Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Sevgi Akarçeşme - Mafyokrasi

$
0
0

Türkiye, demokrasinin zirvesini yaşayan bir ülke konumunda. Hayır, paniğe kapılmayın, az zamanda çok para kazanma derdindeki havuzculara özenmiş değilim.

Bu sözler bana ait değil. Ülkemizin başbakanı 10 Şubat'ta böyle iddialı bir cümle sarf etmiş. Zirve derken seçimlere katılım oranındaki ve meclisteki temsil yüksekliğini kastetmiş.

Temsil yüksekliği varsayımı yüzde 10 barajı nedeniyle zaten tartışmaya açık ve zayıf. Katılım oranı önemli olmakla birlikte, Türkiye'yi ‘seçim demokrasisi' denilen, demokrasinin en asgari düzeyine hapsediyor. Kaldı ki bugün, AGİT raporunun da tescil ettiği gibi, Türkiye'de sağlıklı ve adil seçimlerden bahsetmek de zor. AGİT bulgularına göre medyadaki büyük sansür nedeniyle seçenekler çok gözükse de seçmenin farklı kaynaklara erişimi sorunlu. ABD de AGİT'in ‘özgür bilgi akışı' konusundaki endişelerini paylaştığını açıkladı, başbakan demokrasi zirvesi iddiasında bulunurken.

Aralık 2013'ten bu yana yaşanan hukuk katliamları ve görülmemiş düzeyde keyfi idare nedeniyle ülkenin rejimine ‘keyfokrasi' demeye karar vermiştim. Bu tespitimi destekler nitelikte bir özel dosyada the Economist dergisi de Türkiye'de mahkemelerin, polisin, istihbaratın, camilerin, eğitim, sağlık sistemlerinin ve medyanın AKP'nin kibirli etkisi altında olduğunu yazdı.

Ne var ki, her gün keyfokrasiyi de aşacak gelişmelere şahitlik ediyoruz. Ülkenin, salt kaba kuvvete dayanan ve hukuku katleden, özgürlükleri yok sayan bir ‘mafyokrasi'ye geçtiğini söylemekte bir beis yok.

Sadece geçen haftadan iki örneği ele alalım. Malum, Akın İpek'i Fethullah Gülen Hocaefendi'ye sevgisini açıkça dile getirdiği için cezalandırmak isteyen AKP rejimi, gerçek olamayacak kadar mükemmel bulunan Koza İpek Holding'e hukuksuzca kayyım atamıştı. Üstünden çok geçmeden de dünya tarihinde bir ilk gerçekleşmiş, aynı holdinge ait olan Bugün TV canlı yayında gasp edilmişti. AKP'nin kurucu babalarından Hüseyin Çelik bile aylar geçtikten sonra da olsa gasp görüntüsünü geçtiğimiz günlerde itiraf etti. Herhalde içeriden gelen bu eleştiri birilerini rahatsız etti ki, İpek Ailesi'ne yapılan baskı arttı.

Hayırseverliğini AKP'lilerin de iyi bildiği Melek İpek, 11 Şubat günü kendi evine mücadele ederek girebildi! Göstermelik de olsa bir mahkeme kararı ya da polis var sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Zaten mafyokrasi görüntüsü de tam bu noktada ortaya çıktı. Kimin görevlendirdiği belli olmayan ‘özel' güvenlik şirketi, Melek İpek'i kendi mülküne sokmadı! Ertesi gün de mazlumun yanındaki duruşu ile tarihe geçen Nazlı Ilıcak'ı misafir olarak içeri almadı. Bu tablo, Türkiye'de artık özel mülkiyet garantisinin olmadığının en bariz işareti.

Özel mülke bir darbe de 12 Şubat günü başka bir gaspla gerçekleşti. Başarılarıyla marka haline gelmiş okulları yöneten şirketlere keyfice kayyım atandı. Üstelik Kaynak Holding'le olmayan bir bağ uydurulmak marifetiyle. Tek suçları (!) Hizmet hareketi gönüllülerinin işlettiği kurumlar olmak olan bu güzide okullar, yağmalama harekâtında yerini aldı. Türkiye'de özel eğitimin de, mülkiyetin de garantisi kalmadığı tescillendi.

Henüz keyfice hapsedilen gazetecilerden lise öğrencilerine kadar binlerce insanı hedef alan hakaret davalarından bahsetmiş değilim ama herhalde bu örnekler bile demokrasinin değil, keyfokrasinin zirvesinde, mafyokrasinin de eteklerinde olduğumuzu anlatmaya yetiyor.


Şahin Alpay - Demokrasi ve din

$
0
0

Hak ve özgürlükleri güven altına alacağı vaadiyle gelip, ilk iki iktidar döneminde bu yönde adımlar atan AKP iktidarı, üçüncü döneminden itibaren ülkeyi tek – parti dönemini andıran ölçüde keyfi ve otoriter bir yönetime mahkum etti.

Bunun içte ve dışta ülkeye ödettiği bedel giderek büyüyor. Yegane teselli yaşananlar sayesinde bazı konuların zihinlerde açıklığa kavuşması, aydınlar arasında özgürlük ve demokrasinin gerekleri üzerine mutabakatın güçlenmesi olabilir.

“Demokrasinin Türkiye sorunu” konulu 34. Abant toplantısında müzakerecilerden biri, genel olarak demokrasilerin, özel olarak da Türkiye'de “demokrasinin din sorunu”ndan söz etti. Eğer özgürlükçü demokrasiyi yerleştirecek isek, aydınlarımız arasında din ile demokrasi arasındaki ilişki konusunda, yaygın bir ortak anlayışa kavuşma ihtiyacı olduğu muhakkak.

Bu konuya sık değiniyorum, zira benim zihnimi de uzun süre meşgul eden bir konu oldu. Vardığım sonuçları şöyle hatırlatabilirim: Sosyal bilimlerin kurucu babaları dahil 19. yüzyıl düşünürleri modernleşmenin laikleşmeyle, yani toplumların dinden giderek uzaklaşmasıyla sonuçlanacağından emindiler. 20. yüzyılın sonlarından itibaren toplum bilimcilerin çoğu bu teoriyi terk etti, çünkü gerçeklerle bağdaşmıyordu. Modernleşmede en ileri giden toplum (ABD) aynı zamanda en dindar toplum kimliğini koruyordu; genel olarak dünya, eğer daha fazla değilse, her zamanki kadar dindardı.

Ünlü Amerikalı din sosyoloğu Peter Berger ile birlikte, modernleşme ile din arasındaki ilişkiye farklı bakılmaya başlandı. Dinlerin, modernleşmeyi reddeden, köktenci yorumları ile modernleşmeyle uyumlu yorumları arasında ayrım yapıldı. İnanç özgürlüğü (inanma ve inanmama özgürlüğü) olmadan modernleşmenin, onun bir parçası olarak da demokratikleşmenin mümkün olmadığı görülür oldu. Tecrübeler, din ile devleti ayırıp, inanç özgürlüğüne saygı gösteren; din ile bilimi ayıran, birini diğerinin yerine koymaktan kaçınan ülkelerin demokrasiyi yerleştirdiğini; inanç özgürlüğü tanımayan, din ile bilimi ayırmayan, ister laik türden (Sovyetler Birliği, Çin, Kuzey Kore), ister dinsel türden köktenci (S.Arabistan, İran) rejimlerin ise zalim birer diktatörlük kurduklarını gösteriyordu.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu babaları, 19. yüzyılda yaygın olan modernleşme anlayışından etkilendiler. (Bunu eserlerinde en iyi Şükrü Hanioğlu gösterdi.) Devlet toplumu laikleştirici, dinden uzaklaştırıcı bir rol üstlenmeden modernleşme olamayacağı varsayımıyla davrandılar; dini devlet denetimi altına aldılar ve inanç özgürlüğüne çeşitli kısıtlamalar getirdiler. 21. yüzyıl Türkiyesi'nde demokrasinin yerleşememiş olmasının temel nedenlerinden biri muhakkak ki, inanç özgürlüğü üzerinde devam eden kısıtlamalar.

Diyanet İşleri Başkanlığı hâlâ resmi İslam yorumunu topluma dayatmaya çalışıyor. Alevilik hâlâ resmen tanınmıyor. Sünnilerin çoğunun bağlı olduğu Sufi İslam yorumları hâlâ kanunen yasak; şimdilerde bir kısmı devletçe cadı avına tabi tutulmakta. Gayrimüslimler ve inançsızlar hâlâ çeşitli kısıtlama ve baskılara maruz kalıyor. Bir yandan dini gruplara çeşitli yasaklar dayatılıyor, tüzel kişilik edinme hakkı tanınmıyor, öte yandan “şeffaflık yok” teranesinde ısrar ediliyor.

Farklı yorumları arasında hiçbir ayrım yapılmaksızın, İslam inancı tümden demokrasiyle bağdaşmaz görülüyor. Müslümanlık ile temel hak ve özgürlüklere saygısız, radikal İslamcılık özdeş tutuluyor. Özellikle Türkiye'de İslam'ın tek bir yorumu olmadığı; hayli çoğulcu bir yapı gösterdiği; Selefi (köktenci) değil Sufi, yani esas olarak farklılığa saygılı halk yorumlarının yaygınlığı görülmüyor. Neticeten: Demokrasilerin din sorunu yok, ama din ile devleti ayırma, inanç (inananların ve inanmayanların) özgürlüğünü yerleştirme zorunluluğu var.

Ahmet T. Kuru'nun “İslam, bilim ve tarih” (Zaman, 13 Şubat) başlıklı, İslam ile diğer alanlar, siyaset, hukuk, bilim, sanat, spor arasındaki ilişki üzerine yorumu da, “din ve demokrasi” tartışmasına dikkate değer bir katkı.

Mümtaz'er Türköne - Hendek Savaşı'nı kim kazandı?

$
0
0

Şehid sayısı, sivil kayıplar ve PKK'nın büyük zayiatı, harabeye dönen binalar Sur ve Cizre'de büyük bir savaş yaşandığını göstermek için yeterli.

Bu savaşı Türkiye Cumhuriyeti Devleti kazandı. Bu hükmü "savaş kazanma" tabirinin göreceli olmasını dikkate alarak veriyorum. Savaş, bir tarafın iradesini zor kullanarak karşı tarafa kabul ettirmesidir. Kimin iradesi kazandı? Bu sorunun doğru cevabını bulmak için savaş alanına değil cephenin bütününe bakmalı. Devlet ile PKK, uzun süredir iki cephede savaşıyor. Hendek savaşı, asıl cephenin gerisindeki yıpratma savaşıydı. Asıl cephe ise Suriye'de, uzun süreli gerginlikten sonra PYD'nin ele geçirdiği Miniğ Hava Üssü'ne inen Türk obüslerinin mermileri ile sıcak savaşa dönüşmüş durumda. PKK, Sur ve Cizre'deki hendek savaşını Devlet'i baskı altına almak ve uluslararası alanda zor durumda bırakmak için başlatmıştı. PKK, taktik amaçlı bu savaşın hiçbir hedefini tutturamadı. Devlet muharebeyi kazandı, ancak harp devam ediyor. Uluslararası kamuoyu, Sur ve Cizre'de PKK'nın arkasında yer almadı; AİHM bile PKK'ya yüz vermedi. Kitle desteği erimeye başladı; İçişleri Bakanı Nusaybin'deki hendekleri kapatacaklarını açıklayınca ilçe halkı göç etmeye başladı. PKK'nın kent savaşı, sivillerin sahnede yer almadığı yine de halkın kan revan içinde kalmış sırtında süren kır savaşına dönüştü. Can havliyle kaçan halk şu soruyu soruyor: PKK hendek kazmasa, askerin polisin oralarda ne işi var?

Dünyada hâlâ geçerliliğini koruyan savaş kuramının müellifi Clausewitz, siyasî; amacı olmayan bir savaşın anlamsız bir kan dökme eyleminden ibaret olduğunu söyler. Nevruz'dan sonra hendek savaşını PKK'nın geniş bir coğrafyaya yayma niyetinin ciddiyetini, makûl bir siyasî; amaca göre test etmek gerekir. Birincisi, Suriye'deki asıl savaş üzerinde hendek savaşının taktik bir katkısı olmadı. İkincisi, uluslararası aktörler PKK'nın "sivil halka karşı katliam" propagandasını ka'le almadı; Suriye'de kendisine destek veren ABD nezdinde bile çok şey kaybetti. Üçüncüsü, Mao'nun tabiriyle "balığın saklandığı deniz" misalî; destek veren kitleler PKK'nın niyetini sorgulamaya başladı.

Peki Nevruz sonrasında ne olur? PKK'nın hendek savaşını yaymak için Suriye'de çok iyi bir neden bulması lâzım. Şayet beklendiği üzere bu Bahar'da Suriye için masaya oturulursa, PYD Fırat'ın Batısı için son bir hamleye girişebilir. Türkiye'nin Güneydoğusunda geniş bir alana yayacağı kent savaşının bu sefer doğrudan bu hamleye bir katkısı olup olmayacağı hesaplanır.

