Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Ali Bulaç - Şiiliğin teşekkülü

$
0
0

Şia, birinin taraftarı, dostu ve takipçisi olmaktır. Kavramsal anlamı üç umdeye dayanır: Hz. Ali'nin velayetine, onun imam olarak vasiyet edildiğine ve onun ruhani mektebine mensup olmak.

Aslında yalın manada Şia, Hz. Ali'nin taraftarlığıdır. Kerbela'ya kadar bu yalın manada kullanılıyordu ki, biz buna “ilk dönem Şiilik” diyebiliriz. Dönemin karakteristik özelliği Hz. Ali (ra)'nin taraftarlığında toplanır. Daha sonraları ve elbette büyük Şii imam ve otoritelerin geliştirdikleri öğretiyle diğer görüşler referans kaynakları, usulü ve literatürüyle Şii mezhebinin umdeleri arasında yer alacaktır. Mesela a) Hz. Ali'nin imamete nass ile tayin edildiği; b) İmametin kıyamete kadar onun soyundan gelenlere ait olduğu; c) İmamların masum olduğu; d) İlk üç halifenin –en hafif deyimiyle- hilafeti hak etmedikleri halde başa getirildikleri; e) Hz. Ali'ye gizli ilimlerin öğretildiği, f) Bu gizli ilimlerin 12 masum imama intikal ettiği inancı gibi.

Şiiliğin doğuşu konusunda beş ayrı görüş söz konusu:

1) El Kummi (301/913) ve Nevbahti'ye (300/912) göre Şiilik Hz. Peygamber (sas) daha hayatta iken biliniyordu. Öyle ki “Şiatu Ali” diye isimlendirilen, sonra da imametin Hz. Ali'ye ait olduğunu söyleyen bir topluluk vardı. Tabatabi ve Kaşifü'l-Gıta da bu kanaattedirler. Ancak elimizde bu görüşü temellendirecek sağlam bilgiler mevcut değil.

2) İbn Nedim'e göre, Cemel Vak'ası patlak verip de savaş durumu ortaya çıktığında, Hz. Ali “şiati/benim taraftarlarım” demiş, o günden sonra Hz. Ali'ye taraftar bir grup teşekkül etmiştir.

3) Muhammed Ebu Zehra ve ünlü oryantalist Welhausen'a göre Şia, Hz. Osman (r.a.) dönemindeki olaylar sonucu ortaya çıktı. Doğru olmakla beraber, bunu “yalın Hz. Ali taraftarlığı” şeklinde anlamak lazım. Hz. Osman'ın 12 yıl süren hilafetinin ilk altı yılında büyük sorunlar yoktu. İkinci altı yılda valilikleri ve genel anlamda bürokrasiyi Beni Ümeyye ailesinin istila etmesi ile statü ve kaynakların dağıtımında ortaya çıkan adaletsizliklere karşı gelişen tepkileri bastırmak üzere valilerin halka zulmetmeye başlaması Kufe ve Mısır'dan başlamak üzere merkeze doğru büyük öfke dalgalarının yükselmesine yol açtı. Sıffin Savaşı'ndan sonra Müslümanlar üç ana gruba bölündü: a) Hz. Ali'ye taraftar olanlar; b) Muaviye'nin yanında yer alanlar; c) Tarafsız kalanlar.

4) Taha Hüseyin, Şia'nın, Hz. Ali'nin, bir Harici tarafından şehit edilmesi olayı üzerine ortaya çıktığını söyler.

5) Şiiliğin belirgenleşmekte olan bir mezhep olarak teşekkülü, Hz. Hüseyin'in Kerbela'da (H.61/M.680) şehit edilmesi olayından sonradır. O güne kadar Müslümanlar ne Sünni idi, ne Şii idi. Farklı bir grup (fırka) olarak sadece Hariciler mevcuttu. Kanlı çatışmalara yol açan ihtilafın ana konusu “Kim haklı?” sorusuna verilen farklı cevaplardan kaynaklanıyordu. Hatta “nass, tayin, vasiyet vb.” kavramlar dolaşımda bile değildi.

Kerbela faciasından sonra iki önemli hadise Şiiliğin teşekkülünde belirleyici rol oynadı. Biri Kerbela'da 70 yakını ve arkadaşıyla Hz. Hüseyin'in şehadetinin Müslümanların vicdanında açtığı derin yara; diğeri başlangıçta Hz. Hüseyin'e sahip çıkmayıp da sonra yaptıklarından dolayı tevbe eden Kufeli bir grubun Tevvabin hareketini başlatıp, Hz. Hüseyin'in kanı davasının peşine düşmesi.

Ömer bin Abdülaziz'e (101-720) kadar Emeviler her cuma hutbesinden sonra Ehl-i Beyt'e çirkin sözlerle sövüp sebbettiler. Buna dayanamayan Efendimiz'in zevcesi Ümmü Seleme, Muaviye'ye mektup yazarak “Böyle yapmakla Allah'a ve Rasulü'ne sebbettiklerini, çünkü Efendimiz'in Ali'yi sevdiğine şahit olduğunu” söyledi, ama fayda etmedi. V. Halife, bu sövgünün yerine Nahl, 90. ayetin okunması âdetini getirdi.

Bu kıssadan çıkardığımız hisse şudur: Müslümanlar siyasi rakiplerine ve düşmanlarına karşı kendilerini savunurlarken, adil davranmayıp haddi aşacak olurlarsa, zulm ve gadretmeye başlarlar. Zulüm ve gadr yüzyıllara yayılan nefret ve husumetlere sebep olur, kapanmayan yaralar açar.


Joost Lagendijk - Suriye'de ateşkes: Dönüm noktası mı, boş umutlar mı?

$
0
0

Cuma sabahı Münih'teki Uluslararası Suriye Destek Grubu toplantısından, Suriye'nin her tarafında gelecek hafta sonundan itibaren “çatışmaların durdurulması” ve birkaç gün içinde kuşatma altındaki Suriye kentlerine acilen ihtiyaç duyulan yardımların ulaştırılması konusunda anlaşma çıktı. Eğer anlaşma işlerse, BM öncülüğündeki Cenevre barış görüşmeleri kısa süre sonra tekrar başlayabilir.

Kuşkucu olmak için pek çok sebep olduğu doğru. ABD ve Rusya hangi isyancı grupların terörist sayılması gerektiği konusunda anlaşabilmiş değil. Bu hayati önemde bir mesele, zira hangi grupların hava saldırılarının meşru hedefi olmaya devam edeceği buna bağlı. Bu da çatışmanın sürebileceği anlamına geliyor. Dahası Rusya Devlet Başkanı Putin başından beri Suriye'de ikiyüzlü bir oyun oynuyor. Rus uçakları DAEŞ'e saldırmak yerine ana akım isyancıları bombaladı ve ABD ile Cenevre'de masaya oturulduğu sırada düzenlenen son Rus saldırıları görüşmelerin başarısız olmasının temel sebebiydi.

Öte yandan Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ve onun Rus efendileri, son dönemde özellikle Halep'te elde ettikleri askeri kazanımları, resmi bir ateşkeste anlaşarak avantaja çevirme vaktinin geldiği sonucuna varabilirler. Masanın diğer tarafında, son saldırılar karşısında ayakta kalmaya çalışan Suriyeli isyancılar ve onların, ellerinde pek az başka seçenek kalan başlıca yabancı destekçileri (Türkiye, Suudi Arabistan ve ABD) oturuyor. Gerek Ankara gerek Riyad Suriye'nin kuzeyine kara harekâtı seçeneğini açık tutuyor, fakat Suudi Arabistan'ın aynı anda iki cephede birden savaşabileceğine (halihazırda Yemen bataklığına saplanmış durumda) ve Türkiye'nin NATO yeşil ışık yakmadan müdahale edeceğine (son derece düşük bir ihtimal) kimse inanmıyor.

Geriye ABD'nin ne yapacağı sorusu kalıyor. Bugüne kadar Obama yönetimi Suriye'deki bütün kartlarını diplomatik bir çözümden yana oynadı ve kimyasal silahlarla ilgili meşhur kırmızı çizgisi Suriye rejimi tarafından ihlal edildikten sonra bile doğrudan askeri müdahale seçeneğini düşünmedi.

Ancak bu tutum giderek tepki topluyor. Suriye politikasına karşı çıkanlar, ABD'yi Rusya'nın diplomatik oyunlarına geldiği ve sahada askeri açıdan köşeye sıkıştığı için eleştiriliyor. Eğer Washington askeri seçenekleri gözden geçirmeye niyetli değilse, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Rus mevkidaşı Sergey Lavrov'un ortaya koyduğu her şeyi kabul etmekten başka ne yapabilir?

Halep'e yönelik acımasız Suriye/Rusya saldırısı, bir kez daha şiddetli serzenişlere yol açmış durumda. Geçen hafta Washington Post'ta yayınladıkları ateşli başyazıda Michael Ignatieff ve Leon Wieseltier, Halep'i “yeni Saraybosna” ve “yeni Srebrenica” diye nitelediler. Amerika'nın Suriye politikasının “ahlaken iflas ettiğini” iddia ederlerken, Washington'a mezalimi önlemek için daha fazla kararsız kalmadan hemen müdahale etmesi çağrısında bulundular. İlginç bir şekilde Türkiye'nin bakış açısından hareketle, Halep'ten Türkiye sınırına kadar bir uçuşa yasak bölge oluşturulmasını savunan Ignatieff ve Wieseltier, ABD yönetimini de “siviller ve mültecilerin, Ruslar da dâhil, herhangi bir tarafça bombalanmasını engelleyeceğini açıkça dile getirmeye” davet ettiler.

Elbette soru, bu tür çağrıların Washington'ın tavrı üzerinde herhangi bir etki yapıp yapmadığı. Brookings'in Suriye uzmanlarından olan ve uzun bir süredir ABD'yi daha etkin hareket etmeye çağıran Şadi Hamid'in bu konuda kuşkuları var. Geçenlerde ABD'nin Suriye politikasına dair yayınladığı analizinde, söz konusu politikayı ziyadesiyle ideolojik ve yenilenmeye kapalı olarak tanımlayan Hamid, şu ifadeleri kullandı:

“Obama'nın “savunmacı minimalizm”i veya “hesaplı hareket”i tesadüfi değil. Ne kadar yanlış ve tehlikeli olsa da, bir mantığı var. Bu, Suriye'de Amerikan gücünün kullanılmasının işleri daha da kötü hale getirmekten başka işe yaramayacağına dair sıkı sıkıya bağlı olunan inancın ürünü.”

Korkarım ki Hamid tümüyle haklı. Yani ABD'nin Suriye politikasında köklü bir değişiklik olmaksızın, Suriye'de yaşanan drama yönelik herhangi bir çözümün hızı ve yönü Rusya'nın hesaplı sinizmi tarafından belirlenecek.

Nurullah Öztürk - Merkez Bankası'na müdahale ekonomik felaketle sonuçlanabilir

$
0
0

Dünyadaki önemli finansal kurumların makroekonomik istikrar ve refah arzu eden devletlere ilk tavsiyelerinden biri merkez bankalarının özerkliğidir.

‘İyi olan tek merkez bankası, politikacılara hayır diyebilendir' sözü politikacıların banka üzerindeki heva ve hevesinin özetidir. Merkez bankalarının ekonomik ve politik bağımsızlıkları oldukça önemlidir. Hükümet harcamalarının finansmanının doğrudan merkez bankası kaynaklarıyla yapıldığı, kamu açıklarının merkez bankası eliyle finanse edildiği bir ortamda ekonomik bağımsızlık söz konusu olamaz. Politik bağımsızlık ise en basit şekliyle merkez bankası başkan, yardımcıları ve yöneticilerinin atanma biçimleri, görev süresi ve görevden alınma tarzının nasıl olduğu ile ifade bulur.

Avrupa Birliği ülkeleri ortak para birimi Euro'ya geçtikten sonra European Central Bank-ECB'yi kurmuşlardır. ECB'nin ana hedefi Euro bölgesinde enflasyonu düşük tutmak, dış rezervleri kontrol etmek, döviz işlemlerini yönetmek ve Euro basmak olarak özetlenebilir. Avrupa Merkez Bankası özellikle 2008 global krizi sürecinde ciddi sarsıntı geçiren İrlanda, İspanya, Portekiz ve Yunanistan'ın likidite sorunları nedeniyle önemli bir sıkıntı yaşamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası 11 Haziran 1932 yılında kurulmuştur. Merkez bankasının görev ve yetkileri arasında, Türk Lirası'nın değerini korumak, hacim ve tedavülünü düzenlemek, ülkenin altın ve döviz rezervlerini yönetmek, finansal sistemin sağlıklı işlemesi için para ve döviz piyasalarında düzenleyici tedbirler almak, mali piyasaları izlemeye almak, reeskont ve avans işlemleri yapmak, bankalara kredi vermek, olağanüstü durumlarda tasarruf mevduatı sigorta fonuna avans vermek, banknot basmak, fiyat istikrarını sağlamak, para politikası araçlarını belirlemek ve uygulamak olarak özetlenebilir. Enflasyonla etkin mücadele merkez bankalarının en temel ve önemli hedeflerinden biridir. Paranın maliyeti ve faiz oranlarının belirlenmesi, sürdürülebilir bir ekonomik büyüme politikasının oluşturulması, bankacılık sistemine rezerv sağlanması, faizlerin ve rezerv büyüklüklerinin ayarlanması para politikası ve merkez bankasının politika araçlarının ana hedefleri arasındadır.

