Şia, birinin taraftarı, dostu ve takipçisi olmaktır. Kavramsal anlamı üç umdeye dayanır: Hz. Ali'nin velayetine, onun imam olarak vasiyet edildiğine ve onun ruhani mektebine mensup olmak.
Aslında yalın manada Şia, Hz. Ali'nin taraftarlığıdır. Kerbela'ya kadar bu yalın manada kullanılıyordu ki, biz buna “ilk dönem Şiilik” diyebiliriz. Dönemin karakteristik özelliği Hz. Ali (ra)'nin taraftarlığında toplanır. Daha sonraları ve elbette büyük Şii imam ve otoritelerin geliştirdikleri öğretiyle diğer görüşler referans kaynakları, usulü ve literatürüyle Şii mezhebinin umdeleri arasında yer alacaktır. Mesela a) Hz. Ali'nin imamete nass ile tayin edildiği; b) İmametin kıyamete kadar onun soyundan gelenlere ait olduğu; c) İmamların masum olduğu; d) İlk üç halifenin –en hafif deyimiyle- hilafeti hak etmedikleri halde başa getirildikleri; e) Hz. Ali'ye gizli ilimlerin öğretildiği, f) Bu gizli ilimlerin 12 masum imama intikal ettiği inancı gibi.
Şiiliğin doğuşu konusunda beş ayrı görüş söz konusu:
1) El Kummi (301/913) ve Nevbahti'ye (300/912) göre Şiilik Hz. Peygamber (sas) daha hayatta iken biliniyordu. Öyle ki “Şiatu Ali” diye isimlendirilen, sonra da imametin Hz. Ali'ye ait olduğunu söyleyen bir topluluk vardı. Tabatabi ve Kaşifü'l-Gıta da bu kanaattedirler. Ancak elimizde bu görüşü temellendirecek sağlam bilgiler mevcut değil.
2) İbn Nedim'e göre, Cemel Vak'ası patlak verip de savaş durumu ortaya çıktığında, Hz. Ali “şiati/benim taraftarlarım” demiş, o günden sonra Hz. Ali'ye taraftar bir grup teşekkül etmiştir.
3) Muhammed Ebu Zehra ve ünlü oryantalist Welhausen'a göre Şia, Hz. Osman (r.a.) dönemindeki olaylar sonucu ortaya çıktı. Doğru olmakla beraber, bunu “yalın Hz. Ali taraftarlığı” şeklinde anlamak lazım. Hz. Osman'ın 12 yıl süren hilafetinin ilk altı yılında büyük sorunlar yoktu. İkinci altı yılda valilikleri ve genel anlamda bürokrasiyi Beni Ümeyye ailesinin istila etmesi ile statü ve kaynakların dağıtımında ortaya çıkan adaletsizliklere karşı gelişen tepkileri bastırmak üzere valilerin halka zulmetmeye başlaması Kufe ve Mısır'dan başlamak üzere merkeze doğru büyük öfke dalgalarının yükselmesine yol açtı. Sıffin Savaşı'ndan sonra Müslümanlar üç ana gruba bölündü: a) Hz. Ali'ye taraftar olanlar; b) Muaviye'nin yanında yer alanlar; c) Tarafsız kalanlar.
4) Taha Hüseyin, Şia'nın, Hz. Ali'nin, bir Harici tarafından şehit edilmesi olayı üzerine ortaya çıktığını söyler.
5) Şiiliğin belirgenleşmekte olan bir mezhep olarak teşekkülü, Hz. Hüseyin'in Kerbela'da (H.61/M.680) şehit edilmesi olayından sonradır. O güne kadar Müslümanlar ne Sünni idi, ne Şii idi. Farklı bir grup (fırka) olarak sadece Hariciler mevcuttu. Kanlı çatışmalara yol açan ihtilafın ana konusu “Kim haklı?” sorusuna verilen farklı cevaplardan kaynaklanıyordu. Hatta “nass, tayin, vasiyet vb.” kavramlar dolaşımda bile değildi.
Kerbela faciasından sonra iki önemli hadise Şiiliğin teşekkülünde belirleyici rol oynadı. Biri Kerbela'da 70 yakını ve arkadaşıyla Hz. Hüseyin'in şehadetinin Müslümanların vicdanında açtığı derin yara; diğeri başlangıçta Hz. Hüseyin'e sahip çıkmayıp da sonra yaptıklarından dolayı tevbe eden Kufeli bir grubun Tevvabin hareketini başlatıp, Hz. Hüseyin'in kanı davasının peşine düşmesi.
Ömer bin Abdülaziz'e (101-720) kadar Emeviler her cuma hutbesinden sonra Ehl-i Beyt'e çirkin sözlerle sövüp sebbettiler. Buna dayanamayan Efendimiz'in zevcesi Ümmü Seleme, Muaviye'ye mektup yazarak “Böyle yapmakla Allah'a ve Rasulü'ne sebbettiklerini, çünkü Efendimiz'in Ali'yi sevdiğine şahit olduğunu” söyledi, ama fayda etmedi. V. Halife, bu sövgünün yerine Nahl, 90. ayetin okunması âdetini getirdi.
Bu kıssadan çıkardığımız hisse şudur: Müslümanlar siyasi rakiplerine ve düşmanlarına karşı kendilerini savunurlarken, adil davranmayıp haddi aşacak olurlarsa, zulm ve gadretmeye başlarlar. Zulüm ve gadr yüzyıllara yayılan nefret ve husumetlere sebep olur, kapanmayan yaralar açar.