Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Ali Aydın - İsveçli hakem hızlı oyuna katkı yaptı

$
0
0

İsveçli hakem Martin Strömbergsson, başarılı bir müsabaka yönetti. Mücadelenin her anında kontrolü elinde tuttu.

Yorumlarla iyi bir hakem profili çizdi. Gösterdiği sarı kartlarda haklıydı. Özellikle ofsaytlarda, avantaja dönüşerek kalecilerin kontrol altına aldığı toplarda oyunu kesmedi. Seyir zevkine ve hızlı oyuna katkı sağladı. Her iki takımın futbol oynamaktan başka bir düşünce taşımaması, rakibe ve kararlara olan saygıda da birleşince, agresif bir yapıdan uzak bir oyun ortaya çıktı. Tabii ki burada hakem ve kararlarına olan inanç ve güven önemliydi. Yardımcı hakemler bıçak sırtı dediğimiz; oyuna, skora ve sonuca etki edebilecek önemli ofsayt pozisyonlarına yakalandılar. Ve ofsayt olmayan, yanılabilecekleri pozisyonlarda hep doğru kararları vererek oyunu devam ettirmeleri doğruydu. Yani hakemler adına bir futbol maçında verilmesi ya da verilmemesi gereken tüm kararlar, kural ve talimatlara uygun bir şekildeydi. 2-0'lık skor avantajına sahip Fenerbahçe'nin, rövanşta da başarılı oyununu sergileyip bir üst tura çıkmasını, Türk futbolu adına bekliyoruz.


M.Nedim Hazar - Gönül rahatlığıyla

$
0
0

Herhalde F.Bahçe kalecisi Fabiano kariyerinin (antrenmanlar da dahil) en rahat maçını oynamıştır.

Lokomotiv Moskova kendi liginde aylardır maç oynamamasından mıdır, yoksa takımın belkemiği iki oyuncusunun eksikliğinden midir bilinmez, değil Avrupa Ligi, bizim ligimizde alt sıralarda mücadele eden takımlardan bile daha kötü bir görüntü sergiledi.

Bundaki en önemli etken, belki de F.Bahçe'nin bugüne kadar Avrupa kupalarındaki en iyi mücadelesini sahaya yansıtıyor oluşuydu. Bir kere başta Caner olmak üzere, Mehmet ve Gökhan gibi üst düzey performans gösteren oyuncuları vardı Sarı-Lacivertli ekibin. Nani, Van Persie ve Souza'nın da bu koroya katılımıyla müthiş bir armoni tutturmayı başardı ev sahibi ekip. Konuk takım, ilk yarının ilk çeyreği hariç (az biraz da ilk yarının son beş dakikası) neredeyse hiçbir varlık gösteremedi.

Şurasını skordan bağımsız olarak yazıyorum; F.Bahçe'yi bu sezon ilk kez 90 dakikayı homojen olarak kullanırken gördüm. Neredeyse maçın her anında aynı ritmi tutturan motor gibiydi F.Bahçe. Belki de Moskova ekibinin mecalsizliğiydi böylesi bir istikrarlı performansın ama rakip kim olursa olsun Sarı-Lacivertliler bu kimya ve ritmi bozmazlarsa, başta bu maçın rövanşı olmak üzere, Avrupa kupalarında hemen her takımı zor duruma sokabilirler.

Maçın hakemi beni inanılmaz derecede etkiledi. Hatasız maç yönettiğinden değil bu övgü. Hatta birkaç avantaja bırakması gereken atağımızı da kesti. Topu sürekli oyunda tutma çabası ve futbolcunun pedagojisiyle oyuna yaklaşması takdire değerdi. Hakem kararlarının belki de maçın kaderini ‘sıfır' etkilediği nadir oyunlardan biriydi dün akşamki müsabaka.

Ev sahibi ekibin genel oyun mantığını şüphesiz kurgulayan F.Bahçe teknik direktörüydü. Ancak maça Volkan Şen ile başlayıp, maçın tam da bu futbolcunun üstün yeteneklerine uygun bir hüviyete dönüştüğü anda, bu silahı oyundan alması pek mantıklı değildi. Volkan, oyundan olmadığı son çeyrekte mücadeleye devam etse, belki de F.Bahçe turu dün akşam garantilemiş olarak sahadan ayrılabilirdi!

Lokomotiv Moskova, çok büyük bir hata yapmazsak, F.Bahçe'nin dişine göre bir takım değil. Bu nedenle rövanş maçı pek de zor geçmez zannımca. Ancak futbol bu malum. Bazen inanılmaz futbolcu hataları, kimi zaman hakem, bazen de kaderin cilvesiyle sürprizler olabiliyor. Ne ki, gönül rahatlığıyla çıkılacak bir rövanş maçı var ve bence Sarı-Lacivertli ekibin teknik kadrosu, bir sonraki turdaki rakiplerini analiz etmeye başlamalı.

Reha Çamuroğlu - Bu ayıp da bize yeter!

$
0
0

Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el Cübeyr, üzerinde kan lekesi bulunmayan bembeyaz kefiyesinin içinden konuşuyor;

“Rusya sivilleri bombalıyor, sivillere katliam uyguluyor.” Devam ediyor, yıllardır tekrarlanan teraneyle, “Esed'in işi bitti”. Bu size bir şey hatırlatıyor mu?

Savunma bakanları boş durur mu, dışişleri bakanına destek atıyor; “Jetlerimiz İncirlik Üssü'ne vardı.” Bizim yetkililer açıklıyor: “Suudi jetleri önümüzdeki günlerde İncirlik'te olacak”. Koordinasyona bakın, ya Suudi bakan jetlerinin nerede olduğunu bilmiyor ya da bizim yetkililer topraklarımıza inen jetlerden habersiz. Bu koordinasyonla bir de savaşacaklarmış!

Durum böyle olunca sevinebilirmişiz herhalde. Daha geçen hafta Yemen'de bir düğünü bombalayıp 200 kişiyi öldürerek bir “zafer” kazanan Suudi jetleri bize destek olmaya gelmiş, ne mutlu cennet vatanıma! Çok Osmanlı “sever”iz ya dün dündür bugün bugündür. Aynı Suudiler “çok sevdiğimiz” Osmanlı'yı kâfir ilan etmişler zamanında ne gam! Aynı Suudiler Bahreyn'de Yemen'de binlerce insanı katletmişler ne gam! Aynı Suudiler üzerlerinde doğru dürüst giysileri dahi olmayan Husi savaşçılara karşı karada girdikleri her çatışmada sıkı bir dayak yemişler ne gam! Suudi ordusu diye bir şey varmış da NATO'nun ikinci büyük ordusunun yardımına geliyormuş! Ne mutlu bize! Artık denizde karada bize ölüm yok! Yaşasın Kâbe'de dozerle hacı cesedi toplayanlar, arada hâlâ canlı olanlar kalmışsa onları da kepçeyle toplamışlar! Ne yani ortada mı bıraksalardı!

Demek ki bu kadar zor durumdayız ki en kirli müttefiklere dahi muhtacız. Katar, BAE, Kuveyt, Suudi Arabistan, hadi elinizi korkak alıştırmayıp buna Sudan'ın “insan sever” diktatörü Beşir'i de ekleyin, ortaya yüz akı bir ittifak çıktı demektir. Böyle bir ittifakla dünyanın önüne çıkıp Suriye'deki “mazlumları” koruduğunuzu pek güzel anlatabilirsiniz. Herkes de inanır, öyle ya bu sayılanların insan hakları sicilleri nasıl da temizdir!

Demem o ki müttefiklerimizde bir sorun yok. Geriye küçük bir ayrıntı kalıyor. Bu değerli müttefiklerle birlikte Suriye'ye yapacağımız bir kara harekâtında pek “değersiz” karşı cepheye vuracağımız darbenin büyüklüğü ve kendi halklarımızı kurtarmışken, kendi halklarımız sevgi, barış ve refah ortamında yaşarken Suriye halklarına da bu mutluluğu nasıl taşıyacağımız.

Gelelim “pek sefil” rakiplerimize. Rakip dememe şaşırmayın, şimdilik öyleler ama Suriye'ye girdiğimiz yahut topraklarımız üzerinden herhangi bir “kamikaze” birliği gönderdiğimiz anda “düşmanlarımız” diyeceğimiz bu “rakipler” sahiden “pek sefiller”.

Başta elbette yeni komşumuz Rusya var. Dünyanın ikinci büyük askeri gücü ve muazzam savaş teknolojisi hiç şüphesiz onları kurtaramayacaktır. Unutmayınız ki “Bir Türk cihana bedeldir” isterse bu Türk sıvasız bir gecekonduda yetişmiş olsun. Unutmayalım “askerimiz fakirdendir”. Bu büyük güce Suudilerin parayla oradan buradan topladıkları muazzam kara güçlerini eklediğinizde elbette Rusların dizlerinin bağı çözülecektir.

İkide bir “Sakın PYD'yi vurmayın” deyip duran ABD'yi unutmayalım. Onların ne yapacakları ise toptan belirsiz. Yoksa atı alan Üsküdar'ı geçti de biz yine mi habersiziz yahut “aldatıldık” mı? İran'ı, Suriye Ordusu'nu, Hizbullah'ı henüz saymadık. Suudiler mutlaka bu ikincil güçleri hesaba katıp bir plan yapmışlardır. Öyle ya çok zengin olanda akıl da bol olur! Anlayacağınız Suriye sorununu şimdiden hallettik, oralarda “Toledo” ihalelerine başlayabiliriz. Halkımız böyle durumları önceden tespit ettiğinden pek güzel tanımlamıştır;

“Hasan Dağı arpalıktır, eğer saban yürürse,

Her derede bir değirmen, eğer suyu gelirse,

Her köylüden bir tavuk, eğer köylü verirse,

Güzel gidiş bu gidiş, eğer sonu gelirse.”

Nurullah Öztürk - Beşiktaş'ı sis de durduramadı

$
0
0

Ankara'da yaşanan terör olayında yaşamını yitirenlerin yakınlarına sabır diliyorum.Kar yüzünden ertelenen maçın bu kez de sis yüzünden oynanması zora girse de maç sisli puslu bir terör akşamında başladı.