Dünürokrasi düzeni

2001 krizi ürünü olan iktidarın en önemli icraatı yakın çevresi ve işbirliği mensuplarını ihya etmesi olmuştur.

Hükümet önemli bir reform ve değişim programı uygulamaya koymadan ekonomik büyüme algısıyla gidilebilecek yolu sonuna kadar yürüdü ve bitirdi.

İktidar mensupları zenginleşti, millet fakirleşti.

Türk halkının Batılının kaynaklarını sömürürken eline İncil tutuşturduğu Afrikalıdan tek farkı, olan biteni idrakten uzak olmasıdır.

Karun kadar zenginleşenlerin hedefinde şimdi de hazinenin anahtarları vardır. İktidar kötü gidişi örtbas etmek için sadece rakamlarla değil, devletin güvenilirliği ile de oynamaktadır. Açıkladıkları rakamlara güvenilir hiçbir uluslararası kurum itibar etmemektedir. TÜİK başkanı yanlış ve yanıltıcı beyanda sorumluluk almamak için emekliliğini istedi, bu istifa muhataplarını fazlasıyla sevindirdi. Merkez bankasının anahtarlarının iktidar ailesinden birine teslim edilmesiyle en büyük operasyon da tamamlanmış olacaktır. Ülkeyi şirket gibi yönetmek isteyenler gerçekten de bunu başarmıştır. Ülke yönetimi tam bir aile şirketi mantığıyla yönetilmektedir. Futbol, enerji ve doğal kaynaklarda damatlar, TRT, THY gibi önemli kurumlarda mahdumların arkadaşları, diğer kamu kurum ve kuruluşlarda parti mensupları, bürokrat çocukları ve yandaşlar ülkenin tüm kaynaklarını hunharca talan etmeye devam etmektedir. İktidar merkez operasyonu ile büyük bir finale hazırlanırken, ekonomik çöküşü hızlandırmaya da kararlı demektir. Aile şirketlerinin ömrünün ortalama 15-20 yıl arasında olduğu düşünülürse, iktidarın gideceği yolu geldiğinden daha kısadır. Türkiye'de dünürokrasi düzeni yıkılmadan demokrasi kurulamaz.

Faizleri düşürmek için altyapıyı hükümet hazırlar

Durmuş Yılmaz, başarılı, dürüst ve çalışkan bir Merkez Bankası başkanıydı. Onun başkanlığı döneminde de çalıştığım medya grubunda ‘Faizleri niçin düşürmüyorsun?' diye manşetler atılırdı. Başbakan yardımcılarından birinin düğününde karşılaştığımızda, belediye başkanı olan arkadaşım, ‘Başkan gazetenin en yetkili ismi burada. Şimdi ne söyleyeceksen söyle.' dedi. Durmuş Bey de ‘Bu haberler bizden ziyade hükümeti zorda bırakıyor. Faiz düşürmek sonuçtur. Faizleri düşürmek için hükümet altyapıyı hazırlamalı ki düşürebilelim.' dedi. Grupta bulunan arkadaşlardan biri de ‘Boş verin bu konuyu, başkan döviz ve altın ne olacak?' dedi. Bunun üzerine Durmuş Bey, “Bizim apartmanın en üst katında büyük bir altın toptancısı vardı, her krizde çıkar ‘ne olacak döviz ve altın' diye sorardık. En son 2001 krizi çıktığında tüm apartman olarak çıktık ve aynı soruyu sorduğumuzda ‘bundan sonra olacakları bir tek yukarıda Allah biliyor aşağıda bilen kalmadı” diye cevapladı.' demişti.

Mehmet Çetingüleç - Türkiye'ye Suudi Arabistan yeter mi?

$
0
0

Ortadoğu penceresindeki sınır komşularının tümüyle kavgalı hale gelmemizi sağlayan dış politika yüzünden ekonomide ağır hasarlar ortaya çıkmaya başladı.

Suriye'ye girmek gibi “dönüşü zor” bir macera arayışındaki “yeni” dış politikayı destekleyenlerin, içinde bulundukları ruh halinden kurtulup “nereye gidiyoruz” diye özeleştiri yapabilmelerine imkân tanımak için bazı rakamlara bakmak gerekiyor.

Çok değil, 7 yıl önce ortak Bakanlar Kurulu toplantısı gerçekleştirip sınırları kaldırma noktasına geldiğimiz Suriye, tarımdan enerjiye kadar her alanda 39 anlaşma ile “yüksek düzeyli işbirliği” yapmaya karar verdiğimiz Irak ve 2015 başında “tercihli ticaret anlaşmasını” yürürlüğe sokarak alış-veriş hacmini 3 misline çıkarmayı hedeflediğimiz İran'la ilişkilerimizde son durum şöyle:

Irak'a ihracatımız geçen yıl yüzde 22 oranında gerileyerek 10,6 milyar dolardan 8,3 milyar dolara indi. Oysa Irak, Türkiye'nin ihracatında 1. sıraya oturması beklenen bir pazardı. Çünkü Kuzey Irak, ihtiyacının büyük bölümünü Türkiye'den karşılıyor. Buna rağmen Irak pazarında gerileme olması, Kuzey'in dışına mal satamadığımızı gösteriyor.

Suriye'ye ihracat periyodik olarak azalıyor. Yanı başımızda açlığın, yoksulluğun kol gezdiği, her şeye ihtiyaç duyulan bir ülkeye 2014'te sadece 1 milyar 462 milyon dolarlık mal satabilmiştik. 2015 ihracatımız bu rakamın da yüzde 6,6 oranında gerisine düşüp 1 milyar 366 milyon dolar düzeyinde kaldı.

İran ile Türkiye arasında Suriye ve Irak politikası başta olmak üzere dış politikada köklü bir ayrışma yaşanıyor. Bu ayrışma yüzünden İran'la ticaret hacmimiz yaklaşık 14 milyar dolardan 10 milyar dolara düştü. Oysa ticaret hacminin 35 milyar dolara çıkarılması öngörülüyordu. Ambargonun kalkması nedeniyle tüm dünyanın iştahını kabartan İran pazarı, Türkiye için fazla umut vermiyor. Çünkü 2015 yılı başında yürürlüğe giren ve yüzlerce üründe gümrük duvarını aşağı çeken “tercihli ticaret anlaşmasına” rağmen hem aldığımız, hem sattığımız malların miktarında düşüş var.

Peki Irak, İran ve Suriye'de en az 35-40 milyar dolar ticaret kaybına uğrarken, yanına yaklaştığımız Suudi Arabistan ve Katar'la ticaretimiz ne durumda?

Türkiye, geçen yıl en fazla ihracat yaptığı 10 ülke içerisinde sadece Suudi Arabistan'a satışını artırdı. İhracat yüzde 14,3 artışla 3 milyar 28 milyon dolardan 3 milyar 461 milyon dolara çıktı. Bir tarafta milyarlarca dolarlık kayıp, diğer yanda sadece 433 milyon dolarlık ihracat artışı…

İran'a karşı Suudi Arabistan'ın yanında yer almanın, “stratejik ortaklık” anlaşması imzalamış olmanın maddi bir karşılığı yok. Tam tersine, uzaktaki dostlar, komşularla düşmanlığın körüklenmesine neden oluyor. Çünkü Suudi Arabistan ve İran arasında gerilim arttıkça, Türkiye'ye olumsuz yansıyor.

Türkiye'nin Katar'la ticari ilişkisine gelince.

Aldığımız ve sattığımız malların toplam hacmi 1 milyar dolar civarında.

Hepsi o kadar.

Katar, en fazla ticaret yaptığımız 30 ülke içerisine bile girememiş bir ülke. Türkiye'nin İran, Irak ve Suriye'deki Pazar kaybını ne Katar giderebiliyor, ne de Suudi Arabistan. Ama biz Suriye'de kendi çıkarlarımıza ters düşen politika nedeniyle Rusya ile de neredeyse savaşın eşiğine gelmiş durumdayız.

Bakın geçen yıl ihracatta en yüksek kayba uğradığımız ülke Rusya. İhracatımız 6 milyar 72 milyon dolardan 3 milyar 679 milyon dolara geriledi. Kaybımız yüzde 39,4 gibi rekor bir düzeyde.

Hâlâ dış politikanın başarılı olduğunu düşünüyor musunuz?

Ali Aydın - Yıldırım'ın penaltı kararı doğruydu

$
0
0

Profesyonel futbol hakemi Bülent Yıldırım, önemli bir karara imza attı. Verdiği, en önemli karar olmasının yanı sıra mücadelenin sonucuna da direkt etki etti.

Dakika 45+1'de Kasımpaşa'nın Brezilyalı savunmacısı Titi, kendi ceza alanı içinde topu kurtaran Volkan Şen'in bileğine basıyor. Net bir şekilde faul ve penaltı kararı doğru. Çoğu kişi burada çıkan ikinci sarı kartı eleştirebilir. Bu kart da yerindeydi. Çünkü talimatta, ‘Sahanın her bölgesinde direkt cepheden ya da yandan bileğe basmalara rakibin sağlığını tehdit eden müdahaleler olduğundan sarı kart gösterin' der. Aynı şekilde hava topunda dirsek ya da elle rakibin müdahaleleri aynı nedenden dolayı sarı kart göstermesi talimatı vardır. Titi ve Hasan Ali Kaldırım, kartları bu yüzden gördüler. Sonuç olarak bu faul, sadece faul değildi. Fenerbahçe'nin attığı ilk golde, orta alanda Hasan Ali ile Adem Büyük'ün mücadelesi var. Devam ettirilmesi doğruydu. 55'te Luis Nani, rakip ceza alanı içinde topu geri doğru çektiğinde Bulgar Vasil Bozhikov kayarak geliyordu. Top bu futbolcunun yere doğru giden doğal konumdaki eliyle birleşti. Ele çarpma kararı doğruydu.

Zeki Çol - Rakip ciddiye alınınca...

$
0
0

Önce rakibi ciddiye aldı Fenerbahçe. Doğal olarak da oyunu. Hırsını, isteğini, mücadelesiyle birleştirdi. Önde uyguladığı baskıyla rakibi kendi alanına hapsetti. Kanatları etkili kullandı. Sürekli pozisyon zorladı ve maçı, 2-0'ı yakaladığı ilk yarıda kazandı.

Mehmet Topal ile Josef De Souza'nın olmayışı, maç öncesi orta alan performansıyla ilgili haklı bir merakı uyandırmıştı. Kadlec, Ozan Tufan ve Diego'dan oluşan bu bölgede ilk yarı hiç sorun yaşamadı Fenerbahçe. Hatta hücum organizasyonlarında daha da verimli oynadı. Bunda tabii ki Diego'nun yeniden ilk 11'de başlamasının etkisi vardı. Ancak Ozan da Diego'yla birlikte geçmiş maçlarına oranla daha verimli bir performansı ortaya koydu. Bu bize neyi gösterdi? Pereira, Josef De Souza'dan vazgeçer ve Mehmet Topal, Ozan, Diego'lu bir tercih yaparsa önümüzdeki maçlarda Fenerbahçe orta alanının hücum performansının daha da artabileceğini.

Bir başka işareti de Volkan Şen'den aldı Pereira. Solda oynadığında, Hasan Ali ile birlikte o kanadı adeta felç etti Volkan Şen. Oyuna süreli hareket getirdi. Sürekli o bölgeyi karıştırdı. Sağa geçtiğinde de benzer etkiyi sağladı. Ve Pereira'ya haklı olarak “Ben varken Markoviç tercihi doğru değil” mesajını yolladı.

