Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Ahmet Çakır - Bozuk psikolojiyle bu iş yürümez!

$
0
0

Sadece yöneticiler değil teknik adamlar da neyi söyleyeceklerinden çok neyi söylemeyeceklerini bilmeli. Mustafa Denizli de sadece futbolun değil saha dışındaki işlerin de ustasıdır.

Ancak Akhisar maçından sonra muhabirin sorusunu yanıtlarken söyledikleri takım üzerinde yıkıcı bir etki yapmış gibiydi. Geçen sezonun şampiyon takımını ancak bir yığın transferle ayakta durabilecek bir ekip gibi görmek çok pahalıya mal oldu.

Liderin 5 puan gerisinde alınan takımın bu kadar kısa sürede düşürüldüğü nokta, yönetimin bu konuyu düşünmek zorunda kalmasına yol açabilir… Açık söyleyelim: Bu yenilgiden sonra vedalaşma artık an meselesi haline gelebilir. Bir yığın sorunla boğuşan, 4 önemli adamından yoksun, ligin dibindeki bir rakip karşısındaki bu yenilgi kabullenilecek bir durum değil. Saha dışında ve içinde buna yol açan kadro düzenlemesi ile taktik anlayış olarak yapılan hatalar ise gün gibi ortada…

Galatasaray'ın en kolay maçlarda bile yediği goller alışkanlık yaparken bu maçtaki artık insanı isyan ettirecek noktanın da ötesindeydi. Savunmasına yardımcı olmak için çok gereksiz yerlere kadar gelebilen Umut'un, top oynamayı bir türlü öğrenemeyişi nedeniyle rakibe attığı pasla başlayan pozisyona inanmak zordu. Topun Nakoulma'ya aktarılışı, onun yapabileceği tek işi yapıp soluna çekip şut atması sırasında Semih'le birlikte bütün savunmanın gelişmeleri seyredişi, acıklıydı. Muslera da o dakikaya kadar kurtardıklarıyla “bıktım artık!” noktasında, bunu içeri aldı…

Mersin'de 12 derecelik hava sıcaklığı, dolu tribünler ve iyi zemin, futbol için özlenen güzelliklerdi. İki takım da buna uygun bir oyun ortaya koydular denebilir. Ancak Galatasaray oynuyormuş gibi yaparak kazanacağını sanırken, evsahibi bunu çok daha şiddetli biçimde istiyordu. Mersin İdmanyurdu'nun etkili çıkışları sırasındaki 3 sarı kart, ilerleyen dakikalar için önemli bir sıkıntıydı. Öyle de oldu... Atılan şutların çerçeveyi bulmayışı en önemli sorundu. Özellikle golü yedikten sonraki dakikalarda kurulan baskıdan gol çıkarılamayışının nedeni buydu.

Bu sezon böyle yenen gollerin büyük bölümünde Semih'in rakiple mücadele yetersizliğinin ve pozisyon alma hatasının büyük rolü var. İlk Astana maçından bu yana benzer türden hataları yıkıcı oldu. Mustafa Denizli'nin hem maç eksiği hem de bu eşleşmedeki sıkıntı nedeniyle herhangi bir önlem alamayışı, kendisiyle ilgili olumsuz düşünceleri besleyecek nitelikteydi. Yine savunmada herkes yerindeyken Semih'in Nakoulma'yı santrada ikinci sarıyı görecek şekilde karşılaması, bu sezonki yıkımların yeni bir halkasını oluşturdu…

Evsahibinin çok kolay bulduğu ikinci golde Varol, köşe atışından gelecek topa vurmaya giderken Galatasaray'dan kimsenin kendisini rahatsız etmeyeceğini biliyordu. Buna benzer pozisyonlarda sezon başından bu yana bütün savunma gelişmeyi seyrediyor ve Galatasaray gol yiyor. Soruna çözüm bulması gerekenler de bu işin kendiliğinden düzeleceğini sanıyor…

Mustafa Denizli yönetimindeki Cim Bom ligin en kolay yenilen ekiplerinden biri haline geldi. Bu takımın, ‘Avrupa'da başka oynuyor' masalıyla Lazio karşısında başarılı olacağını ve sonrasında Türkiye Kupası'nı alabileceğini düşünmek, samanlıkta hünkar düşü görmek gibi bir durum… Gerçek ise ancak ‘Ah Denizli, vah Cim Bom!' diye anlatılabilir… .


M.Nedim Hazar - Öğrenilmiş çaresizlik

$
0
0

Bir etkinlik, müsabaka ya da organizasyon bittikten sonra boşalan sahne, salon ya da stadyum insana ister istemez hüzün verir.

Biraz önce binler, onbinlerin coşkuyla hayat verdiği o alanı tarifsiz bir sessizliğe bürünmüş burukluk kaplar. G.Saray maçları nicedir bende böylesi bir hissiyat oluşturuyor. Mesele, ligde ya da Avrupa'da (Gerçi bir umut Lazio maçı var ama) havlu atmak değil yalnızca. Kaybolan heyecan, biten bir etkinlik sonrası ortamı terk etmenin verdiği burukluk hissi…

Açıkçası Mersin maçı öncesi benzer hisler vardı. Belki birçok taraftar da aynı şeyi hissediyordu ancak bir tür öğrenilmiş çaresizlik durumu olan bu hali belki tanımlayamıyordu.

Bilir misiniz öğrenilmiş çaresizliği?

Şöyle tanımlanır: Organizmanın göstermiş olduğu tepkilerin sonuca ulaşmaması durumunda, sonucu değiştiremeyeceğine karşı oluşan inançtır. Bireysel ve sadece bir kehanetten ibaret olan bu durumdaki birinin benlik saygısı düşer.

Vaktiyle lig gömleği dar gelen, Avrupa'da pek çok rakibin görünce kendine çekidüzen verdiği bir takım olan G.Saray, öğrenilmiş bir çaresizliği yaşıyor sanırım. Benlik saygısı bitmiş, umutlar tükenmiş, heyecan rafa kalkmış… Anlık ve fevri coşkularla bir şeyler yapabilme çabası içinde sadece.

Mersin maçı bunun canlı kanıtı gibiydi. İlk yarı boyunca, ne yaptığını bilmeyen, kendinden emin olmayan bir misafir karşısında ev sahibi takım, kendi sınırlarını da bilerek kontrollü bir mücadele verdi. Rakibin çaresizlik girdabında adeta kaybolduğu iyice belirginleşince, rakibinin üzerine gitmeye başladı Mersin İdman Yurdu. Aradığını bulmakta da gecikmedi. Konuk ekip bir kişi eksildikten sonra ise artık yapacak bir şey kalmamıştı zaten.

GS'li futbolcuların ruh halini çok iyi anlıyorum. Ne kadar ders çalışırsa çalışsın sınavdan düşük not alan birinin; “nasıl olsa yüksek not alamayacağım” deyip ders çalışmaktan vazgeçmesine benzer bir öğrenilmiş çaresizlik içinde hepsi.

Takım, bu duruma bir günde düşmediği gibi, çıkışın da kısa sürede olması pek mümkün görünmüyor. Belki Lazio maçında olağanüstü bir çaba ile kendi taraftarını biraz motive edebilirse eder, aksi halde G.Saray'ın bundan sonraki her maçı için çaresizlik ve buruk bir tadın hatıra olarak kalacağı muhakkak.

İlk söküğün nerede olduğunu aramaya başlarsak, ipin ucu Drogba'nın gidişine kadar uzanacağından, bu saatten sonra kurcalamanın da pek anlamı yok sanırım. Durum şu; Lazio maçı yeni bir motivasyon sürecini başlatabilmesi açısından bir fırsat olarak görülebilir.

Aksi halde…

Anladınız siz onu!

Nevin Halıcı - Kestaneli yemeklerimiz

$
0
0

Kestanenin ilk çağlardan bu yana var olduğu söylenir. Kestane, Anadolu'nun Doğu Karadeniz kıyılarından başlayarak Marmara Bölgesi, Ege Bölgesi ve güney kıyılarımızda yetişir.

Halk arasında adını Kastamonu'dan aldığı ifade edilir. Ege ve Karadeniz bölgelerimiz kestane üretiminde ön sırayı alır. Dünya üretiminde ise Çin'den sonra ikinci olduğu söylenmektedir. Açıklamalı Yemek ve Mutfak Terimleri Sözlüğü kestaneyi şöyle verir. “Kestane, Castanea sativa. Kayıngillerden ılıman iklimlerde yetişen, 25-30 m kadar boylanabilen, kerestesi doğramacılıkta kullanılan bir orman ağacı. Bu ağacın yenilebilen meyvesi. Kestane kebap/Acele cevap.”

Kebap ve cevap ilişkisi de ne derseniz, gençler pek bilemezler. E-postaların henüz çıkmadığı yıllarda mektuplar, kâğıtlara yazılmış olarak posta ile gelir giderdi. Mektup yazılan kâğıtlara asker, nişanlı vb. türlerine göre kenar süsleri yapılırdı. Şimdiki gibi ulaşım da kolay olmadığı için mektuplar geç gelebilirdi. Bu nedenle mektupların sonlarına yukarıdaki gibi acele cevap yazılması için beyitler düşülürdü.

Kestane yemeklerine gelince, en önemlisi ve herkes tarafından çok sevileni mangal ateşinde hazırlanan kestane kebaptır. İstiklal Caddesi'nde yürürken her sokağın başında bulunan satıcılardan kestane kebap almadan geçemezsiniz. Evde kestaneli yemek yapacağım zaman, kestane kebapçılarından yarı pişmiş alıyorum, soyma sıkıntısı olmuyor.

Kestaneden yapılan ikinci önemli ürün Bursa'nın kestane şekeridir, gerçekten herkes gibi benim de çok sevdiğim bir yiyecektir. Günümüzde türlü çeşit çikolata kaplı, meyveli vb. yapılıyor. Sevenleri var ki yapılıyor ama ben sade kestane şekerinden vazgeçemem, sadesinde kestane tadı başka şeyle karışmıyor. Zaten her yiyecekte ve yemekte ana yiyecek maddesinin hâkim olmasını yeğlerim. Çikolataysa çikolata, patlıcansa patlıcan, elmaysa elma, her neyse içine katılan tat verici unsurlar ana maddenin lezzetini almanızı engelleyecek kadar olmamalı. Kestane şekeri yapımı çok zahmetli ama nefis. Kestanenin çeşitli işlemlerden geçirilip, kestirme içinde kaynatılmasıyla yapılıyor.

Diğer kestaneli yemeklerimize bakarsak klasik mutfağımızda da yöresel mutfağımızda da çeşitli türlerini görürüz. İlk olarak size daha önce Zaman yazılarımda bahsettiğim, Bursa'da 16. yüzyılda yapılan kestaneli şiş kebabını, yine Açıklamalı Yemek ve Mutfak Sözlüğü'nden vereyim: “Malzemeler bir et, bir kestane sırasıyla şişlere geçirilir. Kömür ateşinin 10 cm üzerinde (teflon tava da kullanılabilir) önce bir, sonra diğer tarafı pişirilir, tuzlanır. Bir bakır sahana alınır. Üzerine ısıtılmış yağ gezdirilir. Çok hafif ateş üzerinde dinlendirilir.” (NH) “Kirde kebabıyla kestaneyi yarıp şişte kebap ile pişip kebap yağıyla karıştırılınca nur olur. İnsan yemeden doymayıp şehit olur, demek mertebesi lezzetli kestanesi vardır.” (Evliya Çelebi). Aynı eserde kestaneli yahniye bakalım: “Aynen ayva yahnisi gibi yapılır. Yalnız ayva yerine iç ve dış kabukları soyulmuş kestane, etin kavrulduğu yağda kızartılarak tencereye ilave edilir. Kolaylık açısından kestane bıçakla çizilip hafif ateşte biraz ısıtılarak kabukları soyulur.” Yöresel mutfağımızda yok sanmayın sevgili okuyucularım; Sinop'tan kestane yemeği ise yine aynı sözlükte şöyle veriliyor: “Kestaneler haşlanır, soyulur. Yağ ve soğan kavrulur, kestaneler ve az şeker ilave edilir, pişirilir.” (Sinop, NH)

Tasavvuf mutfağımız, kestaneye yer vermez mi sevgili okuyucularım; bu haftayı Mevlevi Mutfağı kitabımdan Ali Eşref Dede'nin kestaneli bulgur pilavıyla noktalayalım. Ağız tadı ve mutlulukla kalın…

Kestaneli bulgur pilavı

Malzemeler (4 kişilik)

Pişme süresi: 30 dakika

10-15 tane kestane

2 yemek kaşığı kuş üzümü

2 su bardağı bulgur

3 su bardağı et suyu

1 tatlı kaşığı tuz

200 gr sadeyağ

1 tatlı kaşığı tarçın

Beraberinde: Yoğurt

Yapılışı:

Kestaneleri bıçakla çiz, ateş üzerinde kabuklarını alacak kadar közle, soy, iki üç parçaya böl. Üzümleri avuç içinde ufalayarak saplarını temizle, yıka. Bulguru, kestaneleri, üzümü tencereye koy. Suyla tuzu kaynat, bulgurun üzerine ilave et, kapak ört. 3 dakika harlı ateşte, 5 dakika orta ateşte sonra hafif ateşte bulgurlar suyunu çekip göz-göz oluncaya kadar pişir. Tavada yağı kızdır, üzerine gezdir, tarçını serp, 20 dakika çok hafif ateşte demlendir. Tabağa düzenle sofraya çıkar.