PKK'nın Sur ve Cizre'deki siyasî; kaybı, eleman ve mevzi kaybından çok daha fazla. 1 Kasım seçimlerinden sonra gittiğim Diyarbakır'da hemen herkesten temmuz ortasında başlayıp seçim öncesinde ara verilen hendek savaşı için, "PKK ne kadar savaşırsa Devlet de yüz yıl sürse bile o kadar karşılık verir" yorumlarını dinlemiştim. Devlet, şehid sayısına rağmen bu düşüncenin doğruluğunu kanıtladı. Aynı anda PKK 35 şehir merkezinde hendek savaşı başlatsa, devlet edindiği tecrübeyi sükûnetle kullanarak tek tek hendekleri temizlemeye girişir. Bildiğimiz klasik isyan bastırma mantığını devreye sokar. Kastettiğim bu topraklara özgü bir devlet politikası. Devlet isyan bastırırken aynı zamanda düzeni değiştirip devlet otoritesini kalıcı hale getiriyor; isyanları hükümranlığını kuvvetlendiren fırsatlara dönüştürüyor. Dışardan bir müdahale olmadığı takdirde PKK'nın siyasî; bir sonuç elde etmesi imkânsız.

32 yıldır aynı şeylerin sürdüğü duygusuna kapılmayın. PKK da, halk da, devlet de çok değişti. İnsanî; bir sorun olarak Kürt sorunu sona erdi; geriye marjinal Türk Solu'nun kontrolü altına girmiş, yöneteceği toprak başta olmak üzere örgütsel çıkarları peşinde koşan, uluslararası aktörlerin vekili haline gelen bir PKK var. Çözüm süreci, bedeli ağır olmakla birlikte Kürtler nezdinde, bu süreci basit taktiksel bir araç olarak kullanan PKK'nın niyetini yeteri kadar açığa çıkardı.

PKK, hendek savaşını hem siyasî; hem de askerî; anlamda kaybetti.

Gökhan Bacık - Savaş düzenine geçilirken

$
0
0

Ortadoğu'da artık ülkeler bir “savaş düzenine” geçti. Paktlar, bloklar hatta olası cepheler bile belirlenmiş durumda. Benim jenerasyonum Irak Savaşı ile büyüdü. Şimdiki Türkiye jenerasyonu Suriye savaşı ile büyüyecek.

İlk Rusya'ya bakmak gerekiyor çünkü burada kritik aktör elbette Rusya. Rusya, geçen yazdan itibaren Suriye krizine daha doğrudan karışarak bu sorunun “doğasını değiştirmiştir”. Bunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Rusya Başbakanı Medvedev, geçen hafta bir konuşmasında “kara harekâtı savaş anlamına gelir” dedi. Suriye'de birçok grup birbiri ile çatışıyor. Ancak bunlar son tahlilde “çatışma”. Bildiğimiz anlamda savaş ise Rusya ile çıkabilir. Konvansiyonel savaşın bir alt düzeyinde süren ve şiddetlenen çatışmalar Rusya'nın kararı ile bildiğimiz savaşa evrilebilir.

Rusya'nın büyük bir Soğuk Savaş sonrası stratejik paradigma peşinde olduğunu çok iyi görmek gerekiyor. Dolayısıyla Moskova, Suriye'de büyük bir strateji planının önemli bir kısmını yerine getiriyor. Nitekim Ruslar, Gürcistan'da Kırım'da yakın zamanda savaştılar, toprak kazandılar. Halihazır Rus elitleri savaşmayı bir yöntem olarak görüyorlar. Geçen hafta ABD Başkanı Obama, yeni savunma bütçesinde Baltık ülkelerine özel bir önem verdi. Çünkü ABD'de Beyaz Saray'a yakın bazı özel ve kamu kurumları, Rusya'nın yeni stratejisinin bir zaman sonra Baltık ülkelerini de içine alabileceğinden endişe ediyor. Hatta, bu bölgeye yönelik olası Rus yayılmasına karşı içinde Polonya askerlerinin de olacağı bazı caydırıcı hazırlık projeleri tartışılıyor. Kısacası karşımızda iyi planlanmış bir Rus stratejisi var. Bu ne kadar başarılı olur zamanla görülecek ancak bizim için önemli olan şudur: Rusya, Suriye konusunu bu yeni stratejisinin önemli bir aşaması olarak görüyor. Açıkça şunu yazalım: Rusya, bu konuda konvansiyonel bir savaşı göze alabilir. Rusya'nın nükleer bir güç olduğunu, kıtalararası nükleer füze atabilen denizaltıları olan bir “süper askeri güç” olduğunu unutmamak gerekiyor. Diğer bir nokta da şudur: Rusya'da konuşulanları dinleyince bu ülkenin “Türkiye bir hata yapsa, mesela Suriye'ye girse” diye “konumlandığı” hissediliyor. Bu his yanıltıcı olabilir ama gerçek ise sonuçları başka olur.

Kürtler açısından bakınca Batı'nın algısı bu konuda artık somutlaşmıştır. Bundan bir yıl kadar önce PYD/YPG'nin kadın savaşçılarının lideri YPJ “komutanı” Nesrin Abdullah, üstelik askeri üniforması ile Ellysee sarayında Fransa Cumhurbaşkanı ile görüştü. Türk ordusunun savaştığı bir silahlı gücün komutanının NATO bağlamında müttefikimiz olan Fransa devlet başkanı ile üniforması ile sarayında toplantı yapmasının anlamını tahmin etmek kolay. Batı için PYD “IŞİD barbarlığına karşı mücadele eden seküler müttefiktir”. 2014 yılının sonbaharında Newsweek dergisinin kapağında elinde makineli silahı ile bir YPJ üyesinin resmi vardı! Nitekim Türkiye'nin PYD mevzilerine top atması sonucu açıklama yapan ABD resmen “hem Türkiye'ye top atışlarını kes, hem PYD'ye ilerlemeni durdur” dedi. Halbuki, Türkiye “saldırıya uğradığı” için PYD'ye top atışı yaptığını söylemiştir! Bu durumda NATO müttefikimiz ABD'nin “saldırıya uğradığımız halde” Türkiye ile PYD'yi “neredeyse aynı kefeye” koyması Batılı algıyı çok iyi ortaya koyuyor. Şunu da not etmek gerekiyor: Bölgede uluslararası dengeleri okumak bağlamında Kürt liderler pek çok diğer liderlere göre daha başarılılar. Türkler eskiden beri rakiplerini “aptal sanmayı” sever. Halbuki akıllı millet, rakibinin aklını ve zekâsını iyi bilmelidir. Burada PYD içinde olmak üzere “Kürt siyasi aklını” yabana atmamak lazım. “Arap baharı” olarak başlayan ve bölgeyi yıkıma götüren süreç gerçekten bir “Kürt baharı” olarak bitebilir.

Suudi Arabistan, Türkiye'nin “zorunlu müttefikidir”. Bu ittifak, bir çaresizlikten doğmuştur. Türk İslamcılarının en katısı, Suudi Arabistanlı bir “mollanın” yanında büyük reformcudur! Bu ittifaktan uzun vadeli düzen oluşturucu bir ürün çıkmaz. Belli ki Suudi hanedanı bir “varoluşsal kriz” içinde olduğunu düşünüyor. Dış politikada çok konuşmak ve şov yapmak pek işe yaramaz. “Suudi şovlarının” sahada işe yarayacağını düşünmek çok iddialı olur. Suudi Arabistan'ın içinde doğu vilayetinden Yemen sınırına kadar uzanan alandaki Şii nüfus içinde büyük bir “kabarma” var. Suudiler yerleşik İran menfaatlerine çok saldırırsa, bu kabarma bir dalgaya dönebilir.

Son olarak şunu not etmek lazım: Aşağı yukarı 200 yılı aşkın süredir Osmanlı-Türk devlet geleneği etnik nitelikli hiçbir “isyanı/sorunu” çözememiş, hep toprak kaybetmiştir. Soğukkanlı olmakta fayda var!

Herkül Millas - Yazı yazmanın tarzları

$
0
0

Eşim bütün yazılarımı okur imla ve ifade eksikliklerini saptar, düzeltmeler önerir.

Onun bu okuması son kontroldür. “Keskin” bulduğu bazı ifadeleri yazıdan çıkarmamı da arada önerir. “Neme lazım, bu konjonktürde başımıza bir şey gelmesin!” kaygısıdır onunki. Bütün hayatımız boyunca –ki birliğimiz elli yılı çoktan aştı– ailenin korunması sorumluluğunu o benden fazlasıyla hissetti. Her iki katkısı için –düzeltmeler ve koruyucu rolü için– şükran borcumu açıkça ifade etmeyi bu yazıda bir fırsat biliyorum.

Yazımın asıl amacı başka. Geçenlerde eşim bir yazımı okurken biraz uzun bir cümlemin anlaşılmıyor olduğunu söyledi. Bence cümle basitti ve anlaşılmayan bir yanı yoktu. Bu konuya değinmek istiyorum. Basit, anlaşılır, kısa cümlelerle yazmaya çalışırım. Tabii bu “basit” yazmanın sınırı da yok aslında. Her zaman “daha basit” yazmak olanaklı. Kendime sorduğum soru şu: Ne kadar basit yazmalıyım? Sonunda bu alanda cümleler açısından üç düzeyin var olabileceğini düşündüm: Uzun ve anlaşılması zor, kısa ve anlaşılması görece kolay, çok kısa ve herkesin kolayca anlayacağı biçim.

Örnek vereyim. Söz konusu cümle şuydu: “Bir avuç Batı Avrupa ülkesi ve bu ülke yurttaşlarının kurduğu ABD ve Avustralya gibi birkaç ülke dışında, pek çok ülkede demokrasinin iyi not almadığını dünya çapında yapılan istatistikler açıkça gösteriyor.” Bu cümleden bir önceki cümle “Sonbahara dönüşen Arap Baharı düşündürücüdür.” Bir sonraki cümle de “Bu kısır döngü uluslararası bir sorun.” Bu cümlelere “alıcı gözü” ile baktım!

Çaba harcamadan bir düşünceyi kendimize mal edemeyiz

Çok daha karmaşık bir cümle kurabilirdim. Örneğin şöyle: “Sonbahara dönüşen Arap Baharı deneyiminin de bize gösterdiği gibi, bir avuç Batı Avrupa ülkesi ve bu ülke yurttaşlarının kurduğu ABD ve Avustralya gibi birkaç ülke dışında, pek çok ülkede demokrasinin iyi not almadığını ve bu kısır döngünün uluslararası bir soruna dönüştüğünü dünya çapında yapılan istatistikler açıkça ortaya çıkarmıştır.” Böyle uzun ve karmaşık bir cümle kurmayı ayıp sayıyorum. Ben bir yazıyı okurken bir cümleyi anlamak için iki kere okuma durumunda kalınca, yazara kızıyorum! Onun görevi beni zorlamaması, yazısını okunur kılmasıdır. Bir (tek) yazarın kaprisi yüzünden yüzlerce okurun çile çekmesini insafsızlık sayıyorum. Kimi girift cümleler, ayrıca bana gösteriş gibi de geliyor: “Bak ben nasıl kıvrak yazabiliyorum” der gibidirler. Kendini beğenme yani!

Ama, öteki uçtaki “çok kolay anlaşılır” yazılar da bana bambaşka bir nedenden dolayı rahatsız edici geliyor. Söz konusu cümleyi şöyle yazanları düşünebiliyorum:

- İyi kötü demokrasi nerede var?

- Batı Avrupa'nın ülkelerinde.

-Başka?

- Bu Avrupalıların kurmuş olduğu ülkelerde.

- Hangileridir bunlar?

- ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkeler.

- Bunların dışında kalan ülkelerde durum nasıl, peki?

- Demokrasi bu ülkelerde eksiktir.

- Bunu nasıl söyleriz, nasıl biliyoruz?

- Bu alanda elimizde kamuoyu araştırmaları ve istatistikler var.

Bu “basit” ifadeyi de içime sindiremiyorum. En başta bir kurnazlık görüyorum. Üç-dört satırlık ve otuz kelimelik bir cümle yerine, on satırlık ve elli beş kelimelik bir metin çıkarmayı tembellik ve aldatmaca olarak görüyorum: Yazı bir çırpıda yazılmış ve bitirilmiş oluyor! Cümleler balon gibi şişirilip uzun metin diye yutturulmak isteniyor gibi. Denecek ki, “ama kolay okunuyor”. Bu da benim ikinci sıkıntım. Çünkü bu denli basitlik bu kez de –nasıl söylesem!– bana çocuk muamelesi yapılıyor gibi geliyor. Bana birileri “sen okuduğunu anlamadığın için bir cümleyi sana lokma lokma yedireyim” der gibidir bu tür bir yazı. Ayrıca bendeki kaygı, okurun benim böyle bir anlayışın taşıyıcısı olabileceğimi aklına getireceğidir.