Kasımpaşa, bu ligin en iyi savunma yapan ekiplerinden biri. Takım oyununu da iyi oynuyor. Dün onun da eksikleri vardı. Ama maça ortak olabilecek bir yeterliliği ortaya koyamadı. Fenerbahçe ile hele de Kadıköy'de oynuyorsanız, sadece savunma yaparak bir yere varamazsınız. Orta alanda oyunu tutmanız ve hücuma çıkarak tehdit oluşturmanız da gerekir. Kasımpaşa tek yönlü oyunla puan alabileceğini sandı. Öne çıkmayı beceremeyince de Fenerbahçe'nin işini kolaylaştırdı. Devreyi 1-0 kapatabilse belki ikinci yarıda direncini artırabilirdi. 45+1'de Titi Volkan'ı düşürünce hem ikinci golü getiren penaltıyı yaptı hem de ikinci sarı karttan oyun dışı kaldı. Ve Kasımpaşa'nın bu oyun yapısıyla zaten az olan puan şansı böylelikle tümüyle ortadan kalktı.

Fenerbahçe'nin üstünlüğü ikinci yarıda da devam etti. Tempoyu biraz düşürerek bu bölüme başlayan ev sahibi, rakibi üzerine çekerek arka alanda oluşan boşluklardan ani ve etkili çıkışlarla yararlanmak istedi. Nitekim Volkan Şen ve Alper'le bu anlayışın yansıması olarak 2 karşı karşıya pozisyon buldu. İkisini de Ramazan önledi. Diego ve Van Persie ile yakalanan 2 pozisyon da bu bölümdeki Fenerbahçe hücum zenginliğinin göstergesiydi. Alper'in çok şık hareket serisiyle attığı gol Fenerbahçe'nin skoru 3 farklı üstünlüğe taşımasını sağladı. Kasımpaşa oyunda Malki'nin girişi sonrasında 2 kez rakip kalede etkili oldu. Malki'nin ilk vuruşunu kaleci Volkan köşeden çıkardı. Gökhan Gönül hatasıyla oluşan diğer pozisyonda ise Kasımpaşa golü geldi.

Fenerbahçe'de dün sistem iyi işledi. Ancak o işleyişe ayak uyduramayan oyuncu Nani'ydi. Hem çok top ezdi hem de hücuma kayda değer bir katkıyı sağlayamadı Nani. Van Persie dün de vasat bir görüntü çizdi. 3 önemli pozisyon buldu. 3'ünden de yararlanamadı. Bu kalitedeki bir golcünün böylesi net pozisyonlarda gol atamaması, sanırım kafasının hâlâ rahat olmayışıyla bağlantılı.

Ali Aydın - Yaşar Kemal Uğurlu iyi hakem olacak

$
0
0

Hakem Yaşar Kemal Uğurlu, verdiği kararlarda ne kadar haklıysa vermediği ya da yorumlayamadığı pozisyonlarda bazı hatalar da yaptı. Hemen söyleyelim.

İyi hakem olacak. 28 ve 53'te Semih'e gösterdiği her iki sarı kartta haklıydı. Maçın büyük bölümünde gösterdiği sarı kartlarda da haklıydı. Ancak göstermediği kartlar var. 38'de Donk'un maç 0-0 iken gördüğü sarı var. Topla hiç alakası yokken Nakoulma'nın arkadan adalesine basıyor. Bunun sarı kartla alakası yok. Direkt kırmızı olmalıydı. Yine Donk'un önceden sarısı varken 45+1'de topsuz alanda Nakoulma'nın koşu yolunu kapatma isteğiyle kendisini düşürmesi var. Tıpkı Semih'in gördüğü ikinci sarı kart gibi olan pozisyonda kart göstermemesi çelişkiliydi. Yanlış yorumlar yaptı. Ancak maçın sonucuna göre bu hataları pek göze çarpmayacak. Korkudan ya da art niyetli olduğunu düşünmüyorum. Tecrübe aldıkça bu pozisyonları daha iyi süzecek ve değerlendirecek diye düşünüyorum. Yine iyi yaptığı yorumlardan bir tanesi yıldız futbolcuların faul beklentisiyle kendisini yere atmalarına kanmadı. Bu da onun artılarından bir tanesiydi.

A. Turan Alkan - Başka dünyaların varlığından haber veren insanlara saygı

$
0
0

Eğer iyi bir gazete okuyucusu iseniz, Selim İleri'nin Cumartesi ve Kültür-Sanat sayfasındaki o tadına doyulmaz yazıları da kaçırmıyorsunuz demektir.

Ancak işine aşk derecesinde bağlı, ülkücü edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerine edebî; hazlardan haberdar etmek için verdiği derslerin başdöndürücü tadını Selim Bey'in yazılarında bulabiliyoruz. Edebiyatın sahne gerisinden ve mutfağından derlediği leziz hâtıralar cabası…

Epeydir zihnimde dönüp dolaştığı halde ihmâl ettiğim önemli bir ayrıntıyı, onun “Geçmiş Günlerden Masallar” başlıklı yazısında farkettim. Cevdet Kudret'e gönderilen mektupların yayınlandığı kitaptan bahsederken Sabahattin Kudret'in Azra Erhat'la birlikte yaptıkları bir çevirinin hikâyesi anlatılıyor. Selim İleri'den dinleyelim:

İNSANCA, TÜRKÇE KONUŞMAK

Geçen gün tekrar karıştırdım. 182. ve 183. sayfalarda Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat'la birlikte Aiskhlos'tan Prometheus'un çevirisine başladıklarını haber vermiş, o tek mektubunda.

Azra Hanım bu çeviriye Profesör Rhode ile bir yıl çalışmış. Sonra olmuyor, özgün eserin dil tadını yakalayamadık diye bırakmış. İlk çalışmada Yunanca ve Almanca işbirliği söz konusu. Çeviri ikinci kez gündeme gelince, Fransızca çeviriler de gündeme geliyor.

Eyuboğlu'nun mektubundan öğrendiğimize göre, Azra Erhat “Yunanca kelimelerin tek tek Türkçelerini ve genel anlamı” verecek; Sabahattin Eyuboğlu sil baştan Türkçesiyle uğraşacak. Aiskhylos için böylesi bir çabayı kaç kişi göğüsleyebilir günümüzde? (…)

Eyuboğlu, Erhat'la ortak ereklerini de dile getirmiş: “Hem Aiskhylos'un havasına gireceksin hem de çağdaş insanca ve Türkçe konuşacaksın; üstelik her sözünü bir oyuncunun ezberleyip sahnede, kendi sözüymüş gibi yadırgamadan ve yadırgatmadan söylemek zorunda kalacağını hiç ama hiç aklından çıkarmayacaksın. Zor ama zor olduğu kadar da tadına doyulmaz bir iş bu.”

Yazının devamında Azra Erhat'ın tercüme tarzındaki edebî; incelik ve nüansları gösteren alıntılar veriliyor. Adeta yüksek derecede üslûp ve kompozisyon dersi. Görmediyseniz mutlaka bulup yeniden okumalısınız. Tercüme faaliyetlerinin çeperlerinde nasıl emekler, ne kadar yoğun sanat endişesi tüketildiğine şâhâne misâller…

EN NANKÖR EDEBİ MESLEK

Tercüme, en nankör edebî; meslek. Meslek dediğime aldırmayın, edebî; bir tür, edebî; bir sanat. Bu sanatı icrâ edenlere revâ gördüğümüz onur payı ne kadar da miniciktir: Çeviri kitapların, kimselerin aldırış etmediği künye sayfasındaki ince hurufatla dizilmiş satırlardan birini dolduran kısacık bir ibâre: ‘Dilimize çeviren; filânca!'

O kadar mı? Son yıllarda güzel bir gelenek yeşerdi, yabancı yazarların kısa hayat hikâyelerinin yanında çevirenleri de tanıtan bölümler yer alıyor. Zevkle, merakla okuyorum artık bu fasılları, zira o eseri benim için var kılan insanı nasıl merak etmem?

Nankör iş; başka dilden dilimize kazandırılmış bir eserde çevirenin varlığını, ancak ve ancak saçmalayacak derecede kötü bir cümlesine rastladığımızda hatırlıyoruz. Onlar hep karanlıkta duran ve dünya edebiyatının varlığından bizi haberdar eden sanatkâr insanlar olarak şüphesiz daha fazlasını hakediyorlar.

MÜTERCİM HAİN DEĞİLDİR

“Traduttore traditore”, yani “Mütercim haindir” sözünü ilk defa Cemil'i okurken görmüştüm. Cemil Bey bazı yazılarında, iddialı bazı eserleri Türkçeye tercüme edenlerin hatâlarını çıkarıp, tabir caizse bir güzel boyadıktan sonra mütercimlerin de yanlış yapabileceğini imâen bu Lâtince özdeyişi tekrarlıyordu. Doğru olan da bu yorumdur; işin ustaları, bir dilin çoğu zaman bir başka dile tamamen tercüme edilmesinin imkânsızlığını dile getirirken (çünkü her dil farklı bir kültür evrenini içinde barındırıyor) çeviricinin yeri geldiğinde asıl metne bile bile ihânet etmesi gerektiğinden bahsediyorlar. Bir vecize daha var bu konuda: “Tercüme kadın gibidir, güzeli sâdık, sâdıkı ise güzel olmayabilir”. Tam bir -belirsizlik demeyelim ama- sübjektivite. Güzel, daha güzelin düşmanıdır ve aslına sadâkatle yapılmış her tercümenin daha iyisi teorik olarak daima mümkündür.

Yazarlar bile eski yazdıklarında zaman zaman düzeltme yapmak ihtiyacı duyduklarına göre…

Mütercim haindir sözünü duyduğunuzda sakın akla gelen ilk anlama itibar etmeyiniz. Mütercim hain olmak şöyle dursun, biz sıradan, yani bir eseri asıl dilinden okuma imkânı olmayan büyük çoğunluğa, başka dünyaların kapısını aralayan ve her mânâda derin bir şükran duymamız gereken insandır. Bizler, onların görünmeyen emek ve sanatkârlıkları ile öğreniyor, büyüyor ve dünya bilgisine ulaşabiliyoruz.

KARANLIĞA IŞIK TUTAN ADAMLAR

Yazarın işi mütercime göre kolay, çünkü konuyu, cümleleri, kelimeleri kendisi seçiyor ve beğenmezse silip yenisini yazabiliyor veya tamamen vazgeçebiliyor. Mütercim, asıl yazara ve metnine bağlı kalmak zorunda. İki farklı kültür arasında çevrilemez gibi görünen ibâreleri munisleştirmek, ‘Türkçe söyleseydi ancak böyle ifade ederdi' mantığından hareketle icabında cümleye yeni bir elbise giydirmek ancak derin bir vukufla yapılabilecek bir şey.

Bazen okumaktan sıkıldığım bir kitabın bir yerinde durup, vaktiyle bu eseri çeviren kişinin kimbilir nasıl sıkılmış olabileceğini tahmin etmeye çalışırım. Bırakın tamamını okuyup bitirmeyi, sayfalarını saymaya bile üşendiğimiz nice hacimli eserin ardında kelimelerin Türkçedeki gölgelerini sıraya dizerek geçimini sağlayan bir fikir işçisinin muazzam emeği var ve kitapla ilgisi olsun olmasın, herkes bu nitelikli emeğe saygı göstermelidir.

Bunca çileye –evet resmen çile olmalı- rağmen mütercimlerin emeği, ortaya koydukları eserin kıymetine göre mukayese edilmeyecek derecede az. Sadece tercüme yaparak geçinmek ise çok zor. Onlar edebiyat dünyamızın, çoğu zaman varlıklarından bile haberdar olmadığımız isimsiz ve şöhretsiz kalan edebiyat dilmaçları ve ağır sanatkârlarıdır ve okur-yazarlıkla ilgisi olan herkesin, çeviri sanatkârlarına muazzam derecede borçlu olduğunu düşünüyorum artık.

MİNNET BORCU

Vaktiyle, çeviri Türkçelerini beğenmediğim için eleştirdiğim mütercimler oldu; hepsinden helâllik diliyorum. Birkaç yetersiz örneği tutamak edinip bizi dünya okur-yazarı kılan bu insanlara, ama hepsine nasıl teşekkür etmem gerektiğini bilemiyorum. Sağolsunlar, varolsunlar. Hepsine minnet borçluyuz.

Dışımızdaki dünya onlarla güzel, onlarla renkli ve anlamlı.

Tercüme aşkı

Edebiyat ve sanat ödülleri arasında tercümeye de değer verilmesi ne güzel. Bu sene, uzun yıllardan beri Alman edebiyatından çok değerli eserleri Türkçeye kazandırarak tercüme dalında ödüllendirilenlerden birisi de benim en yakın dostlarımdan (hattâ kabı bir komşum) biriydi: Senail Özkan. Sekiz yılı bulan komşuluk ve arkadaşlık muhabbeti içinde onun başta Goethe olmak üzere, Schopenhauer, Nietzsche, Rilke ve Mommsen gibi çetrefil fikir erbâbının eserlerini Türkçeleştirmek için bir ipekböceği sabrı, titizliği ile –ve elbette Prusya disiplini!- ile çalıştığına yakından şahid oldum. Hele hele Goethe'nin ‘Doğu Batı Divanı'nı lâyıkıyla çevirmek için kelimeleri kuyumcu terazisiyle tartarcasına verdiği mesai, bir edebiyat ödülünün katbekat üzerinde bir fedâkârlıktı. Tercüme dünyasının öteki yüzünü bu vesileyle farkettim.