Abdülhamit Bilici - Osmanlı'yı İttihatçı maceracılığı bitirmişti!

$
0
0

Dünyanın bir ucundaki Ekvador'la bile gerilim üretmeyi beceren dış politikadaki perişan halimiz ve Ortadoğu'da karşı karşıya olduğumuz vahim tablo gerçekten çok kaygı verici. Ülke içinde yapılan yanlışların da kuşkusuz acı sonuçları olur. Ekonomi zarar görür. Halk fakirleşir. Bazı kesimler acı çeker. Uluslararası yarışta ülke küme düşer. Yeni bir anlayışla bunlar telafi edilebilir.

Oysa dış politikadaki yanlışları telafi etmek her zaman mümkün olmayabilir. İttihatçıların yönetimindeki Osmanlı'nın maceracı bir zihniyetle Balkan Harbi'ne veya I. Dünya Savaşı'na girmesinin sonuçlarını düşünün. Üç kıtada kaç asır hüküm sürmüş bir imparatorluk, sadece Anadolu'ya sıkışmış bir ulus devlet haline geliverdi. Kuşkusuz bunda, İttihatçıların devletteki tecrübeyi göz ardı etmesi, devlet kurumlarını politize etmesi ve farklı düşünenleri baskı altına alması da etkili oldu. Çanakkale ve İstiklal savaşlarında ecdadımızın ortaya koyduğu büyük kahramanlık olmasa belki Anadolu bile elimizde kalmayacaktı.

Saddam'ın, bir vilayeti olarak gördüğü Kuveyt'i fethetme girişiminin Irak'ı ne hale getirdiğini hep beraber gördük. Yine yakın dönemde Miloseviç'in ırkçı ve dengesiz politikalarının Yugoslavya'nın kaç parçaya bölünüp buharlaşmasına yol açtığı da ortada.

Bu tecrübelerden ve bizim tarihimizden çıkarılan acı derslerin etkisiyle modern Türkiye dış politikada hep aşırı dengeli ve soğukkanlı bir çizgi izlemeyi tercih etti. Aslında bu politika, 200 yıldır kendi bağımsızlığını kendi gücünden çok, büyük güçler arasındaki dengeden yararlanarak koruyabildiği gerçeğinin de bir sonucuydu. Bu çizgiye korkaklık, statükoculuk, Batıcılık vb. eleştirilerde bulunanlar da acı gerçeklerle karşılaştığında aynı tepkileri vermek zorunda kaldılar. Suriye'nin füze saldırısı gündeme geldiğinde beğenmedikleri NATO'dan patriot istemek veya Rus uçağı krizinde NATO'yu acil toplantıya çağırmak gibi.

Savrulmanın nedenleri

Peki diplomasi alanında devlete hakim olan bu dengeli ve soğukkanlı yaklaşıma ne oldu ki, dış politikada ciddi savrulmalar yaşıyoruz? Aynı anda hem ABD hem Rusya ile karşı karşıya gelmeyi beceriyoruz? Ülkeyi yönetenler, daha dün “terör devleti” dedikleri İsrail'i şimdi “dost ülke” ilan ediyor. Dün her türlü kötülüğün kaynağı dedikleri Yahudi lobisiyle işbirliğine girişiyorlar. Dün İhvan için Mısır'la ilişkileri koparıp, bugün Sisi ile uzlaşmaya çalışıyorlar. Cumhuriyet tarihinde hiç görülmedik bir politikayla komşu ülkede savaşan gruplara silah dahil her türlü destek veriyorlar. Dün liderleri Salih Müslim'i Ankara'ya davet ettikleri, başbakan düzeyinde “Kobani'ye selam olsun” dedikleri, sınırdan koridor açarak destek verdikleri PYD'nin bugün terörist olduğunu keşfedip düşman ilan ediyorlar. Soğukkanlı ve dengeli bir diplomasi geleneğine sahip bir devlet dün dediğini nasıl inkar ederek kendi ağırlığını sıfırlayan acıklı bir duruma düşer!

Savrulmanın önemli nedenlerinden biri, dış politikayı iç politikanın bir malzemesi olarak kullanmak. Mağdur Filistinlilerin yanında olmak, Mısır'da darbeye karşı çıkmak, Suriye rejiminin ezdiği mazlumlara sahip çıkmak doğru ve insani politikalar. Ama popülist bir yaklaşımla bunları iç siyasetin malzemesi haline getirmek dış politikaya sadece zarar verir. Verdi de.

Türkiye dış politikada en zor günlerini yaşıyor

Eski Dışişleri Bakanı, emekli büyükelçi ve Zaman yazarı Yaşar Yakış, kısa süre önce yayın toplantımıza katılıp tecrübelerini paylaşmıştı. Mısır, Suudi Arabistan ve Suriye'de büyükelçi olarak görev yapmış olan Yakış, bu soruya cevap vermeden önce Osmanlı'dan beri Dışişleri'nde devam eden bir devlet geleneğini anlattı. Dış politikayla ilgili bir karar verilirken, ilgili ülkede görev yapan diplomatlardan başlayarak Dışişleri müsteşarına kadar herkes kademe kademe görüşünü farklı renkte bir kalemle yazıyordu. Hem var olan tecrübenin tümünden yararlanılmış hem de tarih ve gelecek kuşaklar için hangi kararların hangi saiklerle alındığını gösteren vesikalar bırakılmış oluyordu. Birkaç asırlık bu geleneğin yerini şimdi ayak üstü verilen, yeterince ölçülüp tartılmamış, ‘ben yaptım oldu' türünden kararlara bırakmış durumda. Sonuç ortada. Osmanlı ve Cumhuriyet tecrübesini göz ardı eden Türkiye belki de dış politikada en zor günlerini yaşıyor.

Dış politikada yenilik de olabilir. Ama bunun bir maceraya dönüşmemesi için tarihi tecrübe ve devlet geleneği süzgecinden geçirilmesi, kendi kapasitemizin ve uluslararası dengelerin soğukkanlı biçimde analiz edilmesi gerekir. Bu ölçülere dikkat eden Türkiye, mesela 1980'lerde 8 yıl süren İran-Irak savaşında Turgut Özal, iki ülkeyle de iyi ilişkilerini sürdürüp yanı başındaki bu büyük krizden ekonomik olarak da kazançlı çıkmayı başarmıştı. Yine Soğuk Savaş'a rağmen Sovyetler'le ekonomik ilişkiler kurulmuştu.

Bu ölçülere dikkat edilmezse Esed rejimini yıkıp Şam'da cuma namazı kılmaya heveslenirken, sınırında IŞİD veya PKK gibi örgütlerin kuracağı devletleri bulabilirsin.

Bugün itibarıyla Türkiye'nin dünyaya ve Ortadoğu'ya yapacağı en büyük katkı, nüfusunun çoğu Müslüman bir ülke olarak demokrasi ve hukukun üstünlüğüne bağlı, ekonomisi güçlü, dış politikada İslam dünyasından Batı'ya, Rusya'dan Afrika'ya herkesle iyi ilişkilere sahip bir ülke olmaktır. Bunun dışındaki çıkmaz sokaklarda sadece vakit ve enerji kaybediyoruz.


Fikre karşı fikirle mücadele edilir

Hafta içinde Yeni Şafak ve Yeni Akit gazetelerine molotoflu, silahlı saldırı oldu. Fikirlere karşı silahla, hapisle, tehditle mücadele edilmez. Tarih boyunca hiçbir fikir zorbalıkla ortadan kaldırılamamıştır.

Medyayı baskı altına alma, tehdit etme ve susturmaya yönelik her girişim demokrasiye saldırıdır. Şiddetle kınıyor, bir an önce faillerinden hesap sorulmasını diliyorum. Çizgileri farklı tüm medya gruplarının bu saldırıları kınaması, iktidara yakın yayın yapan medya kurumlarını düşündürmesi gerekir. Çünkü iki makale bir haberden dolayı Zaman'a polis baskını yapıldığında “İnlerine girildi” gibi çirkin manşetler atmışlardı. Hürriyet saldırıya uğradığında, Bugün TV, Kanaltürk ve STV ekranları karartıldığında, Can Dündar, Mehmet Baransu gibi gazeteciler hapse atıldığında “geçmiş olsun” bile dilememişlerdi.


Müslümanlığınız bu mu?

13 yıl önce muhafazakâr demokrat kimliğiyle toplumda geniş kesimlerin desteğini alarak iktidara yürüyen AK Parti, öyle günler yaşatıyor ki, artık muhafazakârlığından da demokratlığından da söz etmek çok zor. Müslüman kimliğini saklamadan demokrat olunabileceği ümidini veren iktidar, son dönemde yaptıklarıyla artık kendisine “Bu mu sizin Müslümanlığınız, bu mu dilden düşürmediğiniz Osmanlıcılığınız” dedirtiyor.

Sadece ülkemizin değil dünyanın takdirini kazanan, yıllardır herkesin çocuklarını gönül rahatlığıyla gönderdiği başarılı bazı özel okullara kayyım atanarak el kondu. Kahramanmaraş'ın kurtuluşunda büyük payı olan Sütçü İmam'ın torunu, onlarca okul yaptırmış, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş ismiyle müsemma bir Osmanlı kadını Melek İpek Ankara'daki evinden resmen atıldı, İstanbul'daki evinde de ceberut kişilerce adeta hapis hayatı yaşatılmaya başlandı. Tefsir derslerinden yüce kitabımızın hatmine dini konularda nezih yayın yapan herkul.org sitesi yasaklandı. 2 yıldır büyük emeklerle inşa edilen Mahmud Efendi Hazretleri adına yaptırılan içinde Kur'an kursu, aşevi ve caminin olduğu külliyenin büyük bir kısmı yıkıldı.

Bu hafta içinde AK Parti'nin kurucu isimlerinden Hüseyin Çelik partisinin bu kötü dönüşümünü eleştirmişti. Çelik, Koza İpek grubuna yapılanlara “gasp” dedi. Hizmet Hareketi'ne yapılan zulmün paranoyaya dönüştüğünü söyledi.

Okullara el koyan, gazeteleri, dershaneleri polisle basan ve kapatan, insanları kendi evlerinden çıkaran, Kur'an ve sünnet yolunda yayın yapan bir siteyi kapatan, inşa edilmiş külliyeyi yıkan bir zihniyetin Doğu Perinçek'i mutlu etmesi şaşırtıcı değil.

Mehmed Niyazi - Çağımızın bir idealisti

$
0
0

Gençlik yıllarımızda bize hitap edenlerden biri de Nurettin Topçu idi. Sağda solda, muhafazakar dergilerde adını gördüğümüz bu büyük ilim adamının ne yazık ki değerini bilmiyorduk.

Kurduğu cümleler hepimizi büyülüyordu, bir arkadaşımız Topçu'nun ‘Çanakkale' adındaki uzun makalesini ezberinden okumuştu. Çemberlitaş civarındaki ‘Milliyetçiler Derneği'nde cumartesi günleri bazen sohbetler yaptığını öğrendik. Arkadaşlarımızla beraber oraya gitmeye başladık. Anlattıkları bizim seviyemizi aşıyordu ama zamanla karşımızda dünden, bugünden ve gelecekten seslenen bir umman olduğunu hissetmeye başladık.

Avrupa'yı bir Batılı aydın kadar iyi biliyordu; Strazburg'da felsefe öğrenimi gördü, Sorbonne'da felsefe doktorasını tamamladı. Yurda döndükten sonra Galatasaray Lisesi'nde başladığı öğretmenlik hayatına İzmir Atatürk Lisesi'nde devam etti. Orada yayımlamaya başladığı ‘Hareket' dergisinde yazdığı ‘Çalgıcılar' adlı yazı yüzünden Denizli'ye sürgün edildi. Şurası bir gerçektir ki Topçu'da hiçbir ön hüküm yoktu; o zamanki aydınlarımıza göre Said Nursi öcü olarak görünüyordu. Topçu onunla tanıştı; sanık olduğu davaların bir kısmını takip etti. Bu onun gerçek bir cesaret eri olduğunu göstermektedir. Daha sonra İstanbul Haydarpaşa, Vefa liselerinde öğretmenlik yaptı, imam hatip liselerinde çalıştı.

Fransa'dan İstanbul'a döndükten sonra çocukluk arkadaşı Sırrı Bey'in vasıtasıyla devrin manevi büyüklerinden Hasip ve Abdülaziz efendilerle tanışan Topçu, onlardan hayatı boyunca sürecek etkiler aldı, Nakşi Şeyhi Abdülaziz Bekkine Efendi'ye intisap etti.

Nurettin Topçu, doktorasından sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Prof. Dr. Hilmi Ziya'nın kürsüsünde Henry Bergson üzerine hazırladığı ‘Sezginin Değeri' başlıklı tez ile doçent olmuştur. Ancak bu üniversitede hiçbir zaman ders veremeyecektir. Bu tarihlerden sonra Topçu fikirlerini dönemin önde gelen öğrenci ve gençlik merkezlerinde verdiği konferanslarla zenginleştirmiş, Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Cemiyeti, Milliyetçiler Derneği, Aydınlar Ocağı, Türk Milli Kültür Vakfı gibi cemiyetlerde faaliyetlere katılmıştır.

