Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Mümtaz'er Türköne - Kim kazanacak: Saray mı, beyler mi?

$
0
0

AK Parti'ye kimliğini ve kişiliğini veren isimlerin Saray'a karşı başlattığı isyan büyüyerek devam ediyor.

Cumhuriyet'in dünkü manşeti herkesin bildiği gerçeği ilan ediyor; kulis haberlerini doğrular biçimde Başbakan Davutoğlu ile Saray arasındaki iplerin koptuğunu haber veriyor. Saray ile Hükümet ve Parti arasında, ağır topların yoğun bombardıman ile devreye girdiği iktidar için verilen kavga artık açıktan yürütülüyor. Geniş iktidar cephesinin “bu bizim iç sorunumuz” diye geçiştiremeyeceği kadar önemli bir sorun bu; çünkü ülkenin kaderi biraz da bu kavganın sonuna bağlı. Sonunu öngörmek için kişilerden ve duygusal tepkilerden uzak durmak lâzım. Türkiye, önüne çıkan fırsatları kendi otokrasisini kurmak için kullanan bir lider ile eski yoldaşları arasındaki kavgaya sıkışmayacak kadar büyük bir ülke. Bir rüzgâr gelir, temelleri çok sağlam duran ve ihtişamlı görünen nice saraylar yerle bir olur. Muhalefet sorunu her zaman vardı; ama bu ülkenin iktidarsız kaldığı hiçbir vakit görülmemiştir.

Hüseyin Çelik'in dün Ahmet Hakan'a söyledikleri arasında en çarpıcı olanlardan biri, 1 Kasım seçimlerine dair yorumuydu. Çelik 1 Kasım'da vatandaşın bir kısmının AK Parti'ye “kahrede kahrede” oy verdiğini söylüyor. İnsanlar MHP ile HDP arasına sıkışıyor, CHP göz doldurmuyor, borcu harcı olanlar da istemeye istemeye iktidarın devamını istiyor. Çelik, “7 Haziran'ı unutmayalım” diye de kulakları çekiyor.

Toplumu bir iktidara istemeye istemeye mahkûm eden mecburiyetler, otokrasinin de besin kaynağını oluşturuyor. Hiçbir toplum dikta rejimine güle oynaya gitmez; endişeleri yüzünden sadece teslim olur. CHP'nin, MHP'nin, HDP'nin gideremediği, tersine çoğalttığı bu endişeleri peşinen karşılayarak dikta arayışına engel olma kapasitesine sahip oldukları için Bülent Arınç'ın, Hüseyin Çelik'in söyledikleri çok önemli. Saray'ın sağladığı istikrar ve güven, bastırdığı korkular sadece Erdoğan'ın tekelinde değil ki. Ülkeyi tek bir kişinin aklına ve vizyonuna teslim etmek yerine, o tek kişiyi de aralarından çıkartan ekibi nasıl göz ardı edebilirsiniz?

Kişiler bugün varlar, yarın yoklar. Tek kişinin yönetimi hem çok riskli hem de akılsızca. Çözüm Süreci tek bir kişinin emirleriyle yürütülmeseydi, bu kadar hata hem de üst üste yapılır mıydı? Bülent Arınç Dolmabahçe Mutabakatı ile, sistematik hale gelen bu hataları gündeme getiriyor. PKK, Nevruz'la birlikte Güneydoğu'da genel bir kalkışmayı bağıra bağıra ilan ediyorsa, Başbakan engellemek için koşturup duruyorsa, ülkenin Cumhurbaşkanı sanki sözü ve nüfûzu geçmiyormuş gibi bu çabaları uzaktan değersiz ve beyhude ilan ediyorsa terör sorununu çözümsüz hale getiren esaslı bir iktidar sorununuz var demektir. Bu sorunu çözmeden hiçbir sorunu çözemezsiniz. Ekonomi, iplerin tek kişinin eline geçtiği bir komuta-kontrol manzarası gösteriyor. Sermaye güvencesinin olmadığı, devletin ekonomik alandaki iktidar araçlarının kırbaç gibi özel sektörün sırtında şakladığı bir düzende üretimi, istihdamı, verimliliği nasıl artırabilirsiniz?

Hüseyin Çelik, AK Parti'nin ilk 50 isminin yüzde 98'inin bugün iktidar mekanizmasının dışında olduğunu söyleyerek, tek adam yönetiminin keskin kontürleri olan bir fotoğrafını veriyor. Erdoğan'a ne kadar güvenirseniz güvenin ülke için bu fotoğraf hiç iyi değil. Lider siyasetin doğasına uygun olarak eline geçen fırsatları kendisine yontabilir. Bugünün kutuplaşmış-kavgalı Türkiye manzarası, özellikle kriz fırsatlarından çıkartılmış bu güç ve iktidar hesaplarının eseri değil mi? Yüzde 50'nin desteğini, yüzde 50'nin düşmanlığına borçlu iseniz, vay o memleketin haline.

Kapıkullarını boşverin; onlar kim gelirse “padişahım çok yaşa” diyecektir. Bülent Arınç ve Hüseyin Çelik gibi ehl-i hâl ü akd'in başkaldırısı bir iktidarın değil, ama bir tek adamlık hevesinin sonunu getirebilir.


Melih Arat - İftarlık Gazoz'dan kariyer dersleri

$
0
0

Yüksel Aksu'nun yönettiği İftarlık Gazoz filminin çocuk yıldızı Berat Efe Parlar'ı ilk kez Mesut Yar'ın programı “Burada Laf Çok”ta gördüm.

12 yaşındaki Berat Efe, filmin yönetmeni Yüksel Aksu, Cem Yılmaz ve filmin geri kalan ekibiyle çıktıkları programda çok ilginç diyaloglar karşımıza çıktı. Mesut Yar'ın “Film işlerine ne zaman girdin?” sorusuna, dört yaşında Tadelle reklamı, sigara karşıtı bir kamu spotuyla başladığını söyleyerek cevap verdi. Cem Yılmaz'ın “Bizden uzun kariyeri var.” diye espri yaptığı Berat'ın rol aldığı film ve dizilerin miktarı inanılmaz. Berat Efe, bugüne kadar Arka Sokaklar, Ezel, Fatmagül'ün Suçu Ne, Geniş Aile, Küçük Kıyamet, Düğün Dernek, Poyraz Karayel ve en son olarak İftarlık Gazoz'da rol almış. Bu liste benim kısaltarak yazdığım bir liste. Berat Efe'nin Mesut Yar'ın programında konuşmasını izlerseniz ne kadar olgun ve akıllı olduğuna şaşırırsınız. Cem Yılmaz, Berat Efe için, “Kendine iyi bakmış, yaşını göstermiyor, aslında 40 yaşında.” diye şaka yaptığı Berat Efe gerçekten sıra dışı bir çocuk. Konuşmaları, duruşu ve mimikleri tam bir profesyonelin yansıması.

Berat Efe'nin kısa ama verimli yaşamından ne ders çıkarabiliriz? Birincisi çalışma hayatına bir an önce atılmak gerçekten çok önemli. Erken kalkan yol alır atasözüne uygun olarak olabildiğince erken çalışmaya başlamak gerek. Gençlerin en önemli eksiklikleri neler diye düşününce, ilk aklıma gelenler şunlar: Disiplinleri yok, sağlıklı iletişim kurmayı bilmiyorlar, çeşitli iş ve projelerde deneyimleri olmadığı için farklı işlerdeki insanların yaptıklarını, sorunlarını anlayamıyorlar ve dolayısıyla büyük resmi göremiyorlar.

Tabii erkenden iş hayatına atılalım derken, okulu bırakalım demiyorum. Okulun yanı sıra mümkün olduğunca çalışalım diyorum. Çalışma hayatına atılmanın bizi geliştireceğini anladığımız ilk anda hemen bir işe girmeye çalışmalıyız. Bu işin ne olduğu da o kadar önemli değil. Elbette yazılım veya oyun endüstrisi gibi çağdaş, geleceği olan bir iş kolu bulabilirsek ne âlâ, ama onu bulamasak bile emek yoğun bir iş bile olsa o işin bize katacaklarını hesaba katarak çalışmak lazım. Diğer bir deyişle emek yoğun olsa da bir eczanede ya da berberde çıraklık bile önemli birer iştir. Berat Efe, “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisinde Osman isimli karakterin denize düşme sahnesinde dublörlük yapmış. Köpekbalıklarıyla dolu bir havuza yüzme bilmediği halde dublör olarak atılmış. Şimdi bu örneğe bakarsak 12 yaşında Cem Yılmaz ile başrolü paylaşan bu çocuk, deyim yerindeyse emeğiyle, köpekbalıklarıyla savaşarak buraya gelmiş. Bu örneği şunun için veriyorum, yazıyı okuyan öğrenci arkadaşlar, “Hocam film vardı da biz mi oynamadık?” demesinler, buldukları ilk işte çalışmaya başlasınlar.

İş hayatı insana sorumluluğu, disiplini, oturmayı kalkmayı, fırça yemeyi ve fırça yememeyi öğretir. Bunların yanı sıra insanların ne kadar tuhaf olabildiğini, ezilmenin ne demek olduğunu, haksızlıkları, ayak oyunlarını ve bunların üstesinden nasıl gelineceğini de öğretir. Elbette uzun yıllar farklı iş ve projelerde çalışan insanlar geniş bir çevre de edinirler. Bu olağanüstü öğrenme sürecine başlamak için bir an önce bir iş başvurusu yapmanızı öneririm.

Ali Yurttagül - Bayan Merkel'in Türkiye ilgisi

$
0
0

Kısa bir zaman dilimi içerisinde üçüncü Merkel-Davutoğlu görüşmesi, Merkel'in üçüncü Türkiye ziyaretini yaşadık.

Türkiye, alışmadığı bir Berlin ilgisi ile karşı karşıya. Bu “aşırı” ilginin sırrı biliniyor, sığınmacılar meselesi. Halep, Rus hava gücünün desteği ile Esed-İran-Hizbullah güçlerinin eline geçerse yüz binlerce sığınmacının Türkiye sınırına dayanacağı biliniyor. Türkiye bu insanlara kış gününde sınırı uzun süre kapalı tutamaz. Türkiye'ye kaçan Suriyeli sayısı kısa zamanda 3 milyonu geçer. Almanya da benzer bir durumla karşı karşıya. Son 12 ayda bir milyon civarında sığınmacı kabul etmiş. ‘Bu yıl için de durum farklı olmayacak' deniyor.

Suriye'de ise kriz derinleşiyor. Cenevre görüşmelerinin başlamadan tıkanması iyiye alamet değil. Rusya ve İran, tüm olanakları ile Esed rejimini kurtarmak için şehirleri, köyleri bombalıyor. Halep üzerine atılan varil bombaları, bu tarih incisi şehri de harabe yığınına dönüştürdü. İran ve Rusya başarılı olsa bile, sonuç Suriye'de iktidarda iken çökmüş harabe bir rejimin kısmen ayakta tutulmasından ibaret olacak. Ama artık eli dirseğine kadar kana bulanmış bir rejim, Suriye ve bu ülkeden kaçan milyonlarca sığınmacı açısından bir felaket senaryosu. Olaya stratejik bakan İran, Rusya için krizin derinleşerek sürmesi sorun olmayabilir. Milyonlarca sığınmacı ile karşı karşıya olan Türkiye, Lübnan veya Almanya için sorun. Bayan Merkel'in Türkiye ilgisi de buradan kaynaklanıyor. Hatta sığınmacılar meselesi Bayan Merkel için siyasi varlık meselesine dönmüş bulunuyor.

Almanya'da en sağlıklı düşünen çevreler bile sığınmacılara “açık kapı” politikasının mümkün olmadığını, sığınmacı sayı ve politikasının yönetilir olması gerektiğini düşünüyor. IŞİD'in Paris ve İstanbul saldırısından sonra olay güvenlik boyutu ile de gündemde. Araştırmalar, hükümetin sığınmacı politikasını iyi yönetmediğini düşünenlerin % 80'in üzerinde olduğunu söylüyor. Her bakımdan çok başarılı bir politikacı olmasına rağmen, Bayan Merkel'in popülaritesi artık % 48. Dört haftada % 10 civarında bir düşüş. Tüm bu sayılardan daha önemli veri ise ırkçı ve İslam karşıtı AfD % 10 ve üzerinde bir seçim başarısına yürüyor. Gerçi aşırı sağ, ırkçı bir partinin seçim başarısı Almanya'ya özgü bir sorun değil. Fransa, Hollanda veya Danimarka'da durum daha vahim. Ama Almanya, bu konuda ağır ve derin tarihi yaralar taşıyan bir ülke. AfD'nin seçim başarısı Bayan Merkel'in yenilgisi olarak okunacak. Bayan Merkel, bu sorunu aşmak için iki yönde yol almaya çalışıyor.

Avrupa Birliği'nde dayanışma arayışının çıkmaz sokak olduğu artık biliniyor. AB'nin 28 üyesinden 20'si sığınmacı istemediği gibi, ortak bir AB politikasına da karşı. Bayan Merkel'in bu yolda mesafe alması zor. Hatta olay AB krizine dönüştü diyebiliriz. Schengen sistemi derin yara aldı. Bayan Merkel, sadece sığınmacı politikası değil ve AB krizi ile de yüz yüze.

