Geçen hafta “Bugünün Aynasından Tarihe Bakmak” başlıklı yazımı bir kısım akademisyen, “Dinî; ortodoksiye karşı bilimi, skolastizme karşı Hizmet'i korumak; Hz. Muaviye'ye ‘Hz.' dememek; Fıkıh ve Hadis eksiktir; tarih kutsanmaz...” cephelerinden yaylım ateşine tuttu.
Fakir de, “skolastizmle ve tarihi anlamadan tarihçilere laf söylemek”le suçlandı. Nefis savunmasına, onlar gibi iddiaya, bilmeden suçlamaya ve demagojiye girmeden meramımı madde madde yazayım:
Vahiy ve neye niçin inanıyoruz?
1 Sosyal bilimci, İslâmcı bir profesör, “Yaratılış ilmî; bir hakikat değildir.” diye yazınca, kendisine “Kur'ân ortada iken nasıl böyle dersiniz?” diye sormuş ve şu cevabı almıştım: “Ben, vahyi objektif, bağlayıcı hakikat olarak kabûl edemem.” Kendisine şunu yazdım: “Söylediğinizin nereye vardığının, neye niçin inandığınızın farkında değilsiniz. Yani size göre Allah (c.c.), objektif ve bağlayıcı hakikat olmayan bazı şeylere bizi inanmaya çağırıyor, inanmayanı da ebedî; cehenneme atıyor. Allah'a bundan büyük zulüm isnat edilebilir mi?”
Modern bilim, din ve hakikat
2 Muharref Kitab-ı Mukaddes'teki bazı ifadelerin müşahhas gerçeklerle çelişmesi sebebiyle Hıristiyanlık hakikatten darbeler alınca Dekart, din ile ilmin, bilme ile inanmanın arasını ayırdı ve dini, hakikat olması gerekmeyen, herkesin inandığı kendisi için hakikat olan inançlar (dogma) manzumesine indirgedi. Böylece din, hakikatler manzumesi olmaktan çıktı ve hakikat bilimin tekeline girdi. Bilim, yani bilime mahiyetini biçen bilimciler de, hakikati maddî; âlemle sınırladı ve ötesini, “ilmî; ve hakikat olması gerekmeyen inanca (dogma)” ve felsefeye havale etti. Hıristiyanlık için kurulan sehpada İslâm da idam edildi ve bizim bilimcilerimizin kafaları da, galiba aynı çizgide.
Bu çizginin tercümesi şu: Meselâ, Allah, Kur'ân'da “Zikr'i Biz indirdik ve Biz'iz onun koruyucuları.” buyuruyor. Bu, hakikattir; “dinî; ortodoksi”dir. Bilime göre ise bu, dogmadır; “bilimsel”, dolayısıyla objektif hakikat değildir. Bilimsel ve objektif hakikat olması için, Kur'ân'ın korunduğunun maddî; delilleri olmalıdır. Bilim açısından Kıyamet'e kadar aksi bir “delil”in çıkmayacağı da garanti edilemeyeceği için, Kur'ân'ın korunmuşluğu hakikat olmaktan uzaktır. Bir diğer misal: Kur'ân, pek çok kavimden ve bunlara gönderilen peygamberlerden söz ediyor. Bilime ve akademisyenlerimize göre bunlar, bilimsel tarihî; ve objektif hakikat değildir. “Bilimsel” metotlarla ispat edilirlerse hakikat olarak kabûl edilirler. Yani biz Müslümanlar, Kur'ân diye, vahiy diye, bilimsel, dolayısıyla objektif hakikat olmayan “ortodoksi”ye tâbi oluyoruz!
3İslâm'da dogma yoktur; iman ve vahyi kabûl, dogma değil, doğruyu, subjektif değil objektif hakikati kabuldür.