Ne yazık ki bizler, yani sonra gelen nesiller Nurettin Topçu'nun hayatını tam olarak yazamadık. Pek çoğu kendisini münzevi olarak nitelendirse de bence o kalabalıkların arasında bir yalnızdı; gelişigüzel sohbet yapmasını sevmezdi. İnsan ömrünün şuurundaydı, topluma faydalı olmaya çalıştı, ömrü boyunca gençleri, halkı bilgilendirmekten geri durmadı. Ayrıca Topçu, milliyetçi kesimin işbaşına gelmesi için üzerine düşeni yaptı. Ali Fuat Başgil'le ‘Demokrat Parti' devrildikten sonra Adalet Partisi'nin kuruluş faaliyetlerine iştirak etti. Aday olduğu Konya, o günkü şartlara göre üçe bölünmüştü; Yeni Türkiye Partisi, Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi. Kendisi adaylığını Adalet Partisi'nden koyarak milletin kahir ekseriyetinin o tarafa yönelmesini sağladı. Milletin kendisine ihtiyaç duyduğu her yer ve zamanda ispatı vücud eden Topçu'nun münzevi biri olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Özellikle ‘Milli Türk Talebe Birliği'nin ‘Milliyetçiler Kurultayı'nda okuduğu bir tebliğ var ki pek çok kimse ona cesaret edemezdi. ‘Ahlakımız İslam ahlakıdır' diyerek, o günün şartlarında ilmin sesini ortaya koymuştur. Bütün idealistlere örnek olacak bir şahsiyetti. Ruhu şad olsun!..

M.Nedim Hazar - Simetri

$
0
0

Şair, “oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir” diyerek tarihsel dualiteye dikkat çeker biraz da. Her şey mefhum-u muhalifiyle kaim ve güçlü zira. Güzellik, çirkinliğin şiddeti nispetinde fark ediliyor, iyilik ise kötülüğün hüküm sürdüğü dönemde künhüne varılan bir kavrama dönüşüyor.

İslam'ın neşet ettiği dönemde iki önemli kadın var. İkisi de güçlü, varlıklı ve kadına değer verilmeyen bir çağda bile önemli değer olan iki kadın.

İki zıtlık ve aynanın iki yüzü.

Biri, analar anası Hz. Hatice validemiz. Efendimiz'e (asm) sahip çıkması, O'na ilk inanan ve destekleyen olmasının yanı sıra varını yoğunu -tabiri caizse- bu uğurda harcamasıyla, Fahr-i Kainat'a yoldaşlık eden kadın.

Diğeri, madalyonun çirkin ve karanlık yüzü; Ümmü Cemil... Ebu Leheb'in eşi, Ebu Süfyan'ın kızkardeşi. O da çok zengin ve güçlü. Ebu Leheb malum; Efendimiz'in amcası olmasına rağmen, başta peygamber ve yakınlarına olmak üzere, tüm inananlara en fazla eziyet eden, zulümde bayraktarlığı kimseye bırakmayan ismi bizzat Kur'an-ı Kerim'de geçen kişi.

İslam, kurulu düzeni rahatsız ettiği ilk dönemlerde muktedirlerin Müslümanlara karşı merhametli olması şüphesiz beklenemezdi. Ancak, zaman ilerledikçe bu tavır yumuşamış ve değişmişti. Ancak Ebu Leheb ve eşi düşmanlıklarını asla terk etmediler.

Sadece amca-yeğen ilişkisi de değildi Efendimiz ile Ebu Leheb-Ümmü Cemil arasındaki alaka. Hz. Peygamber ki kızını onlara gelin olarak vermişti. Ümmü Cemil, İslam'ın alenen tebliğ edilmeye başlamasından sonra oğullarına ‘Safınızı seçin' baskısı yapmış ve bunun neticesinde oğulları eşlerini boşamıştı.

Üstelik evleri de çok yakındı Hz. Hatice-Hz. Peygamber'in evine. Onlar bu komşuluk durumunu bile, bir vefa meselesi olarak değil, düşmanlık vesilesi olarak görmüş, her fırsatta eziyet etmeyi hayatlarının bir parçası olarak tanzim etmişlerdi. Ebu Leheb, elindeki deve pisliğini Hz. Peygamber'in üzerine dökmek için saatlerce kapısında pusuya yatıyor, Ümmü Cemil ise, Peygamber zarar görsün diye geçeceği yollara diken ve taşlar döşüyordu. Efendimiz'in üzülmesi, acı çekmesi onlara tuhaf bir haz veriyor ve mutluluk yaşatıyordu.

Yaptıkları tüm fenalık ve zulme rağmen, Hz. Peygamber'in kendilerine aynı şekilde cevap vermemesi öfkelerini katlıyordu bu ikilinin. Ve nihayet, Tebbet Suresi nazil olup, bu aile hakkında ilahi hüküm kesinleşince, nefretleri akıl almaz boyutlara ulaştı Ebu Leheb ve Ümmü Cemil ikilisinin. Evinden bir kucak mücevher ile fırlayan Ümmü Cemil, ‘Ne yapacaksın?' sorusuna, ‘Satıp parasıyla düşmanıma kötülük yapacağım.' demişti. Cenab-ı Hakk ilahi perde ile setredince arzu ettiğini yapamadı Cemil'in anası. Bediüzzaman bu kişileri ‘Cehennem oduncusu' olarak tanımlıyor Risale-i Nur'da.

Hz. Hatice ve Ümmü Cemil...

İki varlıklı ve güçlü kadın. Madalyonun iki yüzü, iki oluktan akan iki akışkan. Biri nur, biri kir... Her ikisi de tüm varlıklarını bir amaç uğruna harcamaktan çekinmediler. Her ikisi de vefat ederken varlıklarını tüketmişlerdi.

Biri anaların anası olarak cennete yol alırken, diğeri cehennem oduncusu olarak gittiler öte aleme.

İyiliği değerli kılan kötülüğün varlığıdır şüphesiz, iyileri anlamanın bir yolu da kötülere bakıp hikmet devşirmek olsa gerek.

A. Turan Alkan - İçte niza, dışta maraza

$
0
0

Dışarda işler sarpa sardıkça içerde tutuklamalar, kayyım atamaları ve ilginç mahkeme kararlarında manidar bir yükselme görülüyor.

Bu eylemlerin hakkaniyete uygunluğu konusunda ağır şüpheler var. Kimin yaptığına değil de sadece eyleme bakılarak mahkemeler harekete geçseydi çelişkiyi açıklamak daha kolay olurdu. Bank Asya'ya el konulurken gözetilen kriterler, böyle bir keyfî; idare döneminde bütün finans kuruluşlarına kolaylıkla uygulanabilir. Merkez Bankası'nın bile ağır siyasi baskı altında tutulduğunu unutmayalım. Koza İpek grubuna yapılan ‘kanunî;' muamele, farzımuhâl Sabancı veya Koç grubu için tasavvur edilebilir mi? Doğan grubunun televizyonları, farzımuhâl Türksat uydusundan aynı anlamlı sessizlikle çıkarıp ekranları karartılabilir miydi?

Şikâyet olsun diye söylemiyorum; bunlar artık sıradan haberler haline geldi. Burs verenleri gözaltına almak, başarısı tescilli okullara kayyım vasıtasıyla el koymak gibi şeyler kamuoyunu zerre kadar ilgilendirmiyor. Hukuk devletine ‘hukuk adamları' sahip çıkmıyorsa aynı hassasiyeti yurttaşlardan beklemeli miyiz? Bu beklenti aslen doğru ama Türkiye'nin tarihi ve sosyolojik profiline göre haksızdır. Hürriyet kavramını ancak sokağa çıkma yasağı konulduğunda hatırlıyoruz çünkü. Hürriyet, güçler ayrılığı, hukuk devleti, temel haklar gibi ‘entel' endişeler bugün en yoğun olarak protest ve muhalif Kürtler için hayatî; önem taşıyor ve sahici bir karşılık buluyor. Bir Türkiye gerçeği!

Dışarda işler karışınca içerde ortalığı karıştırmak; içerde sıkıntı çıkınca dikkatleri diplomatik mahfillere yönlendirmek Türkiye'de başarısı tescillenmiş bir taktik. Suriye'de ortak askeri harekât yapılması için Suudi yetkililerine, İncirlik gibi sınıra yakın üslerde inceleme yapma izni verilmesi sıkıntının hangi absürd noktalara vardığını açıkça gösteriyor. Dışişleri bakanımız, Suriye'ye niçin müdahale etmemiz gerektiği konusunda makale yazar gibi beyanatlar vermeye başladıysa hayra alâmet değildir. Bu durum bana iç proletarya baskısını savuşturmak için büyük devletlerin savaşı politik bir araç olarak tercih etmesini hatırlatıyor. Bütün mesele kamuoyunu yönlendirmekse savaş da pekâlâ politik bir araçtır. Maazallah, savaş halinde bütün kamuoyunun –milli birlik ve beraberlik ülküsü etrafında- kenetlenmesini sağlamak ise çocuk oyuncağı. Muhtarlar toplantısında CB'nın şehâdet vurgusu üzerinde durmasını bu kapsamda mânidar buluyorum. Savaşlar, kamuoyunu iktidar etrafında kenetler ve elbette bununla beraber bilumum muhalif sesler ânında ‘Esed taraftarlığı' gibi abes bir gerekçeyle sindirilir. Türk medyasının şu anki manzarası maalesef son derece müsait.

Savaş ortamları serbest düşünceye izin vermediği gibi cephelerden gelecek şehadet haberlerini bile coşkuya dönüştürebilir. Düşmanın kanını tatmak –hangi duvara yazılmıştı bu vecize?-, kitleleri heyecanlandırır ve esritir. Savaşın yol açtığı ekonomik çöküntü bile kolayca affedilir. Zafer uğruna geçici bir süre için süpürge tohumu bile kahrı çekilir bir hubûbata dönüşür.

Kitleler mağlubiyeti affetmez sadece, savaşı değil. Savaş kaybedilince kamuoyu desteğinin yerini, hesap sorma hırsı alır. Bu değerlendirme bakımından İttihatçılar'ın en büyük kabahati harbi kaybetmekti ve hatırlatıyorum, yenilgi kesinleştiği gün sokağa çıkacak halleri kalmamıştı.

Suriye'nin iç işlerine karışmak komşuluğa sığmayan bir eylemdi ve hataydı; Suriye'deki muhalif silahlı grupları desteklemek ve yardım etmek ağır hataydı. Suriye'ye doğrudan müdahale etmek ise Türkiye'yi yıkıma götürecek derecede ağır bir vebâldir ve kesinlikle bu niyetten uzak durmak gerekir, çünkü kârlı çıkmak ihtimâli yok, hattâ sıfır. Bu bir tahmin değil, kat'i sonuç. Ne olur, iktidarda tutunmak uğruna bir nesli mahvetmeyin!

Ali Ünal - O dört günde cevabınız ne olacak?

$
0
0

İnsan, yaptıklarından dolayı 4 gün veya yerde hesaba çekilir: dünyada hukuk karşısında; ölürken ve kabirde melekler karşısında; Âhiret'te Allah karşısında.

“Melekler, bizzat kendilerinin zalimleri olanların yüzlerine ve sırtlarına vura vura canlarını alırken sorarlar: ‘Derdiniz neydi de, (Allah'a şirk koştunuz, zulümler işlediniz)?' ‘Biz' derler, ‘bu memlekette zayıf, dolayısıyla baskıya boyun eğmiş kimselerdik.' Melekler, ‘Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret edeydiniz!' derler. Böylelerinin nihaî; barınağı Cehennem'dir..” (4:97; 8:50) Allah karşısında ise bütün sırlar ortaya dökülür ve sorulur, meselâ: hangi suçu vardı da, öldürüldü, zulme maruz bırakıldı? (81:9‒11)

Evet, sorulduğu zaman, Kur'ân “Allah'a evlât isnat edildi (sıfatlarında O'na şirk koşuldu) diye nerdeyse gökler üstünden çatlayacak!” diye buyururken, ‘Allah'ın bütün sıfatlarına sahip (yani -haşa- ikinci Allah) liderimiz var!” türü tamamen küfür ve şirk sözleri; sorulduğu zaman, güya İslâm davasında bulunurken, İslâm'ın hak, adalet, doğruluk, samimiyet, emanet, tevazu gibi esaslarının berhava edilmesi; sorulduğu zaman devlet malının ganimet gibi görülmesi; eğitim ve aile kurumunun çökmesi; rant kaynağı yüksek binalarla birlikte artan fuhuş, zina, resmî; kumar, dehşetli ahlâk ve maneviyat erozyonu; sorulduğu zaman, 13 asır fırâk-ı dâlleden görülmüş bir mezhebin hak mezhep diye eğitim müfredatına konması; zinaya mut'a, yolsuzluğa humus, yalana, iftiraya takıyye, yani din kılıfı geçirilmesi.

Sorulduğu zaman, PKK terörü 3 yıl önce bitirilecekken “Çözüm süreci” diye onun azmanlaşmasına göz yumulması; terör örgütüne ve başına övgüler düzülmesi; millet 400 milletvekili vermeyince yeniden azgınlaşan terörle sarsılan ülke, göçe mecbur kalan yüz binlerce masum ve ölen siviller; sorulduğu zaman Reyhanlı, Uludere, Soma, Suruç, Ankara, İstanbul ve daha başka yerlerde akan kanlar, işçi ölümleri, hemen verilen yayın yasağı kararları, gizlenen gerçekler; sorulduğu zaman hapislere tıkılan fikir ve eleştiri hürriyeti, gazeteciler ve aydınlar.