“Anahtar ülke” dediği Ankara yolunu aşındırması bu yüzden tesadüf değil. Ankara, gerçekten Bayan Merkel için “kurtuluş” olabilir. Ankara'nın çok şey yapmasına da gerek yok. Sorununun “yönetilir” olduğunu göstermesi yeter. Korkuların kaynağı, aşırı sağın kullandığı da bu belirsizlik. Almanya'da kimse sığınmacıların gelmesi tümden duracak diye bir beklenti içerisinde değil. Alman ekonomisi zaten göçmen işgücü arayışı içerisinde. Yılda 350 bin sığınmacıyı ekonomiye kazanabiliriz diyor, iş ve işçi bulma kurumu. Olayı Ege Denizi'nde çocuk cesetlerinin kıyıya vurmasını göze alan insan tüccarlarının elinden almak yeter. Ankara'nın “açık kapı” politikası doğru, Avrupa'dan dayanışma beklemekte haklı. Bayan Merkel eli boş gelmiyor. Üç milyar gibi önemli bir kaynağı oluşturduğu gibi, sığınmacı almaya da hazır. Davutoğlu-Merkel köprüsü ilişkilerde yeni bir sayfa açabilir.

Bayan Merkel de mesafe almak istiyorsa iki konuda hassas olmak zorunda. AB-Türkiye ilişkilerinde güvenirliği etkin kılmak. Kredibilite meselesi. Bu sağlanırsa ikinci konuda, basın özgürlüğü, insan hakları ve hukuk devleti konusunda da konuşabilir ve sözünün özgül ağırlığı yüksek olur. Kendisi ve Türkiye kazanır.

Unutmayalım ki, Avrupa'da AfD gibi aşırı sağın güçlenmesi sadece AB süreci için değil, bu süreçten bağımsız Türkiye ekonomisi için de riskler içeren bir tehlike. Kader birliğine zorlayan hattı seçebiliyorsunuz, değil mi?

Seyfettin Gürsel - Suriyeli mültecilerin ekonomik etkileri

$
0
0

Yeni bir mülteci akınının eli kulağında. Halep'te yoğunlaşan savaş yüz binlerce Suriyeliyi sınıra doğru harekete geçirdi.

Hükümet sözcüsü, mülteci sayısının 600 bine kadar çıkabileceğinden söz ediyor. Çoktandır sayıları 2 milyonu geçen Suriyeli mültecilerin çok tartışılan ekonomik etkileri üzerine yazmak istiyordum. Artık zamanı geldi diye düşündüm ve konuyla ilgili araştırmalara göz attım. Öne çıkan bulguları özetlemek istiyorum.

Mültecilerin sadece 265 bini AFAD'ın oluşturduğu 25 kampta yaşıyorlar. Yaklaşık 2 milyon mülteci Türkiye toplumuna az ya da çok entegre olmuş durumda. Toplam nüfusun yüzde 2,5'ine ulaşan mültecilerin nüfus ağırlığı Suriye'ye komşu bölgelerde yüzde 10'u buluyor. Kilis ilinde ise mülteci nüfusu yerel nüfusun yarısını geçmiş durumda. Dolayısıyla mültecilerin özellikle sınır bölgelerinde ekonomiye yaptıkları muhtemel etkiler önemli bir gündem konusu ama bu konuda henüz az sayıda araştırma mevcut. Ayrıca bu araştırmalar özellikle işgücü piyasası açısından farklı bulgular sergiliyor.

Enflasyonist etki konusunda tam bir görüş birliği var. Bölgesel TÜFE endeksi Gaziantep, Adana gibi mülteci yoğunluğuna sahip belgelerde Türkiye ortalamasının üzerinde seyrediyor. Aralık 2015 itibarıyla ülke genelinde tüketici enflasyonu yüzde 9,6 olurken, Adana ve Gaziantep bölgelerinde artış yüzde 10,8 oldu. Enflasyon farkı büyük ölçüde yüksek kira artışlarından, kısmen de gıda fiyat artışlarından kaynaklanıyor.

Görüş ayrılıkları, istihdam ve ücret etkileri konusunda gözlemleniyor. Bu anlaşılır bir durum çünkü Suriyeli mültecilerin çalışma ve gelir durumlarına dair resmî; istatistik yok. Dolayısıyla mevcut araştırmalar muhtemel etkileri dolaylı yollardan ekonometrik yöntemlerle tahmin ediyorlar. Bu tür tahminlerin farklı bulgular sergilemesi doğal.

Örneğin özel anket verilerinden yola çıkan ORSAM raporu Suriyeli mültecilerin yerellerin çalışmak istemediği alanlarda çalıştığını, dolayısıyla dikkate değer bir ikame etkisi olmadığını iddia ediyor. Benzer bir iddia Bonn merkezli IZA'nın bir araştırmasında da söz konusu (The Impact of Refugee Crises on Host Labor Markets: The Case of the Syrian Refugee Crisis in Turkey). Mülteci yoğun bölgelerle diğer bölgeler karşılaştırıldığında farklı vasıf düzeylerinde istihdam oranlarının etkilenmediği sonucuna varılıyor. Bununla birlikte sınır bölgelerine yönelik iç göçün belirgin ölçüde yavaşladığı gözlemleniyor. Bu bulgunun dolaylı bir ikame etkisine işaret ettiği söylenebilir.

İnceleme fırsatını bulduğum araştırmalar arasında en yenisi ve bana göre en ikna edici olanı Dünya Bankası'nın geçen ağustosta yayınladığı araştırma (The Impact of Syrian Refugees on the Turkish Labor Market). Yeni bir ayrıştırma yönteminin kullanıldığı çalışmada istihdamdaki mültecilerin özellikle kayıt dışı, düşük vasıflı ve kadın çalışanları işlerinden ettiği gösteriliyor. İkame oranının neredeyse bire bir olduğu hesaplanıyor. Bununla birlikte bu ikameye rağmen ilgili bölgelerde işsizliğin artmadığı görülüyor. Bu sürpriz bulgunun iki nedeni söz konusu: Bir yandan genç kızların okula devamlılığı artıyor, diğer yandan da işlerini kaybedenler işgücü piyasasından çekiliyor. Dolayısıyla işgücü arzı geriliyor.

Dünya Bankası araştırmasının bir diğer ilginç sonucu da mültecilerin varlığının ve kısmen istihdam edilmelerinin sınır bölgelerinde ekonomik faaliyeti hızlandırmaları. Bu gelişme yüksek vasıflı iş arzının artmasına ve bu artışın yereller tarafından karşılanmasına yol açıyor. TÜİK'in izlediği istihdamın bileşiminde yaşanan bu değişim, diğer araştırmaların bulgularının aksine, ortalama ücreti yükseltici bir etki yapıyor. Düşük ücretliler istihdamdan çıkarken yüksek ücretlilerin ağırlığı artıyor.

Sonuçta Suriyeli mülteci akınının etkilerinin işgücü piyasasında zannedilenden daha karmaşık olduğu, olumsuz etkilerle olumlu etkilerin bir arada yaşandığı anlaşılıyor.

Ahmet Çakır - Gol yemeden oynamam abi!

$
0
0

Korkunç bir 45 dakika izlemek zorunda kaldık. Onmilyonlarca dolar değer biçilen oyuncuların bu sahalarda oynamak zorunda kalması gibisinden çok haklı tepkilere kimsenin kulak asmadığını biliyoruz.

Daha önceki sezon başında oynatılan Süper Kupa maçından bu yana süregiden rezalet karşısında kimsenin kılı bile kıpırdamıyor. Biz böyle de yaşayabiliyoruz. Boşver abi, bişey olmaz...

Galatasaray'ın kupa tesellisine şiddetle gereksinmesi var. Sadece teselli de değil felaket bir sezonun tek getirisi olabilir. O nedenle Mustafa Denizli rotasyondu bilmem neydi gibisinden işlere girmemişti. Burak'ın gidişi, Sinan'ın sakatlığı ve Podolski'nin hastalığı, özellikle gol atma yönünde başedilmesi zor durumlar. Umut'un yüzdeyüz iyiniyet, sıfır verim şeklindeki oyunu neyin çaresi olabilir? O zaman Olcan'ın ters taraftan gelip atacağı şutlarla, öteki kanattan da aynı işi Sneijder'in yapmasına kalmıştı gol umudu.

Böyle bir zeminde bu tür hesapların tutması mümkün değildi. Yetmiyormuş gibi şiddetli rüzgar oyunu biraz daha bozdu. İlk yarının sonuna doğru ışıkların da azalmaya başlaması “bu ülkede futbol oynanması sahiden gerekli mi?” sorusunu sorduracak gibiydi. Evsahibinin yakaladığı en önemli pozisyonda hakemin faulü kaçırması Cim Bom'a çok pahalıya malolabilirdi, bunu Muslera önledi.

Galatasaray'ın gol yemesi, Denizli'nin çözüm bulmaktan umudu çabuk kestiği bir sorun. Öncesinde çok daha uygun durumda Sneijder rakip kalecinin üzerine vurup golü kaçırırken, Rodallega 25 metreden köşeye sert plaseyi yolladı. “Gol öyle değil böyle atılır” dercesine klas bir vuruştu bu. Golde topu getiren Muğdat'ın katkısı da büyüktü. Aynı oyuncunun birkaç pozisyonda biçerdöver hamlelerinin kartsız kalışı açık bir hakem hatasıydı.

Sarı Kırmızılı takımın çektiği azabın daha da büyümesini engelleyen Douglao oldu. Gruptaki maçta Umut'a bir gol armağan eden bu oyuncu, aynı işi burada Sneijder'e yaptı. ‘Nasıl bu kadar kötü olabilir?' denecek bir oyun oynayan kaptan Selçuk'un attığı gol ise azap içinde geçen maçı şenliğe çevirdi.

Sabri'nin girişinin Konyaspor maçından sonra bu oyunu da değiştirmesi eğlenceli bir durumdu. Rakibin aldığı riskler yüzünden Sneijder ve Umut'un bulduğu üç önemli pozisyonu değerlendiremeyişi artık üzerinde durulacak bir sorun değildi. Yarı finali epeyce kolaylayan bu galibiyet, şu zor günlerde Sarı Kırmızılı takımın rahat bir soluk almasını sağladı.

Ali Bulaç - Zeydi-Şii yakınlaşması

$
0
0

Bugün İslam dünyasının birçok bölgesinde olduğu gibi bir arada yaşama becerisini gösteremeyen Yemenli Müslümanlar, iki bölgesel gücün desteğinde birbirleriyle savaşıyorlar.

Bu arada mezhepler tarihi ve İslam'ın modern zamanlardaki siyaset algısının dönüşümüyle ilgili önemli değişimler yaşanıyor. Suudi Arabistan'a dayanan Sünni Şafilerin Vehhabileşip Selefileşmesi, İran'a dayanan Zeydilerin Şiileşmesi, bize mezheplerin tarihte donmuş birer resim, esnetilemez kalıplar olmadığını gösteriyor.

Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şafii'nin Ehl-i Beyt davasına sahip çıkıp “Eğer Ali'yi sevmek Şiilikse, ben de Şii'yim” demesine karşılık Şafi Yemenliler, Ehl-i Beyt davasının bayraktarlığını yapan Şii İran'a ve onlarla aynı gövdede birleşen Zeydilere karşı savaşıyorlar. Buna mukabil Zeydiler de, daha ilk dönemde Şiilerle aralarına belirgin çizgi koymuşken, bugün dünya Şii havzasına yakın durmaktadırlar.

Zeydiler, itikatta Mutezili, fıkıhta –neredeyse- Hanefi sayılırlar. Zeyd bin Ali, mezhebini beş esasa dayandırmıştı: Tevhid, adalet, va'd ve vaid; imamet ve ma'ruf'u emredip münkerden sakındırmak.

Zeydiler tevhid konusunda diğer sahih mezhep ve fırkalarla aynı görüştedirler. Adalete yaptıkları vurgu, mezhebin siyasi teması hakkında yeterince fikir verir. Zeyd bin Ali'ye göre, Allah kötülüklerden ve zulümden münezzehtir; bütün fiillerinde adildir, bundan dolayı küfrü, zulmü ve adaletsizliği yaratmaz. İman ve küfür, adalet ve zulüm açıklanmıştır, ikisinden birini insan seçer. Bu yüzden Allah, inkarı ve zulmü irtikap edenlere merhamet etmez, bu O'nun adaletinin gereğidir. Adalet imkansız değildir, herkes adil olabilir, Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.

Hiç şüphesiz Allah iyilere ödül vaadetmiştir (va'd), kötülere ve zalimlere de ceza (vaid)! Zulüm ve büyük günah işleyenler yapıp ettiklerinden vazgeçmeyecek (tevbe etmeyecek) olurlarsa ebediyyen cehennemde yanacaklardır. Büyük suç ve günahları (kebaire) işleyene kimse aracı olamaz, şefaat olacaksa cenneti hak edenlerin ödüllerini artırmak için olur. Büyük zulüm ve günah işleyenler belki “mü'min” isminden çıkar ama “küfür” ismine de girmezler.