İşte bu son cümlenin anlaşılması zor! Aslında cümle kısa, ama zor. Çünkü aynı cümlenin içinde “okurun benimle ilgili muhtemel bir algısının –ki aslında bu onun algısının yanlış olabileceği iması da var- bende doğuracağı kaygının aklıma gelmesi” var. Bu tür bir cümlenin kolay olması da pek olanaklı değil. Yani karmaşık anlamları dile getiren cümlelerin basitleştirilmesinin de bir sınırı var. Her şey bütünüyle basit olamıyor. Ya da olabilir ama, bu kez de bir yazıyı bir iki cümlenin açıklamasına ayırarak.

Şu andaki yazı da biraz böyle oldu. “Karmaşık anlamalar taşıyan bir cümlenin anlaşılmasında okura da biraz iş düşüyor” gibi bir cümle yazmak varken koca bir yazı yazmış oldum. Gerçekten de kalemimden bazen “biraz” zor anlaşılacak bir cümle çıkınca, beni alır bir düşünce: Basitleştirsem mi, yoksa okur biraz zorlansın ve demek istediğimi çabasının sonucunda mı anlasın diye. Çünkü “düşünceyi” zorlayıp yormadan kazanılan bilgiler kalıcı olmuyor. Çaba harcamadan bir düşünceyi kendimize mal edemeyiz.

Yazarın otosansürü

Yazının tarzı/biçimi dışında bir de içeriği var, yani ele aldığı konu. Bu alanda, özellikle konu siyasetle ilgili ise bütün dünyada geçerli olan sınırlayıcı bir standart var: Demokrasinin düzeyi. Eğer yazarların yazdıkları dava dosyalarında yer almaya başlamışsa yazarlar da “dikkatli” yazmaya başlar. Yazılar savcıların malzemesine dönüştüğünde otosansür kaçınılmaz oluyor. Bu sansürün derecesi, yazarın almaya karar verdiği risk derecesiyle ters orantılıdır. Bu konuda okura iş düşüyor. Konjonktürü ve yazarın risk alma derecesini değerlendirerek okumalı yazılarını. Özellikle satır aralarına dikkat etmeli, yakıştırmalardan ima edilene bakmalı. Yani ifade özgürlüğünde sıkıntılar yaşandığında okurun da ek bir çaba göstermesi gerekiyor. Tabii böyle durumlarda yazmak da, okumak da zorlaşıyor. Aslında demokrasi eksikse pek çok şey zorlaşıyor.

Yaşar Yakış - Türkiye-İsrail ilişkileri

$
0
0

Türkiye-İsrail ilişkileri son yıllarda inişli-çıkışlı bir yol izledi.

2001 yılında AK Parti'nin kuruluş aşamasında Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki gayri resmi bir heyet halinde ABD'ye gittiğimiz zaman New York ve Washington'da bize büyük itibar gösteren kuruluşlar arasında Musevi dernekleri en ön planda geliyordu. Bu büyük ilgi AK Parti'nin seçimleri kazanıp 2002 sonunda iktidara gelmesinden sonra artarak devam etti.

AK Parti döneminin ilk yıllarında bu ilişkiler o kadar gelişti ki, 2004 Ocak ayında, Amerikan Musevi Komitesi, Sayın Erdoğan'a Üstün Cesaret Ödülü verdi.

2007-2009 arasında, başka alanlarda olduğu gibi, Türkiye-İsrail ilişkilerinde de, önce bir duraklama sonra da gerileme başladı. Bunun ilk işaret fişeği, 2006 Şubat ayında, Filistin'de seçimleri kazanan Hamas partisinin lideri Halid Meşal'in Türkiye'ye davet edilmesiyle atıldı ve ondan sonra da gerilemeye devam etti.

2009 Nisan ayında ‘One Minute' olayıyla ilk çatlak ortaya çıktı. 2010 Mayıs ayında Mavi Marmara olayıyla da ilişkilerdeki bozulma, zirvesine ulaşmış oldu. İki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler ikinci kâtip seviyesine indirildi.

Mavi Marmara olayı henüz duygusallıktan arındırılarak tahlil edilecek noktaya gelmiş değil. Her iki taraf da halen ‘biz haklıydık' noktasında duruyor. Hangi tarihte ne nasıl yapılsaydı bu duruma gelinmezdi, bunu, olayın belli başlı aktörleri bildiklerini kamuoyuyla paylaştıkları zaman öğreneceğiz.

Mavi Marmara olayından sonra zamanın Dışişleri Bakanı Davutoğlu İsrail'le ilişkilerin düzelmeye başlaması için iki şart ileri sürdü: Birincisi, İsrail'in Mavi Marmara olayı için Türkiye'den özür dilemesi; ikincisi de olayda ölen ve yaralananlar için Türkiye'ye tazminat ödenmesi. Zamanın Başbakanı Erdoğan, bunlara bir şart daha ekledi: Gazze'nin etrafındaki ablukanın kaldırılması.

2013 Mart ayında İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD Başkanı Obama'nın baskısıyla Erdoğan'a telefon ederek özür diledi. Tazminat konusunda da 20 milyon dolar gibi bir meblağ üzerinde anlaşmaya varılmış olduğu yolunda yaygın bir söylenti var. Ancak Gazze'deki ablukanın kaldırılması konusunda halen bir anlaşmaya varılamamış olduğu anlaşılıyor. Zaten özür dileme olayından sonra Netanyahu, abluka konusunda, ‘Gazze'deki güvenlik durumu elverirse' demek suretiyle, şartlı bir vaatte bulunmuştu. İsrail bu konuda duyarlı. Çünkü abluka tamamen kalkarsa, İran'ın Gazze'ye yoğun biçimde silah sevk edeceği kanısında.

2014 Temmuz ayında Amerikan Yahudi Kongresi, Sayın Erdoğan'a on yıl önce verdiği ödülü geri istedi. Erdoğan da geri verdi.

Arada geçen yıllarda resmi düzeyde ilişkiler bozuk olmakla birlikte, ekonomik, akademik ve sivil toplum kuruluşları düzeyindeki ilişkiler yoğun biçimde devam etti, hatta arttı.

Bir de Türkiye'nin uluslararası camiadaki yalnızlığı arttı. Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulması sonucunda Türkiye, ABD yönetimi üzerinde Türkiye lehinde çabalar sarf eden Amerikan Musevi lobisinin desteğini kaybetti. Aynı şekilde ABD'deki Ermeni lobisine karşı da Musevi lobisi güçlü bir denge işlevi görüyordu. Türkiye bu destekten de mahrum kaldı.

Suriye krizi Orta Doğu'da Türkiye ile İsrail'in işbirliği yapabileceği çeşitli fırsatlar ortaya çıkarmıştı. İlişkilerin bozuk olması bu fırsatların değerlendirmesine imkân vermedi.

Doğu Akdeniz'de son yıllarda keşfedilen zengin hidro-karbon yatakları, Türkiye-İsrail işbirliği için büyük potansiyel bulunduğunu ortaya koydu.

İşte tüm bu veriler karşısında ilişkileri yeniden canlandırma fikri tekrar ön plana çıktı. ABD'deki Büyük Musevi Örgütleri Başkanları Konseyi Ankara'ya gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı ve Başbakan Davutoğlu'nu ziyaret etti. Ardından da Cenevre'de iki ülke heyetleri müzakerelere başladı. Müzakereleri tıkayan engelin Gazze ablukası ve Hamas'ın Türkiye topraklarındaki tüm faaliyetlerinin yasaklanması olduğu anlaşılıyor.

İlişkilerin bozuk olmasından hangi tarafın daha fazla zarar gördüğüne takılıp kalmaktansa, bir an önce ilişkileri düzeltmek gerekiyor.

Yusuf Keleş - Ev alırken dikkat: Sürpriz cezalar ve ilave harç ödeyebilirsiniz

$
0
0

Gayrimenkuller üzerindeki vergi yükü konulu yazımdan sonra okurlarımdan ve çevremden birçok kişi vergi dairelerinden kendilerine tapu harcı ile ilgili vergi ve cezalar geldiğini söyleyerek, bunun sebebini sordu.

Yaptığım ufak bir araştırmada konunun Maliye'de yapılan inceleme ve araştırma sonrasında ilave kesilen vergi ve cezalardan kaynaklandığını gördüm. Söz konusu incelemelerin konusu gayrimenkul alım satımlarında tapu harcı ödemek için beyan edilen alım-satım bedellerinin doğru gösterilip gösterilmediği.

Bilindiği gibi gayrimenkul ile ilgili devir, ipotek, tescil vb. iş ve işlemlerde kayıtların devlet güvencesi altında tutulmasının karşılığı olarak, taraflardan tapu harcı tahsil edilir. Tapu harcı, Emlak Vergisi değerinden az olmamak üzere, beyan edilen devir bedeli üzerinden hesaplanıyor. Tapu harcı oranı, alıcıdan ve satıcıdan ayrı ayrı yüzde 2 olmak üzere toplam yüzde 4'tür. Ülkemizde yerleşmiş teamüle göre gayrimenkulü satın alanlar satıcıların ödeyeceği tapu harcını da öder. Dolayısıyla 300 bin TL'lik bir gayrimenkul alan kişinin ödeyeceği harç tutarı 12 bin TL'yi buluyor. Bu rakam işin ticaretini yapanlar için yüksek görünmeyebilir ama şahsi tasarrufunu bu şekilde değerlendirmeye çalışanlar için oldukça yüksek bir rakam. Üstelik bu kişilerin ödedikleri harcı yansıtma gider yazma imkanları da yok.

Bilgiler havuzda toplanıyor

Tapu müdürlükleri bu tür işlemleri yaptıktan sonra, devredilen gayrimenkulün harca tabi tutulan değerini ve vasıflarını, işlemin taraflarına ait bilgileri Gelir İdaresi'ne bildirir. Bu bilgiler, diğer kamu ve özel kurumlardan gelen bilgiler ile birlikte analiz edilir. Bankalardan kullanılan krediler, kişiler arasında yapılan mukaveleler, mükellef kişi veya şirketler tarafından yapılan satışlarda düzenlenen faturalar, ihbarlar, mal bildirimleri gibi harici donelerle taşınmazın beyan edilenden daha yüksek bir bedele satıldığı tespit edilirse, beyan edilen değer ile tespit edilen değer arasındaki fark üzerinden harç, vergi zıyaı, gecikme faizi gibi cezalar hesaplanıp hem alıcı hem de satıcı nezdinde vergi ve cezalar kesilir. Bu yüzden gayrimenkul devirlerinde tapu harcının, Emlak Vergisi değerinden az olmamak şartıyla, gerçek bedel üzerinden ödenmesine dikkat etmek gerekir. Özellikle mesken olarak kullanıldığı halde, kayıtlarda arsa olarak görülen ve Emlak Vergisi değeri düşük bulunan yerlerin gerçek satış bedeli ile Emlak Vergisi değeri arasındaki fark oldukça yüksek. Bu yüzden tapu idarelerinde gayrimenkul alım veya satım işlemi yapanlardan özellikle banka kredisi kullananların ileride cezalı tarhiyatla karşılaşmamaları için, işlemlerinde taşınmaz bedelinin beyanı konusunda dikkatli olmasında fayda var.

Maliye de alıcıyı dinlemeden ceza kesmemeli

Maliye'nin bilgi bankasında biriken bilgileri değerlendirirken mükelleflere savunma hakkı vermeden varsayım üzerinden hareket ederek, hem alıcı hem de satıcı adına vergi ve ceza kestiği görülüyor. Mesela bankaların bildirdiği ev kredileri ile tapuda bildirilen değerler kıyaslanıyor. Eğer kredi miktarı daha yüksekse, harç bildiriminin gerçek değerinin altında olduğu gerekçesiyle cezalı tapu harcı tarhiyatı yapılıyor.

Hatta bazı mükelleflerin çektikleri kredi üzerine yüzde 25-30 oranında rakamlar ilave edilerek evin gerçek değeri bulunmuş, bu tutardan beyan edilen harç matrahı düşüldükten sonra kalan tutar üzerinden cezalı vergi tarhiyatı bile yapılmış. Burada bankaların satın alınacak gayrimenkulün değerinin yüzde 75'i kadarlık tutar için kredi vereceği varsayımından hareket ediliyor. Ancak bu varsayımda şu husus atlanıyor. Birçok tüketici gayrimenkul satın alırken diğer ihtiyaç ve masraflarını da dikkate alarak kredi talebinde bulunur. Bankalar da problemli görmedikleri, kefili olan müşterilerine genel olarak istenen tutarda kredi verir. Dolayısıyla sadece bu bilgi ve varsayımdan hareketle gayrimenkul alanlara ve satanlara kendilerinden habersiz ve bilgisiz vergi kesilmesi hakkaniyete ve adalete uygun düşmez.