Sorulduğu zaman bilhassa 17‒25 Aralık öncesi ak denilene kara, kara denilene ak denmesi; sorulduğu zaman polis fezleke ve yargı raporlarındaki dehşet verici rüşvet ve yolsuzluklar, bunları aklamak için yargıyı dizayn etme ve bunları ortaya çıkaran ve o ana kadar kahraman ilan edilmiş emniyet ve yargı mensuplarına reva görülenler; yüzlerce polis kolejleri öğrencilerinin kapı önüne konması; sorulduğu zaman savcısı olunduğu iddia edilen davaların masum insanların üzerine yıkılarak avukatı olma ve girilen Perinçek'in mevzileri; sorulduğu zaman üzerine namus ve şeref yemini edilen Anayasa ihlâlleri ve rafa kaldırılan hukuk; sorulduğu zaman “usulsüz” ihalelerle yeni zenginler türetilip, bunlar eliyle “biat” medyası oluşturulması; ülkede zengin ve fakir uçurumu ve gelir dağılım adaletsizliğinin arttıkça artması; sorulduğu zaman saraylar, saray harcamaları, lüks kamu arabaları, 150 bin küsur lira kiralı konaklar, 1 milyon TL'lik araba ve jakuzili evler, villalar, lüks, israf, rüşvet -içlerinden bazılarının itirafıyla- kasa-masa-nisa üçgeninde boğulma; sorulduğu zaman Irak ve Suriye'de sebep olunan zulümler, katliamlar.

Sorulduğu zaman, dünyanın dört bir yanına eğitim, ahlâk ve maneviyat taşımış, ülkenin bayrağını 160 ülkede dalgalandırmış, milyonlarca vatan evlâdına her bakımdan iyi eğitim vermiş bir hizmetin, yolsuzlukların, hukuksuzlukların karşısında durdu diye bütün cephelerden en haksız hücumlara maruz bırakılması; zekât, sadaka ve infakta yarıştıkları için hapse tıkılması; sorulduğu zaman sözkonusu hizmet ve onun ilmî;-manevî; rehberi hakkında tarihte görülmedik yoğunluk, nicelik ve çirkinlikte yalanların söylenip, iftiralar atılması; üzerine çökülen şahsî; servetler, müesseseler; işinden, ekmeğinden edilen insanlar, akıtılan masum gözyaşları.

Ey iktidar sahipleri, ey “mülkün temeli” adaleti berhava ederek mülkü ülkenin üzerine yıkan yargı ve emniyet mensupları, kayyimler, iktidar destekçileri ve her türlü haksızlık karşısında sesi ilk çıkması gereken ehl-i ilim ve diyanet! Bunlar ve bunlar gibi yüzlerce mesele hukuk önünde sorulduğu, sorumlularınız hakkında Kıyamet'e kadar peşinizi takip edecek ceza ve tazminat davaları açıldığı, ölüm ânında, kabirde ve Mahkeme-i Kübra'da da sorguya çekildiğiniz zaman haliniz nice ve cevabınız ne olacak?


Ali Bulaç - Gadır-i Hum'dan beklenen Mehdi'ye!

$
0
0

Hicri 10/Miladi 632'de Hz. Peygamber (s.a.) haccetmek üzere Mekke'yi ziyaret etti.

Bu sırada Hz. Ali (r.a.) Yemen taraflarında bir seferde görevliydi. Bir ara o da yerine birini vekil bırakıp hac ziyaretine gitti. Dönüşte ganimet kumaşlarının elbise olarak dikilip dağıtıldıklarını görünce sert tepki gösterdi. Hz. Ali, kamu malının askerler tarafından bölüşülmesini kabul edemezdi. Ganimet meşru otorite tarafından ve herkesin savaştaki katılımına göre dağıtılmalıydı. Askerler keyfî; bölüşüm yapmışlardı. Hz. Ali, elbiselerin çıkarılıp hak sahiplerine verilmesini emretti, ama bir kere paylarını kapanlar emre itaat etmedi. Tartışmalar sertleşince askerler dönüşte Hz. Ali'yi Efendimiz'e şikâyet ettiler.

Hz. Peygamber, tarafları dinledikten sonra şöyle buyurdu: “Ey İnsanlar! Ali'yi şikâyet etmeyin! Allah'a andolsun, Allah'ın Zatı veya yolu hususunda Ali şikâyet edenden daha kaba değildir.”

Hz. Peygamber, hac ibadetini eda ettikten sonra Zilhicce'nin 18'inde Medine'ye gitmek üzere yola çıktı. Gadıri-i Hum denen bir su birikintisi yakınlarında adına Cuhfe denen bir yere ulaştılar (16 Mart 632). Bu sırada Maide Sûresi'nin 67. ayeti indi: “Ey Peygamber, Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.” Hz. Peygamber, ashabı toplayıp şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.”

Burada Şia âlimleri ilginç bir iddiada bulunup, Maide 55. ayetin de Ali'ye işaret ettiğini söylemektedir: “Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir.” Onlara göre, daha önceden inmiş olmasına rağmen, Hz. Peygamber, insanlar kabul etmez de dinden çıkar, diye gizlemiş, bunun üzerine 67. ayet inmiştir.

Şiilerin iddialarını 14 noktadan kritik edebiliriz:

1) Her iki ayet Hz. Ali'nin imametine delil teşkil etmez. Nasslar sabit, delaletleri sabit değildir;

2) Hz. Peygamber'in kendinden mütalaa ile inen bir ayetin tebliğini ertelemesi düşünülemez;

3) Yemen'de cereyan eden olayda Hz. Peygamber, Hz. Ali'nin haklılığına vurgu yapmıştır;

4) “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır” imamete delil teşkil eder mi? Sünni muhaddisler bu sözü sahih kabul etmemişlerdir;

5) Eğer imamet dinin usulünden olup Hz. Ali ve soyundan gelenlerin imameti kesin olsaydı, hem Kur'an-ı Kerim, hem Hz. Peygamber “Namaz, oruç, zekat” gibi bunu apaçık belirtirlerdi;

6) Bize bu konuda mütevatir haber gelmiş değil;

7) Nass ve ta'yin olsaydı, ilk üç halifenin seçimi sırasında konu gündeme gelir, tartışılırdı;

8) Hz. Ali, belki imam olmak istedi ama ondan “Bu benim hakkımdır” yolunda iddia gelmedi. Nass olsaydı, Hz. Ali çekinmez, diretirdi;

9) Hz. Ali her üç halifeye biat etti, onlara danışmanlık yaptı. Hatta Ebu Süfyan, onu Hz. Ebu Bekir'e karşı kışkırtmayı denedi, o iltifat etmedi;

10) Hz. Ali, kızı Ümmü Külsüm'ü Hz. Ömer'le evlendirdi;

11) Kâğıt kalem isteyen Hz. Peygamber'in ne yazacağını bilemiyoruz;

12) Hz. Peygamber, Hz. Ali gibi, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'le ilgili de övücü sözler söylemiştir; hatta hastalığında mescide çıkan kapıları kapatmış, sadece Hz. Ebu Bekir'in kapısını açık tutmuş, namazda kendi yerine onu imam tayin etmiştir;

13) H. 40/M. 661'de Harici Abdurrahman bin Mülcem Hz. Ali'ye suikast düzenlediğinde, Abdullah bin Cündeb ona “Hasan'a biat edilmesini istiyor musun” diye sorduğunda “Ne emreder, ne nehyederim” demiştir;

14) Hem Muaviye, hem Haricilerle Hz. Ali arasında süren tartışma ve savaşlarda “nass, ta'yin, vesayet” hiç gündeme gelmemiştir.

Sünni bakış açısından Şiilerin iddiaları kabul edilmemekle beraber, bağımsız-sivil âlimler ve Sünni ma'şeri vicdan hiçbir zaman Muaviye'nin saltanatını onaylamamış, Hz. Ali'yi haklı bulmuştur. Kelam ve fıkıh açısından mesele böyle. Ama bir de elbette sosyal-psikolojiyi ilgilendiren boyutu var.

Hariciler, Sıffin'de Tahkimden sonra ümitlerini kaybedince, siyasal nihilizm diyebileceğimiz kurtuluşu kılıcın gücünde aradılar; Ehl-i Beyt ve takipçileri de Hz. Hüseyin'in Kerbela şehadetinden sonra yakın vade iktidardan ümitlerini kesince, kusursuz ve mutlak adil imam arayışını Mehdi'de somutlaştırıp beklemeye başladılar. Madem Müslümanlar tevhidi ve adaleti tesis edecek lideri başlarına geçiremiyorlardı, bu durumda adil imamı (Mehdiy-i müntazar) Allah'tan beklemekten başka yol kalmıyordu. (15 Şubat 2016)

Selçuk Gültaşlı - Erdoğan'ın mülteci ve diğer pazarlıkları

$
0
0

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın AB Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker ve AB Konseyi Başkanı Donald Tusk ile mülteciler üzerinden yürüttüğü pek ahlaklı olduğu iddia edilemeyecek pazarlık zabıtlarının ortaya çıkması üzerine muvafık medya, Erdoğan'ın yeni bir destan, yeni bir ‘van minut' zaferi yaşadığı yorumları yaptı.

Bu analizlerde paylaştığım tek nokta pazarlıklardaki en büyük ayıbın Avrupa Birliği'ne ait oluşu. Keyifle zaman zaman kibirle dünyaya ilke ve değerler dersi veren AB, sızan zabıtlarla fena yakalandı. Mültecilerin Türkiye'de tutulması karşılığı, ‘embriyonik diktatör' dedikleri Erdoğan'la her türlü kirli pazarlığı yaptıkları ve yapmaya devam ettikleri de tescillenmiş oldu. Seçimleri kazanman için ilerleme raporunu erteler, yumuşatırız; Karaca'yı, Baransu'yu, Dündar'ı, Gül'ü hapislerde çürüt, sesimizi kısarız; çözüm sürecini durdur, şehirler yansın, tepkimizi dünyanın duymayacağı şekilde veririz; yargıyı kendine bağla, bir hakimle istediğin kararı al, bir iki süslü laf eder, susarız ama yeter ki mültecileri bize gönderme. Pazarlığın özü budur ve pratik bunu teyit etmiştir. Dündar ve Gül'ün tutuklanmalarına AB yazılı bir tepki vermemiştir. Soru sorulana kadar yorum bile yapmamıştır.

Erdoğan'a gelince: Muhip ve müntesiplerinin iddia ettiği gibi karşımızda bir ‘ilke adamı'ndan ziyade ilke ve değerlerini pazarlığa tabi tutmaya hazır bir siyasetçi var. 17 Aralık'tan sonra bunu görmüştük. Zabıtlar teyit ediyor, durumu apaçık ediyor.

Juncker'in tabiriyle Erdoğan'ın Brüksel'de ‘prensler' gibi karşılandığı 5 Ekim ziyareti öncesi Avrupalı diplomatlarla görüşmelerimizde Cumhurbaşkanı'nın ilerleme raporunun içeriği, ertelenmesi, fasıllar, mali yardım gibi konularda pazarlık yapabileceğini gündeme getirdiğimde her defasında bir devlet başkanının bu kadar ayrıntıya girmeyeceğini, bu ince pazarlıkları teknokratlara bırakacağını söylüyorlardı. Ben de Erdoğan'ın tanımadıklarını ifade ediyordum.

Fıtrat bu kadar pazarlıkçı olunca, ilkeli tutum almak, değerler üzerinden konuşmak da imkânsızlaşıyor.

Yüksek mefkûreler adına ülkeye kabul edildiği iddia edilen mülteciler bir anda ‘otobüs ve uçaklara' doluşturularak pazarlık unsuru haline getirilecek nesnelere dönüşüyor.

Benzer vaka çok da, akla ilk gelen Erdoğan'ın 2010'da soykırım kararları alan ülkelere kızıp, öfkesini Türkiye'deki gariban Ermenistan Ermenilerinden alabileceğini ima eden sözleri. BBC Türkçe'ye verdiği mülakatta, “Ülkemde, 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim, bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar. Ülkemde de tutmak zorunda değilim.” deyivermişti. Ki, o zamanlar 17 Aralık olmamıştı. Erdoğan'ın ülkesini AB normlarına taşıyacak, demokrat, özgürlükçü ve Ortadoğu halklarına numune teşkil edecek bir lider olduğuna inanılıyordu.

Bu karakterin son yıllardaki en somut iki örneği Kürt meselesi ile Ergenekon sürecinde görülüyor. Yalçın Akdoğan'ın itirafı ile HDP Başkanı Selahattin Demirtaş ‘seni başkan yaptırmayacağız' sloganı ile oylarını yükseltmeye başladığı an, ‘yeter, artık analar ağlamasın' diye çıkılan yolun sonuna gelinmesi; yine Bülent Arınç'ın şehadeti ile neredeyse naklen takip edilen Dolmabahçe mutabakatının, HDP yüzde 10'u geçince sahipsiz kalması, hayattaki en büyük hakikatin pazarlık olduğunu gösteriyor.

Askeri vesayeti bitirmek için yola çıkanların geldiği son nokta Doğu Perinçek'e vagon olmak. Kendisi değil ama fikirleri iktidarda olan Perinçek mutlu olmasın da kim olsun?

Kerim Balcı - Acûze-i Şemta – 2

$
0
0

Üzerinden o kadar çok sular geçti ki yıllar yıllar önceydi gibi geliyor bana.

Daha IŞİD filan yokken, Suriye ile ilişkilerimizin PYD üzerinden gerildiği bir dönemde, şimdi yandaş medyaya gondolculuk yapan Doğan Medyası, o dönemde kanlı bıçaklısı olduğu iktidarı gaza getirip Suriye'ye asker sokulmasını sağlamaya çalışıyordu. Davutoğlu Hoca'nın hariciye nazırı olduğu o eski günlerden bahsediyorum. AK Parti'nin hâlâ AK Parti olduğu zamanlardı. Biz hâlâ indirilmemiştik siyasetin o kaçınılmaz kaderine doğru giden Titanik gemisinden.

