sakinleri, yakın mahallerdeki kahvehanelerde geçiriyorlar günlerini. Duvarlarında Bediüzzaman ve Yılmaz Güney portresinin işlendiği küçük halı tablolar asılı bir kahvehanede olan biteni anlamlandırabilmeye çalışıyorlar hava kararana kadar. En çok bölge sakinlerinin hendek kazdığı iddiası zorlarına gidiyor, “İnsan kendi evinin önünü, çoluk çocuğunun geçtiği yolu mayın tarlasına çevirir mi hiç?” diye soruyor bir Diyarbakırlı. “Peki bu kadar hendek açılırken hiç haberiniz olmadı mı?” diye soruyoruz. “4 ay mayınların arasında evlere gidip geldik, nasıl haberimiz olmaz.” diye çıkışıyor. Yüzü maskeli kişiler tarafından açılan hendekleri, şikayet edenler de olmuş ama bir şey yapılmamış. “Hem şikayete ne gerek var ki?” diye şiddetle karşı çıkıyor. “Hani Ortadoğu'da yaprak kımıldasa haberleri vardı?” Başıyla onaylıyor diğerleri. “Kafamızı kaldırdığımızda ya ‘Herron' uçuyor tepemizde ya ‘Dırron'!” “R”lerini vurgulayarak çoğalttığı iki hava aracı. Biri resmi, yani Heron. Diğeri ise, daha çok sivil çekimlerde kullanılan, üzerine kamera takılan mini uçan cisim; yani Drone. Fakat öyle bir vurgulu söylüyor ki, insanın aklına “Ya Herro ya Merro!” geliyor.

Ellemeyin biz iyiyiz!

“Sur, Toledo olacak.” açıklamasına acı acı tebessüm ediyor bölge sakinleri. “Bugüne kadar birileri, özgür olacaksınız, zengin olacaksınız, mutlu olacaksınız.” filan diyerek bozdu buranın düzenini. Toledo filan olmasın. Biz Sur olarak kalalım, Diyarbekir olarak kalalım. İnanın bu millet kendi haline bırakılsa bu acılar yaşanmaz.” diyor yıllardır uygulanan yanlış politikalardan sayısız acı yaşamış insanlar. Birilerinin bir şey yaptıkça yaranın daha derinleşmesi daha nasıl iyi ifade edilir bilemiyorum. Tufan'a denk geliyoruz sonra. İlkokulda öğrenciymiş okullar açıkken. Şimdi, bir kahvede 10 lira yevmiye ile çalışıyor. Babası vefat etmiş Tufan'ın, annesi ve üç kızkardeşine kendisi bakıyor delikanlı. Oyun oynayacak çağında yüklenmiş hayatın ağırlığını, hava kararmadan evine gidebilmenin telaşında o da.


Mehmet Kamış - Sessiz olun, çocuklar ölüyor!

$
0
0

Bombalarla duvarı yıkılmış, harabeye dönmüş evin önünden iki kız çocuğu yürüyor.

Nasıl bir dehşet içinde olduklarını tam olarak anlamadan, hangi savaşın içinden geçtiklerini bilmeden yürüyorlar. Muhtemelen aylardır duydukları silah seslerini ya bir film sahnesi zannediyorlar ya da olayın farkındalar ama bu sesleri (varsa ömürleri) hayatları boyunca travma olarak taşıyacaklarından haberdar değiller. Evin duvarları kurşun izleriyle delik deşik olmuş. Oyun çağının çocukları belki de bunun bir oyun olduğunu düşünüyor. Küçük kızın yüzünde belli belirsiz bir gülümseme var. Kendisini önemli bir figür haline getiren fotoğrafının çekilmesi mi onu gülümsetiyor bilinmez. Karmakarışık bir coğrafyada dünyaya gelmenin bedelinin ne olduğunu anlamadan küçücük bedenlerini kurşunlardan korumaya çalışarak yürüyorlar.

