Türkiye, demokrasinin zirvesini yaşayan bir ülke konumunda. Hayır, paniğe kapılmayın, az zamanda çok para kazanma derdindeki havuzculara özenmiş değilim.
Bu sözler bana ait değil. Ülkemizin başbakanı 10 Şubat'ta böyle iddialı bir cümle sarf etmiş. Zirve derken seçimlere katılım oranındaki ve meclisteki temsil yüksekliğini kastetmiş.
Temsil yüksekliği varsayımı yüzde 10 barajı nedeniyle zaten tartışmaya açık ve zayıf. Katılım oranı önemli olmakla birlikte, Türkiye'yi ‘seçim demokrasisi' denilen, demokrasinin en asgari düzeyine hapsediyor. Kaldı ki bugün, AGİT raporunun da tescil ettiği gibi, Türkiye'de sağlıklı ve adil seçimlerden bahsetmek de zor. AGİT bulgularına göre medyadaki büyük sansür nedeniyle seçenekler çok gözükse de seçmenin farklı kaynaklara erişimi sorunlu. ABD de AGİT'in ‘özgür bilgi akışı' konusundaki endişelerini paylaştığını açıkladı, başbakan demokrasi zirvesi iddiasında bulunurken.
Aralık 2013'ten bu yana yaşanan hukuk katliamları ve görülmemiş düzeyde keyfi idare nedeniyle ülkenin rejimine ‘keyfokrasi' demeye karar vermiştim. Bu tespitimi destekler nitelikte bir özel dosyada the Economist dergisi de Türkiye'de mahkemelerin, polisin, istihbaratın, camilerin, eğitim, sağlık sistemlerinin ve medyanın AKP'nin kibirli etkisi altında olduğunu yazdı.
Ne var ki, her gün keyfokrasiyi de aşacak gelişmelere şahitlik ediyoruz. Ülkenin, salt kaba kuvvete dayanan ve hukuku katleden, özgürlükleri yok sayan bir ‘mafyokrasi'ye geçtiğini söylemekte bir beis yok.
Sadece geçen haftadan iki örneği ele alalım. Malum, Akın İpek'i Fethullah Gülen Hocaefendi'ye sevgisini açıkça dile getirdiği için cezalandırmak isteyen AKP rejimi, gerçek olamayacak kadar mükemmel bulunan Koza İpek Holding'e hukuksuzca kayyım atamıştı. Üstünden çok geçmeden de dünya tarihinde bir ilk gerçekleşmiş, aynı holdinge ait olan Bugün TV canlı yayında gasp edilmişti. AKP'nin kurucu babalarından Hüseyin Çelik bile aylar geçtikten sonra da olsa gasp görüntüsünü geçtiğimiz günlerde itiraf etti. Herhalde içeriden gelen bu eleştiri birilerini rahatsız etti ki, İpek Ailesi'ne yapılan baskı arttı.
Hayırseverliğini AKP'lilerin de iyi bildiği Melek İpek, 11 Şubat günü kendi evine mücadele ederek girebildi! Göstermelik de olsa bir mahkeme kararı ya da polis var sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Zaten mafyokrasi görüntüsü de tam bu noktada ortaya çıktı. Kimin görevlendirdiği belli olmayan ‘özel' güvenlik şirketi, Melek İpek'i kendi mülküne sokmadı! Ertesi gün de mazlumun yanındaki duruşu ile tarihe geçen Nazlı Ilıcak'ı misafir olarak içeri almadı. Bu tablo, Türkiye'de artık özel mülkiyet garantisinin olmadığının en bariz işareti.
Özel mülke bir darbe de 12 Şubat günü başka bir gaspla gerçekleşti. Başarılarıyla marka haline gelmiş okulları yöneten şirketlere keyfice kayyım atandı. Üstelik Kaynak Holding'le olmayan bir bağ uydurulmak marifetiyle. Tek suçları (!) Hizmet hareketi gönüllülerinin işlettiği kurumlar olmak olan bu güzide okullar, yağmalama harekâtında yerini aldı. Türkiye'de özel eğitimin de, mülkiyetin de garantisi kalmadığı tescillendi.
Henüz keyfice hapsedilen gazetecilerden lise öğrencilerine kadar binlerce insanı hedef alan hakaret davalarından bahsetmiş değilim ama herhalde bu örnekler bile demokrasinin değil, keyfokrasinin zirvesinde, mafyokrasinin de eteklerinde olduğumuzu anlatmaya yetiyor.