İşte o zamanlarda Türk ordusunun herhangi bir Arap ülkesinin toprağına, hele hele de Suriye toprağına girmesinin, on yıldır hiç yaşlanmayan Amerikan artistleri görünümündeki dış politikamızı bir gecede acûze-i şemtaya dönüştüreceğini iddia etmiştim. Acûze-i şemta yaşlılık emaresi olan saçta ak, yüzde kırışıklık ve gözde fersizlik sebebiyle artık örtünmesine gerek kalmayacak kadar alıcılığını yitirmiş kadın demek…

Ülkenin dışişleri bakanının benim gibi, talebesi bile olamamış bir Boğaziçilinin yazısını tümden okumasını beklemek edepsizlik. Ama sanırım danışmanları da sadece “acûze-i şemta” kısmını fosforlamış ve “Kerim size böyle demiş” efendim diye gaza getirmişlerdi. Ya da diyeyim, ben hâlâ Hoca'nın aklî; melekeleri konusunda hüsn-ü zan ettiğimden böyle düşünüyorum. Eyüp'te bir eski Mevlevihanede yaptığı bir konuşma sonrasında gözleri dolu dolu sitem etti bana. “Sen de beni anlamazsan…” diyerek… Belli ki “acûze-i şemta” çok dokunmuştu…

Merak ediyorum şimdi de gözleri dolu dolu mudur?

Dışişleri bakanının “aman savaş kelimesini ilk telaffuz eden ben olayım” acullüğü ile Suriye'ye Suudi Arabistan ile ortak bir kara ve hava operasyonu düzenlemekten bahsettiğini duyduğunda gözleri dolmuş ve “Nerden çıktı bu acûze-i şemta! Baksan bakılmaz, atsan atılmaz!” demiş midir acaba?

Hâlâ daha iktidarın yaptıklarına anlam vermeye çalıştığım, evrensel mantığa uymasa bile, söz gelimi, mafya mantığına uydurarak, “kabul edilemez, ama anlaşılabilir” demeye çalıştığım anlar olur. Suriye'ye girmek arzusunu mafya mantığı ile bile açıklayamıyorum. Tek açıklaması var: Kıyamet Kültü Mantığı.

Kıyamet kültleri tarihin seyrinin sembolik bir savaşla değişeceği ve arkasından insanlık tarihinin sil baştan başlayacağı bir yeryüzü cennetinin inşa edileceği zehabıyla hareket ederler. Kendilerinin Allah'ın veya herhangi yüksek iradeye inanıyorlarsa o iradenin has kulları olduklarına inanan Kıyamet kültçüleri, tanrılarının kendilerine ancak bir varlık-yokluk savaşında merhamet edip gökten yardımcılar göndereceklerini düşündüklerinden, bu savaşı bizzat kendileri çıkarmaya çalışırlar. Kıyamet kültlerinin iki ortak özelliği vardır: karizmatik bir lidere atfedilen doğaüstü güçler ve vasıflar ve yüzyılcılık ve binyılcılık gibi döngüsel tarih okuyuşunu literal-zahiri boyutuyla anlamak. Sözgelimi “Allah'ın bütün vasıflarını şahsında toplamış, kendisine dokunmanın ibadet olduğu, bir dokunuşla bayılmışı ayıltan, bir sohbetiyle intihar etmek üzere olanı hayata bağlayan bir lider,” ve “1923'ün yüzüncü yılına, 1071'in bininci yılına özel manalar yükleyip yüzyıl veya binyıl önce başlayan sürecin şimdi tamamlanacağı şeklindeki tarih okumaları…”

“Suriye'den 1917'nin ilk aylarında, Mustafa Kemal Paşa'nın yönettiği kanlı bir çekilme savaşı sonrasında çıktık. Yüzüncü yılı geldi geliyor. Ahirzaman alametleri içinde bahsi geçen kara bayraklı, kara kıyafetli adamlar çıktı. Mesih'in Şam'daki beyaz kuleye inme zamanı yaklaşmıştır. Mesih de Mehdi ile Kudüs'teki Mescid-i Aksa'da birlikte cuma namazı kılacak.” türünden bir mantık işliyor olabilir mi bir yerlerde?

Bunlar aklıma gelince, acûze-i şemta bana pek bir sıcak, pek bir güzel görünüyor.

Dış politikamız zombileşmek üzeredir…

Ali H. Aslan - Yenilen pehlivan sendromu

$
0
0

Türkiye, Suriye'de yakın tarihin en büyük testlerinden biriyle karşı karşıya. Duygu ve hırslarının esiri olan AKP rejimi ülkeyi hızla sürüklediği bataklıkta çırpınıyor.

Çırpındıkça hem kendini hem de Türkiye'yi daha da batırıyor. Kuzey Suriye'deki Kürt siyasi ve askeri unsurlarına aşırı agresif yaklaşımlar ve bu nedenle Amerika'yla zaten sorunlu olan ilişkilerin iyice bozulma ihtimali de bu kategoriye giriyor.

Bazı hatalı politikalar Türkiye'yi, Suriye'de Amerika ile Rusya arasında sandviç gibi sıkıştırdı. Rusya, Ankara'nın muhalifleri destekleyerek yıkmaya çalıştığı Esed rejimine tam askeri ve siyasi destek veriyor. Esed muhaliflerine desteği ikinci plana atan ABD ise Türkiye'ye IŞİD'le mücadeleyi yoğunlaştırma baskısı yapıyor. Gerek ABD gerek Rusya'nın desteklediği Kürt oluşum PYD'nin kazanımlarını ulusal güvenlik tehdidi gören Ankara, sinirinden patlama noktasına geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ‘Ey Amerika' çıkışı ve sınır ötesine top atışları o çaresizlik dolu öfkenin ürünleri.

Ankara, Washington'la temaslarında PYD ve askeri kolu YPG'nin PKK'yla bağlantılarına uzun zamandır dikkat çekiyordu. ABD'nin terör örgütü listesinde olan PKK'yla olduğu gibi, PYD ve YPG'den de uzak durması talep ediliyordu. Son olarak Türkiye'yi ziyaret eden ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'a PKK bağlantısını ispat amaçlı belgeler verildi. Ankara'nın baskılarının etkisiyle Cenevre'deki Suriye görüşmelerine PYD davet edilmedi. Ama Obama yönetimi, Suriye'de PYD'ye üst düzey bir heyet göndererek onları terörist görmediklerini en açık şekilde gösterdi.

ERDOĞAN'IN ÇIKIŞI ABD'NİN TUTUMUNU DEĞİŞTİRİR Mİ?

Peki Erdoğan'ın ABD'nin tutumunu sert şekilde eleştirmesi sonucu değiştirdi mi? Hayır. Yönetim sözcüleri özetle PYD-YPG'yle IŞİD'e karşı işbirliklerinin süreceğini, NATO müttefiki Türkiye ile de mutabık oldukları alanlarda çalışmaya devam etmek istediklerini belirtiyorlar. Yani Türkiye'ye ‘NATO ittifakının nimetlerinden hoşlanıyorsanız, PYD-YPG'yle iş pişirmemize ses çıkarmayın' mesajı veriliyor. Gülü seven, dikenine katlanır misali…

Erdoğan'ın ‘Siz bizimle beraber misiniz, yoksa bu terör örgütü PYD ve YPG'yle mi berabersiniz?' sözleriyle Amerika'ya bir tercih yapma çağrısında bulunması Washington'da en hafif ifadesiyle yadırgandı. Obama yönetimine yakınlığıyla bilinen düşünce kuruluşu Center For American Progress (CAP) uzmanı Michael Werz, “Özellikle yakın bir NATO müttefiki tarafından Beyaz Saray'a ‘Ya bizimlesiniz, ya da bize karşı' mesajının iletilmesi akıllıca değil.” diyor. Bunun Washington'da çoklarına Bush dönemini hatırlattığını ifade ediyor. Werz, ABD perspektifinden meselenin şöyle görüldüğünü kaydediyor: IŞİD ve Suriye rejimindense, laik bir Kürt bölgesine komşu olmak Türkiye'nin ulusal çıkarı için daha iyidir.

Washington'un önde gelen Kürt meselesi uzmanlarından Aliza Marcus da Erdoğan'ın çıkışının Türkiye'nin pozisyonuna yardımcı olmadığını düşünenlerden. “ABD, sırf Türkiye talep ediyor diye PYD'yle bağlarını koparmayı kabul etmeyecektir… Tehditler işe yaramayacaktır.” diyen Marcus'a göre Amerika, Suriye'deki Kürt güçlerini ‘PKK'yla bağlantılarından bağımsız olarak' IŞİD'e karşı ‘önemli bir müttefik' ve ‘yeni, demokratik' Suriye'nin oluşmasında ‘rol sahibi' olarak görüyor. O nedenle Türkiye, eğer Suriye'deki gelişmelerde tesir icra etmek istiyorsa, PYD ve ABD ile ‘pozitif şekilde' çalışmalı. Ankara'nın bir zamanlar Kuzey Irak'taki Kürtlerin siyasi kazanımlarına da karşı olduğunu, ancak şimdi onlarla ‘önemli bir ekonomik ortak' haline geldiğini hatırlatan Marcus, “Suriyeli Kürtlerle aynısının gerçekleşmemesi için bir sebep yok.” şeklinde konuşuyor.

BÜYÜKELÇİ JEFFREY'DEN ‘FELAKET' UYARISI

ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi ve Washington Institute uzmanı James Jeffrey ise meseleye daha geniş stratejik perspektiften bakıyor. “Münih Anlaşması muhtemelen dağılırken eğer Türkiye ve ABD durumu hızla stabilize etmezse, her ikisi için de felaket olur.” diyen Büyükelçi Jeffrey'e göre “Bu, ABD'nin önderliğindeki güvenlik sistemi ve Türkiye için varoluşsal derecede tehlikeli bir an.” PYD, PKK'ya silah ve diğer ‘doğrudan' yardımları vermediği, Esed-İran-Rusya cephesiyle ‘askeri açıdan etkili' şekilde ittifak etmediği ya da Türkiye'nin müttefiklerinin faaliyet gösterdiği Fırat'ın batı bölgelerine taşınmadığı sürece, PYD ‘tehdidi'nin Esed-İran-Rusya veya IŞİD'e kıyasla ‘farazi' kaldığı görüşünde. Jeffrey, mezkur kırmızı çizgilerinin geçilmemesi karşılığında ABD'nin Türkiye'ye PYD'nin ‘yakasını bırakması' telkininde bulunmasını ve 2015 öncesindeki gibi ateşkes ve müzakerelere dönerek PKK'yla ‘anlamsız' kavgasına ‘çözüm' bulmasına yardımcı olmasını salık veriyor. Bunların karşılığında ABD'nin de Ankara'nın Fırat'ın batısında uçuşa yasaklı bölge oluşturma talebini gerçekleştirmesi, muhaliflere havadan insanî; yardım ve direnişçilere daha etkili silah ve istihbarat desteği vermesi gerektiğini savunuyor. Jeffrey'e göre ‘Hem Amerika'nın askeri eylemlere girişme endişeleri hem de Erdoğan'ın PKK'yla ilgili Türk hissiyatını siyasi amaçlarla istismarı' bir kenara bırakılmalı.

Washington'da gerek yönetim gerek uzmanlar, Türkiye'nin Suriye'de Kürtlerle yeni bir çatışma alanı açmaktansa dış politikasını da zehirleyen PKK'yla iç sorununu barışçı yollarla çözmeye çalışmasının daha muvafık olacağı kanaatinde. ABD'nin PYD-YPG-PKK angajmanları konusunda üç maymunu oynadığı bir gerçek. Ankara sitemlerinde kısmen haklı. Ama uluslararası ilişkilerde sizin için hayati konularda dahi yakın müttefiklerinizi ikna edemeyip sitem moduna geçmişseniz, diplomasiyi iyi işletemiyorsunuz demektir. Suriye'de yenilen pehlivan sendromuyla kafayı duvara toslamayı bırakıp askeri maceralardan uzak durulmalı. Kapsamlı ve gerçekçi bir strateji değişikliği yapılmalı.

Seyfettin Gürsel - Faiz konusunda sessizlik

$
0
0

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan geçen hafta perşembe günü TÜGİAD'da yaptığı konuşmada faiz politikası konusunda daha önce defalarca ifade ettiği iddiaları yeniden gündeme getirdi.

Cumhurbaşkanı mevcut faiz düzeyinin yatırımları engellediğine, dolayısıyla büyük ölçüde düşürülmeleri gerektiğine, Merkez Bankası'nın faizini aşağıya çektiğinde enflasyonun da düşeceğine inanıyor. İnanmakla kalmıyor faiz konusunda “duyarlı olduğunu ve ilgili kurumları uyarmaya devam edeceğini” söylüyor.

Para politikasında böylesine aykırı bir tezin yürütme erkinin fiilen en tepesinde bulunan bir yetkili tarafından ısrarla ifade edilmesi ekonomi yorumcuları ve muhalefet partilerinin sözcüleri tarafından tartışılması gerekirdi. İzleyebildiğim kadarıyla hiç tepki gelmedi. Oysa enflasyonun çift haneye dayandığı bir dönemde yürütülen para politikasında radikal bir değişiklik talep edilmesi tartışmayı fazlasıyla hak ediyor. Sessizliği bozmak da bana kalıyor.