Zeydiliğin merkezi itikadının “imamet” olduğunu söylemek abartı olmaz; Şiilik gibi usulü'd-din'dendir. Onlara göre Kur'an'daki “mülk” kavramı emir ve yasakları ifade eder, siyasi içeriklidir. İlk üç halife meşru ve itaate layık idilerse de, imam Ehl-i Beyt'ten olmalıdır. Ali (Hasan ve Hüseyin) soyundan kim imamlık davasında bulunursa ona itaat etmek vaciptir. Ancak imam adayının şu şartları haiz olması gerekir: Ergenlik yaşına gelmiş olması, özgür, erkek, zamanının en erdemli şahsı, cesur, cömert, takva sahibi, adil, Allah yolunda cihad eden, zalimlere ve zorbalara karşı sert ama mü'minlere karşı merhametli ve güvenli olmalıdır. İktidarı bir şekilde elde edip kitleleri etkileyen kimse imam olamaz, içtihat yapabilecek seviyede alim olmalı. Zeydiler, Şiilerden farklı imamın batıni bilgilere sahip olması şartını aramazlar. Bu evsafta biri ortaya çıkar da imametini ilan eder, halktan biat talep eder ve mücadeleyi göze alırsa ona itaat etmek vaciptir.

Zeyd bin Ali beş konuda biat istiyordu: a) Kur'an ve Sünnet'e ittiba, b) Ehl-i Beyt'e bağlılık; c) Zulmedenlere karşı cihad, d) Mahrumların haklarını geri alma, e) Zulmü ortadan kaldırma sözü. Yahya bin Hüseyin'e göre mazlumlara yardım etmek, onları zalimin baskısından kurtarmak farzdır. Zeydilerin “ma'ruf'u emretme, münkerden sakındırma” umdeleri de bununla ilgilidir. Bundan iki şeyi anlıyorlar: Biri ahlaki olarak toplumu iyileştirme çabası ve faaliyetlerin tümü; diğeri zulüm ve zorbalığı kaldırma cehdi. İyiliği emretmeyen ölüme yaklaşır, kötülükten sakındırmayan da batıl için yaşamış olur. Kitaba ve Sünnet'e uymayan bir halk asidir, halkı asi olan ülkeden –hapiste olmadıkça veya çok zayıf değilse- hicret etmek gerekir.

Zeydilerin Şiilerden farklılaştıkları önemli noktalar var: 12 masum imama ve beklenen Mehdi'ye inanmazlar; Kerbela toprağından yapılan taş üzerine secde etmezler; humus vergi almazlar; can ve mal tehdit altında değilse takıyye yapmazlar; mut'a nikahına cevaz vermezler; ezanda “Aliyyun veliyullah” demezler.

Şu sorular önemli: Bundan 1276 yıl önce Ehl-i Beyt'te vuku bulan çatallaşma acaba 21. yüzyılda kapanıyor mu? Yeni Şii siyasi dalgayla buluşan Zeydiler bunun göstergesi mi? Eğer öyle ise, onları bir araya getiren şey nedir? Motivasyon mezhep mi, başka şey mi?

Nuriye Akman - Sevgililer Günü nutku

$
0
0

14 Şubat'a 48 saat kaldı. Heyecan dorukta değerli vatandaşlar. Sevgililer Günü daha şimdiden vatanın anasına da yavrusuna da kutlu olsun.

Evlad-ı fatihana, Horasan erenlerine, Alparslan'a, Selahaddin Eyyubi'ye, kainatın hangi köşeciğinde Türklük şuuru yaşanıyorsa oracıklara selam ederim. Geliniz bir ve biricik olalım, Muhteşem Süleyman'la Hürrem'e kalmayan bu dünyanın Sultan Ahmet ile Kösem'e dahi yar olmadığını gördük işte. Bu mübarek günü icat eden Aziz Valentine hatırına bizimle saf durmaya hazır mısınız arkadaşlar?

Bazı had bilmezler 14 Şubat'ı neredeyse tüketimi azmettirmekten idama mahkum edecekler. Birbirlerine para harcayan sevgilileri suçluluk hendeklerine sürüklüyorlar. Yok efendim yalnızlar mahsun olurmuş. Biz yalnızların da sevgilisi değiliz sanki! Yok efendim elalemi zengin etmeye ne gerek varmış. Bre gafiller! Değirmenin çarkları nasıl dönecek? Harcama yapınız ki cümle pazar canlansın. Korkmayın, sizden çıkan her kuruş yine size girecektir.

Bahsi geçen münafıklar “Çare Yıldız Tilbe” diye tutturmuşlardı. Tamam biz de hayranıyız deli kızın ama seçilen slogan manidardı. Neden derseniz Kalu bela'dan beri çare biziz arkadaşlar. Durum böyleyken çare başkalarında aranamazdı. Bu anti-Sevgililer Günü kampanyası faiz lobisiyle paralelcilerin oyunuydu. Neyse kendiliğinden bozuldu. Ee her nasıra basamayacağını öğrenmiştir artık.

Olacak iş miydi yani, etrafına gençleri almış, şen şakrak ekonomi bozucu laflar ediyor. Yok efendim koku alınır mıymış, mum ışığında yemek de neymiş falan fıstık. Hediye almayın, telefon edin demeye getiriyor. Tamam reklamı yapılan o firma da bizimdir, milletindir yani, lakin haksız rekabet olmaz. Hediyeni alacaksın önce. Sonra istersen mesaj çek! Nihayetinde özgür bir ülkeyiz.

Nihayetinde ‘Kandıramazsın Beni' parçasına ihanet etmişti bu Yıldız Hanım. Biz o şarkının orijinaline gönül vermiştik, öyle de kalmasını isterdik. 14 Şubat'ın bu şekilde tiye alınması rikkat sahibi kalpleri rencide etmişti zaten. Benim Valentine kadar aziz vatandaşlarım! Sizleri uyarmak vazifem, yoksa bir Molla Kasım çıkıp bu naçizi sigaya çeker.

Derhal bütün çalışma arkadaşlarımıza ferman eyledik. Hepimiz yavuklularımız için kesenin ağzını açarak sizlere örnek teşkil edeceğiz. Haa! Bizim armağanlar sizinkilerden acızık pahalı tabii. Eşyanın tabiatı böyle ne yapalım? Nazar etmeyin ne olur, çalışın sizin de olur.

Turhan Bozkurt - Eczacıbaşı'ndan Koç'a: Ölümle bitmeyen bir hayat...

$
0
0

Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Vehbi Koç'un vefatının üzerinden 22 gün geçti. Acısı hâlâ yüreklerde.

TÜSİAD'ın 46. Olağan Genel Kurulu dün toplandı. Mustafa Bey'in kardeşleri Ömer Koç ve Ali Koç da toplantıya iştirak etti. Ömer Koç, uzun bir aradan sonra ilk kez TÜSİAD toplantısına katılırken Rahmi Koç'un yokluğu hissedildi.

Geçen hafta geçirdiği talihsiz hâdisede Ali Bey'in omzu kırılmıştı. Kolu askıda Çırağan Sarayı'na gelen Ali Koç, 15 Aralık 2015'te TÜSİAD YİK toplantısında ağabeyinin ön sırada oturduğu sandalyede oturdu. Ömer Bey, bir arka sırada oturmayı tercih etti. Ağabeylerinin daha evvel TÜSİAD'da yaptığı konuşmalardan derlenen sinevizyon görüntülerini seyrederken iki kardeşin gözleri doldu. O esnada salonda tarife sığmayan bir hüzün vardı.

Merhum Mustafa Bey'in eksikliğinin derinden hissedildiği Genel Kurul'da açılış konuşmasını Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı yaptı. Siyasetçiden gazetecilere kadar herkes için kıymetli tavsiyeler ihtiva eden hissiyat yüklü o konuşmayı aynı başlıkla sizlerle paylaşmak istedim:

“Sayın Başkan, değerli TÜSİAD üyeleri,

Onur Başkanımız, can dostumuz, sevgili kardeşimiz Mustafa Koç bugün aramızda yok. Salonumuz boş, içimiz buruk, gözlerimiz onu arıyor. TÜSİAD'ın 45 yıllık tarihinde zaman oldu kaygımızı, zaman oldu acımızı ve kederimizi paylaştık. Ama hiç böylesine zamansız bir kayıpla sarsılmadık, boynumuz bu kadar bükülmedi. Mustafa'ya Allah'tan rahmet, ailesine güç ve sabır diliyorum.

Mustafa'yı çok sevdik, ona çok hayranlık duyduk, ona çok güvendik. Mükemmel eğitimi, deneyim birikimi, global vizyonu ile, toplumunun ve ailesinin değerlerini tümüyle özümsemiş olan, 29 Ekim doğumlu Mustafa, Türkiye'nin geleceğini omuzlarında taşıyan iş insanıydı.

Ama o, milyonlarca insanımızı her şeyden önce alçak gönüllülüğü ile büyüledi. Nehirler nasıl alçakta duran okyanusa doğru akarlarsa, binlerce seveni ona aktı, o da onları okyanus gibi gönlü ile kucakladı. Mustafa, dev bir gücün en yetkili noktasında otururken nasıl böyle alçak gönüllü olabiliyordu?

Biz, onu tanıyanlar, bunun yanıtını biliyoruz: Mustafa, hepimizin aynı kaderi paylaştığının, aynı gemide yol almakta olduğumuzun bilincindeydi. Toplumda kazananlarla kaybedenlerin olamayacağını; ya hep beraber kazanacağımızı ya da hep beraber kaybedeceğimizi biliyordu. Hep beraber kazanmak, onun için sadece iş yaşamında başarılı olmanın bir gereği değil, toplumun refahı için bir önkoşuldu. Yaşam öyle bir oyundu ki, herkesin birlikte kazanması gerekiyordu. Mustafa'nın yaşama bu bakışı, “ülkem varsa ben de varım” diyen aile geleneğinin de bir devamıydı.

Onun topluma hizmet tutkusunun bir temel taşı altın kalbi ise ikinci temel taşı da bu yaşam felsefesiydi.

Yıllar içinde Mustafa'yla TÜSİAD hakkındaki görüşlerimizi paylaşmak için çok fırsatımız oldu. Topluma hizmet yolunda TÜSİAD'ın, Mustafa için çok farklı bir yeri vardı. İşine en çok odaklandığı dönemlerde bile TÜSİAD onun öncelikleri arasında yer almaya devam etti. TÜSİAD'ı Türkiye'nin en önemli sivil toplum kuruluşu olarak görüyordu, vizyonunu gönülden paylaşıyordu. TÜSİAD, onun güçlü desteğini hep arkasında hissetti. Yönetim kurulunda yıllarca hizmet etti, çok zor zamanlarda TÜSİAD'ın Yüksek İstişare Konseyi Başkanlığı'nı büyük bir başarıyla yürüttü. Sizler onu derneğimizin onur başkanı yaparak takdirinizi en anlamlı şekilde belirttiniz. O da bunun karşılığını fazlasıyla verdi. Mustafa'nın TÜSİAD'a hizmetlerini hiç unutmayacağız.

Mustafa'nın adını ve anısını yaşatalım. Onun için törenler, kitaplar, belgeseller yapalım; adına ödüller koyalım; adını taşıyan okullar, tesisler, enstitüler açalım. Ama bunlarla yetinmeyelim. Sadece adını ve anısını değil, değerlerini de yaşatırsak Mustafa aramızda yaşamaya devam eder. Ancak o zaman Mustafa'nın yaşamı, “ölümle bitmeyen yaşam” olur.

HOŞGÖRÜ İLE GÜLERYÜZ, SİYASET VE EKONOMİDE GEREKSİZ MİDİR?

Dostluk, kardeşlik, barışseverlik, hoşgörü, insan sevgisi, güleryüz... Bunlar şairlerin, filozofların, hayal dünyasında yaşayanların, bulutlarda dolaşanların, ayağı yere basmayanların değerleri midir? Bu değerler, siyasette, ekonomide, iş dünyasında, rekabette gereksiz midir veya geçersiz midir? Eğer öyleyse, bu değerlerin ete-kemiğe bürünmüş simgesi olan Mustafa, dünya çapında işleri nasıl yaptı, nasıl herkesi kendine hayran bıraktı? Başında bulunduğu kuruluşun 13 yılda değerini, nasıl beş kat artırdı? Bu dünyadan Mustafa geçtiği için işçimiz kazandı, sanatçımız kazandı, bilim insanımız kazandı, sporcumuz kazandı, toplumumuz kazandı...

Hiç kimseyi kırmayan, herkese kucak açan, herkese el uzatan Mustafa yaptı bunları... Mustafa'nın yaşamından ve başarılarından alabileceğimiz hiçbir ders yok mu? Mustafa için konuşmalar yapıp, gözyaşı döküp, kendisine olan sevgimizi, hayranlığımızı ve özlemimizi anlatıp, bu salondan çıktıktan sonra kendi kavgalarımıza geri mi döneceğiz? Çok yazık olmaz mı?

Barış içinde ve kardeşlik duygularıyla birbirimize sarılmaya toplumumuzun en çok ihtiyacı olduğu bir dönemdeyiz. İşte bu değerleri, bu duyguları yaşattığımız sürece Mustafa hep aramızda yaşayacak. Mustafa Koç'un anısı önünde saygıyla eğiliyorum.”


Mustafa Edib Yılmaz - O zabıtlardaki 6 milyar Euro nerede?

$
0
0

Bu köşenin takipçileri bilir; kolay kolay övmem Tayyip Erdoğan'ı. Ama geçtiğimiz günlerde Yunan basınına sızan ve dün de bizzat Erdoğan'ın doğruladığı AB liderleriyle görüşme zabıtlarındaki pazarlık performansını beğendim kendisinin.