Hafta sonu Başakşehir maçında hakem gasbı yaşayan, defansının göbeğinde ideal ikilisinden yoksun geçici bir çözümle sahaya çıkan Beşiktaş, maçın başlamasıyla beraber oyunu MİY yarı sahasına yıktı.

MİY oyun planını defans ağırlıklı ve sürpriz arayışı üzerine kurmuştu. Lakin Beşiktaş olası bir sürprizin nelere mal olabileceğinin farkındaydı.

Başakşehir maçında son 30 dakikadaki performansıyla beraberlikte en önemli pay sahibi olan Q7 bu maçta da oldukça istekli ve hareketliydi. Sürekli kanat değiştirerek sağlı sollu ortalarla rakip kalede pozisyonlar hazırladı.

MİY'nun oynamadan oynatmama stratejisi ilk yarıyı ‘al gülüm ver gülüm'e çevirdi.

Beşiktaş topa sahip olmadaki ezici üstünlüğünü aynı oranda skora yansıtamadı ve 0-0 biten ilk yarıda amacına ulaşan MİY oldu.

Beşiktaş'ın gol bulabilmesi için daha önceki maçlardaki performans, pas trafiği ve temposuna ulaşması gerekiyordu.

İlk yarıda arzuladığı golü bulacak varyasyonları yapamayan Beşiktaş, hakemin ilk yarıyı bitiren düdüğüyle birlikte maçı çevirecek nasıl bir strateji uygulanması gerektiğini konuşmak üzere soyunma odasının yolunu tuttu.

Nitekim oyunun en durgun adamı Gökhan oyundan alınırken Cenk sahaya sürüldü.

Ümit Özat da kontratak arayışları için sahaya Pedriel'i sürdü.

Maçın ikinci yarısı başladığında stadın üstüne çöken sis, görüş mesafesini o kadar çok düşürdü ki futbolcuları seçmek bile zorlaştı.

Beşiktaş ilk yarıda olduğu gibi oyunu yine rakip sahada oynuyor ama bir türlü pozisyon üretemiyordu. MİY bu yarıda oyunu biraz daha ileride kurmaya çalıştı. Bu durum BJK için defans güvenliğini unutma uyarısıydı. Nitekim MİY'nun kontratak aradığı peş peşe iki pozisyonda Beşiktaş defansının merkezindeki iki isim Necip ve Tosiç sarı kart gördü.

Şenol Güneş son yarım saate girilirken Gomez-Olcay değişikliği ile bir hamle daha denedi.

MİY defansının atakları kesmek için sık sık başvurduğu faullerden birinde topun arkasına geçen SOSA ustalığını konuşturarak stresi ve sisi kaldırdı: 1-0.

Önceki maçlarda olduğu gibi bu maçın da sahadaki en iyi adamı Atiba'ydı. Atiba ne kadar iyiyse Oğuzhan da o kadar kötü bir günündeydi.

1-0'dan sonra MİY oyunu açarak kendi sahasından çıkmaya başlasa da defans yerinde müdahalelerle bu atakları savuşturdu.

Maçın tartışmalı hakemi Barış Şimşek sise rağmen oyunun gidişatına etki edecek bir eylemde bulunmayarak endişeleri giderdi.

Beşiktaş ülkenin üzerinde kara bulutların dolaştığı sisli İstanbul akşamında ertelenen üç puanını cebine koyarak evinin yolunu tuttu.

Ali Bulaç - Milli ve milli olmayan!

$
0
0

Kelimeler kesici bir aletin bedende yara açması gibi insan zihninde iz bırakır. “Kelime”nin kök anlamı da budur zaten.

Kendi semantiğinden koparılmış bir kelime, hakikat temelinden koparılmış düşünce hükmünde olduğundan, bizi yanlış menzillere götürmesi mukadderdir.

“Millet”, İbrahim aleyhisselamın şahsında bir peygambere nisbet edilen din ve şeriat (hukuk) demektir, sayısal manada insan topluluğu ifade etmez; ne ulus manasında kullanılabilir, ne kavim! Ulus, orduların güç kullanarak ele geçirdikleri devletler tarafından icad ve inşa edilen sanal topluluktur. Ulusun ne ontolojik, ne tarihsel ve ne de bir hakikat değeri vardır. Ulus karşılığında kullanılan “millet” de sadece “hayali/sanal bir topluluğun inşaı” işleminde kullanılan ve fakat dini sahih değeri suiistimale uğratılmış bir kelime olarak iş ve işlev görür. Bu çerçevede ulusun ihtiva ettiği şeylerin tedarikinde istihdam edilen “millet” devletin inşaatı demektir. Sağcı milliyetçiler ne derse desin, milli olan devlete ait olandır. Öyle ki devlet kendini iç ve dış düşmana korumak üzere başında “milli” kelimesini kullandığı iki bakanlık ihdas etmiştir: Milli Savunma ve Milli Eğitim Bakanlığı.

Binaenaleyh, bir fikre veya bir tutuma “milli” sıfatını verdiğimizde “devlet ait” fikir-ideoloji ve politik tutum; “gayri milli” dediğimizde de devlete ait olmayan, sivil fikir ve tutumu anlarız. Fakat yaygın kültürde “milli” bu topraklara, bu ülkeye ait ve yerli, “gayri milli” de yabancılarla, ecnebilerle ama özellikle ülke düşmanlarıyla ilişkili olan akla gelir.

Şimdi bu temel farkı göz önünde bulundurduğumuzda “milli olan”la “milli olmayan” arasında farkı nasıl ayırt edeceğiz? Bu sorunun cevabı, son zamanlarda yeniden gündeme gelen “milli ve yerli olan”ın yukarıdan empoze edilen politik tutuma ilişkin tercihimizi de belirleyecektir. Cevap, büyük ölçüde Türkçe, Farsça, Kürtçe ve “millet” kelimesini sahih anlamında kullanmayan kavimlerin yapması gereken muhasebeyle de ilgilidir. Bu muhasebe sanıldığından da zordur. Düşündüğümüzün aksine, Arapça kökenli Kur'ani terim ve kelimelerin dilimizde kullanılması İslam semantiği açısından her zaman bir avantaj değil, dezavantajdır. Çünkü galatımeşhuru tashih etmek bazen mümkün değildir. Millet, Hz. İbrahim'in hanif dini ve Efendimiz'in ihya edip ikmal ve itmam ettiği din ve şeriat manasında iken, bugünkü kullanımda devletin inşa ettiği, ulus/kavim manasına kalbedilmiştir. Kelimenin bu manadaki kullanımı Kur'an'ın hak ve hukukuna bir tecavüzdür.

Bu açıdan baktığımızda devletin ve Fransız ulusçuluğu manasında kelimeyi kullanan aydınların dilinde millet devletin ideolojisi ve inşaatıdır. Temel çelişki, devletin ulus ideolojisi ile din ve şeriat arasındadır. Asıl çelişki dini olanla seküler-laik olan arasında olduğundan, Müslümanların birliğini savunanlar ile Türk –veya Arap, Fars, Kürt- milliyetçiliğini savunanlar arasındadır. Ve bütün kavimlerin milliyetçilikleri birbirine benzer, biri diğerinin kopyasıdır. Milleti kavim birliğine, ırka, etnisiteye veya devletin ideoloji ve politik tutumuna indirgediğinizde, dininizden mezhebinize kadar bütün İslami mirası reddetmelisiniz, çünkü bu alanların kurucu şahsiyetlerin kimi Arap ve Fars, kimi Türk ve Kürt'tür.

Özetle temel çelişki mevcut semantiğiyle “milli olan” ile “milli olmayan” arasında değil, sahih semantiğiyle “din ve şeriat anlamındaki millet” ile son 150 senede tahrifata ve suistimale uğratılmış, bugün de devletin ideolojik ve politik aracına dönüşmüş “ulusal manasındaki milli olan” arasındadır. Bize düşen “millet” dahil gurbete düşmüş Kur'ani terimlerin tamamını asıl yurtları olan vahyin kaynağına irca etmektir.

Şahin Alpay - Erdoğan iktidarı Kemalizm'e sarıldı

$
0
0

Cumhuriyet'in ilanından sonra uygulamaya konan, Kemalist (laik milliyetçi) modernleşme projesinin dayandığı temel ilkeleri ve politikaları kısaca hatırlayalım: 1) “Demokratik bir rejimle modernleşme reformları gerçekleştirilemez,” dendi.

Otoriter bir tek–parti rejimi kuruldu; muhalefet ‘hainlik'le özdeşleştirildi. 2) “Din modernleşmeye engeldir, toplum üzerindeki etkisi kırılmalıdır,” dendi. Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) aracılığıyla din, devlet tekeli ve denetimi altına alındı, inanç özgürlükleri kısıtlandı. Resmi İslam yorumu topluma dayatıldı. 3) “Modern bir toplum ancak tek dilli, tek-kültürlü olabilir,” dendi. Türkleştirme politikaları uygulandı. Kürtler yok sayıldı, kimlik talepleri şiddetle bastırıldı. Dış Kürtler, güvenlik tehdidi olarak görüldü.

Söz konusu Kemalist laiklik ve kimlik politikaları, 20. yüzyıl boyunca toplumdan, özellikle Kürtlerden yükselen itirazların yasak ve şiddetle bastırılmasıyla, değişmeden uygulandı. 1950'de çok–partili düzene geçilmesinden sonra siyasiler bazı yumuşatmalar yapmak istedilerse de, asker her seferinde müdahale ederek Kemalist politikaların bekasını güven altına alan askeri vesayet düzenini kurdu ve korudu.

Kemalist politikalarda ilk ciddi revizyona, gözden geçirme girişimine, katı laiklik politikalarının mağdurlarını temsil eden, topluma özgürlük ve demokrasi vaad eden Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) öncülük etti. AKP iktidarı ilk iki döneminde, AB'ye katılım sürecine sarılarak hemen bütün alanlarda Kemalist politikalarda önemli değişikliklere öncülük etti. Askeri ve yargısal darbe girişimleri bertaraf edilerek, askeri vesayet geriletildi. Kürt kimliğinin tanınması yönünde azımsanmayacak adımlar atıldı. PKK ile barış görüşmelerine başlandı. Irak Kürtleriyle yakın ilişkiler kuruldu. PKK'nın önce Marxizm–Leninizm'i, sonra ayrılıkçılığı terk etmesi ve temel taleplerinin kabulü halinde silahlı mücadeleye son verme vaadinde bulunması, 2013 Nevruz'unda ülkeyi büyük bir Türk–Kürt barışının eşiğine kadar getirdi. Ne var ki, barış görüşmeleri, karşılıklı güvensizlik, karşılıklı vaadlerin yerine getirilmemesi nedeniyle 2015 yazında berhava oldu.