Hangi iktisatçıya sorsanız aynı şeyleri söyleyecektir. Ekonomi kuramında enflasyonun nedeni yüksek faiz değildir. Böyle olması için firmaların finansal giderlerinin toplam içinde önemli paya sahip olması gerekir ki maliyet enflasyonu söz konusu olsun. Örneğin ücret enflasyonu gibi. Merkez Bankası Başkanı Başçı'nın enflasyon raporu sunumunda kullandığı bir tabloya göre (Slayt 72) firmaların toplam maliyeti içinde ücretin payı yüzde 24 iken finansal giderlerinki yüzde 4'ün altında.

Türkiye'de fiyatları yukarı iten başlıca etkenin döviz kuru artışı olduğu aşikâr. Kur yükseldikçe ithal malların, özellikle de ithal ara malların TL fiyatları yükseliyor. Şu sıralar bu bildik dinamiğe bir diğer maliyet enflasyonu eklenmek üzere. Asgari ücrete yapılan yüksek oranlı zammın ortalama ücreti en az yüzde 10 artırması bekleniyor. Maliyet enflasyonu tartışacaksak ücretleri tartışsak iyi olur. Aşırı talep kaynaklı enflasyon ise gündemde değil.

Ücret artışı kaynaklı enflasyon konusunda Merkez Bankası'nın yapacağı fazla bir şey yok. Buna karşılık döviz kuru istikrarında para politikası hayati önemde. Ekonomik aktörler Merkez Bankası'nın enflasyonu iddia ettiği gibi düşüreceğine inanmazlarsa kur yükselmeye devam eder. Bir süredir bu inanç önemli ölçüde erozyona uğramış durumda. İki yıllık enflasyon beklentisi yüzde 7,5, iki yıllık tahvilin faizi de yüzde 11. Beklenen reel faizin de yüzde 2,5 civarında olması, büyük tasarruf açığı olan bir ülke için son derece normal.

Merkez Bankası, Cumhurbaşkanı'nın talep ettiği gibi halen yüzde 9 olan fiili fonlama faizini büyük ölçüde aşağıya çekerse ne olur? Hemen hiç kimse enflasyonun düşeceğine inanmayacağından, dolayısıyla reel faizlerin negatife geçeceğini öngöreceğinden, TL varlıklar dövize yönelir. Kur hızla artmaya başlar, fiyatlar da kuru takip eder. Bu durumda piyasa faizleri de artar çünkü kimse bile bile para kaybetmek istemez. Kısacası Merkez Bankası'nın düşük faiz politikası ters teper. Bu kez de finansal krizi engellemek ve tamamen kaybolacak güveni geri kazanmak için Merkez Bankası faizini çok daha yüksek düzeylere çıkarması gerekir. Bir bakıma Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan oluruz.

Cumhurbaşkanı farklı düşündüğüne göre kritik soru şu olmalı: Merkez Bankası faiz politikasını ısrarla talep edilen doğrultuda değiştirir mi? Geçen bahardan bu yana Erdem Başçı, Ali Babacan'ın da desteğiyle, buna direndi. Ama Ali Babacan artık yok. Nisanda görev süresi biten Erdem Başçı da büyük olasılıkla artık olmayacak. Yerine gelecek olan yeni başkan farklı bir yol izler mi? Dahası hükümet içinden destek görebilir mi?

Başbakan faiz topuna girmekten özenle kaçınıyor. Ali Babacan'ın yerine geçen Mehmet Şimşek ise enflasyon konusunda farklı bir söyleme sahip. Cumhurbaşkanı TÜGİAD'a hitap ederken o da TÜSİAD'a hitap ediyordu. Yüksek enflasyonun TL'nin değer kaybından kaynaklandığını belirtikten sonra maliyetleri düşürme ve arzı destekleyecek yapısal reformların zaruretinden söz etti. Faiz konusuna ise hiç girmedi. Gelişmeleri heyecanla izlemekten başka çare yok.

Büşra Erdal - Fulden Uras'ın dinlenmesi suretiyle darbe teşebbüsü…

$
0
0

Yeni Türkiye'ye özgü ilginç bir ‘darbe teşebbüsü' davası başlıyor. Nevi şahsına münhasır bu davada, şarkıcı Fulden Uras'ın ‘uyuşturucu kaçakçılığı' suçlamasıyla dinlenmesi suretiyle darbe teşebbüsünde bulunulduğu iddia ediliyor.

Yanlış okumadınız tamı tamına böyle. Çağlayan adliyesinde görevli Savcı Okan Özsoy imzalı 143 sanığın yer aldığı 721 sayfalık iddianamede, şarkıcı Uras'ın dinlenmesiyle AKP hükümetinin devrilmeye çalışıldığı iddia ediliyor. Bu dosya mantık ve hukuk sınırlarından uzak nasıl bir yargı sistemi ile karşı karşıya olduğumuzun delili. ‘Makul şüphe' düzenlemesi zaten eleştirilirken savcılar bunun bile ötesine geçip saçma ve çılgınca gerekçelendirmelerle iddianameler yazıyor. Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik. 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri, Sarıkız, Ayışığı darbe planları ile 27 Nisan bildirisinden sonra gele gele Fulden Uras'ın dinlenmesi yoluyla darbe teşebbüsü davasına geldik.

Darbeler ülkesi için kötü bir şaka olabilecek iddianameden şimdi onlarca polis tutuklu. Kaos eylemlerini darbe teşebbüsü iddialarına gerekçe yapan bir yargıdan şarkıcı Uras'ı dinleyerek darbe teşebbüsü iddiasına ulaşmak bu suçlamanın da içinin ne kadar boşaltıldığının göstergesi. Çoğunluğu Ergenekon olmak üzere, organize suç örgütleriyle mücadele ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi adli soruşturma sürecine ait teknik takipler, suçlama konusu yapılıp kanuna uygun mahkeme kararı ile gerçekleştirilen dinlemeler ‘yasa dışı' sayılıyor. Yasa dışı dinleme iddialı davalarda tek tutuklu sanığı olan dosya bu.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ni zor bir süreç bekliyor. Şarkıcı Fulden Uras'ı dinleyerek nasıl AKP hükümetine darbe teşebbüsü olmuş, öncelikle bu sorunu çözmek zorunda. Ayrıca MHP milletvekili Özcan Yeniçeri'nin anlatımına göre teknik takipte dinlenmiş konuşmaları daha sonra bir mektupla kendisine ulaşmış. Adli makamlara da bildirdiği bu mektupta ‘Fethullah Gülen'e yakın olması' tehdide konu edilmiş. Gülen ile sözde ilişkilendirilen polisler, bir milletvekilini Gülen'e yakın olmakla tehdit edecek. Olacak şey mi? Hayatın olağan akışına uygun olmayan bu iddiadan AKP'ye darbe teşebbüsü çıkarılmış. Mahkeme bu garabete de açıklık getirirse iyi olur.

Öte yandan teknik takibe maruz kalanların ve davada mağdur-müşteki gösterilenlerin büyük bir bölümü Ergenekon soruşturması kapsamında dinlenmiş. AKP'ye darbe teşebbüsü suçlamasıyla soruşturulan Ergenekon örgütünden yapılan dinlemeler, delil sayılıp AKP'ye yönelik darbe teşebbüsü eylemi oluyor. Bu şekilde dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın ‘savcısı' olduğu bir soruşturmada yapılan dinlemeler yine Erdoğan'a darbe teşebbüsü! MHP'li vekil dinleniyor, mağdur AKP, CHP'li belediye başkanı dinlenmiş mağdur AKP! Yine mağdur, her şartta mağdur o. Bu iddianameyi yazan savcı, bu davayı açan mahkeme nasıl bir garabete yol açtığını, hukukla nasıl dalga geçildiğini görmüyor mu?

Şeytanın kayyımlığı

Geçen hafta Türkiye'nin en başarılı okullarına ve dershanelerine Hizmet Hareketi'ne yakın olduğu gerekçesiyle kayyım atandı. Aynı hafta İpek ailesinin mülkü olan eve Akın İpek'in annesi Melek İpek'in girmesi yine kayyımın görevlendirdiği güvenlikçi görünümlü, mafyatik tavırlı kişilerce engellendi. Bu kayyım marifetlerini ‘hukuk skandalı' diye tanımlamak mümkün değil artık. Hukuk yok ki skandalı olsun. Adını koyalım; gasp bu, yağma rejimi. Güvenlikçi görünümlü kaba kuvvet kullanan kişiler de gasp suçunun cebir unsurunu oluşturuyor. Adli mekanizma aracılığıyla karar verilmesi yapılanı meşrulaştırmıyor, sadece kılıf oluyor. Akıllarına ve vicdanlarına şeytan kayyım atanmış gibi davrananlar ise bu yağma düzeninin hiç bitmeyeceğini sanıyor.

Ali Aydın - Kartlar eleştiriye açık hale geldi

$
0
0

Son haftalarda özellikle sarı ve kırmızı kartlardaki hakem hataları gündem oluyor.

Cumartesi akşamı Mersin-Galatasaray maçında dün akşam da Başakşehir-Beşiktaş müsabakasında gösterilmeyen sarı kartlar eleştiri odağı oldu. Mehmet Batdal 45'te Necip'le kafaya çıktı. Yükselirken sol kolu dirsekten ileride ve direkt Necip'in kafasına geliyordu. Burada sarı kart görmedi. Oysa gördüğü sarı kartta arkası rakip kaleye dönük gözleri topta havadan gelen meşin yuvarlağa kafayla çıkıyor. Kolları yanlara doğru açık. Arkadan gelen Beşiktaşlı Alexis'in koluna çarpıyor. Buradaki sarı kart yanlıştı; ancak bunu uyguladıysan Necip'e Mehmet tarafından yapılan iki defa sarı kart. 74'te Beşiktaş'ın attığı gol, yardımcı hakem tarafından iptal edildi. Vuruş anında Quaresma ofsayttaydı. Top direkten döndükten sonra bu futbolcuya geldi. Dolayısıyla golün iptal edilmesi doğruydu. Beşiktaş'ın attığı ilk golde Gomez, pasif ofsayt pozisyonundaydı. Top öndeki ofsayt olmayan Cenk'e geldi. Kafayla golü buldu. Gol kararı doğruydu. Doka'nın gördüğü sarı kart yanlıştı. Her iki yardımcı hakem oyunun bütün bölümünde özellikle aktif ve pasif ofsaytlarda başarılıydı.


Atıf Keçeci - Beşiktaş kayıplarda...

$
0
0

Tüm şartların iyi futbol oynamaya elverişli olduğu bir geceydi. İki takımın da oyun anlayışı benzerlik taşımaktaydı.

Beşiktaş'ta sıkıntılı bölgesi defansın göbeğinde stoper mevkiinde Delgado'nun yerinde Necip görev yaptı. İki sağ ayaklı oyuncunun alan paylaşımında bu özellikleri sıkıntı oluşturabilirdi. Nitekim 25'te gelen Başakşehir golünde Visca topu stoperlerden çalarak sayıya dönüştürdü.

Siyah-Beyazlı takım son müsabakadaki ilk yarıda sergilediği futbolun benzeri bir görüntüdeydi. Ancak bu defa Gomez'in ilk 45'te değerlendiremediği dört net pozisyon vardı. Skor avantajlı ev sahibinin daha kontrollü oynadığını izledik. Orta sahada kalabalıklaşarak yan paslarla hızlı kenar hücumcularıyla kontratak düşünceleri ilk yarıda başarı getirmedi. Konuk takım rakibinin bu taktiksel anlayışını bozacak oyunu kenarlara taşıyarak sert ortalarla Mario Gomez'e pozisyon yaratacak anlayışta olması gerekirken ilk yarıda onlarda da verimlilik yoktu. Gerçi pozisyon vardı ama ikisinde Alman oyuncu topa hakimiyet kuracak durumda değildi. Siyah-Beyazlılarda gene son müsabakadaki gibi Gökhan Töre her yere yetişmeye çalışıyor, İsmail Köybaşı kenardan bindirme isteğinde, ortada Sosa gayretliydi.

İkinci yarıya kötü oynayan Olcay'ın yerinde Quaresma beklenirken bunun gerçekleşmemesi tribünlerde homurdanmalara neden oldu. Kötü gündeki Oğuzhan'ın da değiştirilmesi bekleniyordu. Ancak Şenol Güneş 61'de Olcay'ı Quaresma ile değiştirdi. Bu oyunu karşı alanda oynamak için yerinde bir müdahaleydi. Ancak dün gece takımın en göze batan oyuncusu Gökhan Töre'yi Cenk Tosun ile değiştirmesi hangi futbol anlayışının ürünüydü.

Çift santrfor doğruydu ama onlara servis yapacak organizasyonu sağlayacak adam gerekliydi. Mario Gomez'de sıkıntı var. Pozisyon almakta geç kalması verimliliğini düşürüyor. 70'ten sonrası umudunu besleyenler yanılmadı. Quaresma'nın etkinliği soldan sağ ayağının dışıyla Cenk Tosun'un kafasına adrese teslim gönderdiği top, farkı bire indirdi. Organize olunamayan müsabakalarda imdada yetişen duran top pozisyonları, 83'te Sosa'nın vuruşunu değerlendiren Atiba ile skora eşitlik getirdi. Beşiktaş zor bir sınavdan 2 puan kayıpla çıktı.

Hakem Ali Palabıyık'ı formsuz buldum. 43'te sarı kart gösterdiği Batdal'a uzatmalarda Necip'e vurduğu dirseği cezalandırmayarak Başakşehir'e kıyak geçti. Benzer şekilde Mahmut'un rakibine sert hareketini de görmemezlikten gelmesi puanını aşağılara çekti.