AB'nin üyelik konusunda Türkiye'ye uyguladığı ayrımcı ve cesaret kırıcı yaklaşımı üst perdeden, ısrarlı biçimde gündeme getirmesine 10 üzerinden 10 puan. “Bizi üye yapmak istemiyorsanız açıkça söyleyin.” sitemi son derece haklı. “Tek istediğiniz tüm mültecileri tutmamız.” sözleri de öyle. Bravo! Biz de zaten iktidar ve medyasının zafer gibi sunduğu 29 Kasım Mülteci Anlaşması'nın başından beri yalnızca bundan ibaret olduğunu söylüyoruz. Türkiye'nin bir nevi tampon bölgeye dönüştürülmesi. Budur.

Gerçi “Anlaşamazsak nasıl baş edeceksiniz mültecilerle? Öldürecek misiniz onları?” diye sorması pek şık değil ama Avrupalıların karşı karşıya oldukları krizi hakkıyla idrak edebilmesi ve Türkiye'nin bu konudaki pazarlık gücünü vurgulamak için bu da hayli etkili olmuş. Öyle ki AB Konseyi Başkanı Tusk kıvranıyor resmen cevabında: “AB'yi mülteciler için daha az çekici kılabiliriz ama istediğimiz çözüm bu değil.” Hele hele AB Komisyonu Başkanı Juncker'e uzun yıllar başbakanlığını yaptığı 600 binlik Lüksemburg ile Türkiye'yi kıyas etmemesi konusundaki sert ikazı unutulacak gibi değil.

1 Kasım seçimlerini, eleştirel AB İlerleme Raporu ertelendi diye kazanmadıkları da doğru. Tabii önce vaktiyle raporun ertelenmesini isteyip, sonra da büyük bir kıvraklıkla ertelemeyi küçümseyen bir üslup takınması Avrupalılar için hayli incitici olmalı ki Juncker cevaben “Kendimi aldatılmış hissediyorum.” diyor. Vallahi acımıyorum. Aldanmasaydınız.

Ama hazır aldatma konusu açılmışken zabıtlardaki mühim bir detaya odaklanalım istiyorum. Malum 29 Kasım'da varılan anlaşma uyarınca AB, iki yıllığına Türkiye'ye 3 milyar Euro verecek. Zabıtları sızan 16 Kasım tarihli Juncker ve Tusk'la görüşmesinde ise Erdoğan bunu duyduğunda adeta deliye dönüyor ve muhataplarını bu rakam 6 milyar Euro'ya çıkarılmazsa masadan kalkmakla tehdit ediyor: “Eğer 2 yıllığına 3 milyar Euro diyorsanız daha konuşmaya gerek yok. Sadece Yunanistan'a mali krizde 400 milyar Euro verdiniz. AB'nin parasına muhtaç değiliz. Her an Yunanistan ve Bulgaristan'a kapıları açabilir, mültecileri otobüslere bindirebiliriz.”

Şimdi Erdoğan'ın buradaki tavrı net. Merak ettiğim ise nasıl oldu da daha sonra 3 milyar Euro kabul edildi? “Bu rakam daha sonra artar” diye düşünüyorsanız bakın ne diyor AB'nin Genişleme Komiseri Hahn, 1 Şubat'ta memleketi Avusturya'nın ORF kanalında: “Bu mesele çok sık yanlış aktarılıyor. Söz konusu olan 2 yıllık bir sürede 3 milyar Euro'ya kadar bir yardım ve bu para AB tarafından yönetilecek. 3 milyar Euro'dan bir cent fazla verilmeyecek.”

Yani 16 ile 29 Kasım arasında bir şekilde buharlaşan bir 3 milyar Euro'dan bahsediyoruz. Ya Erdoğan, toplantının zabıtlara yansımayan bir yerinde bir nedenle “peki o zaman 3 milyar da olur” şeklinde razı oldu ya da daha sonra Başbakan Davutoğlu, Erdoğan'ın rağmına bu düşük rakama imza attı Brüksel'de.

Sözü dün bu zabıtları iftiharla doğrulayan Erdoğan'a bırakarak bitiriyorum. “Birileri bu görüşmenin tutanaklarını servis ederek, bize saldırmaya çalışıyor… Yayınlanan tutanaklar bizim için utanç değil, bir ibra belgesidir, aslında… Allah hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz, bu böyledir.”

Nerede o 6 milyar sahi?

Emine Eroğlu - 'Kerpiçleri yükseltip dini alçalttılar'

$
0
0

Hasan Basrî; Hazretleri, Mühellebî; hanedânının saraylarına “uzaktan” şöyle bir bakar ve kendisine hikmet verilenlerin, şu dünya kulübesinde yıkılmak üzere hânümanlar inşa etmeye kalkışan fanilere yazıklandığı gibi yazıklanır.

Der ki: “Hayret! ‘Kerpiçleri yükseltip ‘din'i alçalttılar.' Binekleri üzerine kurulup görkemli bahçeler edindiler ve derebeylerine benzemeye çalıştılar. Öyleyse,‘Sen onları, bir süreye kadar daldıkları gaflet içinde kendi hallerine bırak!' (Müminûn Sûresi, 54)”

Gaflet hâli

Gaflet; dalgınlık, dikkatsizlik, kendinde olmama hali olarak tanımlanıyor lügatte. Bir nevi şaşkınlık, gayesizlik. Eşyayı ve hadiseleri miyop nazarlarla seyretme. İntikal edememe. Sanırım uyurgezerlik de denilebilir. Hatta görmemişlik, doymamışlık. Gördüğünde kaybolma, bulduğuna yapışma. Hayatı benlik kabuğunun içinde yaşama. Etrafında cereyan eden kızıl kıyamet hâdiselerden bile habersiz kalma. Başkalarının acılarına duyarsızlaşma. Maişet derdiyle sarhoş olma. Hakikatten kopuş…

Bu kelime size neyi hatırlatıyor, bilmiyorum, ama bana genelde Müslüman toplumların, özelde de kendi ülkemizin hâl tercümesi gibi görünüyor. Gaflet, yaşanan zamanın üzerini örten bir perde. Gayesi, kendi hayatının tekerleğini çevirmekten ibaret birisi için cülus ve cenaze birer haber yalnızca. Onun aynalarla bezeli küçücük dünyası isabet almadığı sürece her şey güllük gülistanlık. Zulüm, dalgaların kıyıya vurması gibi bitevî; olduğu için açıklanabilir, kıyas edilerek savunulabilir. Mazur görülebilir ya da görmezden gelinebilir.

Kıyamet bile kopa kopa âdiyat haline gelmiş. Ölen onun canı değilse ölümler normal. "Sürekli olan şeyler” ve “bu işin fıtratında bu var." Trafik kazalarında ölen insan sayısı ile şehit olarak ölenler kıyaslanabilir. Cenazeler sokaklarda kalabilir. Kıyıya vuran cesetler üzerinden pazarlık edilebilir. Kâbe'de miting yapılabilir. Milletten alınan yetki ile milletin malı gasp edilebilir. Bir mafya babası akademisyenleri tehdit edebilir. Küfrederek sevaba girilebilir. (Bunlar yeni bir dinin kaideleri olmalı.)

Görünen o ki, burunlarının ucunu kendi konforlarından çıkaramayan gafiller için biat etmekten başka yol yok… Başta “büyük Türkiye” olmak üzere her türlü yalana inanabilirler. Yeter ki dünya beşiklerinde biraz daha, biraz daha sallansınlar. Neye benzediklerinin bir muhasebesi yok. Kerpiçleri yükseltip dini alçalttıklarının da…

Alışkanlıkların perdesi kalındır

Bir psikoloji deneyi nakletmek istiyorum size:

“İki grup kullanmışlar bu deney için. Birinci grup depresyon teşhisi konmuş kişilerden oluşuyor, ikinci grup “normal” insanlardan. İki gruba da video oyunu oynatıyorlar. Oyunun kurgusunda, birçoğunda olduğu gibi bir şeyleri vuruyor ve deviriyorsun. Deney, dediğim gibi çok basit, zaten o yüzden etkileyici ve inandırıcı.

Oyun sonrasında iki gruba da soruyorlar, kaç tane devirdin diye. Depresif grup yüzde 10'luk bir standart sapmayla doğru rakama yaklaşıyor. Yani 100 devirmişse, 90 diyor, bilemedin, 110. “Normal” insanlardan oluşan grup ise devirdiklerinin sayısını 8 misline kadar abartabiliyor. İnanması güç ama “normal” insan o kadar moralli ki, 100 devirdiyse 800 devirdiğine inanabiliyor.”

Bu deneyi Gökhan Özgün, Nokta Dergisi'nde paylaşmış. Normal insanın şuursuzluk katsayısının depresiften kat be kat daha fazla olabildiği sonucuna vararak. Bana fevkalade enteresan göründü. Muktedirlere İlahi bir takdis ve tebcille övgüler düzen alkışçıların (Özgün'ün tanımıyla palavracıların) neden vasatı aşamadığını izah ediyor. Vefatının üzerinden uzun yıllar geçmiş bir şairin ağzından yalan söyleyen öykücüsünden, zulmün yanında saf tuttuğu için sponsorluk alan yönetmenine kadar normları “yandaşlık”ın belirlediği bir ortamda bırakınız depresyonu, meczup olmak, mecnun olmak bile tercih edilebilir görünüyor. Belki en büyük gaflet, normallik başlığı altında sıradanlığa mahkûm olmak.

Hayrette kal!

“Haraka” Arapça'da yırtmak anlamına gelen bir fiil mastarı. “Harikulâde”, “âdet yırtan” manâsında. İnsanoğlu âdeti yırtmadan gaflet perdesini üzerinden sıyırıp atamıyor. Hadiselerin künhüne vâkıf olmadan, kendisine sunulan bilgiyi hallaç pamuğu gibi savurup sorgulamadan, yalanla gerçeği, asılla fer'i, cevherle ârazı, kabukla özü ayıklamadan hakikate uyanamıyor. Taklitten tahkike, bilgiden hikmete, zulümden adalete, cehaletten idrake, hatadan pişmanlığa geçemiyor. Yeknesak kaide ve uygulamalar gözleri körleştiriyor.

Böylece hakikate kapalı yaşama avamlığı bir norm haline geliyor. Sorgusuz sualsiz muktedirin peşine takılanlar, kendilerini kaçınılmaz olarak “benzer”lerine nispet ettikleri için alelâdeden öteye geçilemiyor. Çukurluk, bir yükseklik yanılsamasına dönüşüyor. Efsunlanmış “Palavracılar”, farkında olsun ya da olmasın birbirinin kuyusunu kazıyor.

Seyreyle sen gümbürtüyü

Ne yaşıyorsak yaşayalım, asla göz ardı etmememiz gereken şey, bu âlemin bir sahibi olduğudur. Varlıkta aslolan iyilik ve güzelliktir. Şer ve çirkinlikler arızî;dir. Her ne kadar ülkemizin hali içinden çıkılmaz gibi görünse de Hasan Basri Hazretleri'nin işaret ettiği gibi kumdan kaleler yıkılmaya, kâğıttan gemiler batmaya mahkûmdur. Binlerce yalan uç uca örülse de bir ilmekle çözülebilir. Zulm ile âbad olanların sonu mâlum... Âdetin yırtılma vakti yakındır.

Her seferinde tebessüm ederek, “Yunus ne hoş demişsin. / Şeker şerbet yemişsin!” diyesim geliyor. Bakın ne güzel söylüyor:

Yerden göğe küp dizseler

Birbirine bent etseler

Altından birin çekseler

Seyreyle sen gümbürtüyü...

Mümtaz'er Türköne - Kapıkulu düzeni çöküyor mu?

$
0
0

CHP'li Selin Sayek Böke'ye karşı işlenen “nefret suçu”nu, Kapıkulu düzeninin işleyişine bir “örnek olay” olarak görebilirsiniz.

Parlak bir politikacıyı, “gelecekte Saray'a karşı tehlike oluşturur” hesabıyla “lekelemek” için bir haber uyduruyorlar. “Vaftiz edilmiş, yani Hıristiyan bir CHP'li politikacı” yaftasını yakasına asıyorlar. “Kripto Hıristiyanların Partisi” olarak CHP'yi, zamanı geldiğinde bu haberi renkli fotokopi ile çoğaltıp dağıtarak herkesin gözüne sokabilirler. “Hayır yalan” cevabı geldiği zaman, “Hıristiyanlara düşmanlığınız ne?” pişkinliği ile karşılaşmak kaçınılmaz. Bu haberin kendisinden çok nasıl üretildiği ve dolaşımda kaldığı önemli. İpek-Koza Grubu'nun Bugün Gazetesi gasp ediliyor ve böylece muhalif niteliği “kapıkulu” olarak dönüşüm geçiriyor. Kayyımın çıkardığı gazeteyi kim okur? Kimse okumuyor. Tiraj kalmıyor ve bu gazete sadece masa başında üretilen “vaftiz olmuş” yalanları ile Saray için “kullanışlı” haberleri kayıt altına alıyor. Kapıkulu düzeni asıl hikâyenin son sahnesinde tam kadro görev alıyor. Selin Sayek Böke, “nefret suçu haberini yapanlar adına utanıyorum” tepkisini dile getirirken, kapı halkının hepsi ortak bir tavır takınarak tam kadro halinde bu basın toplantısında görünmüyor. CHP'nin bu parlayan yıldızı, haber niteliği tartışılmaz bu basın toplantısını boş salona yapıyor.