Aziz dostum, ötekileri bilemem; hiçbir ödül, seninki kadar hak edilmiş değildir; şahidim.


Reha Çamuroğlu - Marakeş Deklarasyonu

$
0
0

Türkiye, her geçen gün, biraz daha kendi içine kapanan bir ülke durumunda. Dünya bizden ibaretmiş gibi bir ruh hali içindeyiz.

Dışarıdakiler düşman, çeşitli hainlikler peşindeler, içeride “bizden” olmayanlar zaten “hain”. Fakat hiç sormayın, herkes bir “dindar” bir “dindar” o kadar olur. Durmadan birbirini “tekfir” edenler mi, yoksa “tövbe”ye çağıranlar mı dersiniz, sokaklarda mebzul miktarda dolaşıyorlar. Tabii bunların fiili sonuçları da var. Suriye'ye insan kanı içmeye gidenler, kanda duş alacağını ilan edenler, beş, altı yaşında çocukların ellerine tabanca, bıçak verip “İslâm adına” can aldıranları “İslâm'ın kurtarıcıları” ilan edenler, onlar adına Türkiye'de örgütlenenler, katliamları “kutlamak” üzere camilerimizde lokum dağıtanlar!!!

Evet, az daha unutuyordum, bizim, bir de her birimizin vergileriyle yaşayan “Karun” gibi bir kurumumuz var. Adı Diyanet İşleri Başkanlığı. En “ince” konularda verdiği fetva ve hutbeleriyle meşhur. Her konuda konuşur da mesela şu IŞİD hakkında dişe dokunur bir söz ettiğine tanık olamadık. Yoksa bu kurum da mı IŞİD'çilerin “öfkeli Sünni gençler” olduklarını düşünmekte? Vehhabilik, Selefilik, tekfir, tövbe, hani biraz da bu konularda değerli açıklamalar yapsa da, toplum “aydınlansa” diyoruz, nafile. Bir kurumun işi “dini” devlete ve onun siyasetine göre ayarlamak olduğunda durum bu oluyor işte. Bir de “İslâm dünyası”nın “önder ülkesi” olmakla övünür dururuz. Bu da artık “kırmızı çizgilerimiz” gibi kimsenin ciddiye almadığı bir iddia olsa gerek.

Bakın biz kuru “önderliğe” talim ederken Fas ne yaptı?

25-27 Ocak 2016 tarihlerinde Fas'ın Marakeş kentinde, Fas Kralı 6. Hasan'ın daveti ve ev sahipliğiyle, uluslararası bir konferans düzenlendi. Bu konferansa, 120 İslâm ülkesinden 250 bilim adamı, düşünür, kanaat önderi katıldı. Konu, ‘İslâm ülkelerinde dini azınlıkların hakları' idi ama sonuçta üzerinde mutabakat sağlanan Marakeş Deklarasyonu, bu başlığın hayli ötesine geçen bir metin olarak ortaya çıktı. Çok özet olarak belirli başlıklar üzerinde yoğunlaşan deklarasyondan benim aktarmak istediğim hususlar şöyle;

“İslâm dünyasında şiddet ve silahlı terör hareketleri nedeniyle koşulların çok kötüleşmiş olduğuna, bu ortamın şiddet yanlısı gruplarca İslâm'la ilgisi bulunmayan iddiaların ortaya atılmasına ve yasal hükümetlerin zayıflatılmasına neden olduğuna;

İçinde bulunduğumuz yılın Hz. Muhammed'in önderliğinde imzalanan ve inancı ne olursa olsun tüm vatandaşların inanç özgürlüğünü güvence altına alan Medine Sözleşmesi'nin 1400. yılı olduğuna vurgu yaparak;

Seyahat, ticaret, mal edinme, ortak savunma ve birlikler kurma gibi tüm yaşamsal alanlarda inancı ne olursa olsun, tüm vatandaşlara adil ve eşit bir yaşam öneren Medine Sözleşmesi ilkelerinin, Birleşmiş Milletler ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile de tam anlamıyla uyum içinde olduğunu tekrar hatırlatmakta ve İslâm dünyasının içinde yaşamakta olduğu derin krizin, tüm inanç grupları arasında ötekileştirme, üstenci bakış ve ayrımcılıklardan arınmış, hoşgörü ve saygının da çok ötesinde köklü ve sağlam bir yaşamsal işbirliği oluşturulmasını acil ve gerekli kıldığını açıklamaktadır.

Bu amaçla deklarasyon sahipleri;

İslâm düşünür ve aydınlarını vatandaşları tüm farklılıkları ile kucaklayan bir vatandaşlık hukukunun tesisi için gayret göstermeye;

İslâm ülkelerindeki eğitim kurumlarını müfredatlarını gözden geçirerek, tüm ayrımcı ve şiddet içeren unsurlardan arındırmaya;

Politikacılar ve kanaat önderlerini İslâm dünyasında inançları ne olursa olsun tüm vatandaşlara eşit haklar sağlayacak yasal düzenlemeler yapmaya ve mevcut düzenlemeleri güçlendirmeye;

Aydınları, sanatçıları ve toplumlarımızın yaratıcı bireyleri ile sivil toplum kuruluşlarını İslâm dünyasında dini azınlıkların eşit vatandaşlık haklarını güvence altına almak için gayret göstermeye;

Aynı coğrafyada asırlarca yaşayan farklı inanç gruplarını birlikte yaşama kültürünü yeniden canlandırmaya, kaybetmiş olduğumuz karşılıklı güveni tekrar tesis etmeye, inanç sahiplerini birbirlerinin kutsal kavramlarına saygı göstermeye;

Nefret ve aşağılama dilinden uzak durmaya çağırmakta ve İslâm ülkelerinde dinin farklı inanç gruplarına karşı aşağılama, şiddet amacıyla kullanılmasının asla kabul edilemez olduğunu bir kez daha vurgulamaktadır.”

Elbette bu Marakeş Deklarasyonu'nun tamamı değil. Yerim bu kadarını aktarmaya el veriyor. Yalnız uzun metinde bir kavram çok dikkatimi çekti, aynen şöyle diyor; “mutual state of selective amnesia”, yani, “karşılıklı seçilmiş unutkanlık durumu”. Deklarasyonun sonunda asırlarca süren birliktelik deneyimlerinin seçilmiş bir şekilde “unutuluşunun” üzerine kullanılıyor bu kavram. Biz de Türkiye'de bu durumdan fazlasıyla muzdaribiz. Ayrışmalar ve toplumsal çatışmalar, galiba seçilmiş unutuş ve hatırlayışlardan çok fazlasıyla güç devşiriyorlar.

Abdullah Aymaz - Afrika'nın giriş kapısı TUNUS

$
0
0

Değerli tenisçi, bir Türk babanın ve Tunuslu turizmci bir annenin oğlu olan arkadaşımız Kerim Aydın Bey'in, Tunus gezisi ile ilgili hatıralarından bazı bölümleri sizlere takdim etmek istiyorum.

Diyor ki: En son 2007 yılında görmüştüm yeni akrabalarımı. Roma'da yaşayan annem Samira Zenati ile otuz küsur sene bir ayrılıktan sonra yeniden tanıştıktan sonra Tunus'taki akrabalarımı da merak etmiştim ve tanışmak istiyordum. Baştan belirtmeliyim ki, Afrika'nın kapısı olan Tunus'a ilk etapta sadece ve sadece oraları fethetmiş olan İslam ordularının mübarek mücahitlerini ve kahramanlarını ziyaret etmek, onlara dua etmek ve onlardan bereketlenmek ve şereflenmek için ve bu yolla Allah'ın rızasını kazanmak için gidiyordum. Sonra ise sıla-ı rahim ve oradaki arkadaşları ve memleketi ziyaret. Otele vardığımızda, dayım Necmeddin Zenati, otelin tam karşısındaki küçük bir mescidi işaret ederek: “Bin Ali, Tunus'taki tüm camileri ve mescitleri kapattırtmıştı fakat şu ‘Küçük Mescit' ve Zeytuna Camii hariç. Allahu Âlem, Hasan-ı Şazeli Hazretleri (1197-1258) şehire şu kapıdan girdiğinde büyük bir ihtimalle bu mescide uğradı ve kaldı...” dedi.

Yolculuğumuz sabah namazından sonra başladı. İlk durağımız, ashab-ı kiramdan Ebu Zouma el-Belevî; Hazretleri'nin türbesinin bulunduğu ve aynı zamanda Ukbe bin Nafi Hazretleri'nin inşa ettiği büyük caminin olduğu şehir Kairouan (Kayruvan- Kervan). Türbesine vardık, abdestlerimizi tazeledik ve dualarla huzuruna çıktık. Kendisi çoğu defa Efendimiz'in (sas) mübarek saçlarını kesmiş, bir bakıma berberliğini yapmış ve hatta Efendimiz'in (sas) mübarek saç tellerini kolunu yarıp, adeta içine ekerek, kapatıp dikmiş; bundan dolayı kendisine ‘yeşil kanatlı' denmiş. Kendisinin huzuruna vardığımızda, türbedar efendi bize çok güzel bir jest yaparak, türbenin iç demir parmaklıklarının kilidini açarak, bizleri içeri buyur etti. Çok şaşırmıştık ama tabii ki bizler için bir lütuf olmuştu ve çok bahtiyar olmuştuk. Yolculuğumuz bereketli geçmeye devam ediyordu. Dualarımızı ettikten sonra sahabe efendimizin (radiyallahu anh) huzurundan izin alarak mahzun bir şekilde zar-zor ayrılabildik.

Türbeden ayrılırken gözyaşlarıma hakim olamamıştım. Hiç ayrılmak istemiyordum fakat Afrika Fatihi Ukbe bin Nâfi'nin, Efendimiz'in (sas) caminin inşası ile alakalı rüyada tüm detaylarını verdiği müthiş sanat eserini görecektik. Necmeddin dayı, “Görünce şaşıracaksın, hiç tahmin edemezsin!” deyip duruyordu. Arabayla yaklaştığımızda, İstanbul'un şehir surları gibi surlar göründü ve ardında ise cami karşımızda belirdi. Gözlerime inanamamıştım!

Belli ki İslam medeniyetinin ve mimari sanatının ve kendi öz stilimiz burada da olmuştu. Neden bütün detaylarını Efendimiz'in (sas) verdiği ve böyle olmasını arzu ettiği daha iyi anlaşılıyordu, zira bu cami gelecekteki tüm Mağrib beldelerine emsal teşkil edecekti. Fas‘taki meşhur Marakesh Camii, malum Endülüs medeniyeti ve daha sonra Mısır'daki el-Ezher'in tohumları buradan atılmıştı. Anlamıştım ki biz hakikaten Afrika'nın kapısına gelmişiz. Tüm kıtaya ismini veren Tunus'un zaten eski ismi İfrikıyye idi. Bu halet-i ruhiyemiz daha caminin avlusunda böyle ise Allahu a‘lem içeride nasıl olacaktı diye düşünürken, caminin içi bizi daha da şaşırtmıştı... Sanki, Endülüs'teki Kurtuba Camii'ndeydik... Bu arada caminin içerisinde bizi bekleyen bir sürpriz daha vardı. Necmeddin dayının gözüne mihrabın kenarındaki duvarda mermerlere işlenmiş bir yazı ilişti. Kendisi Arap olmasına rağmen yazıyı oradaki imamın yardımıyla ancak okuyabildi. Elhamdülillah -el Hamî;d - el Mubdiu - el Mu'id… Kûfî; yazı ile merkezde bir mim harfi var… Yani bu tek mim harfi, hem, el-Hamdülillah, hem el-Hamid, hem el-Mübdiu, hem el-Muî;d kelimelerindeki dört tane Mim harfinin vazifesini görüyor… Sbeitla (Subeytula). Evet, burada da dualarımızı ettikten sonra Sbeitla (Subeytula) şehrine doğru yola koyulduk. a.aymaz@zaman.com.tr

Selim İleri - En sevdiğiniz…

$
0
0

1968 yılının son ayı ya da 69'un ilk ayları. Türk edebiyatının yitik hikâyecisi Mübeccel İzmirli'yle Cağaloğlu'nda bir pastanede, Yelken dergisi için söyleşiyoruz. Yolun başındayım, çok heyecanlıyım.