Zeki Çol - Göbek fıtığı

$
0
0

Ersan'ın oynamadığı dönemlerde de göbek sancısı çekiyordu Beşiktaş.

O gitti. Rhodolfo sakatlandı. Ve beklenen rahatsızlık hemen ortaya çıktı. Saha içerisindeki oyun kalitesini de derinden etkileyen bir göbek kıtlığı var şimdi Beşiktaş'ın. Üstelik hele de şu kritik aşamada düşündürücü, endişe verici bir rahatsızlık bu.

Dün ayan beyan görüldü. Takıma yeni katılan Alexis ile zaman zaman bu bölgede görev yapan Necip arasında doğal olarak bir uyumsuzluk var. Bu uyumsuzluk, takım tarafından da hissediliyor ve Beşiktaş'ın oyun bütünlüğünü etkiliyor.

Fenerbahçe'nin geçen haftaki Antalya yenilgisiyle büyük bir kısmeti yakalayan Beşiktaş, dün o avantajının önemli bir bölümünü yitirdi. Önce 2-0 geriye düştü. Son bölümde takdir edilecek bir geri dönüşü yaptı ve gitti diye bakılan maçı en azından bir puanla kapadı.

Beşiktaş'ın bu sezon en önemli özelliği, adam eksiltme becerisi gelişmiş oyuncularını etkili pas trafiği ve yüksek tempoyla sürekli öne hamle yaparak kullanmak. Dolayısıyla da hücumda üretkenliği getiren bir etkiyi sağlamak. Başakşehir, maç başladığında önce rakibin bu önemli artısını ortadan kaldırmak istedi. Takımın boyunu kısa tuttu. Top kullanan rakip oyunculara yakın oynayarak hareket alanlarını daralttı. O bilindik pas trafiğini aksattı. Ve Beşiktaş'ın ritmini bozdu.

Buna karşın, özellikle soldan İsmail'in bindirmeleri ve ceza alanına yaptığı etkili servisleriyle Beşiktaş yine de Başakşehir kalesini zorladı. İsmail, ilk yarıda Gomez'e iki gollük pas verdi. Gomez ikisini de atamadı. Sosa ve Oğuzhan'ın hazırladıkları iki pozisyondan da yararlanamadı. Bu arada, 25'te kalesinde bir de gol gördü Beşiktaş. Visca'nın başlattığı pozisyonda Mehmet Batdal duvar oldu, o sıralar sol stoperde oynayan Necip'in yanından topu Visca'ya bıraktı. O da golü yaptı. Düşük tempoda oynayan ve ritmini bulmakta zorlanan Beşiktaş devrenin sonlarına doğru alışılagelmiş oyun tarzına yaklaştı. Rakip alanda uyguladığı baskı ve gecikmeli de olsa oluşturduğu pas trafiğiyle Başakşehir kalesini ablukaya aldı. Ama Gomez'le bulduğu pozisyonları cömertçe harcadı.

İkinci yarının başlarında yeni bir şok dalgasıyla sarsıldı Beşiktaş. Bir duran topta savunmadaki adam paylaşma hatasından golü yedi. Ardından oyuna tam da Başakşehir'in istediği bir durgunluk dönemi geldi. Şenol Güneş'in Quaresma ve Cenk hamlelerinden sonra Beşiktaş maça yeniden ağırlık koymaya ve hücumda etkili olmaya yöneldi. Girdiğinden itibaren oyun liderliğini üstlenen Quaresma'nın 78'deki trivelası ve Cenk'in kafasından ilk gol geldi. 83'te ise bir duran toptan Atiba ile beraberlik elde edildi. Zevkli, çekişmeli ve heyecan yüklü dakikalarda Beşiktaş baskısını iyice artırdı. 3. golü atabileceği pozisyonları da üretti. Lakin galibiyeti bulamadı. Savunma hataları ve Gomez durgunluğunun da etkisiyle bu zor oyunu iki puan kaybederek kapadı.

Necati Kola - Onur'un enerjisi

$
0
0

Trabzon, enerjisini futbola veren, enerjisini futboldan alan bir şehir.

Sezona iyi başlayan Trabzonspor'un beşinci hafta ile sekizinci hafta arasında arka arkaya uğradığı dört mağlubiyet, enerji alışverişini birden minimuma indirmişti. Sonraki haftalardaki kırılgan grafik, enerji akışının yeniden normale dönmesini engellemişti.

Umutla girilen ikinci yarının ilk üç maçından ikisinin kaybedilmesinin ardından Kayserispor maçına verdiği enerji de azdı şehrin. Halbuki bu maç; Gençlerbirliği, Sivasspor, Eskişehirspor ve Mersin İdman Yurdu gibi alt sıralardaki takımların müthiş bir kümede kalma mücadelesi verdiği dönemde Trabzonspor için çok önemliydi. Zira Kayserispor için de…

Trabzonspor, tribünlerde büyük boşlukların olduğu maça istekli başladı. Özer, Muhammet, Marin ve Erkan gibi teknik kapasitesi yüksek oyuncularla özellikle hücumda etkili oldu. İlk yirmi dakika neredeyse tek kale oynandıktan sonra Kayserispor 22. dakikada ilk atağını gerçekleştirdi. Bu dakikada Deniz'in Bosingwa tarafından düşürülmesiyle kazanılan penaltı, maçın dönüm noktası olabilirdi. Zira savunma anlamında ligin en dirençli takımlarından olan ve bu sezon bir maçta ikiden fazla gol yemeyen Kayserispor, öne geçtiği takdirde kolay kolay teslim olmayabilirdi.

Biseswar'ın kullandığı penaltıyı Onur Kıvrak tam köşeden çıkararak hem takımına hem de tribünlere enerji verdi. O dakikaya kadar tribünlerde sadece oturup çekirdek çitleten Bordo-Mavili taraftarlar, Avni Aker'i “Onur! Onur!” tezahüratlarıyla inletti.

Onur'un kurtarışından sonra daha da istekli oynayan Trabzonspor, önce Marin, ardından da Sefa'yla aradığı gollere ulaştı. İkinci yarının hemen başında kazanılan penaltıyla daha rahatlayabilir, rakibine bu sezon bir maçta üç gol atan ilk takım olabilirdi. Muhammet Demir de Biseswar gibi fırsatı kaçırınca Kayserispor oyundan kopmamış oldu. Nitekim son on dakikaya girilirken Zeki Yavru ile buldukları gol, Trabzonspor'a zor anlar yaşattı.

Sonuç olarak Trabzonspor, kritik maçı Onur'un enerjisiyle kazanmasını bildi. Bosingwa'nın gelişiyle biraz toparlanır gibi olsa da defansif anlamda sıkıntıların devam ettiği Bordo-Mavili ekip bu oyunla şehre enerji verebildi mi bilmiyorum. Ama Trabzon'un bundan sonraki serüvenini biraz Onur'un enerjisi, daha çok da takım ile şehir arasındaki enerji alışverişi belirleyecek gibi.

Abdullah Aymaz - Salih zâtın dönemi

$
0
0

Kerim Aydın'ın Tunus hatıralarından bir bölümü önceki yazımda aktarmıştım. Bugün de bu hatıralara devam edeceğiz:

Sbeitla'nın tarihi açıdan çok büyük bir önemi vardı. Sbeitla'nın bizim için ikinci önemi ise Necmeddin dayının şeyhinin orada ikamet etmesi ve kendisini ziyaret etme ümidini taşımamızdı. Kendisi bir Şazeli şeyhi olan Sidi (Seyyid) Hammadi, doğma büyüme Sbeitla'lıymış. Bir hayli yol yaptıktan sonra Sbeitla'ya vardık. Namazlarımızı kılmak ve biraz da dinlenmek için bir mescide vardık. Mescidin Sidi Hammadi'nin zaviyesi olduğunu bilmiyordum. Abdest ve namazdan sonra caminin içerisinde biraz istirahate koyulduk. Bu arada, birdenbire Sidi Hammadi belirdi. Tabiî;, dayı yıldırım gibi yerinden fırladı ve hemen yanına varıp elini öptü, bizleri tanıştırdı ve kendisi çok memnun olup evine yemeğe davet etti. Kendi elleriyle bizlere ikramda bulundu. Çok şaşkın ve aynı zamanda memnun görünüyordu. Bu arada, Necmeddin dayı kendisine sahabe efendilerimizin iştirak ettiği muharebe alanını görmek istediğimizi anlattı. Şeyh Efendi bizlere bol bol dua etti ve ilginç bir şekilde 2016 yılının çok zor geçeceğini, felaketlerin yakın olduğunu ve 2016 yılında göğsü yumruklandıkça genişleyen Sâlih Zât'a görevinin bildirileceğini söyledi. Kendisinin de bunu bilmediğini, bunun çok büyük bir sır olduğunu fakat artık sırrın dünya semalarına indiğini belirtti. Hepimiz büyük bir şaşkınlık içerisindeydik. Hele Necmeddin dayı, kendisinin kesinlikle bu konuları hiçbir zaman açmadığını, bu konular hakkında konuşmadığını daha sonra bize söyledi ve büyük bir şok yaşıyordu.

Necmeddin dayı, kendisine benim bir sene önce gördüğüm o Salih Zât ile ilgili rüyayı da anlattı ve çok dikkatli bir şekilde dinleyen Efendi Hazretleri, daha sonra camide gördüğümüz mermer üzerine kazınmış kitabı ile ilgili çok enteresan bir şekilde ve hiç tereddüt etmeden, “Bu o Salih Zât'a işarettir!” dedi. Tevafuklar üst üste geliyordu. Bununla da kalmayıp kendileri bizzat bizi muharebe meydanının olduğu yere götürdü, hatta savaştan sonra sahabilerin buluşma noktası olan ufak bir tepeyi işaret ederek, “İşte buraya sahabe zeytin ağacı derler... Muharebeden hemen sonra burada buluşmak üzere sözleşmişler.” dedi. Bu arada ben oraya kadar yürümek istedim fakat etraftaki dağlarda teröristlerin olduğunu söyleyip engelledi; daha sonra kendileri dua ettiler, biz de iştirak ederek ‘âmin' dedik. Zaviyeye geri döndükten sonra kendilerinin dualarını alıp vedalaştık ve ayrıldık. Zahmetli fakat bol rahmetli ve bereketli bir günün ardından geç saatlerde Tozeur Şazeli zaviyesine vardık. Yemyeşil ay-yıldızlı tahta kapısının tokmağına Necmeddin dayı bir-iki kere dokunduktan sonra kapıyı Sidi Hammadi'nin ahirete yürümüş olan şeyhi Sidi İsmail'in oğlu Sidi Ali açtı ve bizi içten bir samimiyetle karşıladı, hemen hazırlıklar yapıldı, minderler serildi ve bize istirahatimiz için imkânlar sunuldu. Necmeddin dayının da tarikata girmesi ise Sidi İsmail Hazretleri'ni rüyasında görmesi ve davet edilmesiyle gerçekleşir... Daha sonra ise yine şeyhinin işareti ile kendisinin vefatından sonra Sidi Hammadi'ye intisap eder. Sidi İsmail'in kabri ve türbesi ise Tozeur zaviyesinin içindedir. İstirahate çekildikten sonra, gece o çok muhteşem Şazeli zikirleri ile uyandık ve sabah namazını eda ettikten sonra Sidi Ali bize kahvaltı yaptırdı ve uğurladı. Tozeur'un vahalarını ziyaret ettikten sonra tekrar yola koyulduk.

Ali Ünal - DİN, BİLİM, TARİH HZ. MUAVİYE VE EMEVÎLER

$
0
0

Geçen hafta “Bugünün Aynasından Tarihe Bakmak” başlıklı yazımı bir kısım akademisyen, “Dinî; ortodoksiye karşı bilimi, skolastizme karşı Hizmet'i korumak; Hz. Muaviye'ye ‘Hz.' dememek; Fıkıh ve Hadis eksiktir; tarih kutsanmaz...” cephelerinden yaylım ateşine tuttu.

Fakir de, “skolastizmle ve tarihi anlamadan tarihçilere laf söylemek”le suçlandı. Nefis savunmasına, onlar gibi iddiaya, bilmeden suçlamaya ve demagojiye girmeden meramımı madde madde yazayım:

Vahiy ve neye niçin inanıyoruz?

1 Sosyal bilimci, İslâmcı bir profesör, “Yaratılış ilmî; bir hakikat değildir.” diye yazınca, kendisine “Kur'ân ortada iken nasıl böyle dersiniz?” diye sormuş ve şu cevabı almıştım: “Ben, vahyi objektif, bağlayıcı hakikat olarak kabûl edemem.” Kendisine şunu yazdım: “Söylediğinizin nereye vardığının, neye niçin inandığınızın farkında değilsiniz. Yani size göre Allah (c.c.), objektif ve bağlayıcı hakikat olmayan bazı şeylere bizi inanmaya çağırıyor, inanmayanı da ebedî; cehenneme atıyor. Allah'a bundan büyük zulüm isnat edilebilir mi?”

Modern bilim, din ve hakikat

2 Muharref Kitab-ı Mukaddes'teki bazı ifadelerin müşahhas gerçeklerle çelişmesi sebebiyle Hıristiyanlık hakikatten darbeler alınca Dekart, din ile ilmin, bilme ile inanmanın arasını ayırdı ve dini, hakikat olması gerekmeyen, herkesin inandığı kendisi için hakikat olan inançlar (dogma) manzumesine indirgedi. Böylece din, hakikatler manzumesi olmaktan çıktı ve hakikat bilimin tekeline girdi. Bilim, yani bilime mahiyetini biçen bilimciler de, hakikati maddî; âlemle sınırladı ve ötesini, “ilmî; ve hakikat olması gerekmeyen inanca (dogma)” ve felsefeye havale etti. Hıristiyanlık için kurulan sehpada İslâm da idam edildi ve bizim bilimcilerimizin kafaları da, galiba aynı çizgide.