4İslâm'da ve hakikatte ilmin sebepleri üçtür: Vahiy, akl-ı selim ve havâss-ı selime. Vahiy, tartışmasız doğrudur; objektif ve bağlayıcı hakikattir. Vahyi böyle kabûl etmek, akl-ı selim ve havâss-ı selimeyle ilmî; araştırmaya mâni değildir. İlim yapmak da, vahyi dışta bırakmayı gerektirmez. Ayrıca vahiy, ilme yol gösterir, niyet ve hedef tayin eder. Kur'ân, ilk âyetinde “Yaratan Rabb'inin adına ve adıyla oku!” buyurur; yani yaratılışı okumayı ve bunun Allah adına olmasını emreder. Yaratılışı Allah adına okuyan, meselâ nükleer silah üretmez; çevreyi kirletmez; ilmi tahripte kullanmaz.
5 Mesele, dinî; ilimlerle diğer ilimlerin ayrışıp ayrışmaması değildir; her ilim dalının kendine ait metodolojisi vardır. Mesele, bilimin hakikati tekeline alıp, vahyi objektif hakikat dairesinin dışına itmesi, subjektifleştirmesidir. Müslümanların bilimde geri olmasını dinî; ilimlerin tasallutuna bağlamak, tarihi, İslâm'ın bilhassa ilk beş asrını hiç bilmemektir. Geri olmanın pek çok sebepleri vardır.
6 Varlık maddî; âlemden ibaret ve dolayısıyla hakikat bu âlemle sınırlı değildir. Meselâ, bilim, “Allah'ın varlığı ispat edilemez.” der. Oysa, nefiy ispat edilemeyeceği için Allah'ın yokluğu iddia bile edilemez. Varlığı için ise vahyî;, aklî;, hissî; her türlü delil vardır. Peygamber, asfiyâ, evliyâ, sıradan mü'min, yüz milyonlarca insan, ılme'l-yakî;n, ayne'l-yakî;n, hakka'l-yakî;n O'nu tanıyor. Fakat bilim, bütün bu insanları tekzip ediyor. Evet, önce neyin ne olup olmadığını, neye niçin inanıp inanmadığımızı iyi bilelim!
Usul bilmeden ilim yapılmaz.
İslâm, tamdır, kemale erdirilmiştir
7 Usûlü'ddin bilmeden din, tefsir usulü bilmeden Kur'ân, fıkıh usulü bilmeden fıkıh, hadis usulü bilmeden hadis üzerinde konuşup, sonuç üretilmez. İslâm, “efradını câmi, ağyârını mâni” olarak tamdır; fıkıh da insan hayatının tamamını kuşatır. Fakat bu tamlık, bir ağacın çekirdeği gibidir; zaman toprağında aslî; prensiplerine dayalı ilmî; çalışmalarla ve hayata hayat yapılarak “şecere-i tayyibe” halinde sürekli büyür. İslâm'ın farz, vacip, sünnet, mekruh, haram alanları olduğu gibi, akla ve havâss-ı selimeye açtığı çok geniş bir mubah alanı da vardır. Bunları bilmeden ahkâm kesilmez.
İslâm'da ilmin yeri ve önemi
8Âhir Zaman'ın bu son dilimi Kur'ân, hadis ve bütün peygamberler nezdinde çok önemlidir. Bunun bir sebebi, tarihte ilk defa inkârın ilme dayandırılmış olması ve buna karşı yapılacak İslâmî; tebliğdir. Bu tebliğle vazifeli Risale-i Nur hareketi, Kur'ân, insan, kâinat ve tarihin aynı manânın dört ayrı malzemeyle ifadesi, Allah'ı tanıtan küllî; birer kitap olarak okunması ve İslâmî; tebliğin bu esas üzerinde yürümesi, yani ilmî; yakî;ne dayanması temeline oturur. İnsan, kâinat ve tarihi elbette ilim inceleyecektir. İlim, insanın yeryüzünün halifesi olma misyonunu yerine getirmede de temel fonksiyona sahiptir ve insan, eşyayı tanıması, ilim yapabilmesi sebebiyle meleklere üstün kılınmıştır (Kur'ân, 2:31‒34; 20. Söz). Bu her iki konuda da fakir kadar yazan, konuşan, tahşidatta bulunan ikinci bir insan göstermek zordur. Hattâ insanı, kâinatı ve tarihi incelemenin âdeta Kur'ân'ı çalışmak kudsiyetinde olduğunu kaç defa yazdım, kaç yerde anlattım. Fakat bu ilim, dini dışta bırakarak, ilmî; araştırma ve insan düşüncesini dinden “özgürleştirerek” yapılacak ilim değildir ve olamaz.