Bundan daha hukuksuz durumlar da var

Vergi mevzuatından ve kendisine kesilen vergi ve cezadan habersiz, vergi dairesine yolu düşmemiş olan vatandaşlar kendilerine gelen ‘borcunuz var' mesajının aslını öğrenmek için vergi dairesine gittiklerinde kendilerine uzlaşma evrakı imzalatılarak bu borcun kesinleşmesi sağlanıyor. Bu imza atıldıktan sonra kesinleşen vergiye itiraz imkanı da kalmıyor. Vergi memurlarının görevlerini yaparken bu ve buna benzer yollara tevessül etmemesi ve vatandaşları mağdur etmemesi gerekiyor. Çünkü bu tür haksızlıklar insanları devletten, vergiden ve adaletten soğutur.

Nuriye Akman - Kime, neden güveniyorsunuz ki

$
0
0

Bazı şirketler zaman zaman ülkenin en güvenilir kişilerini belirlemek için anketler düzenliyor.

Son olarak Gezici Araştırma'nın yaptığı ve birincinin Uğur Dündar, otuzuncunun Beyazıt Öztürk olduğu bir liste yayınlandı. Ne cumhurbaşkanı var bu listede, ne başbakan, ne bir parti lideri ne de bir din görevlisi. Politikacı takımından sayarsanız yirmi sekizinci sıradaki Yiğit Bulut'la yetineceksiniz.

Genelde medya bu tip çalışmalara “kazanan” kişiler üzerinden yaklaşıyor. Oysa asıl sorgulanması gereken güven kavramı. “En güvendiğiniz isim kim?” diye sormak yetmez, bunun nedenini de araştırmanız gerekir. Birtakım kriterler koymalısınız ki insanlardan çok değerler öne çıksın. Sadece ekrandan ya da gazeteden tanıdığınız bir insana güvenmek, bunun bileşenlerini belirtmediğiniz sürece hiç inandırıcı olmuyor.

Ne yani bu kişiler her halükarda adil midirler, sonuçları kendilerini veya mahallelerini güç duruma soksa bile sadece hakikati mi haykırırlar? İki doğrunun arasına bir yalan sokmazlar mı hiç? Terazileri kuyumcularınki kadar hassas mıdır? Gözlerine hiç mi perde inmez? Eşlerini aldatmaz, kimseye sözlü dahi olsa şiddet uygulamazlar mı? Egolarının sivri uçlarını törpülemiş, dikenlerini yolup atmışlar mıdır? Beşerlikten sıyrılıp insanlık mertebesine geçebilmişler midir ki meşrebimizden bağımsız olarak onlara güvenelim?

Bazı insanlar şu kişiye, bazı insanlar bu kişiye güveniyorsa ve siz nedenini sormuyorsanız güvenilmez sonuçlar üretiyorsunuz demektir. Siz en iyisi araştırmanızı sevilenler veya sempati duyulanlar olarak duyurun, bize de size güvenmek düşsün.

İzzet Yıldızhan'ın engeli

Ömür Gedik'in röportajından öğrendik ki şarkıcı İzzet Yıldızhan, üç hanımdan toplam sekiz çocuk yapmış. Çocuklarına sahip çıksa da hanımların hiçbiriyle evlenmemiş. Çocuklarının analarını sevmiş de, eşliğe layık görecek kadar değil! Kadınlar da kovmuşlar tabii kendisini. Hepsi başının tacıymış ama görüşmüyormuş onlarla. Kadın zaten evde oturmalı, çocuğunun annesi olmakla yetinmeliymiş. Ancak âşık olursa evlenebilirmiş, yokmuş yani bu konuda bir engeli.

Allah seni ıslah etsin İzzet Yıldızhan, görmüyor musun en büyük engel sensin kendine.

Ölüm döşeği fotoğrafları

Merhum şarkı sözü yazarı Tahir Paker'i hasta yatağında gösteren fotoğraf içimi acıttı. Bir adamın çaresizliğine, bedeninden fışkıran mutsuzluğa bakın, bir de ziyaretçi arkadaşlarının onunla son kez aynı karede yer almanın sevincini yansıtan çehrelerine. Ölmekte olan insanlarla fotoğraf çektirmeyin arkadaşlar. Çektiriyorsanız da medyaya servis etmeyin.


Can Bahadır Yüce - Yaralanmış erkeklik

$
0
0

Bazı liderlerin erkeklik konusunda takıntılı olduğu bilinir. Her kültürün kendine has erkeklik temsilleri var:

Mesela Putin'in kaplanlı fotoğraflarıyla Bush'un kovboy çizmeli görüntüleri temelde farklı değildir, güçlü ve maskülen lider imgesini yerleştirmek üzere ‘hazırlanmış' pozlardır. Erkekliği otoritenin önkoşulu sayan Latin Amerika diktatörleri için bunun zirve noktası pırıl pırıl parlayan sırmalı üniformalardı. Eril kimliği bir modele dönüştüren diktatörse Mussolini'ydi.

Bizde tarihi henüz yazılmayan erkeklik, medeniyet krizlerinin aynası oldu. 19. yüzyıl romanında Batılılaşma krizi “efemine züppe” tipi üzerinden anlatılmıştı (Şerif Mardin'e göre Tanzimat romanında en çok üzerinde durulan iki meseleden biri budur). Örneğin Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası romanındaki aşırı Batılılaşmış Bihruz Bey tam bir alafranga züppe tipidir.

Erkekliğin devlet eliyle şekillenmesine alışkın bir toplumuz: Sultan Mahmud kıyafet nizamnamesini 1828'de yayımlamış, fesi resmi başlık ilan etmişti. Cumhuriyet rejimiyse erkek bedenini bir deney alanı olarak daha ustaca kullandı. Özellikle şapka kanunu, Kemalizm'in ürettiği yeni erkek modelinin simgesi oldu. Değişen erkeklik ideali, Batılılaşmayı kabul ya da reddetmenin işaretiydi artık. Şapka kanununa her itiraz uygarlık karşıtlığı sayılıyordu. (Atatürk konuşmalarında ısrarla fesin geri kalmış toplumlara ait olduğunu söylüyordu.) Geç Osmanlı döneminde geleneksel erkekliğin tam karşıtı Batılılaşmış züppe tipiyken, cumhuriyetçi erkek modelinin karşıtı sarıklı ve fesli “gerici”ydi.

Edebiyatımızda bir muhalefet biçimi olarak eril söylem en çok ötekileştirilenlerin yazdıklarında baskındır. Nâzım'ın heybetli sesinde, Cemil Meriç'in yakıcı üslubunda, Ahmed Arif'in öfkesinde (“Vurun ulan / Vurun / Ben kolay ölmem”) bunu görmek mümkün... Tanpınar'ın iki kültür arasında sıkışmış erkekleri, Oğuz Atay'ın tutunamayanları, Yusuf Atılgan'ın aylak adamı tek boyutluluğu aşabildikleri için değerliydiler. Solun bir tür gürültülü belagat olarak benimsediği eril söylemin siyasal İslamcılıkla vardığı nokta ise lümpenlik oldu.

Peki, bugün yaşadıklarımızın örselenmiş ve devlet tarafından belirlenmiş erkek rolleriyle ilgisi ne? Son 14 yıldaki toplumsal değişim bu konuda epey malzeme içeriyor. Lümpen kabadayılığı yücelten televizyon dizilerinin (Kurtlar Vadisi vs.) hep popüler olduğu, nihayet mafya babalarının el üstünde tutulduğu (en azından akademisyenlerden daha çok itibar gördüğü) bir dönemden söz ediyoruz.

Tribün kültüründen askere uğurlama törenlerine kadar sayısız örnekte görüldüğü gibi, erkekliğin neredeyse kutsandığı bir toplumda siyaset de bu motiften besleniyor: Kasımpaşalılıkla övünme, “One minute!”, “reis” güzellemeleri... Bu yüzeyselliğin ardında toplumun sinir uçlarına dokunan derin bir gerçeklik var. (Bunu geç keşfeden bir siyasetçinin “hoca”lıktan vazgeçip meydanlarda sesini kalınlaştırarak kendi erkeklik imgesini kurma uğraşına tanık olmuştuk.)

Erkekliğin daima yüceltildiği, “tamamen hayal ürünü” bir ev düşünelim. Evdeki baba figürü yüz kızartıcı bir eylemde, diyelim hırsızlık yaparken, suçüstü yakalanıyor. Yaralanmış erkeklik gururu ve suçluluk duygusuyla bağırmaya, ardından gerçeği seslendiren ev ahalisini dövmeye başlıyor. İçini dökme ihtiyacıyla sık sık kahvehaneye gidip muhtarla laflıyor. Toz kondurmadığı erkeklik gururu okşanınca mutlu oluyor, düştüğü utanç verici durumu bir süreliğine unutuyor. Ama bir türlü huzura eremeyince, son çare, erkeklik gururunu kurtarmak için komşuya sataşıp mahallede kavga çıkarıyor.

Son günlerdeki savaş söylentileri biraz da bu erkeklik meselesini hatırlatmıyor mu? Modern erkeklik üzerine en kapsamlı kitaplardan birini kaleme alan George Mosse, savaş için “erkekliğin en kritik anı” demişti. Mosse aynı zamanda erkeklik imgesiyle faşizm arasında bağ kuran kültür tarihçisiydi.

Yaralanmış erkeklik gururunun felakete yol açabileceğini görmek için tarih okumaya gerek yok, üçüncü sayfa haberlerine bakmak yeterli.

Zeki Çol - Lokomotiv, raydan çıktı mı?

$
0
0

Mükemmel oyun... Net skor... Ve tünelin ucundaki ışığı gösteren bir galibiyet. Fenerbahçe, tribün deyimiyle adeta evire çevire yendi Lokomotiv Moskova'yı. Biraz dikkatli ve biraz da kısmetli olsa fark daha da artacak, tur vizesi Kadıköy'de alınacaktı.

Üst düzey bir ilk yarı oynadı Fenerbahçe. Böylesi maçlarda öncelikle gol yemeden kazanmak önemliydi. Orta alanın katkısı, Kjaer'in ilk müdahalelerdeki başarısıyla kusursuz savunma yaptı. Orta alanın oyunu iki yönüyle oynaması gerekliydi. İkinci bölgede uygulanan amansız baskı, özellikle Mehmet Topal'ın top çalmaları, Ozan'ın diri, istekli oyunu, Josef de Souza'nın skora katkısıyla bu bölgede sezonun en verimli performansı yakalandı. Hücumda kanatların etkili kullanılması, dış şutlara önem verilmesi, ceza alanı içerisine sürpriz girişlerle Van Persie'ye destek getirilmesi gerekliydi. Caner-Volkan ikilisiyle soldan, Gökhan ile sağdan kanatlar tıkır tıkır işledi. Josef de Souza'nın sürpriz koşusuyla 18'de ilk gol geldi. Dış şut sayısının azlığı eksiklik, korner atışlarında topu kaleci Guilherme'nin aksiyon sahasına göndermek yetersizlikti. Ve tabii ki Nani'nin üst düzey işler yapmak isterken, topla gereğinden fazla oynaması ve hücumdaki akışkanlığı engellemesi bir diğer yetersizlik oldu. Oyun disiplini, isteği, yardımlaşması, mücadelesi, uyguladığı baskı, takım bütünlüğü, rakibi oynatmayan ama kendisi gayet iyi oynayan görüntüsüyle Fenerbahçe ilk bölümün açık ara hakimiydi.

O hakimiyet, ikinci yarıda tempoyu artırarak ve önde uygulanan baskıyı yoğunlaştırarak çok daha etkili bir oyunu getirdi. Fenerbahçe hele de soldan sürekli geliyor, sürekli pozisyon zorluyor, sürekli gol arıyordu. Ezici bir üstünlük vardı şimdi sahada, ve tadından yenmeyecek bir futbol ziyafeti. Sahadaki coşku, tribünle bütünleşmiş, Fenerbahçe rakibini kendi alanına hapsetmiş, bu zevk veren, heyecan yüklü oyunda her an bitirici darbeyi indirmeye hazırlanıyordu. Günün sürpriz golcüsü 72'de bir sürpriz koşu daha yaptı. Yine ikinci direğe gitti. Bu defa orta bir diğer bek Caner'dendi. Ve boş durumdaki Josef de Souza Lokomotiv Moskova'nın umutlarını azaltan o bitirici darbeyi indirdi. Fenerbahçe istediği skoru yakalamıştı. Tabii ki üçüncü golü aramak da gerekiyordu. Ama artık daha kontrollü oynamanın zamanı da gelmişti. Önce tempo biraz olsun düşürüldü. Ardından Pereira'nın bir yandan hücüma taze kuvvet katan, diğer yandan da orta alan savunmasını güçlendiren hamleleri geldi. O hamlelerin gerisinde rakibin gol için risk üstleneceği ve arka alanda oluşacak boşluklardan yararlanma öngörüsü vardı. Sonlara doğru o öngörü de tuttu. Fernandao'nun direğe takıldığı, ardından Gökhan'ın az farkla auta giden şutlarından bir gol daha gelse kuşkusuz bu güzel oyun hak ettiği karşılığı bulacaktı.