Mübeccel İzmirli Sabah Geçidi'nin yazarıdır. Öykümüze apayrı bir çizgi getiren öyküler demeti: Kitap baştan sona bir kadın anlatıcının yaşantıları, duygulanımları, izlenim ve gözlemleri üzerine kuruludur. Ayrıca şiir hava estirir.

Sabah Geçidi 1967'de yayınlanır. Yıllar yılı unutulur. Neyse ki Notos Kitap bu değerli eseri birkaç yıl önce yeniden bastı. Sabah Geçidi ilgi devşirdi mi, bilmiyorum. Mübeccel İzmirli'nin Sevim Burak'la gerçekleştirdiği söyleşiyi de anımsıyorum, Yeni Ufuklar dergisinin sararık sayfalarında. Önemli bir söyleşiydi, Sevim Burak edebiyatını alımlayabilmemiz için başvuru kaynağı.

Pastanede Cumartesi Yalnızlığı üzerine konuşuyorduk. Benimle yapılan ilk röportajlardan biri. “Hangi hikâyecileri seviyorsunuz diye sormayacağım” demişti. Çok şaşırmıştım. Dahası, bizden ve dünya edebiyatından hangi öykücüleri söyleyeceğimi evde ölçüp biçmiş, sıraya koymuş, adları ve sırayı bozmamak için defterime yazmıştım…

Mübeccel İzmirli'nin o günkü uyarısı ancak yıllar sonra anlam kazanacaktı benim için. Adlar her dönemde değişir, bu soy ad verişlerin edebiyata hiçbir yararı yoktur, boş yere ortalığı karıştırır diyordu.

O gün hangi adları söylemek istiyordum, artık hatırlamıyorum bile. Sözgelimi Oktay Akbal, Nezihe Meriç var mıydı? İkisi de ilkgençlik çağımın en sevdiğim öykücüleridir. Ama lise son sınıfa kadar Sait Faik'i, Sabahattin Ali'yi okuma imkânım olmamıştı. Bu iki büyük hikâyecimizin kitapları ortalarda yoktu. Neden sonra Varlık Yayınları günün genç okuruyla buluşturmuştu ikisini de. Üstelik, Sabahattin Ali'nin “Sırça Köşk”ünü bilinen politik sebepler dolayısıyla yayın dışı bırakarak…

Nezihe Meriç, Oktay Akbal dedim. Cumartesi Yalnızlığı'nın öykülerini taradım demin, Orhan Kemal de demeliyim. Son iki öyküde keskin bir Orhan Kemal etkisi!

Yaş on sekizdi o zamanlar. Yıllar içinde sevdiğim öykücüler ne kadar çoğalacaktı! Örnekse Katherine Mansfield: Hocam Vedat Günyol'a borçluyum Mansfield'i, “Mutlaka okumalısın” demiş, kitabını vermişti.

Cumartesi Yalnızlığı yayınlandıktan sonra okuduğum Troya'da Ölüm Vardı, Bilge Karasu'nun öyküleri. Bambaşka bir evrene geçiyordum Karasu'nun birbirinin ardılı öyküleriyle, bambaşka bir üslûp, anlatım. Otuzlarım, kırklarım: En beğendiğim öykücüler listesi git git çoğalıyor!

En sevdiğiniz şairler? Bugün bile, altmış altımda, adlar boyuna değişir, üstelik çok sevdiğim şairlerimizi o soru-sorgu telâşında unuttuğum da oluyor.

Behçet Necatigil'i hiçbir zaman elbette unutmuyorum. Ama çok sevdiğim, hayranı olduğum Oktay Rifat'ı kim bilir kaç kez unuttum. Gülten Akın'ı kaç kez anmamışım!

Mübeccel İzmirli ne kadar haklıymış: Neye yarıyor böylesi yanıtlar? Romancılarımızdan kimleri sevdiğimi soruyorlar. Son yıllarda özellikle Oktay Rifat'ı, onun kaleme getirdiği Bir Kadının Penceresinden'i söylüyorum. Karşımdaki kişi edebiyatımızı az buçuk biliyorsa garipseyerek süzüyor. Oktay Rifat onun için ‘romancı' değil, ‘şair'… Ne kadar kolay!

Peyami Safa kendi ‘beğenmemiş', Server Bedi takma adını kullanmış: Cumbadan Rumbaya. Çok sevdiğim bir roman. Peyami Safa'nın iddialı eserlerinde alabildiğine endişeli, tehditkâr dile getirdiği ‘Doğu-Batı meselesi' bu romanda kadife ülgerini andırır bir senteze ulaşıyor.

Peyami Safa'ya “En sevdiğiniz romanınız?” diye sorulsa, Cumbadan Rumbaya herhalde aklının ucundan geçmezdi…

Nazan Bekiroğlu - Yüzleşme

$
0
0

Onları göreceğim. Öyle bir görmek ki ne benzer benim yazdıklarıma, ne benzer okuyanların okuduklarına. Apaçık bir görmek olacak bu. Bir yol boyunca ya da bir meydanın ortasında hepsi bir arada olacak. Hepsi kendi karakterinde, kendi yaşantısında.

Maddeleri var mı? Bu taraflarından baksam diğer taraflarını görür müyüm? Bilmeyeceğim. Ama rüya değil. Sinema makinesinden perdeye düşen gölgeler gibi hiç değil. Ben de o tarafta olacağım çünkü ve aynı maddeden yapılmış olacak varlıklarımız. İşte zamansızlık zamanındayım nihayet. Hayret etmeyeceğim. Ben kurgulamamışım, uydurmamışım. Varmışlar. Sahiymiş hepsi.

Bir adım atacağım onlara doğru. Beni siz mi karşıladınız, sizi mi gönderdiler, diyeceğim. Yüzüme bakacaklar. En güzel hikâyeyi onu hiç anlamayacaklara anlatan hattatı tanıyacağım önce. Cariyeyi, genç mezarlık bekçisini. Son padişah, son şehzade, genç kalfa ve Sevgilim Nigâr Hanım, Şın'ın dişlerini kıran Nur. Hepsi orada. Nihade hâlâ o kadar yalancı o kadar karanlık, Numan hâlâ o kadar âşık. Solak yontucu taşı oymaya devam edecek, camcı sırçalarını üfleyecek. İşte Güzide. Sırtında kaza günü giydiği mavi manto. Veremli Yusuf Ziya ve hikâyesi kırık Mücellâ. Canım Neyyire Hanım da oracıkta. Şu Nazlı, yanında boynundaki bir sıra inci ve eflâtun elbisesiyle Pervin, yanı başında Sevgili Sahir Efendi.

Bir ışık denizinin ortasında yüzeceğim, bir ışık demetinin altında Settarhan'ı göreceğim. Parmağında firuze taşlı yüzük. Piruz Sessizlik Kulesi'nde görmemesi gerekeni görecek. Azam, sarhoş atın son düğümünü atacak. Minicik Anuş muhacirlik yolunu aşacak. Büyük Hanım hâlâ her şeyi toparlıyor olacak, Hacı Bey'in ayağı hâlâ aksak. Yıldırım, Büyük Hanım'ın onu omuzladığının farkında. Zehra ve âh hâlâ aşk ruznamesinin başında ihtilâlci Sofya. Laz Kaptan, Tebriz'in sokak köpeklerine ekmek doğrayan Nakşî; dervişler. Ve Masal gelecek bir deri bir kemik, boynuna sarılacağım. Kör at gözlerimi, akıbeti meçhul karaca ellerimi okşayacak. Göçmen olmadığı halde göçe kalkışan kül rengi küçük kuşun sağ kanadı sarkıyor olacak. Sandaletlerimi çıkaracağım, eteklerimi toplayacağım ve ay ışığı altında beyaz mermer şehri tam da kalbinin kanadığı yerden öpeceğim. Mavi yıldız bile orada olacak.

Hiçbirinizi unutmadım, diyeceğim. Ya siz beni unuttunuz mu? Nasılsınız? Bıraktığın gibi, diyecekler, bildiğin gibi. Razı mısınız benden, bana bir siteminiz var mı, Numan benden davacı mı, diye utanarak sormama fırsat kalmadan onlar soracak hep bir ağızdan: SENİN BİZDEN BİR ALACAĞIN VAR MI?

Yok, diyeceğim. Ne olsun ki? Boşalan elim ayağım, doyamadığım nefeslerim, bir çay fincanını tutarken titreyen elim, altı kırışıklarla dolan gözlerim. Atlatamadığım nöbetler, geçen/geçmeyen cinnetim, kendi kendime konuşarak yürüdüğüm sokaklar, niyesiz seçimlerim, cehennemim. Sizin uğrunuza feda ettiğim koca bir yaşamım, ertelenmiş gençliğim, iptal edilmiş olgun yaşlarım, yoksulluğum ve o meşhur yalnızlığım. Ne varsa sizin içindi. Lâfı mı olur? Helâl ve hoş olsun.

Hem hiçbirinize doyamadım biliyor musunuz, diyeceğim. Hiçbirinizden kopamadım ve bugünkü aklım olsa sizi sadece kendime saklardım. Sizi ben başkalarına göstereli beri daha yalnızım. Ama yine de bakacağım; Yazıcı Köle Sidonis ile Hanımefendi Agrafiya oradalar mı? Aralarında bembeyaz bir çoban köpeği? Var mı?

Gözlerim yine de başka birini arayacak. En çok onu aradığımı anlayacağım. İsmail. Bir nar dalının altında olacak. Yanına yaklaşacağım sarsılarak. Etfal Hastanesi'ndeki haliyle. Yarası kanıyor. Tanıdın mı beni İsmail, diyeceğim. Benim, ben; hani, Na? Gülümseyecek elbet. Ben de gülümseyeceğim. Yazmayı unuttuğum bir şeyi fark edeceğim o sırada. Sol omzunun üzerinden akan şah damarı. İkimiz aynı kandanız. Başımı omzuna bırakacağım. Hıçkıra hıçkıra ağlayacağım. Canım çok yanacak. Ama haz ve keder ancak çok büyük bir şeyin bittiği, çok daha büyük bir şeyin başladığı anda böyle bir arada olabilir ki. Bu kadarı bu kaleme bile çok fazlayken varsın kopsun kıyametim. Toplansın mahşerim. Öyle bir ölüm ki orada, her halde ölmeyeceğim.

Mustafa Ünal - Sütçü İmam'ın torunu! Sen üzülme

$
0
0

Böyle kepazelik ne duyuldu ne görüldü. ‘Kepazelik' diyorum ama adını koymak zor. Bu kelime de kifayetsiz aslında.

En ilkel kabile devletlerinde bile yaşanmaz böylesi. Hiçbir inanç sistemi veya ideoloji buna cevaz vermez. Bu topraklarda ‘Allah korkusu' diye dinamik bir kavram var. Kötülüğü sınırlar. ‘Kuldan utanmak' tabiri de sık kullanılır. Kişi aklın estiği gibi hareket edemez, frenler.

Bakıyorum ne Allah korkusu, ne de kuldan utanma söz konusu. Vicdan zaten sizlere ömür. Bir nebze vicdan kırıntısı olan böyle davranabilir mi? Asla. Hukuk mu, Adalet mi? Ne gezer. Bu topraklardan çekileli epey zaman oldu. Bırakın hukuku ‘gukuk' bile yok. Güya AKP bu ülkede adaleti tesis edecekti. Özgürlükleri genişletecekti. ‘Önce insan' diyecekti. Finale bak... Tek parti döneminin CHP'si bile AKP kadar devletçi değildi. Devlet hiçbir dönemde bu kadar kutsanmamıştı. Kırmızı Kitap hiçbir zaman kutsal metin muamelesi görmemişti.

Bu kadar lafı niye söylediğimi tahmin etmiş olmalısınız. Melek İpek'in maruz kaldığı muamele. Hastaneye gitti, dönüşte kendi evine giremedi. Barikatla karşılaştı. Kayyım ‘özel güvenlikle' duvar örmüş. Berlin gibi ‘Utanç Duvarı'. Sadece İstanbul değil Ankara'daki 40 yıllık evine girişi de yasak. Kapılar kaynakla kapatıldı. Hukuk falan değil, ‘kayyım böyle istedi' diye.

Melek İpek, adı gibi bir kadındır. Herkes ona ‘anne' diye hitap eder. Sütçü İmam'ın torunu. İyilik ve şefkat abidesidir. Bunu da en iyi AKP'liler bilir. Erdoğan bilir, Gül bilir, Arınç bilir... Eşleri hanımefendiler daha yakından bilir, Melek Anne'nin bir ‘iyilik meleği' olduğunu. Hayatını adadığı güzelliklerin tanığıdırlar çünkü. Melek Hanım'ın evleri işgal altında. Bunu düşman yapmaz. Fransız yapmaz. Ama ‘kayyım' yapıyor. Girişi yasak, çıkışı yasak. Hiçbir yasada karşılığı yok.