Tarih ilmi, gayb, hadiselerin dış ve iç yüzü, yargılama
9 Tarihe ben değil, açıkça Kur'ân gayb der ve bu gaybın tam doğru, kesin bilgisi ancak vahiyle mümkündür. Bu, kendine has metotlarla tarih incelemesi yapılmasın demek değildir; fakat vahiy dışındaki tarihî; bilgi genellikle “ilim” değildir, zan taşır. Tarihin bir şahsı tanıyıp tanıtması o şahsı hâlâ gayb olmaktan çıkarmaz. Tanıma ma'rifettir; bilme ilimdir; bundan dolayı Allah bilinmez, tanınır (ma'rifet). İlim, bütünüyle ihata etmektir. Şahısları Allah'tan başka kimse ihata edemez, bilmez. Ayrıca, hadiselerin dış yüzü, her zaman onlardaki hakikati göstermez; Kur'ân, Hz. Musa-Hz. Hızır kıssasını bunun için anlatır. Öyleyse, zanna dayalı ve hakikatini bilmediğimiz hadiseler üzerinden mazî;de kalmış, niyetlerini de bilmediğimiz insanlar yargılanmaz. Kaldı ki, tarih ilmi, yargılamak değil, ibret almak içindir.
10İnsanın şahsı değil, yaptıkları ve sıfatları sağlığında da, vefatında da elbette değerlendirilir, tasvir edilir. Gıyabında ve vefatından sonra bir mü'mini zihinlerde menfî; imaj uyaracak değer hükmüyle anmak, sadece gıybet olur.
Tarih, selef, Hz.Muaviye, hattâ Emevî;ler
11 Kur'ân, seleflerimiz hakkında duayı, haklarında kalbimizde menfî; duygu olmamasını ve onlarla değil, kendimizle ilgilenmemizi açıkça emreder. Hz. Muaviye, Hz. Osman, hattâ Emevî;ler hakkında, bu şahısların yaşadığı döneme bizden 13 asır daha yakın, hadiselerin dumanını teneffüs etmiş, dini de, tarihi de, o dönemleri de bizden çok daha yakından ve iyi bilen kadr-i celil ulemânın vardığı sonuçlar yetmiyor mu da, 14 asır sonrasından “gayba taş atıyoruz”?
Yüz binlerce cilt kitap okunmayı bekliyor
12 Tarih adına bütün kaynaklara sahip de değiliz. Yazılmış milyonlarca cilt kitap bugün yok; bugüne gelen yüz binlerce cildi kütüphanelerde okunmayı bekliyor. Bilim, akademisyenlik, birkaç kitapla hüküm vermeyi mi gerektiriyor?
13 Hadis usulü ve tarihi bilmeden, “Hadis de tarih gibi şifahî; değil mi?” demek, sadece cehalettir ve demagojidir. Tarihte senet, cerh-ta'dil, ilm-i rical diye bir şey gördünüz mü? Niyetinde hakikat olan, Sonsuz Nur'un son bölümünü okuyabilir. Ayrıca, matbaa, kâğıt meseleleri Din'in meseleleri ve suçu değildir ve pek çok boyutları vardır. Bu pozitivist Cumhuriyet aydını tavrı, gerilerde kalmıştı.