Bu skor Lokomotiv'i raydan çıkarmaya yeterli mi? Fenerbahçe'nin takım savunmasındaki yeterliliği, kadro kalitesindeki üstünlüğü ve özellikle düne yansıttığı taktik disiplinin mükemmelliği dikkate alınırsa, Fenerbahçe çok büyük olasılık turu geçen taraf olur.

Dünkü oyun bu takımın yalnızca bu tur için değil, daha yukarıları istediğinin net göstergesi. Fenerbahçe'nin Avrupa Ligi'ndeki asıl yolculuğu, bence bu sezon ilk kez gerçek kalitesine yakışan oyunu sergilediği bu maçla başladı.

Ahmet Kurucan - Sağlık bilinci ve ölüm gerçeği

$
0
0

Fethullah Gülen Hocaefendi'yi alim, kanaat önderi, düşünür vb. özellikleri ile değerlendirirken çoğu zaman bir gerçeğin üstü örtülüyor ya da kaale alınmıyor.

Zihnimizin arka plandan her zaman var olan kutsal anlayışımızdan büyüklere saygıya kadar uzanan hususların bu yaklaşımdaki rolü nedir ayrıca tartışılmalı ama benim gerçek dediğim husus kelimenin tam anlamıyla gerçek. Nedir o? Hemen belirteyim; onun da bir insan olduğu gerçeği. Hisleri, arzuları, istekleri, öfkesi, kızması, sevinmesi, acıkması, uyuması, üzülmesi ve daha onlarca-yüzlerce insana ait özellikler. “Ağaç kabuğundan çıkmadım ben. Benim de bir ailem var.” dediğini kaç defa kendi ağzından duydum ben. Yıllar önce İzmir'de halasının oğlunun vefatı sonrası yanına gelen bazılarının her zamanki gibi selam verip salonda bir kenara oturması ve “başınız sağ olsun” dememeleri karşısında yüksek bir ses tonuyla “Ben de insanım. Halamın oğlunun cenazesinden geliyorum. Bir başınız sağ olsun demeniz yok mu?” sözleri hâlâ kulaklarımda çınlar.

30 yılı aşkın beraberliğimizde Hocaefendi'nin yakın akraba dairesinde vefat eden 6-7 kişi oldu. Annesi, kardeşleri, hala oğlu, eniştesi vs. Kardeşlerinin vefatında cenazeye iştirakim nedeniyle Hocaefendi'nin yanında değildim; annesi dahil diğerlerinde ise hep yanındaydım. Türkiye'de iken cenazeye iştirak, Amerika'da iken gıyabi cenaze namazından taziyeye gelenlerle yaptığı konuşmalara kadar hemen her anına şahit oldum. Hepsinde de ölüm hakikatine inanan, ölümü Mevlânâ misal vuslata ve murada erme diyebileceğim şeb-i arus olarak kabul eden, dünyadan ukbaya geçişi oturma odasından yatak odasına geçiş olarak bakan vakur ve metin bir Müslüman olarak gördüm Hocaefendi'yi.

Bir ölümün hatırlattıkları

Şunu bile diyebilirim; 10-15 kişinin orta boy bir salonda taziyede bulunduğu zaman dilimlerini fotoğraflayıp veya videoya çekip sıradan birisine gösterseniz ve “Burada cenaze yakını kim?” sorusunu sorsanız söyleyecekleri en son kişi Hocaefendi olurdu. Bana bunu söyleten yukarıda söylediğim iki kelimenin içinde gizli; iman ve ona dayalı olarak vakar ile metanet.

Fakat…Evet fakat geçen hafta çok farklıydı Hocaefendi. Bu defa vefat eden yakını yeğeninin oğluydu. İsmi Nureddin. 21 yaşında. Kan kanserinden vefat etti. 2 yılı aşkın tedavi süreci ölümle neticelendi. Hakk'ın takdiri ve takdire boynumuz kıldan ince. Allah gani gani rahmet eylesin. Merhumun Hocaefendi ile kalbi muhabbeti ve münasebeti tabii ki ayrı ama fizikî; münasebeti neredeyse hiç yoktu. 14-15 yaşında bir çocukken yapmış olduğu kısa süreli ziyaret hariç. Kaldı ki nasıl olsun? Nureddin 1994 Kasım ayı doğumluydu. Hocaefendi'nin Türkiye'den ayrılış tarihi 1999. Yani Nureddin, 5 yaşındaymış Hocaefendi Türkiye'den ayrılırken.

Vefat haberinin ikinci günü oradaydım. İkinci gün olmasına rağmen Hocaefendi'yi çok üzgün gördüm. “Çok etkiledi beni.” demiş dün taziye için yanına giden akrabalarına. Aynı halet-i ruhiyenin devam ettiğine şahit olmak ne yalan söyleyeyim düşündürttü beni. Salonda tek başınaydı. “Başınız sağ olsun Hocam!” dedim. “Sağ olasın!” diye karşılık verdi ve başladı konuşmaya. “Babasına baş sağlığı diledim, metin bir ses tonu vardı ama annesi ağlar ve ben dayanamam diye konuşmadım.” dedi. Salon arkamdan gelen insanlarla dolmaya başlarken ben önceki ölümlerdeki vakur ve metin duruşu ile şimdiki halini zihnimde mukayeseye durdum. Acaba dedim içimden Hocaefendi'de Yunus gibi: “Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm; Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.” diyor ve üzüntüsünün devamı ve bu boyutlarda olması bundan dolayı mı? İnanın aklıma gelen ilk şey bu oldu. Kim bilir? Belki de bu. Her neyse, devam edeyim: “Kadere taş atmamak lazım. Bediüzzaman Hazretleri'nin maziye kader geleceğe irade açısından bakmak sözü bu açıdan çok önemlidir. Sebeplere riayet Allah'a saygının ifadesidir.” Evet, gerçekten böyle söylüyor Bediüzzaman.

Toplumda sağlıklı yaşam bilinci oluşturulmalı

Hocaefendi'nin işaret ettiği bu önemli noktayı devam eden cümlesi ile birlikte aktarayım: “Maziye, mesâibe kader nazarıyla ve müstakbele, maâsiye teklif noktasından bakmak lazımdır. Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cez'a iltica etmemek elzemdir.” Mesâib musibetler, maaşı isyanlar ve cez'a ise feryad u figan demektir.

Ben acaba benim bilmediğim bir şeyler mi var diye düşünmeye duracaktım ki kemoterapi veya ilik nakli tedavisinin bağışıklık sistemini bozduğunu, bu esnada hem hijyen kurallarına riayet, hem de doktorların tavsiyelerini emir telakki ederek bire bir tatbikin ehemmiyetine geçti. Aynı hastalıktan vefat eden birkaç kişinin ismini sayarak tedavinin gerektirdiği usullere harfiyyen riayet edilmediğinden dert yandı. “Halkımız sağlık konusunda şuurlu değil. Umumi bir dert bu aslında. Eğitim hayatî; bir ihtiyaç. Eski-yeni çok defa tekliflerim oldu benim. Yetkililere de ulaştırmaya gayret ettim bunları. İlkokul, ortaokul ve liselere çok iyi müfredatla sağlık dersleri konulmalı. Bu derslere mahallinde bulunan doktorlar başta olmak üzere sağlık personeli girmeli. Tabandan tavana sağlık noktasındaki şuurlanmanın yolu eğitimden geçer dedim. Fakat...”

Fakat'tan sonrasını ne ben ne de siz duymak istersiniz. Zaten bu sebeple olsa gerek sustu. Ben de içine destanların sığacağı ve sadece 30 saniye kadar süren o suskunluğu yazı diliyle ifade için üç nokta koydum.

Son değindiği husus; tedaviyi terk meselesiydi. Fıkıh kitaplarında da müçtehitlerin içtihadî; müzakerelerine konu olan bu husus hakkında çok fazla konuşmadı. Bazı büyüklerin hayatlarında anlatılan tedaviyi terk ile alakalı kararların objektif değil sübjektif olup başkalarını bağlamadığını, bizim gibi sıradan insanların sebeplere riayetle mükellef olduğunu ifade ettikten sonra biraz önce söylediği o enfes cümleyi bir daha tekrar etti: “Sebeplere riayet Allah'a saygının ifadesidir.”

Ölüm: Erken ya da geç, öyle ya da böyle, hepimizi bekleyen akıbet. Aslında doğduğumuz gün başlıyor bizim ölüme doğru yolculuğumuz ve sebepleri farklı olsa da netice değişmiyor. Nureddin'in karşılaştığı ve yüzleştiği akıbet bizi de bekliyor. Üstad'ın dediği gibi “ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı kapanmıyor.” Yunus diliyle bu can bu gövdeye konuk ve bir gün gelecek kafesten kuş uçmuş gibi uçup gidecek. Allah iman-ı kâmilden ayırmasın. Nureddin'e de rahmetiyle muamelede bulunsun. Yakınlarına sabr u cemil ihsan etsin...

Hilmi Yavuz - Necatigil ve şiirlerarasılık(1)

$
0
0

Behçet Necatigil'in şiiri, Kamuran Şipal'le 1970 yılında yaptığı söyleşide belirttiği üzere, tıpkı ‘Divan şiirinde olduğu gibi […] gizlemeler, saklamalar'ın şiiridir;-bir ‘saklı su'dur!

Bu ‘saklama ve gizlemeler', Necatigil tarafından, deyiş yerindeyse değişik şiirsel taktik ve stratejilerle gerçekleştirilir. Bazen, yine onun ifadesiyle söylersem, ‘bu gizlemeler, saklamalar kendini bir kelime ile ele verir'. Bazen de, metinlerarasılığın bir varyantı olarak, Hoca'nın kendi şiirleri arasında yaptığı göndermelerle, ifşa edilir. Metinlerarasılık, bir şairin başka bir şairin şiirine, geçmişe örtük atıflarda bulunarak gerçekleşiyorsa, Necatigil bu atıfları kendi şiirleri arasında da ‘saklı, gizli' ilişkiler kurarak, ‘şiirlerarasılık' bağlamında gerçekleştirmektedir.

Bundan üç yıl önce Zaman'da yayımladığım bir yazıda [8 Mayıs 2013], Necatigil'de şiirlerarasılığın bir örneğini ortaya koymuş ve onun ‘Solgun Bir Gül Dokununca' şiiri ile ‘Sandılar' şiiri arasındaki örtük göndermeleri göstermiştim. Gerçekten de Necatigil, sanki kendi şiirleriyle kurduğu şiirlerarasılık ilişkileriyle, bir şiirini ötekine açıklatmak istiyor gibidir.

Şimdi Necatigil'in bu defa ilk kez Varlık dergisinde [Sayı:571,1 Nisan 1962] yayımlanan ‘Nilüfer' şiiri ile yine Varlık dergisinde [Sayı:845, Şubat 1978] yayımlanan ‘Kara Kehribar' şiiri arasındaki ilişkiyi göstermek istiyorum. Bu ilişki, ‘Nilüfer'in ilk dörtlüğü ile ‘Kara Kehribar'ın son dörtlüğü arasında kurulmaktadır.

‘Nilüfer'in ilk dörtlüğü şöyledir:

[A1] ‘Ben oraya koymuştum, almışlar

[A2] Arasına sıkışık saatlerin

[A3] Çıkarır bakardım kimseler yokken

[A4] Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar'

‘Kara Kehribar'ın son dörtlüğü ise, şöyle:

[B1] ‘Bir yere bir şeyler koymuştuk

[B2] Gözler, sözler arasında bir yere

[B3] Belki işlerine yarar biz yokken

[B4] Dilerim, görmüş almış olsunlar'

Dikkat edilirse görülecektir: Bu iki dörtlük arasındaki ilişki, dizelerarası bir simetri biçiminde kurulmuştur: [A1] [B1] ile; [A2] [B2] ile; [A3] [B3] ile ve [A4] [B4] ile birebir örtüşmektedir:

[A1] ‘Ben oraya koymuştum, almışlar

[B1] ‘Bir yere bir şeyler koymuştuk'

[A2] ‘Arasına sıkışık saatlerin'

[B2] ‘Gözler, sözler arasında bir yere'

[A3] ‘Çıkarır bakardım kimseler yokken'

[B3] ‘Belki işlerine yarar biz yokken'

[A4] ‘Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar'

[B4] ‘Dilerim, görmüş, almış olsunlar'

[Bu iki dörtlüğün çözümlemesine gelecek hafta devam edeceğim]

Joost Lagendijk - Türkiye hem haklı hem haksız

$
0
0

Suriye'nin kuzeyindeki savaş alanı her geçen gün daha kaotik hale geliyor.