kimi gelir unumuzu alırdı

kimi gelir canımızı

kim kanundur kim eşkiya

kim dosttur kim düşman

bilemezdik arada biz kurban

Oğuzhan Köse'nin bu haftaki Aksiyon dergisinde yayımlanan Silopi fotoğraflarına bakınca insanın ruhu bir kere daha örseleniyor. Bu gördüğümüz kim bilir kaç bininci fotoğraf ama yine de ve her defasında ruhumuz bir kere daha taşlanıyor. Savaş alanına dönmüş sokakta bir yerlere gitmeye çalışan küçücük kız çocukları, insanların bu ahmak savaşında kör kurşunlara hedef olup ölen koyun sürüleri, yanmış yakılmış evler, bomba kovanlarından oyuncak yapmış çocuklar... 40 yıldır bitmeyen, bitirilmeyen ve her daim var olan ama acı şiddeti her geçen gün artan fotoğraflar. Neden Şark'ta insan bu kadar kıymetsiz, değersiz, hesapsız? Evlatlar neden bozuk para gibi harcanabilecek, buruşturulup atılabilecek değersiz bir eşya gibi görülüyor?

İçinde insan olmayan, ölümden beslenen vampir ruhlu bir idealin insani olma ihtimali var mı? Savaş ağaları müstahkem kaleler içinde, her daim koruma altında varlıklarını sürdürürken, başkasının hayatı üzerinden ölümü yüceltip, çocuk bedenlerinden siyasi güç devşiriyorlar. Ne de olsa onlar ve onların çocukları emin yerdeler.

Duygusu olmayan her savaş bir katliamdır. Silopi'de, Cizre'de, Silvan'da, Diyarbakır'da hunhar bir savaşa giren ve etrafındaki insan, çocuk, yaşlı, tarihi mekan dinlemeden her şeyi yok eden ruh terörist bir ruhtur. İçine ne kadar anlam, önem, değer, amaç, ülkü bilmem ne katmaya çalışırsa çalışsın onun tarihteki karşılığı kan içiciliktir.

Bu ruhun üzerine hiçbir şey inşa edilemez. Bu tür organizasyonlar bir tek adam rejiminin topal payandası olmaktan bir adım öteye gidemez. Bunlar muktedirlerin, masumları ezebilmesi, onların iktidarlarını tahkim edebilmesi için sadece gerekçe üretme görevlerini yerine getirir. Bugün de aynı görev için yine sahnedeler.

Güneydoğu'da insanı ve medeniyeti hunharca katlediliyorlar. Toledo'dan daha eski, Toledo kadar zengin bir medeniyet birikimi, hain bir amaç uğruna yok ediliyor ve herkes de bunu seyrediyor. Nasıl bir ruhla o tarihi mekanlara hendek açıyorsunuz, nasıl bir ruhla evlere bomba yağdırıyorsunuz, nasıl bir ruhla çocuklara kurşun sıkıyorsunuz? Nasıl bir ruhla iktidar için ortalığı kan revana çeviriyorsunuz? Tin Suresi 6. ayette söylediği gibi, ancak aşağıların en aşağısına düşen insanlar bunları yapabilir.

Atıf Keçeci - Gece ve gündüz gibi

$
0
0

Kupa maçlarına kulüpler kadar seyirciler de ilgili duymayınca müsabakalar neredeyse boş tribünlere oynanıyor.

Kadro yapılarında as oyunculara yer verilmeyişi de alakasızlığın bir başka yönü. Dün, gece yatısına gidilir gibi saate oynanan müsabakada hava biraz sıcak olsa uyuyanlara rastlamak mümkün olurdu.

Her iki teknik direktörde anlayış bu olunca rotasyon olayını biraz abartarak as elemanlarının sayıca fazlasına kadroda yer vermemişlerdi. Oyun kurmakta bu durumdan fazlaca etkilenen Konyaspor tarafı olmuştu. Alışagelmiş Aykut Kocaman futbol anlayışından uzak bir görüntüdeydiler. Sadece alan daraltıp topun her an karşısında olarak rakibin oyununu bozmak düşünceleri mahkum davramalarına neden oldu.

Beşiktaş tarafında kalede, defansın göbeğinde üç yeni isim ve de Sosa dışında lig maçlarında sürekli görev almayan isimler rakibin eksikliğinin de verdiği avantajla topla daha çok buluşma şansı yakaladı. Boyko'ya ilk yarıda bir elin parmak sayısı kadar dahi top gelmezken kazağı çimlere değmedi.