Kayyımın ne yetkisi var, ne de sorumluluğu. Fail belli. Yargı hikaye. O görüntüleri izleyip de isyan etmeyecek vicdana şaşarım. Sanırsınız ki Güneydoğu'da PKK şehirlere indi, İstanbul'da ise eşkıya... Melek İpek kapıyı tutan adama ‘Kardeşim siz kimsiniz, kimliğinizi gösterin?' diye soruyor. Cevap yok. O da emir kulu. Ama emri de içselleştirmiş.

Mahkemenin ‘kayyım kararı' da çok su götürür. Çok uzak olmayan ileriki günlerde hukuk geri döndüğünde acısı misliyle çıkacak. Bu tartışmalı mahkeme kararında bile ‘kayyımın' böyle yetkisi yok. Şirketlerin işleyişini ‘adam gibi' yönetmek hatta gözetmekle sorumlu. Tek amaçları yaşatmak, batırmak değil. Medyasını batırdılar. Televizyon ve gazetenin hali içler acısı.

Kayyım şirketlerin sahibi değil. Ortakçısı da değil. ‘Ali kıran baş kesen' gibi davranamaz. AK Parti'nin kurucusu Hüseyin Çelik hafta içinde Ahmet Hakan'a İpek'e kayyım atanması konusunda şöyle dedi: “Şu andaki görüntü bir gasp görüntüsüdür. Otellerine gidip şahsi odalarının kapısı mahkeme kararı olmadan kırılmak suretiyle bütün özel eşyaları ortaya dökülmüştür.” Bunu söyleyen sıradan biri değil. Hükümette ve partide üst düzey görevler yapmış biri. Dışarıdan veya çok uzaklardan değil içeriden konuşuyor. Tek kelimeyle ‘gasp' diyor. Gasp, suç ve müeyyidesi de ağır.

O görüntü hukuksuzluğun, vicdansızlığın, kalpsizliğin özeti. Bir dönemin fotoğrafı. Allah'tan korkmamanın, kuldan utanmamanın ifadesi. Vicdanın ölüm ilanı.

Kayyımın havuz marifetiyle kendini savunmaya kalkması gülünç. Hatta gülünç ötesi. Kayyıma göre ‘O ev Melek İpek'in değilmiş'. Peki kiminmiş? ‘Koza İpek Holding'in'. Havuz medyası da bunu ‘ev yalanı' başlığıyla haber diye yazıyor. Yazık. Koza İpek Holding kimin peki? Kayyımın mı? AKP'nin mi? Melek İpek ve çocuklarının. Ailenin yani. Melek İpek bırakın evi koca holdingin sahibi. Hadi vicdandan geçtik akıl bu kadar mı uçtu? Yalanlar üstünde saltanat sürülmez.

Akın İpek'in annesi Melek Hanım'a yazdığı şu anlamlı mesajla bitireyim: “Sütçü İmam'ın torunu, Valide Sultanım! Sen üzülme, bu zalimlere yalancılara karşı Allah (cc) sana yeter.” Bu sözün üzerine söz söylenmez. m.unal@zaman.com.tr

Hilmi Yavuz - Anayasa ve kavramlar (2)

$
0
0

Anayasa'nın sadece hukuki muhtevasının değil, aynı zamanda mantığının ve söyleminin de çok ciddi bir şekilde ıslaha ihtiyacı vardır. Geçen haftaki yazımda da belirtmiştim: Anayasa'nın değişmez 2. maddesindeki sıralamanın [demokratik, laik, bir sosyal hukuk devleti'] hangi kriterlerle yapıldığını bilmiyoruz.

İki ihtimal var; biri, tombala çekilişi usulü: Yasa koyucu, eşit boyda üç ayrı kâğıt parçası üzerine bu kavramları yazıp bir torbaya atmış ve sekreter kıza ‘gel kızım, çek bakalım!' diyerek sırayı öylece mi belirlemiştir, yoksa bu sıralamanın bir mantığı var mıdır?; -olması gerekir! Zira eski deyişle ‘kanunun lafzı ile ruhu' arasında bir uyumun mevcut olması söz konusudur.

İkincisi: Yine geçen haftaki yazımda belirttiğim gibi, bazı temel koyucu kavramların Anayasa'da tanımlanması gerekir: ‘Laiklik' gibi, ‘kamusal alan' gibi, ‘sivil toplum' gibi!

‘Laiklik' kavramının tanımının, ‘kamusal alan'ın kime ait olduğunun yine açık ve seçik bir biçimde belirtilmesiyle doğrudan ve birebir ilişkisi vardır;- ‘kamusal alan'ın da ‘sivil toplum' kavramıyla! Dolayısıyla, yeni anayasa ‘laiklik', ‘kamusal alan', ‘sivil toplum' kavramlarını, birbirlerinin tanımlarında yer alacak biçimde, hiyerarşik bir kavramlar manzumesiyle düzenlemek durumundadır. “ ‘Kamusal alan' devletin alanı mıdır, yoksa sivil toplumun alanı mıdır?” sorusuna, açık ve seçik bir cevap verilmeden ‘laiklik'in tanımlanması söz konusu olamaz.

Burada bir tespitte bulunmama izin verilsin: Çok uzun bir süreden beri Büyük Fransız Devrimi ve Aydınlanma'nın temel koyucu kavramları, modernliğin dönüşümü bağlamında geçerliliğini yitirmiş bulunuyor. Bunların başında da, ‘kamusal alan'ın ‘devletin alanı' olduğu konusundaki yaklaşım geliyor. Fransız ‘laikçiliği'nin ayırt edici özelliği budur. Oysa demokrasi kavramı, temsilî; demokrasiden katılımcı demokrasiye doğru dönüşüp ‘sivil toplum' kavramı teorik anlamda öne çıkmaya, daha belirleyici olmaya başlayınca, ‘kamusal alan'ın ‘devlet'e değil, ‘sivil toplum'a ait bir alan olduğu görüşü yerleşmiştir. Dolayısıyla, sekülerlik ile laiklik arasındaki ayırt edici sınır, bazılarınca öne sürüldüğü gibi, ‘birey' ve ‘yurttaş' kavramlarından değil, bir defa daha belirteyim, ‘kamusal alan'ın ‘devlet'e mi, yoksa ‘sivil toplum'a mı ait olduğu sorununun belirlenmesinden geçmektedir.

Sekülerlik, ‘kamusal alan'ın ‘sivil toplum'a, ‘laiklik' ise ‘devlet'e ait olduğunu kesinler. ‘Modernity and Postmodernity: Knowledge, Power and Self' adlı çalışmasında* Gerard Delanty, Jurgen Habermas'ın kullandığı anlamda ‘Kamusal Sfer'in (‘Public Sphere') toplumda bir ‘uzam' (‘space') olduğunu ve bunun ‘özel alan'la ‘devletin alanı' arasında bir ‘sivil alan' olarak konumlandığını bildiriyor ki, bu da sorunun nerede temellendiğini gösterir. ‘Sivil toplum'un alanı, ayrıca kamusal iletişimin de söylem alanıdır.

Hiç kuşku yok, ‘laiklik'in tanımında zorunlu olarak atıfta bulunulması gereken ‘kamusal alan' ve ‘sivil toplum' kavramlarının da, yine ‘efrâdını câmî;, agyârını mâni' bir biçimde tanımlanması gerekiyor. Yeni anayasa, bu bağlamda birbirine yapısal olarak eklemlenen hiyerarşik bir kavramlar düzeni inşa etmek zorundadır. Müphem ifâdeler ve her tarafa kolaylıkla çekilebilen ibârelerle yazılacak bir anayasanın, hiçbir mânâsı olamaz…

Ahmet Selim - Kelimeler, cümleler

$
0
0

Vaktiyle, birini tanımak ve hakkında bir “ilk kanaat” sahibi olabilmek zarureti söz konusu edilince, şöyle demiştim: “O kardeşimize ben bir konu vereyim, bu gece bir kompozisyon yazıp yarın getirsin.”

Bir yazı bile bazen (yanılma payını nazarî; olarak kabul etmeme rağmen “genellikle” diyesim geliyor) bir sürü biyografik bilgiden daha iyi tanıtım sağlar.

Bir mektup üzerinde düşünüyorum ve çıkardığım sonuçlardan biri şu: Bu mektup, hiç yazısı yayınlanmayan biri tarafından kaleme alınmış olamaz. İmza yerine rumuz kullanması da bu zannımı teyit ediyor. Bir dostun üslubunu çağrıştırıyorsa da; bililtizam öyle davranılmamışsa, kullanılan bazı kelimeler bu ihtimali bertaraf ediyor.

Alışılmış bir mektup değil. Bir şey sormuyor, açık bir itiraz da belirtmiyor, işlediğim bir konu ile alakalı olarak kendi yazısını yazıyor. Aynı konuda en az 40-50 yazı yazdığımı bilmemesi tabii sayılmakla beraber, bir konun bir noktasının ağırlık merkezi ittihaz eden bir yazıda o konuyu bütünüyle kapsama gibi bir özellik aranamayacağını bilmesi gerekirken, nedense bir tamamlama amacı taşıdığı anlaşılıyor. Önce bir yanlış anlamasını düzelteyim, sonra mektubun esasına geleceğim:

Dikkat ve ihtiyat lüzumuna işaret etmek için; çok sevdiğim bir yazarın çok aşırı “fakat” tekrarlarını, “onda bile olmuş” dedirtecek bir güven rehavetine bizim evleviyetle kapılmamızın teselli vasıtası olarak kullanmak istemiştim. Bunun, “ruh haleti”ni daha iyi anlatma meselesiyle ne ilgisi var? O bir ifade pürüzlenmesidir, bu kadar. Ben o yazarın edebî; değer taşımayan eserlerini bile dili ve üslubu sebebiyle, inceleyerek okumuşumdur. Oradaki tekerrürlerin te'kitle de herhangi bir anlatım vurgusuyla da münasebeti yok. İnsanlık halidir, olur. Nice ünlü ustalardan bu tür örnekler göstermek mümkündür.

“Derin okuma, okuyucuyla metin arasında gerçekleşir.” Cemil Meriç de “Herkes bir eserde kendini okur.” sözüyle bunu kastediyor. Ama derin okuma buna inhisar ettirilemez. Yazarla metin arasındakiler daha doğrusu kelimelerin-cümlelerin derin (saklı, dolaylı) delaletlerini okumak da önemlidir.

“Okumanın temel unsuru kelimelerdir.” Buradaki mutat mânâya katılmıyorum. Kelime çok önemlidir; ama kelimeden cümleye geçemezseniz kelime de önemini kaybeder. Kelimelerle değil, “cümlenin kelimeleriyle” okumak gerekir. Hatta üslubun ışığında cümlelerin akışına özen göstermek de şarttır. Taklit işte bunun için sırıtır. Falancanın kelimelerini kullanırsınız; ama onun gibi kullanamazsınız. “Müstagrib, meçhul, tecessüs…” gibi!

“Samimiyet, yazarın uğraşsa da setredemeyeceği bir durumdur. Yoksa hiç kimse kalemi eline almazdı.” denilmiş.

Yanlış. Fikrî; samimiyet, yazının en zor tarafıdır. Andre Gide'in söylediği gibi…

Samimiyet, hakikat sevgisinin şuur halinde teessüsünden doğar. Sırf gururuna dokunduğu için bir bahsi ters yönde zorlayan nice yazarlar vardır. Kızar öyle yazar; alınır, gücenir, kıskanır öyle yazar. Zorladığını bilir, nefsine hakim olamaz. Bahusus polemik yazılarında bu çokça görülür… Fakat bunun da ötesinde, yazarlık hayatının bütününü, samimiyetle yani saf hakikat sevgisiyle bağdaşmayan bir eksene oturtanlar da vardır.

Şimdi ifade edeceğim hususun, mektupla bir ilgisi yok: Tefekkürde had bilmek, sadece ahlâkla değil, metotla da sımsıkı irtibatlı olan çok ciddi bir meseledir. Samimiyetin samimiyetsizliğe yenik düşmesi de bu yüzdendir. Tamamlanmışlık hissi iyi niyetin kanatlarını kırınca, meydan ister istemez onlara kalıyor. Öyle bir şuurla yazmalı ve okumalıyız ki bu kısır döngü kırılabilsin.


Mümtaz'er Türköne - 'Paralel paranoyası' ne işe yarıyor?