Hakikaten de insanın, orada kimin kiminle savaştığını anlayabilmesi için sahadaki tüm hareketleri neredeyse tam zamanlı olarak gözlemlemesi gerekiyor. O zaman bile, sözgelimi, ABD tarafından desteklenen bir grubun, yine Washington'dan silah ya da cephane alan başka bir gruba karşı neden savaştığını anlamak güç.

Suriyeli isyancılar konusunda uzman olan ve övgülerle karşılanan ‘Suriye Cihadı' adlı kitabın yazarı Charles Lister, bu hafta sonu ve pazartesi günü şu tweetleri atarak şaşkınlığını ifade etti: “Türkiye (NATO üyesi), (ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan tarafından desteklenen) ÖSO'ya saldırdıkları gerekçesiyle, (ABD ve Rusya tarafından desteklenen) YPG'yi ve (ABD tarafından desteklenen) SDG'yi bombalıyor” ve “ABD tarafından eğitilen ve desteklenen Şam Cephesi'nin ve Faylak El Şam'ın, Halep'te, yine ABD tarafından eğitilen ve desteklenen SDF'nin saldırısına uğradığını görmek çok ama çok tuhaf.”

Şimdiye dek, Türkiye'nin halihazırdaki kaosun yaratılmasındaki rolü, Halep'in kuzeyindeki Suriyeli Kürt mevzilerini bombalamakla sınırlı kaldı. Ankara, YPG ya da SDG güçlerinin; Türk sınırı ile Halep ve çevresinde Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed rejimine karşı savaşan Türkiye destekli Suriyeli isyancılar arasındaki tedarik hatlarını kesmesini istemiyor. Daha da önemlisi, Türkiye, YPG/SDG'nin taarruzunun başlıca hedeflerinden biri olan Türkiye-Suriye sınırında özerk bir Kürt devletinin kurulmasına kati bir şekilde karşı.

Sınırdan öteye topçu ateşlerinin etkili olmaması halinde Türk ordusunun doğrudan müdahale edebileceği yönünde spekülasyonlar var. Türk Kara Kuvvetleri'nin Suriye'ye girmesinin pek muhtemel olduğunu düşünmüyorum: ABD buna şiddetle karşı, NATO dışarıda duracaktır ve Ruslarla savaş riskine girmeyi ancak Ankara'daki sorumsuz deli fişekler ister.

Yani Ankara, fikirlerini ortaya koymayı sürdürecek, ancak Suriye'de, Türkiye ile Rusya/İran/Esed arasında büyük bir çatışma görmeyeceğiz. Bununla birlikte, Suriyeli Kürtlerin artan nüfuzuna karşı koymak üzere Türkiye'nin çabaları sürecek. Daha önce de söylemiştim: Bu, Türkiye'nin yakın gelecekte büyük bedel ödemek zorunda kalacağı tarihi bir hata. Öte yandan, Kürtlerin Kuzey Suriye'deki rolüne ve Ruslarla olan oportünist koalisyonlarına yönelik mevcut öfkeyi ve hüsranı da anlıyorum.

Yıkıcı iç savaşların ardından hem Suriye hem de Irak için geriye sadece iki seçenek kalmış görünüyor: Sünniler, Şiiler ve Kürtler, ülkeyi bütün halde tutacak bir iktidar paylaşımında anlaşmayı beceremediklerinden ülke parçalanır. Bu başarısızlığın sonucu olarak, Türk sınırının hemen ötesinde bağımsız bir Kürt devleti (ya da devletleri) olacaktır. Eğer Ankara bu senaryoyu beğenmezse, hem Suriye hem de Irak için müsait olan ikinci seçeneği desteklemesi yerinde bir tavsiye olur: özerk bir Kürt bölgesini de içerecek olan güçlü bir federal yapıya sahip birleşik bir ülke olarak kalmak.

Başka bir deyişle: Suriyeli Kürtler, tıpkı Iraklı kardeşleri gibi, orada kalıcılar, geçmişe dönülmesi söz konusu değil ve önlerindeki seçenekler ya bağımsızlık ya da özerklik. Kaçınılmaz olana direnmek yerine, Türkiye, Suriyeli Kürtlerle (Barzani ile yaptığı gibi) iyi ilişkiler kurmaya yatırım yapmalı. Sınırın öte yanındaki Kürtlerle böylesine büyük bir pazarlığa girişilmesi, ülke içinde PKK ile bir anlaşma yapılabilmesini de muhtemel bir seçenek haline getirebilir.

Bununla beraber, Suriyeli Kürtlerin, Türkiye'nin böyle bir sonucu kabul etmesini kolaylaştırmadıklarını da kabul etmek zorundayım. Suriye'de DAEŞ'e karşı ABD öncülüğündeki koalisyonun en değerli müttefiki haline gelmelerinden sonra, Suriyeli Kürtler şimdi de ABD'yi bırakıp Rusya'ya yönelmiş görünüyor. Morgan Kaplan'ın Washington Post'taki yazısına göre, bu durum karşısında pek şaşırmamalıyız: Kürtler, Moskova'nın yanında yer almaları halinde en iyi özerklik anlaşmasını elde edebileceklerini hesap ettiler, zira Suriye rejimi üzerinde en fazla etkiye sahip olan ülke Rusya.

Putin ve Esed ile sıkı fıkı olmak, Suriyeli Kürtleri, Ankara ve Washington'da kesinlikle popüler kılmıyor. Ancak, Türkiye'nin halihazırdaki hıncını geride bırakıp Suriye politikasında yapısal bir yeniden ayarlama üzerinde çalışmaya başlamak dışında bir seçeneği de yok.

Nurullah Öztürk - Bu gidiş nereye?

$
0
0

Birey ve toplum olarak içinden geçtiğimiz sürecin nasıl olduğunu anlatmama gerek yok; yaşayarak öğreniyoruz…

Geldiğimiz noktanın insanı mutlu eden bir tarafının olmadığı aşikâr. Toplum akıl, ruh ve beden sağlığını muhafaza etmek için mücadele verirken bir yandan da akşam eve ekmek götürmenin telaşında. Bazılarımız evine götüreceği ekmeği kazanacağı işten de mahrum.

Hava kurşun gibi ağır…

Kafamda ağır sorularla girdim geceye ‘şehrin kasıklarına yaslanarak, kafa kemiklerini eritinceye kadar düşündüm'

Yüreğimse gönlümün yükünü çekemeyecek kadar yorgun,

Kutsal kitapta, Kütüb-ü Sitte'de dolaştım durdum, bir de onlara sordum.

Kur'an-ı Kerim Tekvir Sûresi'nde, “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar bulandığında, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında,

Nefisler eşleştirildiğinde (iyiler ile iyiler, kötülerle kötüler bir araya toplandığında), diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldü ‘diye.

Herkes ne getirmiş olduğunu anlar…” diye tasvir ediliyor gelecek…

Ve sûrenin 26. ayetinde “fe eyne tezhebun” “Bu gidiş nereye?” diye sorar insanlığa...

Peygamber Efendimiz (sas) ümmeti için öyle bir zaman tasavvuru yapıyor ki hiçbir insan öyle bir zaman dilimi içerisinde olmak istemez.

Özetle diyor ki;

“Öyle bir zaman gelecek ki, şu üç şeyden daha kıymetli bir şey olmayacaktır: Helal para, can-ü gönülden arkadaşlık yapılacak bir kardeş ve kendisiyle amel edilecek bir sünnet.”

‘....Öyle bir zaman gelecek ki, ilim çekilip alınacak, insanların okudukları boğazlarından aşağı geçmeyecek' (Hakim)

‘Öyle bir zaman gelecek ki, doğru söyleyen yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak, güvenilir kimseler hain sayılacak, hainlere güvenilecek' (Tebarani)

Hz. Ali, Peygamberimiz'den naklettiği şu hadiste;

‘Ümmetim şunları yapmaya başladığında onlara büyük belanın gelmesi vacip olur' dediğinde;

Yanında bulunanlar ‘Ya Resulallah nedir onlar?' diye merakla sorarlar…

Peygamberimiz, ‘Milli servet fakir fukaraya uğramadan zenginler ve mevki sahibi kişiler arasında tedavül eden bir meta haline gelirse,

Emanet edilen mal, makam ve mevki yetkili kişiler tarafından ganimet gibi görülüp yağmalanıp kendilerine helal gördüklerinde,

Cami ve mescitlerde Allah'ın rızası gözetilmeksizin, husumet, alışveriş, eğlence ve siyasete yönelik sesler işitilmeye başlandığında,

Millete, kavme onların en erzeli lider olduğunda,

Devlet otoritesinin yetersizliği sebebiyle tedhiş ve zulümle insanları sindiren zorba kişiye, zararı dokunmasın diye hürmet edildiğinde,

Bir ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli itham ve bahanelerle) hakaret ettiği zaman, artık kızıl rüzgârı (deprem), yere batışı, veya suret değiştirmeyi (meshi) veya gökten taş yağmasını bekleyin' (Tirmizi -38/2210) diye açıklamıştır.

Aslında ben sizlere yeni ekonomiden, ekonomik gidişattan, düşen petrol ve doğalgaz fiyatlarına rağmen düşmeyen elektrik ve doğalgaz faturalarından bahsetmek isterdim.

Lakin;

Usta şairin dediği gibi;

‘Silahlar gördüm

Namlusu akla çevrilmiş sahra topları

Mürekkebin utandığını gördüm basılı kâğıtlarda'

Ve sığındım en güvenilir limanlara…

Mehmet Çetingüleç - Altın emzik!

$
0
0

Suriye'deki iç savaştan kaçıp 'umuda yolculuğun' ilk etabında boğularak Ege sahillerine vuran yüzlerce çocuk ne Avrupa'dakilerin yüzünü kızartıyor, ne Ortadoğu'daki zenginlerin.

En son gazetelere Garam isimli bebeğin öyküsü yansıdı. Babası iç savaşta ölmüş. Annesi onu kurtarmak için battaniyeye sarıp Halep'ten Türkiye'ye kadar yürümüş. “Kurtulduk” dediği anda battaniyenin içinden bebeğin cansız bedeni çıkmış!

Ölüm nedeni açlık ve soğuk. Neredeyse gözünü açması ile kapaması bir olmuş Garam'ın. Sadece 1 yaşındayken dünyaya veda etmiş.

Son 5 yılda 6 milyon Suriyelinin zorunlu göçü sırasında, binlerce çocuk can verdi. Aylan bebek gibi birkaç istisna dışında hiçbirinin dosyası açılmadı, öyküleri yazılmadı. Kayıtlara sadece rakam olarak geçtiler. Ve aslında ölüm trafiğinin sessizlik içerisinde cereyan etmesi “keyfinin bozulmasını istemeyen” dünyanın işine geldi. Herkes hiçbir şey olmamış gibi kendi küçük gündeminden başını kaldırıp çevreye bakmadan; eğlenmeye, yemeye, içmeye, lüks içinde yaşamaya devam ediyor.

Uzak ülkeleri bir kenara bırakın, bu dramın kaynağı olan Ortadoğu'nun zenginleri bile neredeyse kulaklarıyla duyup gözleriyle görecek kadar yakında cereyan eden olaylardaki acıyı hafifletmek için harekete geçmiyor.

Türkiye'ye 3 milyon mülteci yığıldı. Ürdün'e, Lübnan'a mülteci yağıyor. Peki zengin Arap ülkelerinin mültecilere kapıları açtığını duydunuz mu hiç?

Aynı dine, aynı dile sahip oldukları halde açlık ve yoksulluğun pençesindeki anneleri, çocukları istemiyorlar.

Türkiye'den ne talep ediyorlar biliyor musunuz?

Kendi bebekleri için altın emzik!

Tanesi 5 bin liraya yaklaşan altın emziklerle, biberonlarla besliyorlar çocuklarını.

Parası olan istediğini alır. Ya vicdanı olan? Kendi çocuğunu altın ve pırlanta süslemeli biberonlarla beslerken aklına Suriyeli, Iraklı çocuklar gelmez mi?

Çoğunda özgürlük ve demokrasi olmadığı için oradaki anneler Suriyeli mültecilerin dramını okumuyor, görmüyor olabilir. Ama bugün Suriye'de yaşananların yarın o ülkelere yansımayacağının garantisi yok.

Belki de o yüzden mülteciler Ortadoğu'daki zengin ülkeleri değil, Avrupa'yı hedef alıyorlar. “Din birliği” karın doyurmaya yetmiyor çünkü. İnsana değer veren, hakkını, hukukunu koruyan daha uygar bir iklime doğru “ölümüne” koşuyorlar.

Ama gitmek istedikleri ülkelerde de Aylan bebeğin görüntüsüyle yumuşayan kalpler, yeniden taşa dönüşmeye başladı. Ekonomi, demokrasi ve hukuk ne kadar gelişmiş olursa olsun, Avrupa'nın yöneticileri kendi refahlarını paylaşmaktan kaçıp meydanı ırkçılara bırakıyorlar. Mültecileri yıldırmak için “ateş etme” yetkisini tartışıp, paralarını ellerinden alıyor, sınırlara tel örgüler çekiyorlar.