Hz. Osman'ı, Sıffî;n ehlini Hz. Ali'den sorun
14 Keşke Hz. Osman'ı, Hz. Muaviye'yi, Emevî;leri tanısak; tarihe dalacaksak, en azından ilk “rakipleri” Hz. Ali'den sorsak. Hem de Şiî;lerin birinci derece kaynağında Hz. Ali'nin Sıffin'de kendisiyle savaşanlar hakkında kendi ashabına şu ikazı yaptığını okuyoruz: “Şahıslarına ta'n ü teşnî;de bulunmayın; fiillerini değerlendirin. Ta'n ü teşnî; yerine, ‘Allah'ım! Bizim kanımızı da, onların kanını da koru; aramızı ıslah et ve onları içine girdikleri yanlıştan çıkar da doğruyu görsün ve isyana yönelen vazgeçsin!” duası yapın.' Hz. Osman'a hitabesi de ne kadar saygılıdır: “Sana ne diyebilirim? Benim bilip de senin bilmediğin bir şey yok. Gördüğümüzü beraber gördük, işittiğimizi beraber işittik. Sen, Ebû Bekir'den de, Ömer ibn Hattab'dan da takvalı olmaya daha yakınsın; çünkü Allah Rasûlü'ne onlarda aynı seviyede olmayan akrabalık bağıyla da bağlısın. Bilirsin ki, Allah katında en seçkin kişi adaletli devlet başkanı, en kötü kişi de zalim devlet başkanıdır. Allah için! Bir halkın imamı öldürülürse, açılan bu kapı bir daha kapanmaz. İnsanlar, istikameti koruyamaz. Buna göre davran!” Hz. Ali'nin tenkit manâsı taşıyan sözleri de vardır ama, o bunlar için “şıkşıkıyye”, yani “devenin bir an galeyana gelip köpürmesi” der. Ehl-i Sünnet'in tarih boyu çizgisi, Hz. Ali'nin çizgisi olmuştur.
Sebepler açısından, Kur'ân'ın korunup bugünlere gelmesinde en büyük paylardan biri Hz. Osman'ındır. Hz. Muaviye, kapılardan bir kapıdır; kırıldığı anda daha nelerin çökeceği kestirilemez. Tarih siyasî; hadiselerden, Emevî;ler, Yezid ve II. Velid gibi “herif”lerden ibaret değildir. Mısır dışında bütün Kuzey Afrika, Türkmenistan, Tacikiskan ve Afganistan havzası Çin'e kadar Emevî;lerle İslâm dairesine girdi ve İslâm, Sahabe ve Emevî;lerle girdiği yerlerden (İspanya hariç) bir daha çıkarılamadı. Demek, samimî;lerdi. Dünyaya 8 asır Endülüs medeniyetini Emevî;ler hediye etti. Evet, Emevî;ler, milyonlarca insanın imanına, İslâm'ına sebep olmanın sevabına sahiptir. Sevapları da, inşallah hatalarına galiptir.
At saraya bağlanıp, bülbül ahıra konmaz
15 Söz de, hadiseler de, kendi terazilerinde, zahiriyle dahi “Kim, niçin, kime, nerde, ne zaman, hangi şartlarda söylemiş veya yapmış” ölçüleriyle tartılır. Ehli arasında konuşulması gereken meseleler herkesin içinde konuşulmaz. Maalesef insanlar, bir sevabıyla bir insanı göklere çıkarırken, bir hatasıyla da yerin dibine batırabiliyor. At saraya bağlanıp, bülbül ahıra konmaz.
Tarihi yargılamak, halde acze düşenlerin işidir
16 Tarih bilmeden, din bilmeden tarihçilik yapılmaz! Bilim adına tarihimizi yıkarak tarihi temizleyemeyiz, bugünü kurtaramayız, yarını inşa edemeyiz. Tarihi yargılamak, halde âciz kalanların işidir. Tarih, şahısları yargılama ilmi de değildir. Hadiseleri çalışalım; onların kaderî; sebep ve hikmetlerine bakalım! Bunun yolunu Kur'ân'dan çıkaramıyorsak, en azından Hz. Bediüzzaman'dan öğrenelim!