$
0
0

Hani “kim olsa aynı şeyi yapar” dediğiniz zaman, insanların karakterini, kişisel tercihini değil içinde bulunduğu şartları ve mecburiyetleri öne çıkartmış olursunuz ya; rolleri değiştirerek siyasetin gayrışahsi tabiatını da kolayca açığa çıkartabilirsiniz.

Davutoğlu bu çelebi ve sabırlı haliyle seçimle gelmiş bir cumhurbaşkanı olsaydı, Erdoğan da sahip olduğu bütün kişilik özellikleri ile onun partideki ve başbakanlıktaki halefi olarak görev başında bulunsaydı, Türkiye'de iktidar içi rekabette bir değişiklik meydana gelir miydi? Siyaset içinde bulunduğunuz şartlara ve imkânlara bağlı yapıldığına göre, “başkanlık sistemi” kampanyası yürüten bir Davutoğlu ile karşılaşmak, muhtemelen sizi pek fazla şaşırtmayacaktı. Erdoğan'ın da davudî; sesiyle, “biz Amerika mıyız...” diye başladığı cümlelerle parlamenter sistem savunmasına geçmesi pek sürpriz olmayacaktı.

Kişilere ve kişiliklere çok fazla takılıyoruz. Siyasetçi, içinde bulunduğu şartları doğru okuduğu ve hayale kapılmadan sahip olduğu imkânlara göre hareket edebildiği, yani bulunduğu yerin hakkını verebildiği ölçüde başarılı oluyor.

“Paralel paranoya” tam olarak “minare-kılıf” ilişkisine dayalı ve şartların gereği olarak geliştirilmiş bir iktidar imkânı veya tekniği. Anayasa ve yasalar size yetki vermiyor, hukuk işinize yaramıyor; öbür tarafta 13 yılda tek tek cüzdanınızda biriktirdiğiniz fiilî; bir iktidar gücünüz var. Siyasî; networkunuz, dağıttığınız mevki ve makamla temin ettiğiniz sadakatler, kamu kaynakları ile midelerinden kendinize sıkı sıkıya bağladığınız işadamları, bir tek selamınıza bakan savcılar-yargıçlar, kamu erki kullanan bürokratlar, gözünüze girmeye çalışan gazeteciler... Liste uzun. Bu “imkân” veya gücü yasalar elverişli olmadığına göre neyle kullanacaksınız? Yasalardan bile etkili, caydırıcı, korkutucu paranoyalarla. Paranoya, sahip olduğunuz gücün insanların sırtında şaklayan kırbacına dönüşüyor. Aslında kimse bu paranoyalara inanmıyor; sadece bu paranoyanın, yani fiilî; gücün dizginini altına sığınmak adına geri çekilmiş oluyor.

Şu sıralarda Türk Silahlı Kuvvetleri bütün cephelerde “paralel paranoya” saldırısı ile karşı karşıya. Maksat askerin sadakat ve itaatini Saray adına garanti altına almak. Tırmanan PKK terörü ve Suriye yüzünden artan güvenlik endişeleri Asker'in iç iktidar dengeleri üzerindeki etkisini kritik hale getiriyor. “BM kararı olmadan Suriye'ye giremeyiz” tavrı, Saray'a karşı bir itiraz hatta bir isyan olarak algılanıyor. Saray çevrelerinden gelen “Asker'i darbe yapmaya zorluyorsunuz” feryadı, gerçekte “PKK'nın şehirlere silah yığınağı yapmasına neden göz yumdunuz?” sorusunu karşılamak için tekrarlanıyor. Bu şartlarda darbe yapmak, dünyanın bir araya gelip yapamayacağı kötülüğü tek bir hamlede Türkiye'ye yapmak demek. Kimsenin aklından darbenin “d”sinin bile geçtiği yok. Sadece “paralel paranoya”nın toplu saldırısı ile Asker, Saray'ın taht-ı itaatine alınıyor.

Saray'ın Dolmabahçe Mutabakatı'nda simgelenen “çözüm” anlayışına veya Suriye'deki dengesiz politikalara karşı iseniz “paralel”siniz. Bu “paralel TSK mensupları” hakkında işlem yapmıyor ve Ordu'dan atmıyorsanız, siz de paralelsiniz. Komutanlar, sicillerini “üstün başarılı” diye doldurdukları personeli Ordu'dan atmaya zorlanıyor, karşı çıkınca kendileri de “paralel” yaftası yiyor.

“Paralel paranoya” 17/25 Aralık'a karşı bir günah keçisi icat edip, bütün günahları onun sırtına yükleme aklının eseriydi. “Millî; Ordu'ya kumpas kuruldu” lafıyla, TSK içindeki ve dışındaki “Ergenekon mağdurları” ile omuz omuza bu paranoya üzerinden herkese savaş açıldı. Zamanla “paralel” lafı, Erdoğan'a itiraz eden bütün muhafazakâr-dindar muhalefeti içine aldı, en nihayetinde kendi partisi içinden Bülent Arınç ve Hüseyin Çelik'i de kapsadı.

TSK'ya yönelik “paralel avı”, “paralel paranoyası”nın, Asker'in Saray'ın fiilî; güç dairesi içine alınması için devreye girdiğini gösteriyor. Asker bir yandan Güneydoğu'da terörist avlıyor, öbür tarafta Suriye'de geri dönülmez bir hatayı engellemeye çalışıyor, bu tarafta düz ovada “paralelci” olarak av haline geliyor.

Kısaca fiilî; güç hukukla değil, paranoyalarla toplumu arkasına almaya ve muarızlarını itaate almaya çalışıyor. Kim olsa aynı şeyi yapar mıydı?

Bekir Salim - Eğriye eğri, doğruya doğru...

$
0
0

Şahinoğlu, sen başından beri atışmalarımızda hep hükümetin yanında yer aldın. Hoş, hükümet hepimizin hükümeti, ama, ben de bırak eleştirel yaklaşayım hadiselere; “İhtilâfta rahmet vardır.” buyurmuş Efendimiz (sav)…

BEKİR SALİM:

Biz, “Yandım! Yandım!” dedikçe,

Zam yaparsın zam üstüne.

Maaşımız eridikçe,

Gam çekeriz gam üstüne.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Ekonomiden anlamam,

Ben uzmanım Şam üstüne.

Yırtığı kapamaz yamam,

Gelme bu adam üstüne!

BEKİR SALİM:

Bu uzmanlık neyin nesi?

Merkel, Putin, Esat, Sisi…

Kaba iştir diplomasi!

Sen çam devir çam üstüne.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Fikirde, sence, kısırım.

O kadar olsun kusurum.

Azdıkça azdı nasırım,

Basıyorsun tam üstüne.

BEKİR SALİM:

Bir sualim olsun sana,

Kavgadan, nizadan yana,

Velvele saldık cihana,

Nam kazandık nam üstüne.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Başka ne var övünecek?

Bu gücü gören sinecek.

Çarkımız böyle dönecek.

Her şey bir rakam üstüne…

BEKİR SALİM:

Rakamlarla coşmayasın.

Doğru yoldan şaşmayasın.

Dikkat et de düşmeyesin;

Gene çıktın dam üstüne.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Bir yerine beş koyayım.

Kural ne ise uyayım.

Hep yerimde mi sayayım?

Makam var makam üstüne.

BEKİR SALİM:

Salim der, makam mı gaye?

Kulluktur en yüce paye.

Harcanmasın o sermaye,

Bir hayâl-i ham üstüne.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Şahinoğlu cana yetti.

Hayâller tükendi, bitti.

Sana benim sözüm bitti.

İthamlar itham üstüne.

(Bu arada, çalışan bir emekli olarak, “sosyal güvenlik destek primi”ni kaldırdığı için hükümete teşekkür ediyorum.)

ŞAHİNOĞLU'NUN PEYGAMBER (SAV) SEVGİSİ…

Şahinoğlu, sanırım 1990 yılıydı; doğaçlama şiir dalında sana “gül” konusu verilmişti ve birinci olmuştun:

Dalından koparıp soldurup atman,

Dertli gönüllerin devasıdır gül.

Yıllarca eyledi ah ile figan,

Şeyda bülbüllerin sevdasıdır gül.

Eflatundan, mordan, sarıdan, aktan,

İnsan gibi halk olmadı topraktan.

İbaret sanmayın üç beş yapraktan;

Muhammed (sav) terinin havasıdır gül.

Fidanı ekilir toprak deşerek.

Mamur edin etrafını eşerek.

Din, vatan uğruna şehit düşerek;

Ölen yiğitlerin yarasıdır gül.

Güle olmaz hiç kimsenin yergisi.

O da her şey gibi Allah vergisi.

Gül her güzelliğin canlı sergisi;

Hazreti Yusuf'un simasıdır gül...

Bahar gelir türlü çiçek açılır.

Çiçekler içinden hemen seçilir.

Bayramda düğünde ele saçılır;

Nazlı güzellerin esansıdır gül...

Ne hoş olur gül bağını sevmesi,

Yakışıyor gülü sözle övmesi,

Olmazsa da ağacının meyvesi;

Bu Şahinoğlu'nun gıdasıdır gül.

DÖRTLÜK TAMAMLAMA

Mehmet Nuri Öztürk kardeşimi tebrik ediyorum:

Saymakla bitmiyor körün çeşidi,

Kimi yakın kimi uzağı görmez.

Bir insan değilse şeytan çaşıdı,

Öküzün altında buzağı görmez.

Ali Yurttagül - Türkiye'nin yeni siyasî fay hattı

$
0
0

Bülent Arınç ve ardından Hüseyin Çelik'in çıkışı ile Türkiye'yi derinden bölen yeni fay hattı birkez daha görünür oldu. Sadece Arınç ve Çelik'in dillendirdiği sorunlar değil, havuz medyası ve Saray'ın “o zat” üzerine dili ve tonu fay hattının derinliğini belgeler nitelikte idi.

Bülent Bey haklı. Bugün birçok hakim ve savcının emirerine dönüşmüş meslektaşlarını izlerken utanç duyduğundan eminim. Can Dündar'ın tutuklu olması bir yana, soruşturma kapsamında olmaması gerektiğini yüksek sesle söylemesi, basın üzerindeki baskıya bir başkaldırı değil de ne? Havuz “köşeleri” daha doğrusu troller ve trolliçeleri (gazeteci demeye utanıyorum) tarafından saldırıya uğraması tesadüf değil.. Bülent Bey, Hüseyin Çelik, Dolmabahçe, Can Dündar, paralel paranoyası üzerinden Türkiye'nin açık, kanayan yaraları üzerinde dolaştı. Acı gerçekler üzerine haklı vurgular yaptılar. “O zat” ile Türkiye'nin temel kırılması, fay hattı biraz daha derinleşti.

Aslında olayı Bülent Arınç veya Abdullah Gül gibi AKP kurucularının trajedisi olarak okumak lazım. Hiç beklemedikleri bir şekilde karşı yakaya düştüler. Artık iki seçenekleri var: Ya bugüne kadar yaptıkları gibi dereye inip görünmez olacak, dışlanmışlığı sineye çekip, kadere boyun eğecek, unutulacaklar. Ya da kendilerini de karşı cepheye iten kutuplaşmada yerlerini alacaklar. Bülent Beyin, Hüseyin Çelik'in çıkışı bu ikilimi dillendirir nitelikte idi. Dik duruşta ısrar ederken, Saraydan anlayış beklemek bu ikilemi görünür kılıyor. Ama Saray'ın cepheleşme, kutuplaşma sürecinde çok daha kararlı, hızlı ve berrak hareket ettiğini “o zat” ve arkadaşları en geç Gezi ile kavramıştır sanıyoruz.

Fay hattına dönersek, kırılma pek yeni sayılmaz. Yeni olan fay hattının giderek derinleşmesi ve AKP içerisinde de görünür olması. Biliyorsunuz ülkemiz Cumhuriyet'in kuruluşundan beri, hatta Osmanlı'nın son yıllarında da iki siyasi kültürün kutuplaştığı bir siyaset tarafından belirlenmişti. Laik – Müslüman kırılma hattı olarak adlandırabileceğimiz bu kutuplaşma Türkiye coğrafyasında en etkin fay hattı idi. Batıda CHP-AKP çizgileri ile belirginleşen bu hat, Güneydoğuda AKP-HDP olarak şekillenmiş bulunuyor. Menderes, Özal ve Erdoğan bu kırılma hattı üzerinden siyasi etkinliklerini kurdular. Ama nerede ise bir asırdır ülkemizin politikasını belirleyen bu laik-Müslüman fay hattı artık belirleyici olmaktan çıkmış, yerini hukuk devleti-despotizm kamplaşmasına terk etmiş bulunuyor.