Oysa Ege'de ölüm yolculuğuna hazırlanan annelerin hayalindeki Avrupa bambaşka. Gidenlere ev, iş verdiklerini, orada mutlu bir yaşamın kendilerini beklediğini söylüyorlar.

Ama ne Avrupa kapılarını açıyor, ne zengin Arap ülkeleri mülteci talep ediyor.

Onların Türkiye'den istediği fiyatı 3-5 bin lira arasında değişen altın emzik, altın biberon ile fiyatı 22 bin dolara kadar çıkan pırlanta işlemeli biberonlar…

Çok yazık çok!

"Komşusu açken tok yatanlar", vicdanlarını pırlantanın keskin ucuyla dilim dilim doğrayıp afiyetle yiyorlar…


Mehmet Kamış - Kırmızı çizgiler mora döndü

$
0
0

Ülkeyi yönetenlerin ekranlara çıkıp ağzını doldura doldura ‘Kırmızı çizgimiz' sözünü etmeleri insanı gayri ihtiyari acı acı gülümsetiyor.

Bu çektiğimiz ve ihlal edilmiş kaçıncı kırmızı çizgi, saymayı unuttuk. Dünyada hiç kimsenin ciddiye almadığı, umursamadığı bu ‘kırmızı çizgimiz' sözünü Türkiye'de de sadece muhtarlar ciddiye alıyor. Ya da alıyormuş gibi görünüyor. Kırmızı kırmızı çizgilerle fiilen muhtarlığa dönüştürülmüş bir ülkenin vatandaşlarıyız artık. Oysa çok değil daha birkaç yıl önce ‘Yeni Osmanlıydık' hatırlıyor musunuz? Elimizde kocaman bir ‘One Minute' vardı ve bu gaz bizim yeni Osmanlı olma konusundaki en önemli belki de tek argümanımızdı. Ne dengesini bulmuş bir ekonomimiz, ne teknolojimiz, ne de büyük doğal kaynaklarımız yani hiçbir şeyimiz yoktu ama hayallerimiz ve bir de ‘One Minute'ımız vardı. Bu yüzden bütün Ortadoğu, Balkan ve Kafkas ülkeleri AKP bir an önce gelsin ve bizi yönetsin diye bakıyordu. Hatta bütün dünya ‘çok şükür yeni Osmanlılar geldi de buraları yönetmek zahmetinden kurtulduk' diye bayram ediyordu.

Bugün devlet yönetmenin çok ciddi bir iş olduğunu, ham ve boş hayallerle bakkala bile gidilemeyeceğini anlamanın derin hezimetini yaşıyoruz. Ham bir hayalden bugün hangi konuda ne yapacağı belli olmayan bir ülke olarak uyandık. Biraz geriye çekilip “Türkiye ne yapıyor, ne yapmaya çalışıyor, ulaşmak istediği ve bu konuda rasyonel faaliyetlerde bulunduğu amacı nedir?” diye sorduğumuz soruların hiçbirine akıllı insanların ciddiye alacağı bir cevap duyamıyoruz.

PYD çizdiğimiz bütün kırmızıları yıkıp geçmiş ama Türk jetleri sınırdan bir karış dışarıya çıkamaz halde. Sınırın bu tarafında obüslerle bomba atmaktan başka bir çaresi yok. Üstelik ABD, Rusya ve AB, Türkiye'nin ne olduğunu kimsenin bilmediği politikalarına karşı çıkıyor ve PYD'ye müdahale etmesini istemiyor.

Daha bir yıl önce katar katar yardım konvoyları götürmüş, PKK'lıların buraya gelmesi için koridorlar açmış ve bunu da kamuoyuna Kardeşlik Köprüsü diye satmıştı. Türkiye bugün aynı PYD ile savaşıyor ve ‘kırmızı çizgimiz' lafları ediyor. Ediyor etmesine de aslında bütün bunların hepsi iç politika malzemesi olmaktan öteye gitmiyor. Hükümetin ve Saray'ın sahici olan hiçbir politikası ve kırmızı çizgisi yok. Bütün bu çizgiler birer pazarlık malzemesinden başka bir şey değil aslında. Yani Türkiye'nin sahiden ne istediği belli olmadığı gibi, yola çıkarken koyduğu hedefte başarılı olamayan AKP'nin bundan sonrasındaki hedefinin ne olduğunu da, hükümet yetkilileri dahil kimse bilmiyor.

Aslında dünyada kimsenin Türk hükümetinin ne düşündüğünü önemsediği de yok. Ne ABD, ne Rusya, Türkiye'nin ne düşündüğünü ciddiye almıyor. AKP hükümetinin ve Saray'ın PYD konusunda yaptığı açıklamanın hemen arkasından ABD'nin Türkiye'nin söylediğinin 180 derece zıt açıklamalarda bulunması, Rusya'nın da ABD ile aynı şeyleri düşünmesi Türkiye'yi çaresiz bir hale sokuyor. NATO'ya güvenerek Rusya'ya racon kesen ve sınırı ihlal eden uçağı düşürme emrini veren AKP hükümetinin, ABD ile Rusya'nın aynı politikaları savunması sonrasında yapabileceği hiçbir şey yok. Türkiye sınırdan içeri burnunu soksa Suriye ile değil Rusya ile savaşacak ve arkasında da NATO'yu bulamayacak.

Türkiye nasıl itibarsız ve etkisiz bir ülke haline dönüştürülür, can damarları kesilip parçalanmanın eşiğine getirilir diye bir senaryo yazılsaydı ve o senaryoya göre hareket edilseydi, AKP hükümeti ve Saray'ın bugün yaptıkları yapılırdı.

Yazık ettiniz bu memlekete.

Mustafa Ünal - Adım adım savaşa mı?

$
0
0

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Irak'ta düştüğümüz hataya Suriye'de düşmeyeceğiz” dedi.

Bu cümleden Suriye politikasının şu ana kadar doğru yürütüldüğü sonucunu çıkarabiliriz. Peki öyle mi gerçekten? Türkiye'nin arzu ettiği netice bu muydu? Hiç sanmıyorum. Hedef çok küçüldü. Amaç Şam'da cuma namazı kılmaktı. Şimdi PYD'nin Fırat'ın batısına geçişini engellemekten ibaret. Artık Şam çok uzak hedef. Erdoğan'ın düşmeyeceğini söylediği hatadan kastı bu. Yoksa strateji Bağdat ve Şam kadar derinliğe sahip değil.

Realiteyi kabullenmek zorundayız. Türkiye ne Irak'ta tezlerini sahaya yansıtabildi ne de Suriye'de. Irak ayrı bir konu. Ayrıca tartışmak lazım. Son tartışmaları izlerken bugünlerde sık hatırladığım bir sahne var. 4 yıl önceydi. Suriye siyasetinin mimarı Davutoğlu, Dışişleri Bakanı sıfatıyla bir grup gazeteciye iftar verdi. Sonrasında uzun sohbet oldu. Her şey konuşuldu. Ana gündem Suriye'ydi.

İlerleyen saatlerde ‘Suriye'de Kürt bölgesi riskinin olup olmadığı' soruldu. Çünkü muhalefet partileri bu yöndeki uyarılarını sık sık tekrarlıyorlardı. Davutoğlu kendinden emin ifadelerle “Böyle düşünenler Suriye'yi hiç tanımıyor.” dedi ve çantasından bir harita çıkardı. Ve özetle şöyle dedi: “Biz oraları köy köy, kasaba kasaba biliyoruz. Bu haritada bunların hepsi en ince ayrıntısına kadar mevcut. Etnik yapılar iç içe geçmiş durumda. Kürtlerin müstakil bölge oluşturacak nüfusları da potansiyelleri de yok. PKK ve türevi örgütler tutunamaz. İddialar yersiz.” Keşke haklı çıksaydı ama olaylar öngördüğü gibi gelişmedi. Siyasi ömrü ‘haftalar' olarak tahmin edilen Beşşar Esed yıllara meydan okudu. Kürtler ‘özel bölgeler' oluşturdu. Nüfuzları ve etki alanları Kobani ile sınırlı kalmadı. Bunda Türkiye'nin katkısı da oldu maalesef. AKP iktidarı Kobani'de çarpışan YGP'ye destek için ağır silahlarla donatılmış Peşmerge güçlerinin Türk topraklarından geçişine izin verdi. Salih Müslim'in Ankara trafiği gizli kapaklı değil herkesin gözü önünde cereyanı etti. Bu da ayrı bir tartışma konusu. Öngörülemeyen politikanın çarpıcı örnekleri.

Türkiye Irak'tan sonra Suriye'de de ‘kırmızı çizgiler' ilan etti. YPG'nin Fırat'ın batısına geçmesi savaş sebebi. YPG ‘tek başına' değil. En başta stratejik ortak ABD terör örgütü olarak görmüyor. Rusya'nın Türkiye'yi ateşin içine çekmek için YPG'yi bir araç olarak kullandığı da sır değil. Menag Havaalanı ve Azez'deki gelişmeler sınırda savaş rüzgârlarının esmesine neden oldu. Türkiye, top atışıyla karşılık verdi.

Daha fazla tırmanır mı? Savaştan kasıt kara harekâtı... Türkiye'de karadan Suriye'ye girer mi? Hükümetten gelen mesajlar bu seçeneğin göz ardı edilmemesi gerektiği yönünde. Türkiye adım adım savaşa mı gidiyor? Bir sıcak çatışmanın YPG ile sınırlı kalmayacağı herkesin ortak kanaati. Suriye sadece yerel dinamiklerden ibaret değil çünkü. Süper güçlerin oyun sahasına döndü. Rusya'dan Çin'e, Amerika'dan İran'a kadar.

Suriye'nin Üçüncü Dünya Savaşı'nın sahası olacağı tezleri boşuna değil.

Savaşın eşiğinde miyiz? Görüntü siyasi iradenin istekli, bürokrasinin ise temkinli olduğu yönünde. Türkiye burnunun dibindeki gelişmeleri yakından izleme ve olumsuz gelişmelere karşı müdahil olma hakkına sahip. Ama atılacak adımın iyi hesap edilmesi lazım. Bazı kaygılar var. Sağduyu elden kaçabilir. Ankara öylesine dağınık ki... Bir milli mesele karşısında bırakın muhalefetle yekvücut olma arayışını hükümetin içinden bile farklı sesler yükselmekte. Bakanlar farklı frekanstan konuşuyor. Savaş ihtimalinden daha olağanüstü durum olabilir mi? Hayır. Bu şartlar altında bile siyasi liderlerin Cumhurbaşkanı'nın başkanlığında bir masa etrafında toplanması mümkün değil. Bu dağınıklık karşısında Türkiye adına endişelenmemek mümkün mü?

Sanki Türkiye adım adım cepheye çekiliyor gibi...

Lale Kemal - Türkiye büyük tuzağın içinde

$
0
0

Türkiye'nin, Suriyeli Kürt grupların mevzilerini topçu ateşine tutmasına müttefikler tepki verirken Suriye ve hamisi Rusya, Ankara'yı BM'ye şikâyet ettiler. Ankara zaten çoktandır, uluslararası topluluğun sürekli maraza çıkartan bir üyesi haline geldi.

Fırtına adı verilen 40 km menzilli Güney Kore desteğinde geliştirilen toplarla, Türkiye toprakları üzerinden Kürt hedeflerinin vuruluyor olması Ankara'dan başka, dünyadan başka okunuyor. Kimi vatandaş, “Topçularımız Suriye'de Kürtleri vuruyor, içeride de yine Kürtleri vuruyor.” şeklindeki kan dondurucu duyarsızlıkla bugün ani bir seçim olsa yine iktidar partisine oy verebilir. Ne var ki dünya, adeta akıl ve mantığını kaybetmiş bir Türkiye okuması yapar hale geldi.

Arazide durum ise Türkiye'nin nasıl bir tuzağa düşürülmekte olduğunu gösteriyor. Türk topçu atışlarının esas harekât mevzilerinde ciddi hasara yol açmadığı, Suriyeli Kürt grupların, Rusya ve Suriye desteğinde Türkiye sınır bölgelerini, Ankara destekli muhalif denilen gruplardan yavaş yavaş temizlediğini gösteriyor. Başbakan Davutoğlu'nun, “Azez'in düşmesine izin vermeyeceğiz, Miniğ Havaalanı'nı da kullanılamaz hale getiririz.” şeklindeki uyarılarının arazide karşılığı yok gibi.