Kimilerinin “İslamcı” olarak niteledikleri, Sünni milliyetçisi AKP iktidarının, 2011'den itibaren Kemalist politikalara yöneldiği görülüyordu. Bu konudaki kuşkularımı ilk kez “AKP ‘İslami Kemalist' midir?” başlıklı yazıda dile getirdiğimi hatırlıyorum (Zaman, 26 Ocak 2012). AKP iktidarının 2011 genel seçimlerinde yüzde 50 dolayında oy almasıyla başlayan, 17/25 Aralık büyük rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasına maruz kalmasıyla güçlenen bir süreçle bugün pek az farkla temel Kemalist politikalara sarılmasına tanık oluyoruz.

Bugün Türkiye'ye tek–parti dönemini andıran keyfi ve otoriter bir tek–adam yönetimi hakim; alaturka başkanlık sistemiyle kurumsallaştırılmak isteniyor. Muhalefet “hainlik”le özdeş tutuluyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, tek–parti dönemine çok benzer bir şekilde, iktidar partisinin hizmetinde. Fiilen Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın başında olduğu AKP yönetimi, Kemalist kimlik politikalarında yapılan yumuşamalarda sona gelindiğini ilan etti. PKK ile çatışmalar dağlardan şehirlere indi. Irak Kürtleriyle ilişkilere gölge düşmeye başladı; “1 Mart tezkeresi” defteri yeniden açıldı. Suriye Kürtleri'yle köprüler atıldı, savaşın eşiğine gelindi. AKP iktidarının Kemalizm'e sarıldığının bir göstergesi de, Kürt politikalarında Ulusalcılarla (kökten laik milliyetçilerle) uyum içinde oluşu.

21. yüzyıldayız. Eskinin koşulları her anlamda geride kaldı. Eski politikalarda ısrar ülkenin temellerini kundaklıyor. Türkiye bütünlüğünü ve istikrarını korumak için, yeni bir Cumhuriyet, AB standartlarında özgürlükçü bir demokrasi kurmak ihtiyacında.

Ahmet Selim - İnsanın bütünlüğü ve farklı halleri (1)

$
0
0

İnsanların hassasiyet dereceleri de hassasiyet yönleri de farklıdır. Mizaç farklılığı denilen şey de burada ifadesini bulur.

Sıhhatli bir fizyolojik yapının özellikleri bellidir. Maddî; tahliller ve tetkikler bunu açıkça ortaya koyar. Birçok sıhhat göstergeleri sayısal olarak dahi net olarak ifade edilebilir. Gerekli tetkik ve tahlilleri yaptıktan sonra, kesin bir biçimde “Şu insanın hiçbir hastalığı yoktur.” veya “Şöyle bir hastalığı vardır.” diyebilirsiniz. Buradaki münasebet, mütekabil bir berraklığa sahiptir: Sıhhatin ölçüleri belli ise, ondan sapma demek olan hastalığın ölçüleri de bellidir. “Psikosomatik” parantez dışında, fizyolojik-biyolojik bir teşhis problemi esas itibarıyla mevcut değildir.

Fakat psikolojik (ruhî;) planda durum karmaşık (kompleks) bir mahiyet arz eder. İnsanı bir bütün olarak ele almazsanız, manevî;-ruhî; şartlara öncelik vermezseniz, çok ağır hatalara sürüklenirsiniz. Hele her teorinin ancak yıllar boyunca test edildikten sonra (varsa) doğruluk derecesinin ortaya çıkabileceğini ve ihtiyatla karşılanması gerektiğini bilmezseniz, kaş yapayım derken göz çıkarmak akıbetinden kurtulamazsınız.

Scott Veggeberg'in kitabı şu satırlarla bitiyor: “Biyolojik psikiyatrinin zihne bakış açısı hayal kırıklığına uğratıcıdır; çünkü çok maddî; ve çok basittir… Nihayetinde nöro kimya aşkı sona erdikten sonra ve bilim adamları bu yaklaşımla açıklayabileceği şeylerin sınırına dayandığında ve bütün insanlık problemlerini bir tutam molekülle çözmeyi başaramadığımızda, belki şöyle bir yerimize oturacağız ve gerçekten ne öğrendiğimize bakacağız…”

Bakacaksınız da, o noktaya gelene kadar gerçekleştirdiğiniz uygulamaların konusu olan “insan” acaba bu defaki teorik saplantılara neler ödemiş olacak? Freud ayrı bir alemdi, ona karşıymış gibi görünen biyolojik iddia da materyalizm darlığına sıkışıp kalmış bir başka sıkıntılı görüş. Veggeberg'in dediği gibi “çok maddî;, çok basit.”

Uzmanlardan biri diğerine soruyor: “Depresyonun tanımını yapar mısınız?” El-cevap: “Sıkıntı, uykusuzluk, güvensizlik, önemsizlik gibi belirtiler gösteren ruhî; bir çöküntüdür.” Bu tanım, depresyon kelimesinin Türkçeye “ruh çöküntüsü” olarak tercümesidir. Yani aslen ilmî; bir tanım değildir.

Zaman-zaman uykusuzluk, sıkıntı, endişe hallerini yaşamayan insan var mıdır? En basitini söyleyeyim: Her ciddi imtihan öncesinde bu haller yaşanır… Halbuki tedaviyi anlatırken anti-depresan ilaçların mutlak ve yegane çare olduğundan söz ediliyorsa tanım da o ilaçların niteliğine göre yapılmalıdır. Yani denilebilir ki: “Depresyon beyinde, plazmada, serotonin-dopamin-nöradrenalin gibi maddelerin yeterince yoğunlaşmamasından doğan bir hastalıktır.” Ama böyle denilemiyor. Denilemez de!

Mademki, maddî; bir katkı (ilaç) kesin tedavi edici değer taşıyor; ona tekabül eden bir maddî; eksikliğin de aslî; tanım unsuru olması gerekmez mi?

İnsülin eksikse, tamamlıyorsun; bakteri varsa, antibiyotikle yok ediyorsun; daralma varsa genişletiyor, genişleme varsa daraltıyorsun; tıkanma varsa, açıyorsun; fazlalıklar varsa, azaltıyorsun. Her ilaç, bir maddî; sebebe tekabül ediyor. Ve o maddî; sebep, tıbbî; tetkiklerle-tahlillerle tespit edilebiliyor; teşhis de buna göre konuluyor.

Şu halde; depresyon, “dopamin-serotonin-nöradrenalin” artırıcı ilaçlarla kesin tedavi edildiğine göre, (ki bence tam öyle değildir); tanımın ve tanının (teşhisin), o maddelerin eksikliğini ortaya koyan bir tespite göre yapılması gerekmez mi? Fakat öyle olmuyor. Bazı hallerin tezahürü ve onların üzerinde fikri değerlendirmeleri yapılması hareket noktasını teşkil ediyor.

Mümtaz'er Türköne - CHP 'başkanlık dolabı'nı devirince

$
0
0

CHP doğru olanı yaptı, konu mankeni gibi rol alacağı bir oyunu bozdu. Davet edildiği masa, anayasa uzlaşma masası değil, şu lunaparklarda çocukların bindiği dönme dolap türünden bir “başkanlık dolabı” idi.

Tekmeyi vurunca, dört ayağın üzerinde duran her şey devrilmiş oldu. MHP ve HDP'nin devrilen tezgâhın etrafında oturmaya devam etmesi, aynaya baktıklarında kendilerine bile açıklayabilecekleri bir durum olmayacak. Bu iş başlamadan bitmiş oldu; ancak biten “başkanlık hayali” gibi basit bir proje değil; devrilen dolabın altında kalan çok fazla şey var.

Anayasa Mutabakat Komisyonu adıyla Meclis'te kurulan “başkanlık dolabı” Erdoğan ile Davutoğlu arasındaki liderlik rekabetinin ürünüydü. Bu işe önayak olan Davutoğlu, inisiyatif alıp zaman kazanıp Erdoğan'a ve parti içindeki uzantılarına bu komisyon aracılığıyla “başkanlığın neden olmayacağını” göstermeyi planlıyordu. CHP masayı daha başında devirince Davutoğlu'nun bu planı da peşinen çökmüş ve inisiyatif önceliği tekrar Erdoğan'ın eline geçmiş oldu. Erdoğan bu inisiyatifi Davutoğlu'nu köşeye sıkıştıracak bir “erken seçim” kozuna dönüştürebilir. Öncesinde toplanacak olağanüstü kongre, Davutoğlu'nu genel başkanlık ve başbakanlık koltuğundan edebilir.

Erdoğan'ın başkanlık projesi, siyasî; içgüdülerin tamamen devreye girdiği kapsamlı bir proje. Bu projenin içinde en önemli unsur, Demokles'in, bir saç teli ile bağlı olduğu tavandan tahtta oturan kişinin başının üstüne sarkan kılıcı gibi başkanlık sistemini Davutoğlu başta olmak üzere rakipleri ve muhalifleri üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanmak yer alıyor. Başkan olmayabilirsiniz, ama başkanlık talebinin bütün muallak haliyle gündemde kalması, Erdoğan'ın kullandığı anayasaya sığmayan fiili yetkilere koruma sağlıyor. Şöyle düşünün: Erdoğan başkanlık sisteminden vazgeçtiğini ilan etse, bugün kullandığı devasa fiilî; yetkilerden hangisi elinde kalır? Erdoğan'ın mısralarını tekrar hatırlatalım. Şöyle diyor şair: “Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim.” Tabii bu şair Yılmaz Erdoğan; ancak bu mısra Tayyip Erdoğan'ın başkanlık sevdasını çok iyi anlatıyor. Başkanlığın sürekli gündemde kalması, TBMM'de ağırbaşlı insanlardan oluşan bir komisyonun aylarca başkanlığı tartışması, yazarların-çizerlerin bu konuya eğilmesi, medyanın kampanya yürütmesi, uzmanların görüşler serdetmesi Erdoğan'ın fiilî; olarak kullandığı yetkilere bir meşruiyet ve canlılık kazandıracaktı. CHP “parlamenter sistem ön şartımız” diyerek işte bu oyunu bozmuş oldu.