RTÜK Başkanı'nın verdiği, “Seçim yasakları kapsamında YSK'nın özel televizyonlara ceza verme yetkisi kaldırılacak” bilgisini, bir film tabakası halinde bu “vaftiz” haberinin üzerine yerleştirin. Türkiye'de adil ve eşit şartlarda bir seçim rekabetinin olması, yani demokrasinin varlığını sürdürmesi mümkün mü? Kabataş yalanının yalan olduğunu, Sümeyye'ye suikastın masa başında uydurulduğunu, paralel paranoyasının şizofreni sınırlarını aştığını, Dolmabahçe Mutabakatı'nın 7 Haziran'a yönelik basit siyasî; çıkar hesapları uğruna yapıldığını, bugün askeri-polisi şehit eden silahların valilerin önünden resmigeçit yapar gibi geçip şehirlerde depolandığını söyleyecek bir basın gücü olmazsa geriye demokrasi adına ne kalır?

Tek umut var: Bu düzen, kapı halkının birbirinin boğazına ölümüne yapışması yüzünden Saray için taşınması giderek zorlaşan bir yüke dönüşüyor. Bu boğazlaşma, Saray'a karşı “istemezük”lerle sürüyor. Basın tarihinde kalem kavgaları meşhurdur. Bugün iktidar medyasının kendi içinde süren kavganın edep ve ahlâk kurallarıyla çizilen bir sınırı yok. Rögar kapakları açılıyor, kavgada yumruğun hemen öncesinde söylenen en ağzı açılmadık küfürler köşe yazılarının başlığı olarak karşınıza çıkıyor. İktidarı savunmak adına muhalefete saldırı değil, kapı ahalisi, sarayın dış bahçesinde kılıçları çekmiş birbirini doğruyor. Polemik, eskilerin tabiriyle “şahsiyyat” fikirlerle değil kişiliklerle yapılır. Kılıçlar bu sefer iktidarın emin sahillerinde yaşayanların elinde birbirlerine karşı çekildi; ne var ki insan hakları belgelerinin yayımlanmasından bu yana, insan onuru hiç bu kadar ayaklar altına alınmamıştı. Yazık, onlar da insan!

Bülent Arınç ve Hüseyin Çelik'in çıkışları ile yükselen başkaldırıyı, kamu kaynakları ile finanse edilen iktidar medyasında tırmanan iç savaşı, 2012 yılından itibaren inşa edilen Kapıkulu düzeninin çöküşü olarak yorumlamak lâzım. Hatırlayalım: Kapıkulu devşirmelerden oluşur. Köksüz ve kimsesiz oldukları için Saray'ın müdafaası “köle” statüsündeki devşirmelere bırakılır. Nispeten küçük bu güçle saray korumaya alınır, ayrıca mansıp ve rütbeler sarayın gözüne girme becerisine göre temayüz eden “kul taifesi”ne dağıtılır. İşte bu düzen 2012'de kuruldu, bir süre taşıma suyla döndü, sonunda tıkandı ve çöktü. Düzen işleseydi, sırf bir uydu frekansı tahsisi yüzünden Kanal 7 ile Star grubu arasında -kendi veciz ifadeleri ile- rögar kapaklarının sonuna kadar açıldığı kavgalar başlar mıydı? İktidar medyası işlevsiz, hantal ve çok pahalı. Hem maliyeti yüksek hem bir işe yaramıyor. Kapı halkı ise tensikatta kazandan düşmek endişesi ile birbirine giriyor.

“Kapıkulu” tabiri, Saray'ın gözüne girebilmek adına her türlü boyaya bulanan tetikçiler için Hüseyin Çelik tarafından kullanıldı. Vak'a-i Hayriyye de, galiba onun gibi tavır alanların eseri olacak.

Mustafa Ünal - Gül, Ankara'ya neden geldi?

$
0
0

Saray'daki buluşma öne çıktı ama asıl amaç o değildi. Gül, Bülent Arınç ve arkadaşlarıyla dertleşmeyi arzuluyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'la görüşmek için Ankara'ya kadar gelmesine gerek yok. Pekala İstanbul'da buluşabilirlerdi. Erdoğan neredeyse haftanın yarısını İstanbul'da geçiriyor.

Erdoğan - Gül zirvesine çok özel anlamlar ve misyonlar yüklenmesi doğru değil. Talep Saray'dan... Gül, Ankara programlanmışken Erdoğan'la da bir araya geldi. İç içe geçmiş görüntüsü olsa da iki buluşmayı birbirinden ayırmak lazım. Arınç ve arkadaşları konuşulmadı mı? Mümkün mü konuşulmaması.

3 saatlik zirve. Her konunun ele alındığını tahmin etmek zor değil. Özellikle de dış politika. Ve başta Suriye. Bu bağlamda ABD ile gerilen ilişkiler. AKP'nin dış politika tezleri çöktü. Türkiye sürekli mevzi kaybetmekte. İç politikada da ciddi sorunlar var. Kutuplaşma had safhada, toplum huzursuz, hukuksuzluklar zirve yaptı.

Ankara içine kapandı. AK Parti'nin hedefi bu değildi. Aksine çağdaş dünyayla entegre olmaktı. Türkiye 3. dünya ülkelerine benzedi. Algı ve imajı ağır darbe aldı. Ve giderek kötüleşmekte. Bu manzaradan Gül'ün rahatsız olduğunu bilmeyen var mı? Erdoğan'a ‘Ülke kötü gidiyor' dememesi mümkün mü?

‘Suriye politikası çok riskli' diye uyarmaması düşünülebilir mi? Bülent Arınç'tan ‘O zat' diye bahsetmesinin rahatsızlık duyduğunu aktarmaması olası mı?

Paralelle mücadelenin ne denli yanlışlıklar doğurduğunu en iyi bilenlerden biri Gül. Eski TÜBİTAK Başkanı Yücel Altunbaşak, Gül'ün yurtdışından getirterek bürokrasiye kazandırdığı parlak bir isimdi. Cadı avının kurbanı oldu. Gözaltına alındı, yurtdışına çıkış yasağı kondu. Görevinden uzaklaştırıldı. Bu kamuoyunun bildiği örnek.

İpek ailesinin maruz kaldığı muamelenin hukukta yeri var mı? Vicdanlara dokunmaması mümkün mü? Gül aileyi çok yakından tanır. Melek İpek ile Hayrünnisa Gül'ün dostluğu dillere destan. Kayseri ve bürokrasideki cadı avı operasyonlarında kim bilir kaç yakından tanıdığı, bildiği kişiler zarar gördü. En az üçünü beşini ben biliyorum.

Gül'ün, Erdoğan'la görüşmesinde gidişattan duyduğu endişeyi aktarmamış olması düşünülemez. Hayatın doğasına aykırı. Bülent Arınç'ın, Hüseyin Çelik'in dile getirdiği rahatsızlıklar Gül'ün de rahatsızlığı. Meseleyi AK Parti içindeki sıkıntılarla sınırlı görmek gerçeği yansıtmaz.

Gül'ün arabulucu rolüne soyunduğunu söylemek siyasetten, AK Parti'den kısaca Ankara'dan bihaber olmak demek. ‘Kardeşlerin buluşması' gibi güzellemeler de sadece temenni... ‘Kardeşlik hukuku' ve ‘kadim arkadaşlık' geride kaldı. Gül, Çankaya sonrası aktif siyasete dönmek istiyordu. Açıkça söyledi de. Ancak bilerek ve isteyerek uzak tutuldu. AK Parti ile arasındaki bağ koparıldı. Ne kongre, ne de seçim süreçlerinde oyuna dahil edildi.

Buluşmanın adını doğru koymak lazım. Gül'ün, Erdoğan'a AK Parti'den ziyade Türkiye ile ilgili rahatsızlıklarını, endişelerini aktardığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sonuç mu? Cevap ortada. Erdoğan'ın Suriye politikasında bir değişiklik oldu mu? Hayır. Görüşmeden sonra, önce muhtarlara konuştu, ardından iş dünyasına. Üslup ve içerik aynı. Durduğu yerde milim kıpırdama yok. Gül'le konuşmadan önce Suriye konusunda neredeydiyse yine aynı yerde. Diğer meselelerde zaman gösterecek.

Gül, Saray'dan sonra Ankara asıl geliş amacı olan Arınç ve arkadaşlarıyla buluştu. Oturdular, konuştular, dertleştiler... Hasret giderdiler. Geçmişi yâd ettiler, gelecekten endişesini paylaştılar. AK Parti'nin serencamını, nerelerde yanlış yapıldığını kısaca AKP'ye dönüşmesini tartıştılar. Özel kulis bilgisi olarak söylemiyorum. Kimin ne düşündüğü ve nerede durduğunu biliyorum.

Arınç ve arkadaşlarının çıkışı bir parti için isyan hareketi değil, yanlış politikalara itirazları var. Gül'ün düşüncesi de aynı. Saray'daki zirve yanıltmasın. Gül, Ankara'ya ‘Arınç ve arkadaşlarına destek' için geldi.

Gökhan Bacık - Bir meta olarak mülteci

$
0
0

Modern Ortadoğu tarihinin en büyük yanlışlarından birisi Suriye'de “bu şekliyle bir rejim değişikliğine” girişmekti. “Elbirliği ile” bir tür cehenneme dönen Suriye'de insanlar felaketten kaçmak için büyük bir göç hareketi başlattılar.

“Cehenneme dönen” Suriye'de 8 milyon insan bir şekilde yer değiştirdi. Türkiye'ye gelenlerin sayısı 2 milyonu aşmış durumda. Ürdün'deki sayı bir milyon civarında. Lübnan'daki Suriyeli sayısı da 1 milyonun üstünde. Irak ve Mısır gibi ülkelerde bile yüz binlerce Suriyeli bulunuyor. Antik Dönem tarihini çalışan önde gelen tarihçilerden Tim Holland, 2001 yılında yazdığı bir makalede Akdeniz için “Büyük Deniz” ifadesini kullanmıştı. “Büyük Deniz” binlerce yıldır medeniyetleri, ticareti, şehirleri birleştirmişti. Ancak bugün Akdeniz sahillerine her gün onlarca cesedin vurduğu bir “ölüm denizi.”

Türkiye de dahil bütün dünyada mülteciler ile ilgili iki büyük yaklaşım türü var. Bu iki yaklaşım her toplumda aynı anda gerçekleşiyor. Birinci yaklaşım “ahlaki” olanı. Bu yaklaşım mültecilerin ne kadar büyük sıkıntılar çektiğini hatırlatıyor. Evsiz kalan insanların sorunlarını öne çıkarıyor. Görüntüye bakacak olursak Türkiye'den Portekiz'e bütün Avrupa'da aydınlar, toplum “mülteciler konusunda insani” konuları dile getiriyor, üzülüyor. Ancak bütün toplumlarda aynı anda bir de “ahlaksız” bir mülteci siyaseti var. Bu ahlaksız bakış, mülteciyi “etinden sütünden yararlanılan bir meta” olarak görüyor.

Bu nedenle her toplum için mülteci sorununa hem ahlaki hem ahlaki olmayan boyutlarda bakmak lazım. Elbette bir ülkenin “kaç mültecinin karnını doyurduğu” önemlidir ancak “bir toplumda kaç esnafın sırf ucuz ve sigortasız olur diye Suriyeli mülteci istihdam ettiği” de gözden uzak tutulmamalıdır. Mülteci sorununu anlamada ve uzun vadeli etkilerini çözümlemede bu “ahlaki olmayan” paradigmanın rolünün çok etkili olacağını hesaba katmak gerekiyor. Daha doğrusu toplumlar kendi kendini kandırmayı bırakmalı! Her toplumun içinde mültecilere yönelik türlü ahlaki olmayan durumların farkına varmak gerekiyor. Mülteci olayını “ne kadar çok mülteciye yardım ediyoruz yahu” şeklinde bir övünme ile salt ele almak, bu sorunun içinde toplumun ne kadar kanserli hücre ürettiğini görmemize engel olur.

O nedenle “Kaç kaçak mülteci istihdam ediliyor?”, “Kaç kaçak Suriyeli kız cinsel istismara açık ilişkilerin içinde?” gibi konuları da bütün açıklığı ile ele almak ve toplumla paylaşmak gerekiyor.

Soruna daha geniş bakarsak şunu çok açık görürüz: Suriye mülteci krizi “Avrupa değerlerinden”, “İslam kardeşliğine” kadar uzanan büyük felsefi söylentilerin pratikte ne kadar büyük boşluklar içerdiğini gösterdi. Avrupa, bir zamanlar Alman filozof Kant'ın “dünya vatandaşlığı” felsefesinden esinlenmekteydi. Şimdi ise “üç beş mülteciyi” durdurmak için her türlü pazarlık yapmaya hazır Alman stratejisi, bütün Avrupa siyasetine yön veriyor! Avrupa Parlamentosu'na çeşitli düzeylerde raportörlük yapan Ignazio Corrao'ya göre mülteci olayındaki siyasetiyle Avrupa Birliği “kendi değerlerine sırt dönmüştür.” Benzer şekilde Suudi Arabistan gibi bazı “Müslüman” ülkelerin ortaya koyduğu performans da “İslam kardeşliği” iddiasının pratik gerçekliğini ortaya koyuyor. Daha kötüsü şudur: Müslümanlar tarafından zulme uğrayan milyonlarca Müslüman Batı'ya (yani Hıristiyan Batı'ya!) sığınmaya çalışıyor.