Bu yeni fay hattı Türkiye siyasi tarihi için bir şans ve bir bakıma AKP ve Erdoğan'ın ülkemize hediyesidir diyebiliriz. AKP'nin Türkiye'ye en önemli hediyesi “başörtüsü” sembolü üzerinden sürdürülen mücadele ile Müslümanların dışlanması ve mağdurluk duygusunun aşılmış olmasıdır. Havuz medyasında “mağdur Saray” edebiyatı sürse de AKP ile “Müslümanlar” artık toplumun en etkin sosyal grubu konumundalar. Türkiye'de Müslümanların devlet, sosyal yaşam, kültür ve ekonomide mağdur olduğunu söylemek şarlatanlık olur. Bu gerçek laik-Müslüman fay hattını önemli ölçüde erozyona uğrattı diyebiliriz. Hatta artık laiklerin “mazlum” konumda olduğu söylenebilir.

Erdoğan'ın laikleri hedef yapan “hediyesi” ise Gezi ile görünür oldu. Erdoğan ile otoriter, baskıcı devlet algısı adres değiştirdi. Laik sivil-asker devlet elitine özgü Müslüman, sol, Alevi, Kürtler gibi sosyal gerçekleri inkar, baskı rejimini artık Erdoğan temsil ediyor. En keskin ulusalcı, Talat Paşa'nın mirasını savunan Doğu Perinçek'in “çizgimize geldi” tespiti pek yanlış değil. Demokrasi mücadelesinde uzun zaman Erdoğan ile birlikte yürüyen, solun “yetmez ama evet” diyen kesimi, liberaller, muhafazakâr demokratlar, anti-kapitalist Müslümanlar Erdoğan'ın siyasi kişiliğini Gezi ile gördüler. Erdoğan Gezi ile Türkiye'yi, yolsuzluk dosyaları ve fiilî; başkanlık ile kendi partisini böldü, ülkeyi saflaşmaya zorladı. Yolsuzluk dosyaları, cadı avı, basın ve şirketlere el koymalar kırılmayı derinleştirdi. Ama Erdoğan kaybetti. Türkiye'de fiilî; bir despotizm algısı etkin artık. Hukuk devleti arayışı yeni siyasi birlik platformu. Fiilî; despotizm ile hukuk devleti arasında seçim yapmak zorundayız. Zor bir seçim değil. a.yurttagul@zaman.com.tr

Selim Işıklar - Yabancı yatırımcı tehlike kokusu mu aldı?

$
0
0

Türk borsası 2000 yılındaki krizden sonra 2013 yılına kadar yabancı fonların banka ve güçlü şirketleri seçerek çok ucuz fiyatlardan toplamaya başlaması ile birlikte büyük bir performans göstermişti.

Yabancı yatırımcıların borsadan özellikle 2005'te 4 milyar dolar, 2007'de 4,5 milyar dolar ve son olarak 2012 yılında net 5,2 milyar dolarlık alımları 1997 yılından bu yana yabancıların toplam net alımlarını oluşturdu. İstanbul Borsası'ndan yaklaşık 19 yılda net 14 milyar dolarlık yabancı alımı söz konusu. Belirttiğim senelerdeki net alımların dışında bazı seneler alım, bazı seneler satış yaparak borsayı hakimiyetlerine aldılar.

Borsa şirketlerimizin tümünün değeri şu an 185 milyar dolar civarında. Bu piyasa değerinin yaklaşık 111 milyar dolarlık kısmı ilk 20 şirkete, yaklaşık yüzde 60'ı ise ilk 20 şirkete ait. Yabancı yatırımcılar söz konusu şirketlerin neredeyse yarısından fazlasına sahipler. 2012'de yaptıkları 5 milyar dolarlık o müthiş alımın ardından ilk kez 2015 yılında 2,5 milyar dolarlık bir satış yaparak Borsa'da net satıcı konumuna gelmeye başladılar. Satışların özellikle 1 Kasım seçimlerinin ardından hızlanması dikkat çekici. 2016 yılına 100 milyon dolarlık alımla başlayan yabancılar şubat ayında bazı hisselerde net satışa geçmiş gözüküyor.

KOÇ, BANKALARIN TAHTINI SALLIYOR

Piyasalardaki gelişmelere odaklanırken, bir ayrıntıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Borsanın en değerli şirketleri sıralamasında bankaların tahtını Koç Holding sallamaya başladı. Koç Holding en değerli şirket sıralamasında ilk basamağa çıkmak üzere. Genç yaşta kaybettiğimiz merhum Mustafa Koç'un yönettiği grubun 5 şirketi en değerli şirketler arasında ilk sıraları paylaşıyor. Yüksek kâr elde eden ve bunu yatırımcısıyla paylaşan Koç Holding tüm şirketlerimize örnek olmalı ve yatırımcı dostu şirket sayısı artmalı.

Son iki-üç yılda önce patinaj yaşayan, daha sonra aşağı yönlü seyre giren Türkiye ekonomisine ve elbette bu ekonominin barometresi olan borsamıza daha fazla ilgi ve güven olması için istikrar ve demokrasinin bir arada bulunması gerekiyor. Son yıllardaki siyasi gelişmelerin ardından güven kaybının giderek büyümesi, piyasalarımızı küresel ölçekte yaşanan fırtınalara karşı daha kırılgan bir yapıya sokmuş durumda. Ekonomide yaşanan belirgin sıkıntılar, artan enflasyon, bir türlü artıya geçemeyen cari denge ve son yıllarda dış politika kaynaklı ticarette yaşanan kayıplar, önümüzdeki dönemde çözüm bekleyen sorunların başında geliyor. Merkez Bankası faiz politikası, petrolün düşüş göstermesi ve ekonomi yönetiminin nispeten şimdilik dengeleri gözetmesi gibi ekonomiye can simidi olan gelişmeler, şu ana kadar muhtemel bir krizi engelledi. Ancak son dönemde özellikle Rusya ile ilişkilerin kopması ve Suriye, Irak konusunda Türkiye'nin atacağı adımların riskleri iyiden iyiye tırmandırması piyasalarda endişeye yol açıyor.

TÜRKİYE'Yİ NEDEN TERK EDİYORLAR?

İyimser olan yatırımcılar bir süre sonra karamsarlığa kapılabiliyor. Borsa'nın dolar bazında yüzde 50 değer kaybetmesine rağmen yabancı yatırımcıların son hafta bazı büyük şirketlerde çok net satış yaparak 2015 boyunca yaptıkları satışları sürdürmesinin anlamı şu olabilir: Türkiye'nin yeni bir olumlu mesaj veremeyen görüntüsü. Belki de, yakın zamanda yeni bir tehdit unsurunu önceden haber aldılar. Bu sebeple usul usul piyasalarımızı terk ediyorlar.

Altında yükseliş sürüyor

Öncelikle kırılması güç olan 1.180 dolar seviyesindeki direnç noktasının yukarı doğru kırılması ile birlikte uluslararası piyasalarda altının ons fiyatı 1.300 doları hedeflemeye başladı. 2016 yılına girilirken ABD Merkez Bankası FED'in faizi artırmasıyla birlikte dolar istikrarsız bir görüntü çizmeye başladı. Para birimlerinin yanı sıra petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar ile birlikte paranın yön aramaya başlaması altına ilgiyi artırmış olabilir. Euro/dolar paritesinin 1,08 seviyesinden 1,13 seviyelerine kadar yükselmesi altın fiyatındaki yükselişi destekledi. Altın fiyatları son bir yılın en yüksek seviyesine yükselirken (1.260 doları gördü) ilginç olan yüzde 20'ye yakın soluksuz bir yükseliş kaydetmesiydi.

SAVAŞ ENDİŞESİ FİYAT ARTIŞINDA ETKİLİ OLDU

Ortadoğu'da yaşanan çatışmaların küresel bir savaşa dönüşebileceği endişesi de bu yükselişte etkili olabilir. Ama ilk söylediğim FED'in uzun süredir beklenen ve geçen yılın son ayında artırdığı faizlerin ardından yön arayan para ilk olarak altını seçti. Döviz piyasalarının yanı sıra hisse senedi piyasalarının istikrarsız olması bu süreçte parayı kolaylıkla altın piyasalarına yöneltmiş olabilir. Sonuçta onstaki yükseliş, şu an için diğer emtialar ve hisse senedi piyasaları için yukarı sinyal olup olmadığı 1.300 doların kırılmasından sonra belirginleşebilir. Bu noktadan sonra geri çekilmelerde 1.180 dolar/ons seviyesine kadar geri çekilme yaşanabilir. Teknik göstergelerde aylıklarda özellikle son büyük yükseliş sonrası alım sinyalinin kuvvetlenmesi 2011 yılından bu yana devam eden düşüş trendinin sonlandığı izlenimi verdi.

Melih Arat - Büyük şirket geniş vizyon

$
0
0

Google, Yandex ve Apple firmasının sunduğu ve giderek geliştirdiği harita ve navigasyon hizmetleri olağanüstü ve hiç durmadan gelişiyor. Bundan kısa bir süre önce İzmir'de Google'a bir fabrikanın adresini yazdım.

O güne kadar Google, navigasyon hizmeti olarak İngiltere ve Amerika'da ulaşımda sesli yönlendirme yapsa da Türkiye'de sadece görsel bir yönlendirme yapıyordu. Fakat o gün akıllı telefonumda “Navigasyonu başlat”a tıkladığımda sesli yönlendirmenin devreye girdiğini sevinçle fark ettim. Şimdi Google firması, bizden ne bu navigasyon hizmeti ne de sesli yönlendirme geliştirmesi için para almıyordu, peki neden bu hizmeti veriyor ve durmadan geliştiriyordu? Çünkü büyük şirket olmak, küresel şirket olmak kamuya dönük bazı hizmetleri ücretsiz vermekten geçer. Bu sürekli iyileştirilen ve ücretsiz olarak sunulan hizmetler dolayısıyla hayatları kolaylaşan insanlar, bu şirketlere hayran olmakla kalmaz, bu şirketlere bir sevgi ve aşk beslerler. Büyük şirket olmak için büyük düşünmek ve müşteriye her daim olabilecek en iyi hizmeti vermek gerekir.

Türkiye'de büyük görünen, müşteri odaklı olmayan, her fırsatta müşterisinden daha fazla kâr elde etmeye çalışan çok sayıda şirket var. Hele bir de bu şirketler tekel ya da oligopol (az sayıda oyuncunun yer aldığı pazar) bir pazarın parçasıysa bu şirketlerden korksanız da faydası yok. Örneğin, en büyük internet hizmet sağlayıcısı olan Türk Telekom reklamlarına bakın. “50 GB sınırsız internet şu kadar lira.” Müşteri ve insan zekâsıyla alay ediyor gibiler. Bir şey aynı anda hem sınırsız hem de 50 GB sınırlı nasıl olur? Böyle bir ifadeyi bazı programlarda kapitalist şirketlerle dalga geçen “Güldür Güldür” programında görsem gülerim. Gerçek hayatta görünce insan şaşırıp kalıyor.

İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı'na gelen bir yolcu veya yabancı turist, internete bağlanmak isterse para ödemek zorunda. Dünyanın büyük birçok havalimanında internet ücretsizdir. Örneğin, Boston veya Viyana havalimanlarında internet parasızdır. Yolcu bu havaalanlarında belki kendilerini karşılayacak olanlara inince bilgi vermek ya da yakınlarına bir rötar bildirmek isterse bunu kolayca yapabilir. Yolcular, ücretsiz internet hizmeti olan havaalanını da tercih eder. Türkiye'deki havalimanları büyüsün isteniyorsa, müşterinin bu havaalanlarını tercih etmesi için büyük düşünmek gerekir.

Starbucks'ların bu kadar büyümesi tesadüf olamaz. Bir Starbucks'a gidip hiçbir şey içmeden oturursanız size kimse bir şey demez. Başka bir kahvecinin bardağıyla da gidip otursanız size kimse bir uyarıda bulunmaz. Ama yerel bir kahve zincirine diyelim birkaç kişi gittiniz. AVM'de karşılaştığınız bir arkadaşınız da az önce başka bir kahveciye uğrayıp kahve almış ve sizinle bu yerel zincire girecek, ama bu şekilde giremezsiniz. Çünkü başka marka kahve bardağıyla içeride oturmanıza izin vermezler. Kapıda reddedilince sinirlenirsiniz ve çıkarsınız. Şimdi müşterisini özgür bırakan, onu her koşulda destekleyen firmalar dünya çapında marka oluyor, diğerleri ise yerel kalıyor. Türk şirketlerinin büyümesi için vizyonlarını geliştirmesi gerekli. Büyük şirket olmak, geniş bir vizyona sahip olmayı gerektiriyor.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live