Veli-Necip ikilisi meşin yuvarlağı yanlardan oyuna sokma düşüncesini uygulamakta yeterli değildi. Kapanan bir rakibi açmanın yolu olan, topu kenarlara taşıyarak atak geliştirip olgunlaştırmak çabasını göremedik. 31'deki Cenk Tosun'un tek golü ilk yarının skor yetersizliğinin anlatımıydı.

İkinci yarıya Konya gol ayağı Rangelov'la başlayıp sonrasında orta sahadaki başarıları bilinen Ali Çamdalı takımlarını harekete geçirdi. Bu anlarda karşılıklı ataklar oyunu da biraz seyredilir hale soktu. 64'te defans Rangelov'u kaçırdı son adam pozisyonundaki Marcelo, rakibine faullü müdahale edince kırmızı kartla oyun dışı kaldı. Ceza vuruşunu Bajic'in düzgün bir vuruşla sayıya dönüştürmesi, Konyaspor'un oyuna ortak olduğu andı.

78'de Rangelov'un tehlikeli vuruşunu kornere çelen Boyko köşe atışına çıkmayınca Volkan yarı vole ile takımını galip duruma geçiren isim oldu. Dün Olimpiyat Stadı'nda gece ve gündüz kadar farklı iki devrelik futbol izlendi. Geceyi gündüze çeviren taraf 3 as elemanını devreye sokarak üstünlük sağlayan Konyaspor'du.

M.Nedim Hazar - HBS sendromu

$
0
0

Modern dünyanın açtığı pek çok belayı daha keşfetmediğimiz için, birçok sıkıntımızın henüz farkında olmadan yaşayıp gidiyoruz.

Öyledir; bir rahatsızlık eğer tanımlanmamışsa, yok sayılabiliyor. Modern tıp, bugün hastalık olarak gördüğü pek çok sendromu düne kadar bilmediği için geçmişte öyle hastalıklar yoktu zannediyoruz. Aslında olmayan teşhis ve tedaviydi. Panikatak örneğin… Son devrin rahatsızlığı olduğu için, geçmişe yönelik uzman teşhislerindeki belirtileri toparlayarak, insanların eskiden de bu rahatsızlığı yaşadığını öğreniyoruz ancak…

Neyse, yazımızın konusu bu değil. İnsanlar gibi çevrenin de hasta olabileceğini/olduğunu söylüyor bugün bilim. Şüphesiz, bu rahatsızlıkların hemen hepsi insan kaynaklı. Ama netice değişmiyor, tıpkı insanlar gibi, mekânlar da hastalanabiliyor. Üstelik az buz bir oran da değil hasta mekân sayısı. Misal, Dünya Sağlık Örgütü'nün raporuna göre yaşadığımız binaların yüzde 30'a yakını hasta. Bakın yaşlılıktan bahsetmiyorum, hastalık diyorum. Zaten, hasta olan binaların neredeyse tamamı yeni ya da tadil edilmiş binalar. Uzmanlar buna Hasta Bina Sendromu (HBS) diyorlar. Hasta olan bina, bittabi içinde yaşayanları da hasta ediyor.

Merhum şair “Şimdi bir nesil geldi, üst üste binenlerden/göğe çıkalım derken, boşluğa inenlerden” diyor ya, modernizmin yeryüzüne diktiği yüksek binalar, kapalı ortamlar, camı açılmayan odalar, elektronik alet edevat; tekmili birden bu hastalığı oluşturuyor. Kitabi tanım ve belirtileri şöyle; daha çok yüksek mevkide ve teknolojide tasarlanmış ofislerde görülen bir sendromdur. HBS belirtileri öncelikle yorgunluk hissi, baş ağrısı ve baş dönmesiyle başlıyor. Ardından değişken ruh hali, uyku düzensizliği, konsantrasyon bozukluğu, unutkanlık, ciltte kuruluk, solunumda bozukluk gibi belirtilerle kendini gösteriyor.