Bu çizginin tercümesi şu: Meselâ, Allah, Kur'ân'da “Zikr'i Biz indirdik ve Biz'iz onun koruyucuları.” buyuruyor. Bu, hakikattir; “dinî; ortodoksi”dir. Bilime göre ise bu, dogmadır; “bilimsel”, dolayısıyla objektif hakikat değildir. Bilimsel ve objektif hakikat olması için, Kur'ân'ın korunduğunun maddî; delilleri olmalıdır. Bilim açısından Kıyamet'e kadar aksi bir “delil”in çıkmayacağı da garanti edilemeyeceği için, Kur'ân'ın korunmuşluğu hakikat olmaktan uzaktır. Bir diğer misal: Kur'ân, pek çok kavimden ve bunlara gönderilen peygamberlerden söz ediyor. Bilime ve akademisyenlerimize göre bunlar, bilimsel tarihî; ve objektif hakikat değildir. “Bilimsel” metotlarla ispat edilirlerse hakikat olarak kabûl edilirler. Yani biz Müslümanlar, Kur'ân diye, vahiy diye, bilimsel, dolayısıyla objektif hakikat olmayan “ortodoksi”ye tâbi oluyoruz!

3İslâm'da dogma yoktur; iman ve vahyi kabûl, dogma değil, doğruyu, subjektif değil objektif hakikati kabuldür.

4İslâm'da ve hakikatte ilmin sebepleri üçtür: Vahiy, akl-ı selim ve havâss-ı selime. Vahiy, tartışmasız doğrudur; objektif ve bağlayıcı hakikattir. Vahyi böyle kabûl etmek, akl-ı selim ve havâss-ı selimeyle ilmî; araştırmaya mâni değildir. İlim yapmak da, vahyi dışta bırakmayı gerektirmez. Ayrıca vahiy, ilme yol gösterir, niyet ve hedef tayin eder. Kur'ân, ilk âyetinde “Yaratan Rabb'inin adına ve adıyla oku!” buyurur; yani yaratılışı okumayı ve bunun Allah adına olmasını emreder. Yaratılışı Allah adına okuyan, meselâ nükleer silah üretmez; çevreyi kirletmez; ilmi tahripte kullanmaz.

5 Mesele, dinî; ilimlerle diğer ilimlerin ayrışıp ayrışmaması değildir; her ilim dalının kendine ait metodolojisi vardır. Mesele, bilimin hakikati tekeline alıp, vahyi objektif hakikat dairesinin dışına itmesi, subjektifleştirmesidir. Müslümanların bilimde geri olmasını dinî; ilimlerin tasallutuna bağlamak, tarihi, İslâm'ın bilhassa ilk beş asrını hiç bilmemektir. Geri olmanın pek çok sebepleri vardır.

6 Varlık maddî; âlemden ibaret ve dolayısıyla hakikat bu âlemle sınırlı değildir. Meselâ, bilim, “Allah'ın varlığı ispat edilemez.” der. Oysa, nefiy ispat edilemeyeceği için Allah'ın yokluğu iddia bile edilemez. Varlığı için ise vahyî;, aklî;, hissî; her türlü delil vardır. Peygamber, asfiyâ, evliyâ, sıradan mü'min, yüz milyonlarca insan, ılme'l-yakî;n, ayne'l-yakî;n, hakka'l-yakî;n O'nu tanıyor. Fakat bilim, bütün bu insanları tekzip ediyor. Evet, önce neyin ne olup olmadığını, neye niçin inanıp inanmadığımızı iyi bilelim!

Usul bilmeden ilim yapılmaz.

İslâm, tamdır, kemale erdirilmiştir

7 Usûlü'ddin bilmeden din, tefsir usulü bilmeden Kur'ân, fıkıh usulü bilmeden fıkıh, hadis usulü bilmeden hadis üzerinde konuşup, sonuç üretilmez. İslâm, “efradını câmi, ağyârını mâni” olarak tamdır; fıkıh da insan hayatının tamamını kuşatır. Fakat bu tamlık, bir ağacın çekirdeği gibidir; zaman toprağında aslî; prensiplerine dayalı ilmî; çalışmalarla ve hayata hayat yapılarak “şecere-i tayyibe” halinde sürekli büyür. İslâm'ın farz, vacip, sünnet, mekruh, haram alanları olduğu gibi, akla ve havâss-ı selimeye açtığı çok geniş bir mubah alanı da vardır. Bunları bilmeden ahkâm kesilmez.

İslâm'da ilmin yeri ve önemi

8Âhir Zaman'ın bu son dilimi Kur'ân, hadis ve bütün peygamberler nezdinde çok önemlidir. Bunun bir sebebi, tarihte ilk defa inkârın ilme dayandırılmış olması ve buna karşı yapılacak İslâmî; tebliğdir. Bu tebliğle vazifeli Risale-i Nur hareketi, Kur'ân, insan, kâinat ve tarihin aynı manânın dört ayrı malzemeyle ifadesi, Allah'ı tanıtan küllî; birer kitap olarak okunması ve İslâmî; tebliğin bu esas üzerinde yürümesi, yani ilmî; yakî;ne dayanması temeline oturur. İnsan, kâinat ve tarihi elbette ilim inceleyecektir. İlim, insanın yeryüzünün halifesi olma misyonunu yerine getirmede de temel fonksiyona sahiptir ve insan, eşyayı tanıması, ilim yapabilmesi sebebiyle meleklere üstün kılınmıştır (Kur'ân, 2:31‒34; 20. Söz). Bu her iki konuda da fakir kadar yazan, konuşan, tahşidatta bulunan ikinci bir insan göstermek zordur. Hattâ insanı, kâinatı ve tarihi incelemenin âdeta Kur'ân'ı çalışmak kudsiyetinde olduğunu kaç defa yazdım, kaç yerde anlattım. Fakat bu ilim, dini dışta bırakarak, ilmî; araştırma ve insan düşüncesini dinden “özgürleştirerek” yapılacak ilim değildir ve olamaz.

Tarih ilmi, gayb, hadiselerin dış ve iç yüzü, yargılama

9 Tarihe ben değil, açıkça Kur'ân gayb der ve bu gaybın tam doğru, kesin bilgisi ancak vahiyle mümkündür. Bu, kendine has metotlarla tarih incelemesi yapılmasın demek değildir; fakat vahiy dışındaki tarihî; bilgi genellikle “ilim” değildir, zan taşır. Tarihin bir şahsı tanıyıp tanıtması o şahsı hâlâ gayb olmaktan çıkarmaz. Tanıma ma'rifettir; bilme ilimdir; bundan dolayı Allah bilinmez, tanınır (ma'rifet). İlim, bütünüyle ihata etmektir. Şahısları Allah'tan başka kimse ihata edemez, bilmez. Ayrıca, hadiselerin dış yüzü, her zaman onlardaki hakikati göstermez; Kur'ân, Hz. Musa-Hz. Hızır kıssasını bunun için anlatır. Öyleyse, zanna dayalı ve hakikatini bilmediğimiz hadiseler üzerinden mazî;de kalmış, niyetlerini de bilmediğimiz insanlar yargılanmaz. Kaldı ki, tarih ilmi, yargılamak değil, ibret almak içindir.

10İnsanın şahsı değil, yaptıkları ve sıfatları sağlığında da, vefatında da elbette değerlendirilir, tasvir edilir. Gıyabında ve vefatından sonra bir mü'mini zihinlerde menfî; imaj uyaracak değer hükmüyle anmak, sadece gıybet olur.

Tarih, selef, Hz.Muaviye, hattâ Emevî;ler

11 Kur'ân, seleflerimiz hakkında duayı, haklarında kalbimizde menfî; duygu olmamasını ve onlarla değil, kendimizle ilgilenmemizi açıkça emreder. Hz. Muaviye, Hz. Osman, hattâ Emevî;ler hakkında, bu şahısların yaşadığı döneme bizden 13 asır daha yakın, hadiselerin dumanını teneffüs etmiş, dini de, tarihi de, o dönemleri de bizden çok daha yakından ve iyi bilen kadr-i celil ulemânın vardığı sonuçlar yetmiyor mu da, 14 asır sonrasından “gayba taş atıyoruz”?

Yüz binlerce cilt kitap okunmayı bekliyor

12 Tarih adına bütün kaynaklara sahip de değiliz. Yazılmış milyonlarca cilt kitap bugün yok; bugüne gelen yüz binlerce cildi kütüphanelerde okunmayı bekliyor. Bilim, akademisyenlik, birkaç kitapla hüküm vermeyi mi gerektiriyor?

13 Hadis usulü ve tarihi bilmeden, “Hadis de tarih gibi şifahî; değil mi?” demek, sadece cehalettir ve demagojidir. Tarihte senet, cerh-ta'dil, ilm-i rical diye bir şey gördünüz mü? Niyetinde hakikat olan, Sonsuz Nur'un son bölümünü okuyabilir. Ayrıca, matbaa, kâğıt meseleleri Din'in meseleleri ve suçu değildir ve pek çok boyutları vardır. Bu pozitivist Cumhuriyet aydını tavrı, gerilerde kalmıştı.

Hz. Osman'ı, Sıffî;n ehlini Hz. Ali'den sorun

14 Keşke Hz. Osman'ı, Hz. Muaviye'yi, Emevî;leri tanısak; tarihe dalacaksak, en azından ilk “rakipleri” Hz. Ali'den sorsak. Hem de Şiî;lerin birinci derece kaynağında Hz. Ali'nin Sıffin'de kendisiyle savaşanlar hakkında kendi ashabına şu ikazı yaptığını okuyoruz: “Şahıslarına ta'n ü teşnî;de bulunmayın; fiillerini değerlendirin. Ta'n ü teşnî; yerine, ‘Allah'ım! Bizim kanımızı da, onların kanını da koru; aramızı ıslah et ve onları içine girdikleri yanlıştan çıkar da doğruyu görsün ve isyana yönelen vazgeçsin!” duası yapın.' Hz. Osman'a hitabesi de ne kadar saygılıdır: “Sana ne diyebilirim? Benim bilip de senin bilmediğin bir şey yok. Gördüğümüzü beraber gördük, işittiğimizi beraber işittik. Sen, Ebû Bekir'den de, Ömer ibn Hattab'dan da takvalı olmaya daha yakınsın; çünkü Allah Rasûlü'ne onlarda aynı seviyede olmayan akrabalık bağıyla da bağlısın. Bilirsin ki, Allah katında en seçkin kişi adaletli devlet başkanı, en kötü kişi de zalim devlet başkanıdır. Allah için! Bir halkın imamı öldürülürse, açılan bu kapı bir daha kapanmaz. İnsanlar, istikameti koruyamaz. Buna göre davran!” Hz. Ali'nin tenkit manâsı taşıyan sözleri de vardır ama, o bunlar için “şıkşıkıyye”, yani “devenin bir an galeyana gelip köpürmesi” der. Ehl-i Sünnet'in tarih boyu çizgisi, Hz. Ali'nin çizgisi olmuştur.

Sebepler açısından, Kur'ân'ın korunup bugünlere gelmesinde en büyük paylardan biri Hz. Osman'ındır. Hz. Muaviye, kapılardan bir kapıdır; kırıldığı anda daha nelerin çökeceği kestirilemez. Tarih siyasî; hadiselerden, Emevî;ler, Yezid ve II. Velid gibi “herif”lerden ibaret değildir. Mısır dışında bütün Kuzey Afrika, Türkmenistan, Tacikiskan ve Afganistan havzası Çin'e kadar Emevî;lerle İslâm dairesine girdi ve İslâm, Sahabe ve Emevî;lerle girdiği yerlerden (İspanya hariç) bir daha çıkarılamadı. Demek, samimî;lerdi. Dünyaya 8 asır Endülüs medeniyetini Emevî;ler hediye etti. Evet, Emevî;ler, milyonlarca insanın imanına, İslâm'ına sebep olmanın sevabına sahiptir. Sevapları da, inşallah hatalarına galiptir.

At saraya bağlanıp, bülbül ahıra konmaz

15 Söz de, hadiseler de, kendi terazilerinde, zahiriyle dahi “Kim, niçin, kime, nerde, ne zaman, hangi şartlarda söylemiş veya yapmış” ölçüleriyle tartılır. Ehli arasında konuşulması gereken meseleler herkesin içinde konuşulmaz. Maalesef insanlar, bir sevabıyla bir insanı göklere çıkarırken, bir hatasıyla da yerin dibine batırabiliyor. At saraya bağlanıp, bülbül ahıra konmaz.

Tarihi yargılamak, halde acze düşenlerin işidir

16 Tarih bilmeden, din bilmeden tarihçilik yapılmaz! Bilim adına tarihimizi yıkarak tarihi temizleyemeyiz, bugünü kurtaramayız, yarını inşa edemeyiz. Tarihi yargılamak, halde âciz kalanların işidir. Tarih, şahısları yargılama ilmi de değildir. Hadiseleri çalışalım; onların kaderî; sebep ve hikmetlerine bakalım! Bunun yolunu Kur'ân'dan çıkaramıyorsak, en azından Hz. Bediüzzaman'dan öğrenelim!

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live