Suriye krizi ile Ortadoğu ve Batı Avrupa yakın tarihinin hiç görmediği kadar büyük bir insan göçü ile karşı karşıya kaldı. Yeryüzü şekilleri sürekli değişir. Depremler, yanardağlar gibi doğa olayları bazı insani kötü sonuçları olsa bile doğaldırlar ve yeryüzünün yaşamını devam ettirdiği için faydalıdırlar. Bazı sonuçları kötü olsa bile göçler, beşeri tarihin “doğal olaylarıdır”. Dolayısıyla Suriye krizini “mülteci” gibi teknik bir tabir ile açıklamak imkanı artık yok. Toplumumuz yeniden büyük bir “kavimler göçü” ile karşı karşıyadır ve bütün önceki göçler gibi bu göç de bizi dönüştürecektir...

Nuriye Akman - Sarılamayan yaralar

$
0
0

Geçtiğimiz cuma namazı Batman Merkez Güneş Camii imamı, cemaatten şehit polis ve askerlere dua isteyince bir kısım insan tepki göstererek mekânı terk etti.

Gerekçeleri camiye siyaset sokulmasıydı. Daha evvel de çeşitli camilerde AKP propagandası yapılıyor diye benzer krizler yaşanmıştı ama şehitler için dua talebine karşı çıkıldığını hatırlamıyorum. Medyaya ilk kez yansıdıysa sadece dirilerimiz değil, ölülerimiz arasında da ayrımcılık yapma noktasına geldiğimizin resmidir. Can veren bizim taraftansa dua ederiz, karşı kamptansa çeker gideriz demek ki!
Dua çağrısına polis ve askerlerle birlikte PKK militanlarını da katmasını bekleyenler, imamın devlet memuru olduğunu unutuyor. Atabileceği en ileri adım, çatışmalarda ölen Türk-Kürt tüm masum sivilleri de hatırlatmasıydı ki bu bile Diyanet'teki amirlerini rahatsız edebilirdi.
“Camiye siyaset sokuluyor” gerekçesiyle verilen tepkinin samimiyetini de sorgulamak zorundayız. Çünkü imamı protesto etmenin kendisi bizatihi siyasi eylem. Camiler ta Emeviler'den bu yana her dem siyasetin odağıdır zaten. Kerbela gibi bir trajedinin ardından bile Şam imamı Ebu Süfyan, Muaviye ve Yezid'i överken Hz. Ali sülalesini yeren bir hutbe vermişti. Çok geriye gitmeden Osmanlı ya da Cumhuriyet dönemlerinden sayısız örnek verilebilir.
Camiler çağdan ve coğrafyadan bağımsız olarak, gerek mimarisi, gerek yer seçimi, gerek en münasip imamların atanma mecburiyetiyle daima devletin dosta düşmana sergilediği vitrini, resmi din algısını yayma, yönetme ve gücünü gösterme mekânları olmuş. Çizgi dışına çıkan din görevlilerinin canlarına okunmuş. Dinin daha esnek yorumları tekke ve dergâhlarda filiz verse de muktedirin eli oralara bile uzanmış. Kaldı ki o mahfillerin bazılarında dönem dönem nefs terbiyesi odaklı eğitimle yetinilmediği de bir gerçek. Kayırılma arzusu ile iktidar ortaklığına talip olmak arasında geniş bir yelpazede ne hırslar şaha kalkmış, ne kafalar kesilmiş, ne sürgünler yaşanmış.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın camiden gayri mabet kabul etmemesine de bu bağlamda bakmak lazım. Cemevinin yalnızca gelenek, inanç ve kültür merkezi olarak anılması isteniyor. Zamanla cami cemaatinin cemevlerine akacağından korkulmuyor herhalde. Müslümansan camiye gelecek ve bizim telkinlerimizi alacaksın! Öte yandan geçenlerde İstanbul'da yaşandığı gibi imam, ölmüş bir Alevi için yakınlarının ısrarına rağmen sala okumayı reddediyor. Neymiş, sağlığında camide namaz kılmamış.
Bir dinin bir mabedi olur fikri, ne kadar insan varsa dinin o ölçüde farklı anlaşıldığı gerçeğine tosluyor. Allah tektir ve birdir ama herkesin Rabb'i kendi esma kombinasyonuna göre kişiye özeldir. Madem gözler ne yana baksa orada Allah'ın bir tecellisiyle karşılaşır, öyleyse bütün evren mabettir. Otundan böceğine, dağından denizine her şey yaratıcısını zikreder.
İbadet bilinci insanın söz ve eylemlerine siniyorsa ne âlâ, aksi takdirde cami bile o kişi için mabet olmaktan çıkar. Camiyi kutsal mekân say, cuma kıldım diye kendini emniyete al, sonra tabiatın dengesini boz, küfür salla, tehdit et. Yok öyle dava!
Yine geçen hafta Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, 90 bin camide “Şimdi Yaraları Sarma Zamanı” kampanyasını başlattıklarını açıkladı. Çukur kazan ve bomba atanları mümin gibi davranmaya çağırdı. Onların bu hale gelmesinde payı olan politik hatalara girmedi elbette. Birbirimizin yaralarını saralım fikri güzel, niyet halis ama gerçeğin bir kısmını söyleyerek bu nasıl mümkün olacak?
Görmez, verdiği o hutbede “zalimlere, yıkıcılara yardımcı olunmamasını” da istedi. Ona göre ateş dolu çukurlara gidenleri uyarıp kurtarmayan kişiler namaza devam etseler bile katil olurdu. Bu bazı insanların bazı insanlara vasi kesilmesine ve böylece daha fazla yaralanmalara da sebebiyet verebilir. Zaten terör belası, zalimin ve yıkıcının ortak tanımında milletçe anlaşamadığımız için vuruyor bizi. Diyanet'in gösterdiği hedef doğrultusunda katil olmamaya çalışırken maktul olmak da var kaderde. Sorumluluğun adresi olarak az biraz devlet büyüklerini uyarmak gerekmez mi?

Selim İleri - Eski bahçelerin izini sürmek...

$
0
0

Dün gece nezleyle, burun tıkanıklığıyla boğuşurken geçmişin anılarıyla bezenmiş tuhaf bir rüya gördüm:

Bugün, şimdiki zamanımız hiç yok gibiydi. Acıları, çok az sevinçleri, yaşanmışlıklarıyla altmış altı yılın başlangıçlarındaydım; sonrası sanki parçalanmış, dağılıp gitmişti. Niye böyle oldu diyor, bir türlü kavrayamıyor, sadece hissediyordum.
Şekiller, renkler, görüntüler alıp götürüyordu. Bir bahçedeymişim; küçük, küçücük ama güzel bir bahçe. Neresi burası diyordum, rüyanın geometrisiyle bulanık bilinç dalgalanışları arasında. Kırmızı, turuncu çiçekler açmış kaktüsler, küçük saksılarda, sıra sıra duruyorlarmış, tarh kenarlarında.
Rüyaya ‘tarh' sözcüğü birdenbire ağırlığını koyuyormuş. Bilgiçlikler kuşanarak “Tarh sözcüğünü artık kimseler bilmiyor!” diyormuşum. Bir yandan da küçük bahçedeki küçük çocuğa bakıyormuşum...
Çocuk beş altı yaşlarındaymış ve benmişim. Aynı anda rüyanın mantığı, geometrisi silinip gitmiş yılları ileriye çekiyor, şimdi oturduğum evde Kubbealtı Lügatı'nda tarhı arıyormuşum. Belli belirsiz, bulanık, ta neden sonra: “Bahçelerde çiçek ekmek için ayrılmış yer...”
Yine bilincin puslarıyla sarmaş dolaş: Ben burayı yazmıştım! Nereyi yazmıştım? Nerede yazmıştım?
“O zaman Boğaziçi'ne, Arnavutköyü'ne gittiğimizde gerçekten tenha bir köyle karşılaştığımızı çok iyi hatırlıyorum.” Sabah kalkınca -ilk işim!- baktım, bunları yazmışım.
Daracık odalar, küçücük bahçe
Yıllar önce yazmışım, 1995'te. Yirmi yıl geçip gitmiş. Bahçe Arnavutköyü'nde. Fakat özlemi yirmi yıl öncesinde başlamış olmalı. Gramofon Hâlâ Çalıyor'a, bir romana yansıyışı yirmi yıl önce. O günden bugüne geçen yirmi yılda, yazmış olmama rağmen küçük bahçeyi hep hatırladım. Arnavutköyü'nden her geçişimde iki katlı ev, daracık odalar, küçücük bahçe hangi sokaktaydı, şu sokakta mı diye içimden sordum. Yıkılmış olabilir mi? Tepedeki şu küçük evlerden biri olabilir mi?
Bilmiyorum.
“Muhakkak ki orada, Ferit Amca'ların, Bedia Yenge'lerin -çünkü onların ailecek adları bazan ‘Ferit Amca'lar', bazan ‘Bedia Yenge'ler'di- küçücük bahçesinde, bizim geçmişte kaldığını, mâziye karıştığını, söndüğünü sandığımız, gerçekteyse sürüp gelen, hep yaşanan, hissedilen, bizim gelgeç zamanlarımızla kısıtlanmamış, uçsuz bucaksız, öncesiz sonrasız bir zaman diliminde, ya ekose muşamba örtülü masanın üstünde, ya daima yunmuş, daima pırıl pırıl, kiremit alacası benekli beyaz taşlıkta Yedigün'ler açık bırakılmış duruyor olmalı.”
Böyle başlıyor Gramofon Hâlâ Çalıyor. Geçen zamanın süzgecinden geçirdiğim için olacak, kimi şeyleri çok çabuk ayrıştırabiliyorum bu sabah. Meselâ “yunmuş”... Yunmuş, Necatigil'in unutulmaz dizesinden yadigâr: “Dünya! Yu ellerini yalnızlık sularında.”
Şiirin adı “Çıkmak”; ilk kez, 15 Mayıs 1961 tarihinde Varlık dergisinde yayınlanmış, sonra Yaz Dönemi'nde yer almış. Ben, 1960'ların sonunda okumuş olmalıyım. Çarpılıp kalmıştım o son dizeye. İlk dörtlüğü ezbere bilirdim: “Bizi kimi kitaplara, mektuplara, yapılara/ Çeken, kendimizden dışarı çıkmak, / Yürür kaplumbağa bir yolu sessiz / Yaprakları sonbahar, ölü park.”
Teşvikiye'de oturuyorduk, Maçka Parkı'ndan, Vişnezâde Parkı'ndan geçip giderken, hele sonbaharlarda, hep “Çıkmak”!
Rüyanın etkisi altında, tekrar kendi uzun cümleme bakıyorum. Ferit Amca'yla Bedia Yenge, Arnavutköyü'ndeki ev gerçeklik. Bedia Yenge ilkokul öğretmeniydi. Ondan söz açan başka yazılar da yazmıştım. Bir mektup gelmişti, Cumhuriyet gazetesine, o yıllarda Cumhuriyet'te yazıyordum, eski bir öğrencisi, bir hanım, kendi tanıdığı Bedia Yengemizi anlatıyordu.
Nezlenin, kırıklığın argınlığıyla, o mektupları niye saklamadığıma yerindim.
Ya bahçe? Bahçeler yazmak düşüncesi, isteği, tutkusu?
Yazıda, edebiyatta, romanda ilk bahçem Safiye Erol'un Kadıköyü'nün Romanı'dan. Safiye Erol, Ferit Amcalarınkine hiç benzemeyen eski bir Kadıköyü bahçesini tasvir eder. 1940'lara geldi gelinecek. 1950'lerde, çocukluğumda benzeri bahçelere çok gidip gelmişliğim var. Romanın sayfalarında karşıma çıkan bahçe, birden, tümünü hatırlatıyor!
Meğer hoş bir kitap ilânı karşıma çıkacakmış, Yapı Kredi Yayınları'nın: “Köşkler, bahçelerle dolu, kıyısı olan her yerinden denize girilen, kışın yüksek semtlerine kurt indiği rivayet edilen, 1930'ların Kadıköy'ü...” Karlar Altında Körler Ülkesi romanının ilânı. Serhat Çelikel yazmış. Hemen alıp okumalıyım diyorum.
Çağrışımlar çağrışımları kovalıyor. Moda burnunda bir ev gösteriliyor ve Sertel'lerin evi deniyor, tabiî biraz kısık sesle. Sabiha ve Zekeriya Sertel'e çocukluğumda pek iyi gözle bakılmıyor: Komünist Rusya'ya kaçmışlar, tıpkı Nâzım Hikmet gibi!
Serhat Çelikel'den tek satır okumadım ama Sabiha Sertel'in anılarını, Roman Gibi'yi iki kez okumuştum. İlki, ilk okuyuşum lise sondayken. İkinci okuyuşumda notlar tutmuştum. Sabiha Sertel bambaşka bir Halide Edib portresi çizer, hayli yukarıdan bakan bir kadın romancı.
Vaktiyle Sertel'lerin evi olduğu söylenen yapının da bir bahçesi vardı. Daha o zamanlar, Kadıköyü değişiyor, yapılar kararık yüzlü, eski bahçeler sessiz, ağırbaşlı, üzgün, göçüp gidiyor.
Feyyaz Kayacan'ın Çocuktaki Bahçe'si bir bakıma o göçüp gidişlerin tutanağıdır. Edebiyatımızın en güzel romanlarından biri. Okuyanı az.
Söyledim, çağrışımlar çağrışımları kovalıyor: “Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git / Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti”. Cemal Süreya ile vapurdan iniyoruz. Onu son görüşüm. Yorgun bir Cemal Süreya. İçimde boyuna bu iki görkemli dize!
Gülten Akın, Sessiz Arka Bahçeler... Sormuştum; “Birçok bahçeden esinli, ama en çok Ankara'nın bahçelerinden” demişti Gülten Akın.
Bedia Yengelerinki çok bakımlı bir bahçeydi. O kadar küçük bir alanda mevsimlerin çiçekleri açar, mevsim geçerken solar, yeni mevsimin çiçekleri açmaya koyulur, mevsimler yıllara karışırdı. Ben gelecek mevsimleri beklerdim. Sonsuza kadar sürüp gideceğini sanıyordum belki de gelecek mevsimlerin, anasınababasınapayverenlerin, küpeçiçeklerinin, o tek çarkıfeleğin, incecik leylâk ağaççığının.
“Sözgelimi güz gelip çatınca, çoktan bir sonbahar asmasının kırmızı yapraklarıyla donanmış olur, kırmızı yapraklar da dökülünce, artık ilkyaza kadar pencere gerisinden seyrettiğimiz leylâk, kavruk bir ağaççık olup kalakalırdı.”
Bir kış bahçesi kalmış aklımda
Akşam yemeğinden sonra dönülürdü Arnavutköyü'nden. Dün gece rüyama karışmadı, girmedi ama, karlı bir kış gecesi, dönüş yolunda, o sokakta, tek katlı bir evin perdeleri açık penceresinden gördüklerimi Destan Gönüller'de yazmıştım. Ne tuhaf! Yazdığımı hatırlıyorum da, gördüklerimi, ne yazdığımı artık hatırlamıyorum. Destan Gönüller'in sayfalarını tarayıp bulmak da istemiyorum.
Yalnız, belki uyduruyorum, bir kış bahçesi kalmış aklımda. Kuru dallar kar içinde!
Bütün bunlar niye? Nefes tıkanıklığının boğuncu mu, dün gece, o şiirli bahçeyi bir erinç arayışı gibi rüyama getiren? Günlerin, yılların, uzun bir zamanın merhametsizce yaşattıkları mı?
Geçen cumartesiydi galiba, kitaplarımın yeni basımlarına harikulâde kapaklar armağan eden sevgili Füsun Turcan Elmasoğlu'yla konuşuyorduk. Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak yeniden basılıyor; “Apartmanların terk edilmiş arka bahçeleri” dedim, “size uzak gelmeyecekse öyle bir resim... Bahçede bir de kumru ölüsü var...”
Refik Halid Nisan yağmurlarını anlatırken, “Karşımdaki kameriyenin üç gün önceki kabaran mor köpüğü bir kül yığınına döndü” diyor; “sönüverdi. O mor salkımlar ki eğer doyasıya yağmur yeseydiler...”
Nasıl bir aldanış! Yıllar yılı ‘kabaran mor köpükler' yazdığımı anmışım...