Bir kenara yazın: Türkiye başkanlık sistemine geçmeyecek. 7 Haziran seçimleri bu iddianın somut delili. Hüseyin Çelik'in tabiriyle halk korkular içinde “kahrede kahrede” 1 Kasım'da AK Parti'ye oy verdi; ama “başkanlık seçimi” olarak önüne gelen 7 Haziran'daki sandıkta “hayır” oyu kullandı. Yürütülen kampanyada öne sürülen başkanlık argümanlarının tamamı, halkı başkanlıktan uzaklaştırmayı artıracak türden. Adalet Bakanı'nın bile yargının itibar kaybından şikayet ettiği bir ülkede, kişisel ve keyfî; bir iktidarın teşekkülünden önce, bu sisteme onay verecek kadar geri, demokratik tecrübeden mahrum, karizmaya tapınan insanların yaşadığı bir ülkeyi tarih sahnesine çıkartmak lâzım. Bugün halkın önüne bir başkanlık referandumu sandığı konsa, çıkacak sonuç parlamenter sistemi perçinlemek olur.

İktidar elindeki propaganda araçları ile anayasa tartışmalarını fena istismar ediyor: Anayasa uzlaşma masasını devirmenin, 12 Eylül Anayasası'na sahip çıkmak anlamına geldiğini iddia etmek gibi. Türkiye çok korkunç anayasa ihlallerine sahne oluyor. Yargının bağımsız olmadığı, yargıçların verdikleri kararlardan dolayı kuduz köpek muamelesi gördüğü bir ülkede hangi yeni anayasadan bahsediyorsunuz? Mevcut Anayasa'yı sakız gibi çiğnerken, demokrasi ve hukuk standartlarını yükseltecek bir anayasadan dem vurmak koca ülkeyi dönme dolaba bindirmeye niyetlenmek demek. CHP bu dolabı devirerek hepimiz adına önemli bir görevi yerine getirmiş oldu.


Ali Yurttagül - İran ve Rusya Suriye'de ne arıyor?

$
0
0

Suriye krizinin beşinci yılını doldurduğu bu günlerde tablo oldukça kaygı verici. Ocak ayında başlaması beklenen ateşkesten eser yok, savaşın, çarpışmaların şiddeti giderek artıyor. Tüm veriler Suriye krizinin derinleşerek yıllarca süreceğine işaret ediyor. Yeni bir Afganistan, bölge ve uluslararası çelişkilerin odak noktası.

Batı, ABD öncülüğünde Suriye'nin tümünü kapsayan bir çözüm önerisinden yoksun, çaresiz ve seyirci konumunda. IŞİD ve El Nusra gibi terör örgütleri ile mücadele dışında bir şey yapmıyor. Hatta Suriye'de krizi “laik güçler” ile aşabileceğini düşündüğü için, Rusya ile ortak çizgi arayışında. PYD'yi destekliyor, Esed'i çözümün parçası olarak görme eğiliminde. Arap dünyası da çaresiz, ortak bir Suriye politikasından yoksun. Suudi Arabistan ve Körfez olaya İran gözlüğü ve Şii tehdit boyutu ile bakıyor. Türkiye olaya güney sınırında belirmeye başlayan PKK öncülüğünde bir Kürt devleti boyutu ile yaklaşıyor. PYD konusunda müttefikleri ile aynı çizgide değil. Kürtler tarihi fırsatı değerlendirme arayışında. Batı'nın desteğinden memnun, Esed ve Moskova ile dirsek temasında. Peki İran ve Rusya Suriye'de ne arıyor?

Esed rejimini hava desteği ile ayakta tutan Rusya ve binlerce silahlı danışmanla karada çarpışan İran'ın ne aradığı kolay anlaşılır değil. Harabe yığınına dönmüş Esed rejiminin ihyası için Suriye'deler. Çözüm için anahtar konumdalar ama çözüm projeleri yok. İran, Hizbullah ve Rusya'nın desteği ile Esed askerî; bir zafere ulaşsa bile, bunun Suriye'de barış anlamına gelmeyeceğini öngörmek için çok zeki olmaya gerek yok. Esed rejimi Suriye'de toplumsal destekten yoksun bir baskı rejimi olduğu için çöktü. Çözümün değil, sorunun parçası, hatta kaynağı. Ayakta kalabilmesi için İran ve Rusya Suriye'de kalıcı olmak zorunda. Bu yüzden Suriye'de ne aradıkları, neyi savundukları önemli.

İsterseniz İran ve Rusya'nın Suriye'de ne aramadığı, yani olayın ekonomik boyutu ile bakalım. Ne Rusya'nın, ne İran'ın ekonomik çıkarları Suriye'de tehdit altında. Suriye-İran ilişkilerinde ekonomi nerede ise ihmal edilir bir boyutta. İran'ın tek ihraç kaynağı petrol veya “Şam fıstığı” Suriye'de var. Ticaret hacmini derinleştirmek mümkün değil. Suriye-Rusya ticareti de, silahlanma meselesi bir yana bırakılırsa, ihmal edilir boyutta. İran gibi bu ülke için de milyarlarca “yatırım” ekonomik amaçlı değil. Olası bir barış ve Suriye'nin yeniden inşasında ise bu iki ülkenin önemli bir etken olmayacağı açık. Oyun kurucu değiller.

İran'ın Suriye angajmanı çıkar ilişkisinden ziyade, “savunma” refleksi ile iç içe. Ama bu “savunma” refleksinin ana hedefi içe dönük. Putin ve radikal mollalar için Suriye angajmanı iktidar mücadelesinin parçası. İran'da radikal güçler devrim meşalesinin İslam dünyasını pek aydınlatamadığını gördükten, nükleer meselede geri adım atmak zorunda kaldıktan sonra, Tahran'da iktidar mücadelesi Suriye'ye kaydı. Bu güçler Esed rejiminin çökmesini kısmi de olsa “yenilgi” olarak algılıyor. Batı ile ilişkilere şüphe ile bakan radikal güçler için Suriye önemli bir mücadele zemini oluşturuyor; son kale. Suriye'de sadece Şii devrimi değil, İran'da iktidarlarını savunuyorlar. Yani Suriye'de savaş, Tahran'da iktidar mücadelesinin bir parçası olduğu için İran Suriye'de, elle tutulur bir çıkarı olduğu için değil. Laik birleşik bir Suriye, projeleri değil. Etnik ve inanç mozaiğinin zengin olduğu İran için de Suriye krizi tehdit kaynağı. Ama bu gerçek radikal güçler için önemli değil. İdamlarla yönetebileceklerini sanıyorlar.

Obama'nın nükleer mesele ile başlattığı diyalog derinleştirilerek İran'ı kazanmak mümkün. İlk ve en önemli mesaj İran'da siyasi istikrarın bölge ve dünya barışı, Batı ve Türkiye'nin çıkarına olduğunun anlaşılması. İkinci önemli mesaj, etnik ve inanç farklarına dayalı çelişki ve çatışmaların tüm bölge, İran için de tehdit kaynağı olduğu gerçeği. Üçüncü gerçek ise, Rusya'nın Suriye krizinde çok önemli bir aktör olduğunun ama oyun kurucu olmadığının, barış projesi bulunmadığının bilinmesi. İran Suriye'de barış, Nusayri azınlığın varlığı için önemli bir aktör. Oyun kurucu olabilir, barış çıkarına. Ya Rusya ne arıyor? İsterseniz pazar yazımızda bu soruna eğilelim.

Ahmet Çakır - Çanlar kimin için çalıyor?

$
0
0

Kuralar çekildiğinde Galatasaray'ın Lazio karşısında yüzde 51 noktasında olduğunu söyleyebilmek mümkündü. Bugünse durumun bundan daha ağır biçimde tersine döndüğünü görmek gerekiyor. Lazio hem kadro kalitesi olarak Sarı Kırmızılı takımın üzerinde hem de belirgin bir toparlanma sürece içinde. Cim Bom'un Mustafa Denizli yönetiminde meçhule giden bir gemiye dönüşmesi hazin bir durum.

Konuya uzaktan bakanlar Mustafa Denizli'nin heyecanını kaybettiği gibisinden bir yaklaşımla durumu açıklamaya çalışıyor. Bunun yanında Burak'ın gidişi elbette ki önemli bir kayıp. Hele Sinan'ın sakatlanması daha da yıkıcı oldu. Umut'un bel bağlanamaz performansının yanında Podolski'nin sakatlık süreci ve sınırlı verimi işleri büsbütün içinden çıkılmaz hale getirdi. Ancak en büyük sorun Sarı Kırmızılı takımın çok kolay gol yiyor oluşu. Savunmada küçümsenmeyecek önem ve değerdeki adamlara karşın bir türlü sağlam bir düzen oluşturulamadı.

Mustafa Denizli'nin bütün bu sorunlarla ilgili planının 6'sının mutlaka alınmasını istediği 12 oyunculuk transfer listesi oluşu şaşırtıcı. Tam tersi beklenirdi. “Bu takıma gereken transfer değil, başka şeyler” diye işe girişmesini beklemiştim Denizli'den. Ayrıca, kariyerini tehlikeye attığı ve benzeri türden söylemlerin oyuncular üzerinde iyi bir etki uyandırmadığı ortada. Bunlar “enkaz devraldım”ın başka türlü söylenişi. Futbolcu da bunu anlıyor ve boşvermişlik başlıyor...

Yine Denizli'nin sağlam bir teknik heyet oluşturmaya gerek görmeyişine akıl erdirmek de zor. Bu yaptığı doğruysa o zaman şu anda yeryüzünde çalışan bir teknik direktörler yanlış bir iş yapıyor ve kulüplere boşuna para harcatıyor demektir.