Tedavisi ise basit aslında. Elbette ağırlaşmamışsa durum. Hastalık ilerlememişse. Bahse konu binalardan uzaklaşınca belirtiler büyük oranda kalkıyor. Ancak önemsenmeyip, bir de buna iş stresi eklenince tedavisi çok zor ruhi ve fiziki rahatsızlıklar kalıcı olmaya başlıyor.

Dolayısıyla, öncelikli çözüm açık havada yaşamakta ısrar etmek. Yine Dünya Sağlık Örgütü'nün rakamlarına göre, günümüz insanları zamanlarının yüzde 90'ını kapalı mekânlarda, bu oranın yüzde 70'ini iş, geri kalanın yüzde 20'sini ise ev ortamlarında geçiriyor. Örneğin, ABD'de yaşayan insanlar, zamanlarının yüzde 89'unu, gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanlar da zamanlarının yüzde 79'unu kapalı ortamlarda geçiriyor. Kapalı mekânlardaki hava kalitesi hiçbir zaman açık alandaki gibi olmadığı için, ne kadar dikkat edilirse edilsin hastalığın şartları oluşmaya başlıyor. Buna bir de ofis ve evlerdeki sentetik malzemeler, elektromanyetik alanlar eklenince insan bedeni ve ruhu hasar görmeye devam ediyor.

HBS Sendromu'nun semptomları ise şöyle: Göz, burun ve boğazda tahriş, baş ağrısı, baş dönmesi, bulantı, kusma, fiziksel ve zihinsel yorgunluk, hafıza kaybı, konsantrasyon eksikliği, deride kızarıklık, ağrı, kaşıntı ve kuruluk, astım benzeri semptomlar, göz ve burun akıntısı, koku ve tat duyusunda değişiklikler…

Semptomların tedavi yöntemleri belli. Ancak uzmanlar bu aşamaya gelmeden çok daha basit ve kalıcı bir çözümü daima tercih ediyorlar; dışarı çıkın, hayatınızın önemli bir bölümünü açık havada yaşayın. Bunu yapamıyorsanız camlarınızı açın, balkonlara çıkın…

İnsan, bitmek bilmeyen bir hırs ve iştahla hastalık yayıyor. Çevreyi hasta ettiği gibi, binalarını, odalarını da hastalandırıp, sonunda yine kendi çekiyor cezasını.

Şahin Alpay - AB'nin ihaneti mi?

$
0
0

“Erdoğan, Kasım 2011'de Beşar Esad'ın iktidarı bırakmasını istediği zaman, bunu Suriye başkanının bir baskı rejimini temsil ettiği gerekçesine dayandırıyordu. Aradan dört yıl geçtikten sonra kendisi bütün gücü elinde toplayan liderlerden biri haline geldi. Bu belki tarihin bir cilvesi, ama bu gelişmeyi dünyanın, özellikle de Avrupa Birliği'nin somut ve görünür bir şekilde kaydetmesi gerekirdi.”

Bilkent Üniversitesi sosyoloji profesörü Elisabeth Özdalga'nın, bağımsız bir araştırma kuruluşu olan İsveç Dış Politika Enstitüsü'nün “Dünya Politikasının Güncel Sorunları” adlı aylık dergisinin ocak sayısı için kaleme aldığı, “Turkiet i Erdoğans Grepp / Erdoğan'ın hükmettiği Türkiye” başlığını taşıyan makale, yukarıda aktardığım paragrafla son buluyor. Türkiye ve Ortadoğu ülkelerinde din ve siyaset ilişkisi üzerine araştırmalarıyla tanınan Özdalga'nın makalesi, Türkiye'nin AKP iktidarı altındaki serüveninin 30 küçük sayfaya sığdırılan, mükemmel bir analizi.

Özdalga'nın makalesini bitirirken üzerinde durduğu nokta, gerek ortak değerler gerekse stratejik hedefler açısından giderek Batılı müttefiklerinden ayrılmakta olan Erdoğan yönetimindeki Türkiye ile AB arasında Avrupa'ya mülteci akınını durdurmaya yönelik anlaşmanın yol açtığı tepkiler. Bu bağlamda Almanya Başbakanı Angela Merkel'in Türkiye ziyaretinin kasımda yapılan seçimler öncesine rastlamasının, Avrupa Komisyonu'nun Türkiye ile ilgili yıllık İlerleme Raporu'nun açıklanmasının ise sonrasına ertelenmesinin Türkiye'deki özgürlük ve demokrasi yanlıları tarafından, AB'nin giderek otoriterleşen ve insan hakları ihlalleri ayyuka çıkan AKP iktidarına dolaylı desteği, bir tür Türkiye'ye ihaneti olarak yorumlanması.