Hekimoğlu İsmail - İnsanlar da nehirler gibidir…

$
0
0

Nasıl ki, jeolojik devirlerde çökmelerin olmasıyla petrol yatakları, kömür yatakları meydana gelmiş, çıkmalarla dağlar teşekkül etmiş.

Nasıl ki, ilk atomu yaratan Allah, hidrojen ve oksijen gibi iki gazdan suyu yaratmış, su gibi bir şeyden her şeyi yaratmış. Yani Allah kendine göre bir âlem kurmuş; bu âlemde dağları, denizleri, nehirleri yaratmış. İşte sebepleri yaratan Allah, tabiatı da yaratmış. Tabiatın içinde insanları, hayvanları, diğer canlıları yaratmış.

İnsanla hayvan arasında iki fark vardır: İlim ve iman. Eğer insanlık âleminden ilim ve iman çekilip alınsa, dünya hayvanat bahçesi olur.

Bütün nehirler dağlardan çıkar, ovaları sular. Yakın zamanda yapılan barajlarla, nehirler kontrol altına alındı, insanlara daha faydalı hale geldiler. Bazı insanlar da yerden fışkıran kaynaklar gibidir. Tıpkı nehirler gibi kendilerine bir yön çizerler. Bütün canlılara faydalı hale gelirler.

Gerçekten insanlar iki nehir gibi akıyor; iyiler bir nehir, kötüler de ötekisi. İnsanları kötü eden zevkleri ve menfaatleridir, cehalettir.

Her iki nehir çıkarken tertemizdi. Mesela Fırat, çıkarken tertemizdir. Kanalizasyonları Fırat'a bağladılar, Fırat kirlendi. Rahman ve Rahim olan Allah, topraktaki klor ile Fırat'ı temizliyor fakat bütün kanalizasyonlar Fırat'a bağlanırsa o sudan bitkiler bile istifade edemez.

Yani su, su olduğu müddetçe akacaktır. Nasıl ki kırları Allah temizler, insanlar şehirleri kirletirse; yaratıklar içinde insandan başkası kendi kendini kirletemez amma kendi kendini en iyi duruma getirecek de yine insandır. Dünya üzerinde öğretim kadar eğitim de olsaydı, insanlar bu kadar kirlenmezdi.

Mesela fizik dersinde elektrik bahsi vardır. Öğretmen anlatıyor; Elektrik nedir, volt nedir, amper nedir, dinamo nedir, transistor nedir, kondansatör nedir? Bunları anlatırlar hâlbuki uygulamada bu bilgilerin hiç faydası yok.

Eğitimin olmadığı yerde öğretim de insanı kurtaramaz.

Biz bu dünyaya isteyerek gelmedik yani dünyayı bilmeden dünyaya geldik. Bizi bu dünyaya getiren, aynı şekilde bu dünyadan götürüyor. Yani ahireti de bilmiyoruz ama oraya doğru götürülüyoruz. İnsan ister inansın ister inanmasın, ahireti de görüp yaşayacak, tıpkı bu dünya gibi. Ahireti inkâr edene hep güldüm; hem ahirete gidiyor, hem inkâr ediyor...

Gözü yaratanın, gözün gördüğünü görmediği zannedilirse...

“Ellerimizi yaratan, tuttuğumuz şeyleri bilmez” denilirse...

Ağzımızı tanzim ve tertip edenin ne yiyip, ne içtiğimizden haberdar olmadığı farz edilirse...

Kulağımızı yaratanın, söylediklerimizi duymadığı düşünülürse...

Kısacası yaratıklara bakıp yaratan anlaşılmazsa; orada eğitim yoktur, demektir.

Evet, insanlar birbirine zıt iki nehir halinde akıyor, bu akışı hiç kimse inkâr edemez; dünyaya geldik, gidiyoruz. Her nehrin varacağı bir yer vardır, çünkü nehirler durdurulamaz, her nehir kendi menziline dökülecektir.

Mademki dünyada birbirine zıt iki nehir var; bunlar, birbirine zıt iki menzile dökülecek.

Ey insan, hangi menzile doğru yol almaktasın?

Mehmet Kamış - Dünün misafiri, bugünün haramisi

$
0
0

Bu nasıl bir akıl yitirmişlik, nasıl bir hesapsızlık, nasıl bir zıvanadan çıkma halidir?

Bu nasıl bir pervasızlıktır? Bu ülkede her geçen gün, bir öncekini aratıyor. Her gün bir öncekinden daha akıl almaz işler yapılıyor. Her şehrin en saygın işadamları sırf Allah'ın emrine uyarak, mallarından bir kısmını yoksul talebelere, muhtaç insanlara veriyor diye tutuklanıyor.

Şu Melek İpek'e yapılan edepsizlik, hangi ruhun, vicdanın, aklın ve izanın kabul edeceği bir şeydir? Bütün Ankara'nın, bütün Türkiye'nin, AK Partilisinin, CHP'lisinin, MHP'lisinin hayırsever olarak bildiği, herkesin yardımına koşan bir anneye yapılanları gördünüz mü? 40 yıldır oturduğu, evlat ve torun büyüttüğü, binlerce hatırasının olduğu, annesinin ak sütü kadar helal evine girmesini engelleyen istilacı kafaların çirkinliğini izlediniz mi? Dünyada, iyi-kötü hukukun olduğu her ülke hane güvenliğini garanti altına alır. İnsanın hanesine çöküyorlarsa orada başta söz olmak üzere her şey bitmiş demektir. Üstelik herkes de biliyor ki bugün AKP içinde siyaset yapanların neredeyse tamamı o eve gelmiş, o evden yardım görmüştür. Dün misafir olarak gittiğiniz eve bugün harami gibi çökmeyi hangi insaf ve izan izah edebilir?

Sadece Melek İpek Hanımefendi'ye yapılanlar değil, Manisa'da, Uşak'ta, Kayseri'de, Malatya'da ve bütün yurtta yoksul çocuklara burs verdiği gerekçesiyle toplumun en saygın işadamları derdest ediliyor. Sayısı bilinmeyecek kadar IŞİD'linin canlı bomba olarak dolaştığı, yüzlerce insanı katlettiği bir zamanda, devletin güvenlik birimleri, ülkesine sürekli istihdam ve katma değer sağlayan işadamlarını topluyorsa, bunu iyi niyetle, hukuk ve adaletle açıklamanız mümkün müdür? En ortalama akıl bile bu yaşadıklarımıza bakınca Türkiye işgal altında mı diye soruyor.

Ama bütün bunlar yetmiyor, her yeni gün, akıl yitirmişlikte bir öncekini geçiyor. Melek İpek Hanımefendi'nin evine yapılan çirkin ötesi hareketin hemen ardından daha büyük bir vahametle karşılaşıldı, bazı özel okullara kayyım atandı. Milli Eğitim'in okullarının bütün pespayeliği ortadayken, eğitimle uzaktan yakından alakası olmayan kıyım ekibi, özel okullara çöktü. Bari açık açık söyleyin niyetiniz nedir? On binlerce öğrencinin ülke standartlarının üzerinde aldığı eğitimi yok ederek okulları ortadan kaldırmak mı amacınız? Yoksa ülkenin en parlak beyinlerinin eğitimini engelleyerek ülkeyi yıkılışa götürmek mi niyetiniz?

Bütün bunları neye göre ve ne hakla yapıyorsunuz? İş Bankası'na el koymayı konuşuyorsunuz, Bank Asya'ya çöktünüz, bir sürü özel sektöre kayyım atadınız ve bütün bunlar ile ülkedeki herkese ‘ayağınızı denk alın' mesajı iletiyorsunuz. ‘Herkesin başına her an her şey gelebilir' mesajı veriyorsunuz. Hem kullandığınız devlet gücüyle hak hukuk demeden rakip gördüklerinizi yok etmeye çalışıyor hem de parti mensupları dahil herkesi fiilen tehdit ediyorsunuz.

Bugün yaşadıklarımız, bize herkesin mal ve can güvenliğinin uyduruk bir sebeple ortadan kaldırılabileceğini söylüyor. Bu ülkenin kanunlarının dışına çıkmayan, hukuka bağlı her bireyin sorduğu soruyu buradan yüksek sesle dillendirelim: Bu Moğol saldırılarından sıradan insanları kim muhafaza edecek? Elindeki gücü kendinden olmayan herkesi yok etmek için kullananların şerrinden masum insanları kim koruyacak?

Şahin Alpay - Tek adama AKP de katlanamıyor

$
0
0

Türkiye'nin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sandığı kadar ilkel bir toplum olmadığını, tek bir kişi tarafından keyfî; bir şekilde yönetilmeyi kabul etmeyeceğini, buna AKP'nin dahi katlanamayacağını bu köşede kaç defa yazdığımı hatırlamıyorum.

Bunun ilk işaretleri 2013 yazındaki Gezi Parkı gösterileri karşısında Erdoğan'ın sergilediği tutuma partinin “kurucu babaları”ndan Abdullah Gül ve Bülent Arınç'ın itirazlarıyla görülmüştü.

Son iki hafta içinde yaşananlar ise, anayasanın bekleme odasına alınmasına ve fiilen “Türk biçimi” başkanlık sistemiyle yönetime AKP içinden itirazların giderek daha belirgin ve yaygın bir hal aldığını gösteriyor. Geçen hafta Arınç'ın Taha Akyol'a verdiği mülakatta (CNN – Türk, 29 Ocak) dile getirdiği itirazlardan sonra Erdoğan, muhaliflere karşı taarruza geçti: “Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler. Birileri de gizli kulisler attılar. O insanların kimler olduğunu araştırır bulursunuz...” dedi. (7 Şubat)

AKP'nin dışlanmış kurucularından, dönemin Başbakan Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır cevap verdi: Başbakan Gül'ün, Meclis Başkanı Arınç'ın, Dışişleri danışmanı Ahmet Davutoğlu'nun tezkereye karşı olduğunu belirtti ve “Açıklıkla karşı olduğumuzu söylüyorduk. Gizliden bir kulis yürütmüyorduk..” dedi. (“Davutoğlu toplantıda elime sarıldı ve şöyle dedi: Abi ne olur Irak'a girmeyelim.” Özgür Düşünce, 9 Şubat) Aynı gün AKP'nin başka bir dışlanmış kurucusu olan Abdüllatif Şener, 1 Mart tezkeresinin reddinin Erdoğan'ın ve Türkiye'nin dünyadaki imajına olumlu katkı yaptığını hatırlattı. (Ben de burada tezkere geçseydi başımıza gelecek büyük felaketi, bütün Irak halkını karşımıza alacağımızı hatırlatayım.)