Denizli konusunda herkesin büyük bir düşkırıklığı yaşadığı gün gibi ortada. 5 puan farkı kapatması beklenirken 15'e çıkması elbette ki görmezden gelinebilecek bir durum değil. Başkan dışında kimsenin Denizli'yi destekleyecek hali kalmadı. Çanlar onlar için çalıyor. Lazio karşısındaki kötü bir sonuç hem Denizli hem de başkan için Arena'nın istifa diye inlemesine yol açar.

Böyle bir ortamda çıkılan maçta rakibiniz İtalyan olmasa birşeyler yapma şansı olabilirdi. Ancak en kötü İtalyan takımlarının bile hakemlere kabul ettirebildiği sert oyun, bugünkü Galatasaray'ın hiç başedebileceği bir durum değil.

Evet, umut her zaman vardır. Hele kendi sahanızdaki bir maça umutsuz çıkmak asla sözkonusu değildir. Gelgelelim, bütün gözle görünür koşullar açısından Galatasaray dezavantajlı durumdadır. Hatta Sarı Kırmızılı takımın çok tehlikeli bir çözülme-dağılma süreci içinde olduğunu söylemek bile mümkündür. İyi bir sonuç için, müthiş bir sıçramaya gereksinme var.

Böyle maçlar öncesinde yaptıkları tahminlerle ne yapıp edip takımlarımızı galip getiren yorumcuların bile pek sesi çıkmadı bu karşılaşma öncesinde. Yani durum sanıldığından daha vahim. Kimse işitmek istemese de çanlar şiddetli biçimde çalıyor...

Ali Aydın - Şimşek, puslu havadan başarıyla çıktı

$
0
0

Profesyonel FIFA futbol hakemi Barış Şimşek, son derece başarılı maç yönetti. Müsabakanın sorusu, “Bu karşılaşma oynatılmalı mıydı, yoksa aşırı sisten dolayı olumsuz hava şartından tehir mi edilmeliydi?”

Doğru cevap, “Oynatılmak için zorlanmalıydı.” Zorlandı, oynatıldı ve bitirildi. Doğrusu da buydu. Bu sezon ligde oynanamayan ve ertelenen ya da tatil edilen iki müsabaka var. İkisi de Siyah-Beyazlıların. Ligin sonu geliyor. Bir takım şampiyonluk bir takım ise kümede kalma mücadelesi veriyor. Puan olarak da lig sıkışmaya başladı. Doğru karardı ve maç oynatılıp bitirildi. Bu müsabakada hakem hataları olabilirdi. Özellikle yardımcı hakemler için karşı taraflarında algıda yanılgı, görüş alanı ve mesafe darlığından yanlış kararlar aşırı dikkatten göz yorgunluğu ve buna bağlı seçicilikte hata veya puslu görme gibi sıkıntılar olabilirdi. Muhtemelen her iki yardımcı hakem ve hakem Barış Şimşek rizikoya girmeyip sorumluluk almayacaklardı. Şüpheli pozisyonları sürekli keseceklerdi. Hem Barış Şimşek hem de yardımcıları Uygar Bebek ile Mehmet Metin böylesine zorlu bir randevuyu çok başarılı bir şekilde tamamladıklarından dolayı tebrik etmek gerekir.

Sosa'dan altın gol. Beşiktaş'ın başarılı futbolcusu Sosa, orta alandaki üstün mücadelesini serbest vuruştan attığı golle süslemesini bildi. Erteleme maçında takımına 3 puanı kazandırdı.

Mitrovic vasatı aşamadı. Mersin İdman Yurdu'nun önemli isimlerinden Mitrovic vasatı aşamadı. Hücuma katkı veremeyen ve kademede de yetersiz kalan futbolcu, hocası tarafından oyundan alındı.

Bireysel beceriyle zafere. Orta alan mücadelesi şeklinde geçen müsabakada iş, yıldız futbolcuların bireysel becerilerine kalmıştı. Sosa da, var olan becerisiyle sahneye çıkınca serbest vuruştan kaydettiği golle sonucu belirledi.

Atıf Keçeci - Kar, pus derken…

$
0
0

Kar nedeniyle ertelenen Mersin İdman Yurdu müsabakası bu defa sise takılma tehlikesi yaşadı. Sisin görüş mesafesini azaltması durumu olunca müsabakanın hakemleri özellikle kalecilere topu takip edip edemediklerini sorar.

Sonra da kendi kararı ile devam veya yeniden erteleme kararı verebilir. Hakem başlama vuruşunu 30 dakika uzatarak duruma göre karar vereceğini beyan etmişti. Rüzgar çıkması ve de sıcaklığın düşmesi sisin etkisini azaltabileceği düşüncesi ile 19.30'daki maç 20.05'te başladı.

Beşiktaş defansın göbeğindeki eksik stoper sorununu Necip – Dusko Tosic ikilisi ile çözmeye çalışmıştı. Olcay kulübede Quaresma sahadaydı. Biri Galatasaray olmak üzere son iki maçını kazanan Mersin İdman Yurdu mutlaka çıkışını sürdürmek isteyecekti.

Siyah-Beyazlı takımda oyun kurmada ilk yarıda gene sıkıntılar vardı. Oğuzhan bir türlü istenen çizgiyi yakalayamıyor, Gökhan son müsabakadaki durumunu bile aratacak düzeydeydi. Oyunu organize olmada sıkıntılar yarattı. Kenar bindirmelerinin sayıca düşüklüğü konuk takıma yaradı.

Kanat oyuncularının ev sahibine bu imkanı vermemek adına pres yapmaları ilk yarıda istediklerini elde etmelerini sağladı.

Siyah-Beyazlı takımda Gökhan ve Oğuzhan'ın Mario Gomez'e serviste cimri davranmaları çok dikkat çekiyor. Alman oyuncu yeterli top alamamanın sıkıntısına çareyi kendi bulmaya çalıştı. Santra çizgisine kadar gelerek top alma gayreti içindeydi.

İkinci yarıya Şenol Güneş sabrı tükenmiş olacak ki Gökhan Töre – Cenk Tosun değişikliği ile başladı. Gol ayağı sayısını artırmak onlara serviste yeterlilik olmayınca pek işe yaramadığı önceki maçlarda yaşanmıştı. Beşiktaş bir türlü olgun ataklarla rakip kaleye gidememe sıkıntısına çare bulmalıdır. Biz bunları düşünürken kalkan tabelada Gomez-Olcay değişikliğini görünce Oğuzhan niye oyunda kaldı, sorusunun cevabı Şenol Güneş'e sorulmalıdır.

70'ten sonra baskı kuran Siyah-Beyazlı takım rakibin direncini kıracak formülün duran top olduğunu gördü. Pozisyon yaratmak için ceza alanı çevresinde faul alma çabası ile bunu başardı. Sosa 74'te bunu fırsatı iyi değerlendirdi. Oğuzhan'a yapılan faulü kalenin sol çatalına adeta mıhlayarak takımını galibiyete taşıdı. 3 puanı Kartal'ın hanesine yazdırdı.

Tolga Zengin'in iyi oynaması için demek ki yeni bir kaleci transferi gerekliymiş. Kar, sis derken Kartal tek farkla da olsa kazanarak baharı yaşadı.

Melih Arat - Türk tipi zaman yönetimi

$
0
0

Üniversite öğrencilerinin ve gençlerin herhalde ortak hastalığı yapılacak her şeyi ertelemek ve son dakikaya bırakmaktır. Yapılacak ödevler, okunacak makale ve kitaplar, hazırlanılacak sınavlar için her şeyin son ana bırakılma eğilimi vardır.

Bu girdaptan çıkmanın sıra dışı bir yolu, yapacağımız şeye olan bakış açımızı değiştirmektir. Bir şeyleri zamanında değil, önceden yapmak insanı müthiş ölçüde rahatlatıyor.

Ekip arkadaşlarımdan biri üniversiteyi uzattıkça uzattı. Bir tane dersi de bir türlü veremiyordu. Sorarsanız bin tane de bahanesi vardı. Hoca şöyle, notlar yok vesaire. Sonunda bu soruna ilginç bir yaklaşımla el attım. Sonbaharda aldığı derste sorumlu olduğu bir kitap ve ders notları vardı. Kendisine vize sınavına kadar bütün kitabın ve notların akıl haritasını ve özetini çıkarmasını söyledim. Ardından da haftalık olarak hazırladığı akıl haritası ve özetlerini kontrol ettim. Birinci haftadan itibaren derse bu şekilde hazırlanmak onun için oldukça şaşırtıcıydı. Çünkü sıradan öğrenci ilk haftadan ders mi çalışır? Sonuç vizeden şahane bir not aldı. İzleyen haftalarda da tekrar yaptı ve finalde sınavını iyi bir notla geçtikten sonra üniversiteden mezun oldu. Bu arada bu sınava etkili bir şekilde hazırlandığı için kendine film izlemek, kitap okumak, arkadaşlarla buluşmak için istediği gibi zaman ayırdı.

Şimdi zengin bir adam düşünelim, bu zengin adam kendi lüksleri için zaman harcamaktan korkmaz. Lüks bir lokantada yemek yemek, bir yere taksiyle gitmek, pahalı bir elbise almaktan çekinmez. Çünkü bu yaptığı alışverişlerden sonra hâlâ çok parasının kalacağını bilir. Öğrenciler de eğer sorumluluklarını zamanında değil, son dakika değil, çok önce yapacak olurlarsa işte bu zengin insan gibi istediklerini yapabilirler. Dönemin içinde yapılacak ödevler de belli, girilecek sınavlar ve tarihleri de… Bunların birçoğu için önceden hazırlık yapabilmek mümkün. Önceki dönemin notları okunabilir. Dersin kitabı ve hatta dersle ilgili başka ilgi çekici kitaplar okunabilir. Dersle ilgili varsa filmler izlenebilir. İlgili dergilere bakılabilir. Bu gayretin sonucunda öğrenci kendini derste göstermekle kalmaz, derse olan ilgisi sayesinde ödevlerini de zevkle önceden yapabilir. Bu da öğrencinin sınavda da başarılı olmasına yardım eder.