Bu tür yorumlar hakkında daha önce de yazdım (bkz. “AB'den ne bekleyebiliriz?” Zaman, 31.10.2015) Gelişmeler yeniden yazma ihtiyacını hissettiriyor. Evet, AB çok uzun süre Suriye'de yaşanan trajediye seyirci kaldı. Bunun bir anlamda bedelini de geçen yıldan itibaren görülmemiş büyüklükte bir mülteci akını ile karşı karşıya kalarak ödüyor. Bu da üyelerin çoğunda ekonomik krizin aşılamadığı, başta Polonya ve Macaristan olmak üzere üye ülkelerin bir kısmında otoriter yönetimlerin iktidara geldiği, birçoğunda ırkçı, AB düşmanı akımların yükselişe geçtiği bir konjonktürde yaşanıyor. Birkaç aydır Yunan ekonomik krizi AB'de konu bile olmuyor. Kısaca, AB kendi derdine düşmüş vaziyette.

Bu ortamda Brüksel'in mülteci akınının denetim altına alınması için Ankara ile işbirliği ihtiyacını duymasında şaşılacak bir şey yok. Geç kalmış olmakla beraber Merkel öncülüğünde AB'nin, yapılacak mali yardımlarla Ankara'nın yükünü paylaşma çabasına girmesi, (eğer gerçekleşirse) yurttaşlarına vize muafiyeti tanınması, katılım müzakerelerinde yeni fasılların açılması muhakkak ki Türkiye'nin lehine olur.

İktidarlar geçicidir; AKP iktidarı bugün var, yarın yok; önemli olan Türkiye'nin uzun vadeli çıkarları. Eğer AB, mülteci yükünü paylaşacaksa, daha önemlisi Türkiye'nin ortaklığının değerini anlayacaksa, bu elbette ki olumlu karşılanmalı. Eğer karşı karşıya olduğu sorunları aşıp demokrasisini yeniden ayağa kaldıracaksa Türkiye'nin AB'den uzaklaşmaya değil, AB'yle yakınlaşmaya ihtiyacı var. AB'nin göç krizini aşarak, ırkçı sağın yükselişini önleyerek güçlenmesi, muhakkak ki, Türkiye'nin de yararına.

Nihayet, hem otoriterleşme hem de iç kargaşa anlamında “Suriyeleşme” tehlikesiyle karşı karşıya oluşumuz, Brüksel'in değil Ankara'nın tercihlerinin sonucu. Suriye'de büyüyen trajedide, başkaları yanı sıra Ankara'nın izlediği politikaların sorumluluğu az değil. Çoğu husumet duyan komşularla kuşatılmış bir durumda kalmamız, “Şanghay Beşlisi”ne katılma hayallerinin berhava olması, AKP iktidarına bile AB çıpasının ne denli değerli olduğunu hatırlatmıyor mu?

Ahmet Selim - Düşünce eğitimi işini beceremedik

$
0
0

Gençliğimizde çeşitli kitaplar okuduk. İstanbul Lisesi'ne giderken her öğlen tatilinde yokuşun kitapçı dükkanlarını gezerek geçirdik.

Üniversitede Sahaflar başlıca uğrak yerimizdi. Harçlıklarımızı 2-3 günde bir kitap alacak şekilde kullanırdık. Sonunda öyle bir noktaya geldik ki “ne kadar kitabın var?” denilse “evime sığdığı kadar” cevabını vermek doğru olurdu. Ondan ötesi; evin biraz genişlemesi ve listelerin yenilenmesi tarzında yürüdü. İşin en sıkıntılı tarafı evin bazı köşelerinde “odun istifi!” gibi kitap yığılmaları oluşmasıydı. Eski bir kitap lâzım olur, onu o istiften çekip çıkarmak çok eziyet verirdi. Şimdi de öyle, dün de öyleydi.