Derken, bugüne kadarki en cesur itirazları, Hüseyin Çelik yaptı. En dikkate değer olarak şunları söyledi: Parti programını yazan 11 kişiden biriyim. Bunlardan hiçbiri bugün partide karar mercilerinde değil… AKP deyince akla gelen 50 kişinin yüzde 98'i sistematik olarak dışlandı... 15–16 yıldır büyütüp meyve verme aşamasına getirdiğim bir bahçem var. Bugün birileri hoyratça bu meyveleri ayakları altında eziyorsa bu benim zoruma gider... Kemalistlere niye kızıyoruz? Milli Mücadele'yi sadece bir kişiye izafe ettikleri için değil mi? 1 Kasım'da vatandaşın bir kısmı bize kahrede ede oy verdi… Bugün birine ‘paralelci' demek külah kapma yarışı haline getirildi… (İpek Koza grubuna yapılanlar için) Görüntü bir gasp görüntüsüdür… (Ahmet Hakan, Hürriyet, 10 – 11 Şubat.)

Gül, Erdoğan'la buluştuktan sonra, Arınç'ın evinde Çelik yanı sıra eski bakanlar Sadullah Ergin ve Nihat Ergün ile bir araya geldi. Artık AKP içinde “muhalifler”den söz ediliyor. Hasan Cemal geçen gün Gül ile Erdoğan arasındaki görüş ayrılıklarını sıraladı. (T 24, 11 Şubat.) Cumhuriyet'ten Emine Kaplan'ın yazdığına göre ise, AKP içinde “asıl kavga” Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu arasında yaşanıyor. Erdoğan'ın, geçen eylüldeki kongrede Davutoğlu'nu parti başkanlığından uzaklaştırmadığına pişman olduğu söyleniyor. Davutoğlu, çevresini Erdoğan tarafından dışlananlarla genişletiyor. (10 Şubat) Kaplan'ın yazdıkları arasında belki en dikkate değer olan da, Erdoğan'ın arzuladığı “Türk biçimi” başkanlık önerisinin referanduma götürebilmek için Meclis'te gerekli 330 oyu bulmasının mümkün olmayacağı. Zira, gizli oylamada bizzat AKP grubu 100 dolayında fire verebilir.

Sosyal bilimlerin kehanete izin vermediğinden, “öndeyiler”de bulunmanın da güçlüklerinden habersiz değilim. Sosyal bilimlerin konusunun “amaçlanmış eylemlerin amaçlanmayan sonuçlarının analizi” olduğunu da biliyorum. Yine de koşulların analizinden hareketle geleceğe yönelik bazı öngörülerde bulunmak mümkün. Umarım, en azından 2 yıldır tekrarladığım “AKP bile Erdoğan'a katlanamaz” (Zaman, 22.03.2014) öngörüsünde yanılma olasılığım azalıyor.

Lale Kemal - AKP gemisi artık su alıyor

$
0
0

AKP'nin ağır toplarından önce Bülent Arınç sonrasında Hüseyin Çelik'in, partilerinin hükümet etmedeki olumsuz gidişatına dönük aleni çıkışlarının ülkeye nasıl bir iyilik yapacağını şimdiden kestirmek zor.

Ne de olsa, karşımızda toplumun en azından yarısıyla ve hatta müttefiklerle köprüleri atmış bir hükümet ve cumhurbaşkanı var. Tüm devlet imkanlarını, muhalefeti bastırmak için orantısız biçimde kullanmakta olan bir yönetim anlayışına karşı parti ağır topları, bu olumlu çıkışlarına içlerinden ne ölçüde destek alacaklar, şimdilik belirsiz. En azından nihayetinde dayanamayıp konuşan bu parti ileri gelenlerinin de tıpkı öteki muhalefet gibi sindirilmeleri olasılığı göz ardı edilemez.

Türkiye'nin öngörülemez bir ülkeye dönüşmesinde temel etken, gerek iç gerekse dış politika uygulamalarında otoriter bir yönetim biçiminin tercih edilmiş olması.

Artık içeride ve dışarıda en çok sorulan soru, “Türkiye nereye gidiyor?” şeklinde. Kimileri bu soruyu, en kötü senaryo olan bir askeri darbe ya da ülke geneline yayılacak bir iç savaş şeklinde yanıtlarken kimileri de bir mucize yaşanabileceğini ve AKP'nin, demokratik değerleri önceleyeceği bir konuma yeniden geçebileceği tahminini yürütüyorlar.

Hükümetin, bir süredir içinde bulunduğu sürdürülemezlik hali, parti ağır toplarının eleştirel açıklamalarıyla daha bir gün yüzüne çıktı. Bu sürdürülemezlik hali ise ülkeye ağır bir fatura ödetme şeklinde yansıyor. Türkiye'yi yalnızlığa iten kavgalı dış politika siyaseti, güney ve güneydoğudan ticarete ağır darbe vurdu, dolayısıyla ekonomiyi zayıflattı. İçeride uygulanmakta olan ağır hak ihlalleri ve Güneydoğu'daki şiddetli çatışmalar, uluslararası toplumda Türkiye'yi neredeyse dışlayan bir niteliğe büründü. Her ne kadar şimdilerde ağır mülteci sorununu Ankara'ya ihale etmek için Avrupa devletleri hükümet ile ilişkileri iyi tutsalar da Türkiye hakkında neredeyse tüm dünyada olumsuz bir intiba hakim. Dünyanın bir ucunda Ekvator'da dahi olay çıkartıldı ya, bir bu eksikti o da oldu.

Baharın gelmesi, karların erimesiyle birlikte Güneydoğu'da korkarım çatışmalar daha da şiddetlenebilir. Ülkeyi, göreceli bir rahatlama getiren o 2,5 yıllık kısa süreli ateşkes dönemine döndürecek dolayısıyla çatışmaları sonlandıracak bir fırsatın yakalanmak istenmediği ise geçenlerde açıklanan “terörle mücadeleye devam,” niteliğindeki planla ortaya çıktı. PKK ile çatışmaların bir kazananı yine olmayacak ama yine hepimiz kaybedeceğiz. PKK ile çatışırken Suriye'ye tek yanlı askeri müdahale ise Türkiye'yi onarılamaz bir felakete götürür. Şimdi de ABD ile “Suriyeli Kürt savaşçıların grubu PYD terörist mi değil mi?,” kavgasına girişildi. İktidar, kavgalarla, Esed takıntısıyla ülke dış politikasını esir aldı, yanıbaşımızda kaderimizi etkilemekte olan Suriye gelişmelerine seyirci konumuna indirgendik. AKP'ye önemli alternatif olması gereken CHP, ülkeyi uçuruma sürükleyen onca sıkıntı varken, “Atatürk posteri indirildi, indirilmedi,” kavgasıyla gündemi işgal ediyor. Bu kavganın bize anlattığı şu; CHP halen halka inemiyor, AKP'nin muhafazakar tabanını kendisine oy vermeye ikna edemiyor, içindeki sözde Kemalistlerden arınamıyor, çağdaşlaşmayı yakalayacak, dindarıyla, laikiyle, Kürt'üyle, azınlığıyla her kesimi kucaklayacak bir gündem oluşturamıyor. Dolayısıyla karşısına politikalarıyla ezber bozacak bir muhalefet çıkmayan AKP ve cumhurbaşkanı, 13 yıllık kesintisiz iktidarın doğal sonucu olan güç zehirlenmesinin yol açtığı tahribat ile ülkeyi yönetilemez hale getirdi. Alternatifsiz AKP'nin içinde Arınç ile başlayan çatlak kısa vadede derinleşmeyecek. Ama iktidar kibri ve güç zehirlenmesi de sonsuza dek sürmeyecek. AKP gemisi artık yavaştan da olsa su almaya başladı.

A. Turan Alkan - Tarih felsefesinin dibi!

$
0
0

Anafikri baştan söyleyeyim: Tarihle ilgilenmek moral bozar, insanı kötümser yapar, daha iyi bir gelecek konusunda ümidini kırar.

Tarih bir bilim dalı mıdır, yoksa disiplin mi; tartışmıyorum. Tarih, hepimizin ortak hikâyesidir. Tarih okumanın, aile büyüklerinden birine, ‘Dedemin babası kimdi, nasıl biriydi; on göbek önceki ecdâdım kimlerdi, ne yaptılar?' diye sormaktan farkı yoktur. Geçmişimizi merak ederiz, bu normal; bize anlatılandan sadece hoşumuza gideni seçeriz; bu anormal. Anormal olan kural haline gelmiştir. Her ülke, minimini yavrularına, en vatansever kalemler tarafından yazılmış milli tarihlerini okutur ki büyürken özgüvenleri de artsın, dedeleriyle gurur duysunlar. Çocuklarımıza korkutucu, kanlı, şuuraltını yaralayan vahşi hikâyeler anlatmayız onlar uyurken; güzel şeyler, kahraman prensler, iyi kalpli keloğlan, âdil padişah, fukara fakat iyi kalpli genç kızların hikâyesini anlatırız. Milli tarih öyledir. Seçilmiş olaylar dizisidir, sterilize edilmiş, kötü hâtıralardan arındırılmıştır. Bu haliyle çocuk ruhiyatına fevkalâde uygundur fakat minik bir kusurla mâlul: Gerçeğin sadece küçük bir kısmını, pis, kötü ve kanlı ayrıntılardan ayıklayarak çerçeveliyor.

Tarihle ilgilenmeyin; bedbaht olursunuz. Eğer yeterince okuyup bütün tarihi olayları saydam birer olgu halinde üst üste yapıştırarak tamamı hakkında genel bir fikir edinmeye kalkışırsanız (ki üç aşağı beş yukarı böylece ‘tarih felsefesi' yapmış oluyorsunuz), ufak-tefek istisnâları dışında şöyle bir tabloyla karşılaşacaksınız:

Ekseri itibarıyla insan zalim ve cahildir; nankördür, bencildir, korku içindedir. Ömrü boyunca güvenlik endişesiyle yaşamaya programlıdır. Kendine benzeyen diğer organizmalarla kıyaslandığında acınacak derecede zayıf ve korunmasızdır. Birkaç derecelik ısı kaybıyla bile ölebilir, daima bakıma muhtaçtır. O yüzden topluluk sıcaklığına yakın yaşamak ister.

Din, insan cinsinin vahim kusur ve saplantılarını tedavi edebilecek en ümitvar çağrıdır. İnsanlara der ki, ‘Birbirini sev, tehdid etme, ekmeğini bölüş, bencilliği bırak; hasta, zayıf ve yaşlıları kolla, incitme, kırma, saldırma, sabret, güzel bir istikbâle inan'

Tarih bize der ki; insanlar ‘din'den hoşlanırlar fakat şuuraltından gelen vahşetin çağrısını hissettiklerinde yine bildiklerini yaparlar. Mesela korunma içgüdüsüyle birbirlerine yakınlaşıp örgütlenerek ‘devlet' haline gelir ve sonra kamu güvenliği hiç bozulmasın diye onu kutsarlar; öyle ki kendi elleriyle kurdukları devlet yapılarına, ilâhi nitelikler atfederler: Hayy, Kayyum, Rezzak, Ganî;, Rahî;m, Ebed, Kuddûs, Cebbar, Melî;k, Kahhar, Vehhâb, Muiz, Hakem, Adl, Hasî;b, Mucî;b, Vâcî;d, Samed, Müntakî;ym, Malik'ül Mülk gibi sıfatlar, devletin imaj ve fonksiyonlarıyla örtüşür.

Devletler çok hoştur; tarih boyunca geçimsiz şehzâdeler gibi birbirleriyle dövüşür ve tebânın (reâya, kul veya vatandaş, farketmiyor) kanını ‘oluk oluk' akıtırlar. Ölenlerin yakınlarına biraz para (ganâim) verip, ‘O, ulvî; bir dâvâ yolunda öldü; onunla gururlan ve sakın üzülme' derler.

Aklı başında insanların, ‘Devlet kurumu da bir gün uslanır' yollu tahminleri fena halde cılkı çıkmıştır. Hammurabi veya Ramses'ten bu yana bütün devletler birbirinde gözü olan ırz ve mal düşkünü kötü komşular gibi davranır, fırsat bulunca birbirine çöker ve bunun için deli gibi insanların parasını harcarlar. İnsanlar da buna bayılır.

Dünya tarihinde sulh ve selâmet zamanları hesaplamaya değmeyecek kadar az ve istisnâidir. Birbirinin kanını dökmek, tarihin başından bu yana tekrar edegelen en anlamlı beşerî; eylemdir.

Onun için siz yine milli tarihle yetinin; iyi bir yatıştırıcıdır.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live