Bu tür bir hazırlık çalışması 4 yıl boyunca sürdürülürse öğrenci, işleri önceden yapma konusunda bir alışkanlık kazanır. Bu alışkanlık yüksek lisans, doktora veya iş hayatında da başarılı olmasına yardım eder.

İşlerin genel yapısı pek değişmiyor. Okulda ödevler, iş hayatında yetiştirilecek projeler ve işler var. Zamanla yaptığımız bu yarışta şampiyonluğa giden yol, Türk tipi zaman yönetimi'ni terk etmekten geçiyor.

Mustafa Edib Yılmaz - Savaşa girer miyiz?

$
0
0

Türk kamuoyu son yıllarda hiç olmadığı kadar Suriye'de savaşa girilip girilmeyeceği sorusuyla meşgul bu günlerde. Yok yere değil elbette.

Önce 13 Şubat'ta Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun açıklamaları geldi önümüze üç gazetenin birden manşetinde. S.Arabistan'ın İncirlik'e savaş uçakları konuşlandıracağını haber veren bakan, Türkiye'nin de iyiden iyiye yakınlaştığı Körfez'deki müttefikiyle birlikte Suriye'de bir kara operasyonuna katılabileceğini söylüyordu. Aynı gün sınırda etkisini arttıran PKK bağlantılı YPG'nin mevzilerinden Türkiye'ye ateş açıldığı, örgüte misliyle mukabelede bulunulduğu açıklandı.

Karşılıklı ateşin sürdüğü ertesi gün Savunma Bakanı Yılmaz çıktı sahneye ve YPG sınırdaki Azez kasabası civarından uzaklaşana dek top atışlarının süreceğini açıkladı. Bu, Türkiye'nin misillemenin ötesinde ön alıcı hamleleri de masaya koyduğu anlamına geliyordu. Benzer ifadeleri ve fazlasını 15 Şubat'ta bizzat Başbakan Davutoğlu'ndan dinledik. O da “düşmesine izin vermeyiz” dediği Azez'in birkaç kilometre güneybatısındaki Miniğ Havaalanı'nın da YPG'lilerce boşatılmaması halinde “kullanılamaz hale getirileceğini” vaat etti. YPG'nin siyasi çatısı PYD'nin Eşbaşkanı Müslim'in bu talepleri reddettiğini açıklaması ise pürdikkat sınıra odaklanmış kimi gözlemcilerin savaş beklentisini daha da artırmıştı.

16 Şubat'ta uluslararası ajanslara ismini vermeden konuşan bir hükümet yetkilisi iktidarın düşüncesini açıkça ortaya koydu: “Kara operasyonu istiyoruz ancak bunu tek başımıza yapmayacağız. Müttefiklerle istişare halindeyiz.” Bu sözlerin yayıldığı sırada hem YPG'nin hem de Rus hava desteğini arkasına alan Esed güçlerinin ilerleyişi sürüyordu. Türk topçusu ise art arda dört gün boyunca Suriye içlerini dövmüş, kimi kaynaklara göre 100'den fazla YPG'li öldürülmüştü. Önceki gün Ankara'da gerçekleştirilen onursuz saldırı da tüm bu gerilimin üzerine tuz biber oldu. Davutoğlu dün bu terör eylemini YPG'nin yaptığını, örgüte gereken cevabın da verileceğini söyledi. Şimdi bu savaş anlamına mı geliyor? Bence hayır.

Önce Ankara'daki fikir haritasına bakalım. Karadan müdahale konusunda Saray ve hükümet hemen hemen aynı noktada görünüyor: Girelim! Ama askerin kanaati öyle değil. Rus uçağı düşürüldüğünden bu yana Moskova'nın Suriye'ye yaptığı askerî; sevkiyat ve bir rövanş beklentisi içinde olması böyle bir müdahaleyi zorlaştırdı. Özellikle bölgede konuşlandırılan gelişmiş Rus hava savunma sistemleri Suriye hava sahasını Türk jetlerine kapatmış durumda. Yani karadan müdahaleye hava desteği ancak sınır geçmeden verilebilir. Bu, asker için önemli bir çekince. Ayrıca gerilla tipi savaşan asimetrik unsurlar da (YPG, IŞİD, rejim müttefiki milis güçler vb…) can kayıplarını çok artırabilir. Üstelik böyle bir müdahalede PKK da Türkiye'deki saldırılarını artıracağından cephe gerisinde de kanlı çatışmalar kaçınılmaz olur. Kısacası kurmay kanaati: Hava puslu, riskler çoklu.

Meselenin bir de dışa bakan yönü var. Ankara, bırakın müdahale isteğine, YPG'ye sınırı geçmeden yapılan top atışlarına dahi NATO müttefiki ABD, Almanya ve Fransa'dan destek bulamadı. Aksine bu ülkeler Ankara'ya “atışları durdur” çağrısı yaptı arka arkaya. Erdoğan'ın ısrarlı çıkışlarına rağmen bunlardan en önemlisi konumundaki ABD hâlâ “PYD/YPG bizim için terör örgütü değil” noktasında. Rusya ise müdahaleyi savaş sebebi sayacağını açıkladı. İran'ın tavrı da farksız. Şu halde tek destek bu öncekilere göre askerî; güç ve deneyimi hayli sınırlı olan, başta Suudiler olmak üzere, birkaç Körfez monarşisinden. Yani ‘olmayacak duaya âmin deme' noktasındayız. Demeyiz.

Peki, Davutoğlu'nun vaat ettiği cevap ne olacak? “Kuzey Irak'a dikkat” demekle yetineyim şimdilik.

Emine Eroğlu - Babil Kulesi yıkılıyor

$
0
0

Bilge mimar merhum Turgut Cansever "Vücuda getirdiğimiz biçimler, inancımızın mimarî;deki tezahürleridir." der ve devam eder, “Kuleler, insanlığın içine düştüğü gurur, zenginlik gibi yanılgıların ürünü”dür.

Kur'an-ı Kerim'de “kule,” insanoğlunun fiziki kıstaslarla metafiziği ölçme saplantısının somut bir göstergesidir. Firavun vezirine şöyle seslenir: “Sen, ey Hâmân, benim için tuğla ocağını tutuştur, balçığı pişir ve tuğlalardan bana öyle bir kule yap ki, gökleri tarayayım da, bakarsın Musa'nın İlâhı'nı görürüm!” (Kassas Sûresi, 38)

Tablodaki Babil Kulesi ressam Pieter Bruegel tarafından çizilmiştir.

Kulelerin en meşhuru Babil Kulesi. Akadcada Tanrı Kapısı anlamındaki Babil Kulesi'ni çeşitli kavimler bir araya gelerek Mezopotamya'da inşa ederler. Kulenin kat kat yükseltilmesinin taşıdığı anlam gülünçtür: Tanrıyı gökyüzünde bulmak!.. Bir çeşit meydan okuma. İnsanlığın güç gösterisi. Faniliğin inkârı. Mitolojide Prometheus'un temsil ettiği “Yaratıcı ile kavga eden, rekabet eden, onun yerine geçmek isteyen” insan taşkınlığının ifadesi.

Yani kuleler kendilerinden çok, başka şeylerin işaretçisidir. Bize bakan şekliyle onlar, sadece âlem-i İslam'ın üzerine bir karabasan gibi çöken inşaat kâbusunu değil, Müslüman milletlerin düşünce ve inanç sistemlerindeki çarpıklığı da cisme büründürür. İnsan-Yaratıcı-varlık ilişkisini bozar. Anlam dünyasının merkezini değiştirir. Dikey bir parçalanmaya yol açar.

Mesela yedi katlı olduğunu 1875 yılında bulunan bir Sümer tabletinden öğrendiğimiz Babil Kulesi'nin bugünkü inşaatını düşünün. Muhtemelen birinci katı otoparklar ve AVM'ler, ikinci katı villa ve saraylar, üçüncü katı haysiyetlerin satıldığı köle pazarları, dördüncü katı yalancı medya ofisleri, beşinci katı güç ve iktidar çarşıları, altıncı katı savaş ve şiddet büroları, yedinci katı da din tacirleri tapınaklarından müteşekkil olacaktır.

Katların yerleri ve isimleri değişebilir, ama hakikat değişmez.

Dahası var. Yedinin Cehennem'in kapılarının sayısı olduğunu hatırlayın. Tasavvufi bir yaklaşımla Babil, “ego/benlik kuleleri” olarak çıkar karşınıza. O zaman birinci kat tamah ve açgözlülük, ikinci kat gasp ve tecavüz, üçüncü kat kin ve öfke, dördüncü kat iftira ve yalan, beşinci kat fitne ve fesat, altıncı kat hırs ve haset, yedinci kat gurur ve kibir olur. Yine katların isimlerini ve yerlerini değiştirebilirsiniz. Ama kuleyi görmek zorundasınız.

Bruegel'in Babil Kulesi

Kuleyi bütün dehşetiyle tasvir eden ressamdır Bruegel. Zira yaşadığı dönemin muktedirleri Babil Kulesi'ne yıkılmak üzere yeni katlar eklemektedir. Tüm Avrupa'da olduğu gibi Hollanda'da da sosyal travmalara yol açan ekonomik dönüşümler, çatışmalar, savaşlar, veba salgınları ve açlık vardır. Mezhep kavgaları, masumları kilise ve devletin “cadı avlarına” maruz bırakmıştır. Türedi zenginlerle birlikte fakirlik de artmaktadır. Hazreti Bediüzzaman'ın tanımı ile “zalim izzetinde, mazlum zilletinde bu dünyadan göçüp gitmektedir.”

Bruegel, pek çok çağdaşı gibi bu dönem resimlerinde (1562 yılından başlayarak) günaha odaklanır. Ahlaka (ahlaksızlığa), kötülüğe, insanoğlunun korkularına, kasvetine eğilir. Tanrı'nın cehennemi yeryüzüne indirdiğine inanır ve adeta bu cehennemi resmetmeye çabalar. “Babil Kulesi” bunun için biçilmiş bir kaftandır.