Şu sıralar eski kitapları karıştırmam gerekiyor. “Benim aklımda mı öyle kalmış?” merakıyla… Şimdi bir cümle aktaracağım size: “Biz Garb'ın iki şeyini yanlış anladık. İki yüzünü tersinden gördük: İlmini ve ahlâkını. Garblılaşmak isterken, onun ilmini alıp ahlâkını almama kararını verdik. İlmin ve ahlâkın aynı kökten çıktıklarını bilemedik.”

Kimin bu cümleler? Nurettin Topçu'nun! (Garbın İlim Zihniyeti ve Ahlâk Görüşü) Bu sözler 1955'te söylenmiş. Rahmetli Topçu benim liseden hocamdı, kanaatleri buydu. Bana göre Batı'nın istisnai bir hattını genelleştirmesi yanlıştı; sonra tahavvülat geçirdi bir miktar. Gençler 60'larda 70'lerde nice kitaplar okudular. Bu kitaplar süzülmesi gereken kitaplardı, fakat süzemediler. Tam seçemediler ve sonra da süzemediler. Birkaç nesil dalgalanıp durdu. Çok iyi niyetliydiler, fakat teslimiyetçi bir safiyet heyecanı içindeydiler aynı zamanda. Bunun en çarpıcı tezahürü, bir kavramlar kargaşası içinde kendi düşünce üretiminin sentezini yapmakta acze düşmeleriydi.

Kemal Tahir “Biz namusumuzu koruduk geri kaldık; Avrupa, namusunu pazara çıkardı, para kazandı” demiş. Nurettin Topçu Hoca'mın yukarıdaki sözüyle ne kadar çelişkili bir iddia.

1960'lı yılların sonlarıyla 1970'li yıllarda bir tercüme furyası başladı. Bu bir başka âlemdi. Üçer beşer kitap okuyanlar ayrı bir yöne savruluyordu. Geçmişiyle sıhhatli bir ilişki kurmamıştık zâten, daha şaşırtıcı ve bocalatıcı çalkantılar yaşanıyordu. Gençler mâzur sayılırdı. “Verimli okuma” işi gerçekten çok zordu. Cemil Meriç, “düşen, tutunacağı dalı seçmez” diyordu. Lise'den hocam olan Topçu Hoca “Anadolu (İslâm) sosyalizmi” demeye başlamıştı…

1959'da Türk Yurdu isimli bir dergiye rastladım ve bayıldım. Nasıl mükemmel bir dergiydi bu. Aksaray'dan Karagümrük'teki evimize kadar onu okuyarak yürümüştüm. Sevmiyordum polemik ve ifrat neşriyatını. İnönü'nün başına taş atılmış; Büyük Doğu'da bir kapak: “Küçücük bir taşın açtığı yarayı örten flaster ne demek; koca bir güllenin yere sereceği leşi örten kefenden haber!” Açıp okumadım bile. Zaten başı dertte olan Menderes'i zor duruma sokuyordu. Oysa Üstad hârika “yön vericilik” yazıları yazabilirdi.

Gençlerin işi çok zordu. Böyle bir temyiz ve tefrik zaruretini Batı gençliği yaşamamıştır.

9. Hariciye Koğuşu'nda “Ameliyat masasında korkmaktan korkuyorum” şeklinde beni çok etkileyen enfes bir cümle var. İslamcı bir ünlü, “ne saçma bir duygu!” diye yazdı. Ve ben hayrete değil, dehşete düştüm. Nasıl okuyor da bu kadar farklı ve irtibatsız olabiliyoruz?

Hangi tarlalardan neler seçip aldık, onları nasıl kullandık, bütünlüğümüzü kurmayı ne ölçüde başarabildik? Düşünce cehaleti bilgi cehaletinden çok daha dramatiktir.

Bugün hangi noktadayız? Âhenkli bir kavramlar düzeninde değil, bir kavramlar curcunası içindeyiz. Karşımızda bir sürü devâsa mesele var, ama bunları çözecek fikrî; birikimimiz yok, sadece gerginlikler ve kutuplaşmalar var. Gelişmiş demokrasiye hâlâ hasretiz.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live