Davutoğlu, Ukrayna yolunda tehditler savururken bölgeden gelen Reuters çıkışlı haberlere göre, Suriyeli Kürt gruplar PYD ve YPG'nin destek verdiği Suriye Demokratik Güçleri, Türkiye'ye 8 km ötedeki Azez'den muhalif grupları püskürtüp Türkiye sınır bölgelerini önemli ölçüde ele geçirdiler. Yine Kürtlerin, Türkiye sınırı yakınlarında Tel Rifat kasabasının yüzde 70'ni ele geçirerek, IŞİD militanlarını da doğuya doğru ittikleri bildiriliyor. Gerek Suriyeli Kürtlerin PYD'si ve onun silahlı kolu YPG, gerekse Suriye ve hamisi Rusya, caydırıcı bir etkisi olmadığını bildikleri halde Türkiye'nin topçu atışlarını kendi lehlerine çevirmek için propaganda amaçlı BM nezdinde kullanıyorlar. Yani Türkiye'yi tuzağa düşürüyorlar.

Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, hafta sonunda Kanal 7'ye verdiği demeçte, “Türkiye topçu atışları gibi caydırıcı önlemlere başvurmazsa yarın kimin komşunuz olacağına da karar veremezsiniz.” mealinde sözler sarf edip, “Türkiye kenardan izlemez.” diye de ekliyordu.

Akdoğan, iktidarın, Suriyeli Kürtlerin Türkiye'nin komşusu olmasına engel olmaya dönük hamlelerini itiraf ederken yanı başımızdaki gelişmelere de izleyici kalamayacağını belirtiyordu. Ne var ki, Türkiye, Suriye iç savaşında tarafgir tutumuyla, bu ülkedeki gelişmeleri ulusal çıkarlarını kollayacak biçimde etkileyecek bir aktör konumundan çoktandır çıktı. En büyük hatalarından biri ise yanına çekmesi gereken Suriyeli Kürtleri düşmana dönüştürmesi oldu. Ama ileride komşusu olmasına engel olamayacak gibi.

Diğer yandan, TSK'nın, bir BM kararı olmadan Türkiye'nin Suriye'ye tek yanlı bir müdahaleye kalkışmasına direneceğini biliyoruz, asker göz göre göre mağlubiyeti kabullenmez.

Akıl ve mantıktan kopma hali bir ülkeyi sürekli daha büyük buhranlara sürükler.

NOT: Mehmet Baransu, tutuklu ya da tutuksuz yargılanmakta olan diğer gazeteciler gibi demokrasinin artık işlemez olduğu bir sistemin kurbanı. Sistem adamına göre muameleye geçit verdiğinden kimin sesi gür çıkarsa rüzgârı onun lehine estiriyor ister istemez. Anayasa Mahkemesi, meslektaşlarımız Can Dündar ve Erdem Gül'ün, tutukluluk hallerine karşı yaptıkları başvuruyu, kısa sürede incelemeye almasına karşın Baransu'nun benzer yöndeki talebini uzun süredir bekletiyor. Demokratik erdem, tüm haksızlıklara karşı ayrım yapmadan tepki vermeyi ve kapsayıcı olmayı gerektirir. Halkı hak ihlallerine karşı harekete geçirmesi gereken muhalefet partileri, amasız, topyekün demokrasi için gerekli duyarlılığı oluşturacak bir farkındalığa sahip değiller ne yazık ki.

A. Turan Alkan - İki kaybeden: IŞİD ve Türkiye

$
0
0

Hatırlıyor musunuz, bir aralar sabah-akşam IŞİD tehlikesinden bahseder olmuştuk.

Sadece biz değil, dünya basını da durup dururken Suriye'nin orta yerinde zuhur eden bu kıyâmet askerlerinden bahsediyor ve çağın en büyük tehlikesi olarak gösteriyordu. Doğrusu görünmeyecek gibi de değildiler. Popüler bir politik tüketim nesnesi olarak çok başarılı bir dizayna sahiptiler. Ambalajları, yani üniformaları ‘unutma beni' dercesine akılda kalıcıydı. Siyah üniforma üzerine kara maskeler takıyor, ‘Ukab' sancağını hatırlatan bir logo kullanıyor, vaktiyle Harici takımının tükete tükete bitiremediği mottoları tekrarlıyordu. Görünürlükleri muazzamdı; 28 Şubat günlerinin Aczimendi show topluluğu gibi bir gören daha unutmuyordu. ‘Ürün'le hâlâ ilgilenmeyen alâkasız tüketici kitlesi ise bir anda veba gibi video sitelerine yayılan kelle kesme, rehineleri cayır cayır yakma görüntüleri ile iknâ edilirken biz o esnada DAEŞ midir, yoksa IŞİD mi tartışmasındaydık ve bu adlandırma problemi neredeyse felsefi bir derinlik kazanmak üzereydi. Siyaset bilimcileri IŞİD'in Ortadoğu'da kalıcı olduğunu, eninde-sonunda radikal Sünni bir devlet kuracaklarını öngörüyorlardı.

Dış politikadaki kavrayışım zayıftır ve kalite itibariyle stratejik derinlik yazarının mütebahhiresinden fazla değildir; işte o kertedeki safderunluğuma rağmen diyordum ki, yedi düvelin düşman ilan ettiği bu vahşi savaşçılar topluluğunun hava gücü yok; deniz gücü yok, perişanlığı müsellem Irak ordusundan ganimet diye ele geçirdikleri birkaç ağır silahtan başka etkili kara birlikleri de yok; öyleyse niçin hâlâ etkili olabiliyorlar? Nâçizâne tahminim IŞİD'in kimyevi reaksiyonu hızlandıran ve ayrıştıran bir katalizör olduğu, aniden zuhur ediverdikleri gibi, görevleri sona erdiğinde kimyevi denklemden hızla çıkarılacaklarıydı. Ortadoğu dengelerini bilenler, ‘Yok aga' diyorlardı; ‘durum bildiğin gibi değil, Harici Selefiliğin Irak ve Suriye topraklarında 13 asırlık bir geçmişi var. Bu nevzuhur bir şey değil, tarihi dinamikler vb…'

Vaziyet bu minval üzre sürüp giderken ve IŞİD'in nasıl tabii bir uzviyet halinde büyüyüp serpilmesini, ganimet petrol satışıyla nasıl köşeyi döndüklerini filan tartışılırken a, bir de baktık devreye Rusya girivermiş. İşin eğlenceli yanı Rusya'nın bile Suriye'deki varlığını IŞİD tehlikesiyle meşrûlaştırmaya çalışmasıydı. ABD, IŞİD tehlikesi için Suriye'deydi, kezâ İran ve Lübnan Hizbullah'ı, Esed bile ‘demokratik Suriye muhalefeti'ni bir yana koymuş IŞİD tehlikesine karşı mevzilenmeye başlamıştı. Suriyeli Kürtler, IŞİD karşısında askeri başarı kazanabilmiş tek ‘seküler' savaşçı unsur olarak dünyanın sempatisini bu dönemde kazandı ve güney sınırlarımızda kantonlaştı. Bizimkiler de hâliyle IŞİD'i önemsemek, özellikle kaçak petrol ticaretinde elimizin ne kadar temiz olduğunu isbat davasındaydılar. Anlaşıldığı kadarıyla IŞİD'in ardında süper bir güç filan yoktu; ganimetle geçiniyor, sıcak ganimet gelirini bolkepçeden bölüştürerek yayılıyorlardı.

İmdi vaziyet şu merkezdedir: Suriye'deki bütün süper güçler (İran dahil) IŞİD aleyhine müttefik oldu. Kimisi fırsattan istifade kantonuna kavuştu, kimi askeri üsler ve limanlar elde etti. Suudiler bile İncirlik üssümüzde ‘devremülk' kategorisinde bir zilyedlik statüsü kazanmayı başardı. Bir mânâda Suriye'nin yeni haritasını belirleyecek askeri dinamikler bölgedeki varlıklarını berkittiler. Galiba bu hercümercin tek kaybedeni Türkiye'ydi. Rojova'da hükümranlığını ilan edip ABD ve Rusya'nın desteğini kazanan YPG'nin Hatay sınırlarına kadar uzanmaması için devlet cihazımız bütün dikenlerini sivrilterek teyakkuza geçti. İçeride ise kuruluşumuzun 100. yılında yeniden vatan topraklarını ele geçirip bayrak dikme ve mülteciler meselesiyle başbaşayız.

IŞİD'e gelince, bölgedeki rolü bitti galiba. Nisan sonlarında durum daha netleşir. Bakalım bu ‘derinlikli' tahlilim tutacak mı?

Necati Kola - Turfanda futbol

$
0
0

Türk Dil Kurumu'na göre ‘turfanda', mevsimin başında yetişen kaliteli, lezzetli ilk ürün demek. Şaşaalı transferlerin ardından futbol mevsimi başladığında ermiş, tadından yenmeyen bir oyun izleyebildik mi? Hayır. O günlerde ne deniyordu? “Daha mevsimin başındayız. Oyuncularımız henüz uyum sürecinde. Havalar da çok sıcak…”

Sonra mevsim ortası geldi, bu arada birçok teknik adam değişti, unutamayacağımız güzellikte bir maç izleyebildik mi? Birkaç istisna dışında hayır. Bu sefer ne dendi? “Devre arasını iyi değerlendirip bize yakışır bir futbolu sahaya yansıtmak istiyoruz.”

İşte devre arası da geçti. 21. haftayı geride bıraktık, mevsimin sonlarına yaklaşıyoruz. Şampiyonluk ya da kümede kalma mücadelesi veren takımların maçlarındaki heyecan kimseyi yanıltmasın, İngiltere Premier Ligi'ndeki Norwich City-West Ham United müsabakasını bile sonuna kadar keyifle izleyen tarafsız bir futbolseverin Süper Lig'de 90 dakika boyunca zevk aldığı karşılaşma sayısı yine üçü-beşi geçmiyor. Yakında şu sözleri sıklıkla duymaya başlayacağız: “Ligin sonuna yaklaştık. Önemli olan güzel futboldan ziyade kazanmak.”

Türk Dil Kurumu'nun tarif ettiğinin dışında ‘turfanda'nın bir anlamı daha var: “Meyve ya da sebzelerin doğal şartlarda yetişemediği mevsimlerde bu ürünleri elde etme yöntemi.”

İthal edilen tohumlarla ve hormon takviyesi yapılarak cam veya naylon seralarda yetiştirilen bu ürünler, mevsimindekinden biraz daha pahalı ve biraz daha lezzetsiz oluyor haliyle.

Türk futbolu, uzun yıllardır doğal şartlarda oyuncu yetiştiremiyor. Son dönemlerde birçok işadamı çiftlik satın alıp tarıma, hayvancılığa yatırım yaparken; futbolumuzu yöneten zenginler fiyatları düşürme bahanesiyle ithalatçılığa soyunmuş durumda. Kulüplerimizin organik tarım denemelerini rahatlıkla yapabilecekleri altyapılar ise maalesef ‘dostlar alışverişte görsün'den ibaret. Hal böyle olunca ligimiz yabancıdan geçilmiyor. Yabancı sayısı, transfer edilecek oyuncularla ilgili hiçbir kriter (yaş, millilik sayısı vs.) belirlenmeden neredeyse serbest bırakıldı. Yerli statüsünde oynayan gurbetçi futbolcuları da kattığımızda kulüplerin kendi yetiştirdiği futbolcular azınlıkta kalıyor.

İşte, 21. hafta maçlarındaki ilk 11'lerin yüzde 47'si, sonradan oyuna girenlerin yüzde 42'si yabancı. İstisnalar haricinde bunların çoğu yerlilere ayak uydurmuş vaziyette. Ligimize bir şeyler katmaktan ziyade ya ortama uyup durumu idare ediyorlar ya da ellerinden geleni yapsalar da kapasiteleri bu. Dolayısıyla, yeni yapılan 30-40-50 bin kişilik modern seralara rağmen mahsule baktığımızda hem lezzetsiz hem pahalı. Tribünler de bu yüzden dolmuyor. Bunda geçmiş dönemdeki hileli üretimlerin de büyük payı var. Türk futbolu bir an önce organik tarıma geçmeli ki her mevsimde lezzetli oyun izleyebilelim. Halkın son yıllardaki organik tarıma yönelişinden federasyonun da haberi vardır diye düşünüyorum. Aksi takdirde insanlar şehirdeki maçlardan iyice soğuyup ‘köy futbolu'na yönelecek!

Bu arada, bazı Süper Lig takımlarının sahası tarla gibi. Lig TV'de Şansal Büyüka ve ekibinin her hafta şikâyet ettiği bu zeminlerde sağlıklı üretim yapılamayacağı gayet açık!

Son söz: Hadi diyelim ki Antalya ve çevresindeki seralarda yetişen sebzeler Rusya ile uçak krizinden ve komşularla ‘sırf sorun' politikasına geçilmesinden dolayı bir süredir ihraç edilemiyor. Peki ya her kış Antalya ve çevresinde güç depolayan Süper Lig'imizin yurtdışında, en azından Balkanlar'da, Kafkaslar'da, Orta Asya'da, Ortadoğu'da, Körfez ülkelerinde neden hiçbir alıcısı yok? Marullar, domatesler de turfanda; Raul'lar, Meireles'ler de turfanda!

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live