Bruegel, dünyevi ile uhrevi arasındaki çizgileri flulaştırmış. Bir kısmı bulutların üstünde resmedilmesine rağmen, kule yoğun bir kentleşmenin yaşandığı toprakların üzerinde duruyor. Üstelik yatık vaziyette. Sanki çökmekte olduğu izlenimini veriyor. Ama bir yandan işçilerin karınca misali çalıştıkları da görülüyor. Eşzamanlı olarak daha gerilerde ve yukarılarda yeni bir kule de inşa edilmekte…

Yani “Babil Kulesi” tablosuna bir düalite hâkim. Geçmişe bakıp geleceği tasvir ediyor Bruegel. Belki de yaşadığımız günü! Bugünün muktedirlerini!.. Her an her şey durmadan değişiyor. Ayrışıyor, çözülüyor, bozuluyor, dağılıyor, toplanıyor…

Yas evinde düğün tertip ediliyor. Yol yapılıyor, ocak yıkılıyor. Bir medeniyet tasavvuru olmadan tarihten güç devşiriliyor. Ahlakına tâbi olunmayan bir dinin bayraktarlığından söz ediliyor… Bir helakin eşiğinde küçüklü büyüklü yeni Babil kuleleri inşa ediliyor.

Muhavere-i Tebabüliye

Babil halkının acıklı akıbetini bilmeyen yoktur. Kulenin inşaatında sayıları belirsiz köleler çalışmaktadır. Son kata gelindiğinde, Allah herkesin dilini başkalaştırır. İnsanlar yalnızca kendisinin bildiği bir dille konuşmaya başlar. Böylece hiç kimse bir diğerini anlayamaz hale gelir. Tabii ortalık birden karışır. Eski Ahit'te Babil kelimesi İbranice “kargaşa, anarşi” manalarında kullanılır. Artık Babil, herkesin durmadan konuştuğu ama hiç kimsenin kimseyi anlamadığı bir insan kalabalığıdır. Kendi inşa ettikleri bir kulenin altında kalıp un ufak olurlar.

O günden sonra sürekli konuştukları halde birbirlerini anlamayan insanların sohbetine “muhavere-i tebabüliye” denmiş; Babillilerin konuşması. Bu deyim dilimizde halen mevcut olduğu gibi sosyal yaşantımızda da cârî;. Hırs ve hasetlerinin, öfke ve nefretlerinin dilini konuşan muktedirlerin ne dediğini anlamıyoruz. İktidar bekçiliği yapan ve menfaatlerinin diliyle konuşan fanatik orta sınıf da kendi eşinin dostunun kurduğu mağduriyet cümlelerini anlamıyor. Aynı dili konuşuyormuş gibi görünüyor, ama kelimelere farklı anlamlar yüklüyoruz. Yaşadığımız asıl kargaşa bu. Babil Kulesi yıkılıyor.

“Dostoyevski'nin Ecinniler'inde, Şatov sohbetlerinin başında Stavrogin'e şöyle der: Biz, iki varlık, sonsuzlukta bir araya geldik… Dünyada son kez. Şu tonunuzu elden bırakıp insan gibi konuşun! Bir kere olsun, insan sesiyle konuşun!”

Sanırım toplumun bunca ayrıştırıldığı bir zamanda en çok ihtiyacımız olan şey “insan sesiyle konuşmak”. Yoksa mümkün değil bu felaketin içerisinden sağ çıkamayız.


Gökhan Bacık - Savaşa kanlı 'davetiye'

$
0
0

Çarşamba akşamı Ankara'da bomba patladığında Kızılay'da bir kitapçıdan çıkmıştım. Patlamanın sesi ile insanlar bir dalgaya dönüşüp bilinçsizce sağa sola koşuşturmaya başladılar. Taksiye binince şöför “Abi bunların hepsi Suriye'den kaynaklanıyor.” dedi. Taksici haklıydı.

Arkasında hangi örgüt çıkarsa çıksın altı çizilmesi gereken bir nokta var: Ankara patlaması -daha önceki pek çok patlama gibi- “Suriye meselesi” ile ilgili terör olayıdır. Başka bir ifade ile bu patlamaların “kök nedeni” Suriye'de olup bitenlerdir. O nedenle Türkiye'nin “Suriye savaşında” neler yaptığı ve bundan sonra neler yapacağı hayati önemdedir.

2011 yılında Suriye'de karmaşa başladığında “hayati bir hesaplama” hatası yapıldı. Bu o kadar büyük bir hataydı ki sonuçları çok uzun süre Türkiye'yi etkileyecek. Hata şuydu: “Suriye'de bir rejim değişikliği için mücadeleyi başlatmanın Türkiye'nin 900 km sınırı olan bir ülkede çok uzun süre devam edecek ve içinde bin bir türlü grubun, örgütün türeyeceği bir kaosa yol açacağı öngörülemedi.” Türk dış politikasında sonuçları uzun süre olumsuz etki üretmiş hata yapma geleneği maalesef vardır. Turgut Özal da örneğin Irak-Kuveyt savaşında sonuçları bugün bile bizleri etkileyen bazı hatalar yapmıştı. Adnan Menderes'in de Cezayir'deki Fransız zulmü lehine BM'de aldığı tavır büyük bir hataydı! Ancak muhtemelen Suriye krizinde yapılan hesap hatası bütün Cumhuriyet tarihinin en büyüğü olmaya aday. Burada bazı konuların altını çizmek gerekiyor:

İlk olarak, Rusya, uçağı düşürüldükten sonra Türkiye'ye karşı kapsamlı bir dış siyaset izliyor. Rusya, fiilen Türkiye'nin Suriye'deki “kazanımlarını” sıfırladı. Ancak bu kapsamlı dış politikanın bir adım ötesi var: Rus devleti alenen Türkiye'den bir tür “intikam almak için pusuya yatmış” bir görüntü veriyor! Türkiye'de Rusya üzerine çalışan “nadir isimlerden” olan Dr. Fatih Özbay, gazeteci Ruşen Çakır'a verdiği mülakatta aynen bunu söylüyor. Peki, Rusya planlı olarak Türkiye'nin Suriye “bataklığına” bodoslama girmesini istiyor olabilir mi?

İkinci olarak, Türkiye için Suriye'de yaptıkları ilk defa gördüğümüz şeyler. Rejimi değiştirmeye çalışmak, bazı gruplara destek vermek… Dolayısıyla Türkiye ilk defa sıcak bir çatışmanın “cephe ülkesidir”. Türkiye'de yaşayan hiçbir nesil böyle bir şey görmedi. Cephe ülkesi olduğunuz zaman topraklarınıza silahlı gruplar yerleşir, ülkenizin bir kısmı istikrarsızlaşır, krize yakın bölgede devlet kontrolü zayıflar. En kötüsü cephesi olduğunuz “savaşın düzensiz uzantıları” ülkenizin değişik yerlerinde görülür. Pakistan'da, Afganistan'da, Lübnan'da, Irak'ta insanlar buna alışmıştır. Bir zaman sonra ülkenizde terör olaylarına yahut ülkenizin bir kesimindeki kargaşaya alışmış halde yaşamaya başlarsınız. O nedenle hem Türkiye'de yaşayan insanlar hem de ülkenin hükümetinin bunun farkında olması lazım. Ülkeler özgürdür ve isterlerse bir savaşın “cephe ülkesi” olurlar ancak bunun bir “maliyeti” vardır. Yüzde yüz haklı olarak dahi bir ülkede savaşın parçası olursanız o savaşın karşı tarafındaki aktörler size zarar vermek için adım atar! Suriye krizine bu şekilde müdahil olmak isteyen bir hükümet ve bu hükümeti destekleyen büyük bir seçmen kitlesi vardır. O nedenle popüler açıdan ifade edersek artık “yeni bir Türkiye” var ve bunu var eden ortalama vatandaşın Suriye kaynaklı terör olaylarına “eski Türkiye” refleksi ile tepki vermesi anlamsızdır! Nasıl deprem kuşağında bir ülke olarak deprem ile yaşamaya alıştıysak, aynı biçimde arkasında büyük bir toplumsal mutabakat olan bu yeni dış politik doktrinin olumlu ve olumsuz sonuçlarına da alışacağız!

Mustafa Ünal - Ankara'yı kalbinden vurdular: Türkiye yaralı...

$
0
0

Beş ay önceki patlama için “Ankara'nın göbeği” tabiri kullanılmıştı. Olay mahalli Meclis'e, bakanlıklara yürüme mesafesindeydi çünkü. İntihar eylemcilerinin sırtlarında patlayıcı dolu çantalarla bu noktaya kadar nasıl gelebildiğinin cevabı yoktu. Ne failler ne arkasındaki güç tam çözülebildi. Soru işaretleriyle unutulmaya terk edildi. Oysa Cumhuriyet tarihinin en ağır saldırısıydı.

Doğrusu terörün bu çizginin daha ötesine geçeceğine hiç ihtimal vermezdim. Ama önceki akşam Ankara'nın tam kalbinde, Meclis'in, Genelkurmay'ın dibinde bomba yüklü araç büyük gürültüyle patladı. Ve bütün Türkiye'yi sarstı. Hareket halindeki bombalı otomobil askeri servis araçlarının arasına daldı. 28 şehit... Onlarca yaralı. Aslında 80 milyon yaralı. Kızılay'da son bomba herhalde 11 Eylül'de patlamıştı.

Başkent'in göbeği... ‘Devletin kalbi' nitelemesi doğru. Her metrekaresi kameralarla izlenen bir bölge burası. Güvenliği en üst düzeyde olması beklenen yer. Eğer patlayıcılarla dolu araç askeri hedefleri vurmak için bu noktaya kadar gelebiliyorsa söylenecek pek söz kalmamış demektir. Burada da ‘istihbarat ve güvenlik zaafı yok' deniyorsa -ki deniyor- konuşmak beyhude.

Kilolarca patlayıcı güvenlik duvarlarını aşarak devletin kalbine kadar nasıl geldi veya gelebildi? Araç temini, patlayıcılar, düzeneklerin hazırlanması bir düzine işlem ağa nasıl takılmadı? Ülkenin güvenliğinden sorumlu İçişleri Bakanı Efkan Ala nerede? Onun görevi kınamak, tepki göstermek değil. O terörü engellemekle mükellef. Ankara patlaması ‘güvenlik ve istihbarat' zaafının neticesi. Bunun konuşulması, tartışılması şart. Benzer acıların tekrarlanmaması için.

Zamanlama elbette manidar. Suriye'ye operasyonun konuşulduğu günlerde... PYD-YPG güçlerine karşı kara harekatının tartışıldığı ortamda... Devletin zirvesinin Suriye savaşını masaya yatırdığı saatlerde... Bu patlama tesadüf olamaz. Ne yeri, ne zamanlaması açısından. Tesadüfe yer yok. Olay mahallinin özel seçildiği açık. Hedef doğrudan asker. Ve devlet tabii. Neden asker? Sebebi çok.

Askerin Suriye operasyonuna sıcak bakmadığı sır değil. Bir kara harekatının riskleri çok fazla. Bugün Suriye girmesi kolay çıkması zor bir coğrafya. Bunu en iyi bilen asker. Siyasi irade biraz daha heyecanlı. Ve maceraya yatkın. Bütün hesapları ‘kısa dönemli'. AKP iktidarı kalıcı ve uzun ömürlü strateji üretmekten de uygulamaktan da uzak. Yürüttüğü günlük, haftalık stratejiler... Stratejik derinlik lafta.

Bugün en büyük düşman ilan ettiği PYD-YPG geçen yıl bu vakitler dosttu. Salih Müslim Ankara'da ağırlanıyordu. Kobani'de sıkışan YPG'nin imdadına yetişmesi için Türkiye Peşmerge'ye geçiş koridoru açmıştı. Son Ankara patlamasının askeri Suriye'de sahaya çekmek isteyenlerin hesabına çalışacağı aşikar.

Olayın faili çok erken tespit edildi. Birkaç saat sonra isim ve bağlantıları ortaya çıktı. Ertesi günü Cumhurbaşkanı ve Başbakan doğruladı. Fail ‘PYD-YPG bağlantılı' dedi. Her iki ismin de mesajı içeriden ziyade uluslararası kamuoyunaydı. En açık adres de Washington... ABD, Türkiye'nin telkinlerine rağmen YPG'yi terör örgütü olarak görmekten kaçındı. IŞİD'le mücadelesini öne çıkardı. Türkiye'nin YPG'yi hedef alan top atışlarından rahatsız oldu. Dışişleri Bakanlığı BM Güvenlik Konseyi Daimi üyesi 5 ülkenin büyükelçilerini bilgilendirdi. Saldırıyı gerçekleştiren Salih Neccer'in YPG ile bağlantısını gösteren belgeleri paylaştı. Bir yandan acının yası tutulurken diğer yandan YPG terörüne dikkat çekildi.

Nereden bakılırsa bakılsın devletin kalbini hedef alan Ankara patlaması ‘dönüm noktası'. Çok yönlü sonuçları olacağı kesin.

Sevgi Akarçeşme - Kutsalları iktidar ve paraymış…

$
0
0

Bu satırları yazdığım saatte Ankara'nın kalbine yapılan terör saldırısında 28, Diyarbakır'da bir başka saldırıda ise 6 şehit vardı. Sizler bu yazıyı okuyana kadar daha kaç canın aramızdan ayrılacağına dair ise bir tahminde bile bulunamıyoruz olağanüstü her şeyin adeta olağan hale geldiği ülkemizde.

Ankara saldırısına dair istihbarat zaafı çoluk çocuğun bile görebileceği netlikte. Patlatılan araç şehir şehir dolaşıp Ankara'ya gelene kadar istihbarat ne yapıyordu? Herhalde Anadolu'nun dört bir yanına yayılan cadı avlarında ev hanımları dâhil hayırsever vatandaşların peşine düşmekle meşgullerdi! Görevi bizlere güvenlik ve temel hizmetler sağlamak olan devletin asli işlerinden birinin paralel (!) avına dönüştüğü, bu meselenin takıntılı ama sistematik bir hal aldığı son bir gelişmeyle ortaya çıktı. Resmi Gazete'de yayımlanan bir Başbakanlık genelgesi, amirlere “terör örgütleri veya legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten yapılarla ilişki kuran veya eylem birlikteliği içerisinde olan” suçlaması ile kamu görevlileri hakkında idari işlem yapma talimatı verdi. Hem de görev dışındaki tüm davranışlarını izleme yetkisini de ekleyerek.

Terör deyince tüm dünyada akan sular durur. Bizimki gibi terörden canı çok yanmış ülkelerde vatandaşın hassas karnı bir konudur terör. Tam da bu nedenle otoriter rejimler cezalandırmak istedikleri herkesi terörist ilan ederler. Bizde de gidişat uzunca bir süredir o yönde. Bu genelgenin AKP'nin paralel dediği cemaati hedef aldığı açık olsa da, böyle bir talimat devlette iktidar partisinden olmayan, hatta iktidara yeterince biat etmeyen tüm memurların idam fermanından başka bir şey değil. Bundan sonra terfi etmek isteyen herkesin başka partilere gönül vermiş memurlara karşı muhbirlik yapması olağanlaşır. Hele de hükümetin başı seçim öncesinde tüm muhalefet partilerini legal görünümlü illegal yapı ilan etmişken… Bu hızla gidilirse Türkiye'de Suriye tipi Baas rejimi kısa sürede kurumsallaşır.

Ülkeyi tehdit eden tehlike sadece gerçek terör örgütleri ya da muhaberat rejiminin kurulması değil. Artvin Cerattepe'ye baktığımızda AKP döneminde iyice çığırından çıkan yağmacı zihniyetin metropolleri tükettikten sonra kırsal alanları hedef aldığını görüyoruz. Millete küfür etmesiyle bilinen yandaş bir holdinge doğayı tarumar edecek maden izni verilmesine karşı bölge halkı haklı bir itiraz içinde. Küfürbazlara Allah razı olsun diyen bir kafa karşımızda olduğu için küfürlere şaşırmadığımız gibi kendini dindar ilan edenlerin en büyük kutsalının para olmasına da şaşırmamalıyız artık. Bazıları için doğayla uyumlu yaşamanın, gelecek nesillere yeşili miras bırakmanın hiçbir anlamı yok. Onlar için en değerli faaliyet mümkün olduğunda çok beton ve tapu biriktirmek. Bir türlü doymayan bu yeni zengin sınıfın eski elitlere olan nefretinin sebebinin de dinî; özgürlüklerin kısıtlanması değil, maddi imkanlarına duydukları gıpta olduğunu idrak ettik böylece. Ağzında sürekli dinî; kavramlar olmasına rağmen aslında tek kutsalı maddiyat olan bir zihniyet mücadele ettiğimiz. Kutsaldan farklı şeyleri anladığımıza ise şüphe yok…

Ülkenin her yerinden ölüm ve talan haberleri gelirken ifade özgürlüğü derdi tali kalıyor, Avrupa Parlamentosu gibi kurumlardan gelen bağımsız yargı ve medya çağrıları resmî; kayıtların dışına çıkamıyor. Hal böyle olunca Boğaziçi Üniversitesi'nin son bir araştırmasına göre, toplumun yüzde 30'u başka bir ülke vatandaşı olmak istiyor. Yönetenlere bu yüksek rakam ayıp olarak yeter yetmesine de eğer tek derdi iktidarının ne pahasına olursa olsun devamı olmayan ve her vatandaşını değerli gören yöneticiler olsaydı…

Mümtaz'er Türköne - Ankara saldırısı, PKK ve Kürtler

$
0
0

Terör mafya yöntemleriyle imza atıp mesaj bırakıyor. Ankara'da bombanın patladığı yer, devleti yönetenlere, hayatımızı emanet ettiğimiz güvenlikten sorumlu herkese doğrudan şu mesajı veriyor:

“En emniyetli sandığınız yerde bile kanlı eylemler yapabiliriz.” Şehir merkezlerine yönelik saldırıların ne kadar fütursuzca yapılabileceği mesajı var patlayan bombanın parçaları arasında. Korkmamız isteniyor. Sadece korkmamız değil, aynı zamanda çılgın komplo senaryolarına inanmamız ve kutuplara ayrılıp birbirimizden nefret etmemiz bekleniyor.

Terör, gündelik sorunlardan biri değil; bu yüzden siyasî; tartışma konusu yapılmamalı. İktidar böylesine kanlı bir eylemle karşılaşmak ister miydi? İktidarı ve muhalefetiyle Meclis'te sergilenen ortak tavır, bu ülkede mevcut olan kader birliğinin göstergesi. HDP temsil ettiği kitleler nezdinde büyük bir fırsatı kaçırdı. IŞİD ile birlikte iki “makûl şüpheli”den biri olan PKK'yı istemeden de olsa ön plana çıkartmış oldu. Terörü lanetlemenin “ama”sı, “fakat”ı olmaz. HDP, utangaç biçimde farklı davransa da bu ülkede herkesi kuşatan birlikte var olma iradesini sarsmak pek kolay değil. Kürtlerin geleceği de patlayan bombalarda veya kazılan çukurlarda değil; hepimiz aynı gemide yol alıyoruz. Terör bizim sinir uçlarımıza dokunuyor, aşırı tepkilere yol açmasını umut ediyor. Allah'a şükür olmuyor. Yaralarımızı sarıp, teröre lanet edip yolumuza devam ediyoruz. Milletimizin başı sağ olsun.

Bu katliamın failinin, PKK olması galip ihtimal olarak görülüyor. Türk ordusu Miniğ'deki PYD mevzilerini top atışına tutarken, ikinci olağan şüpheli IŞİD'in devreye girmesi pek mantıklı değil. Dikkat edilirse Suriye'de sona yaklaşılırken IŞİD'in esamisi hiçbir yerde okunmuyor. PKK'nın eyleme hemen sahip çıkmaması, halkın tepkilerinin gözetildiğini, ancak bombanın patladığı yerin mesajı yeteri kadar aşikâr ettiğini düşündüğünden olmalı. Bize ise bu eylemden doğru sonuçları çıkartmak düşüyor.

PKK'nın örgütsel çıkarları ve kendisi için inşa etmeye çalıştığı gelecek ile Kürtlerin güvenliği, refahı ve huzuru arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Kürt siyasetindeki PKK tekeli, Kürtleri emperyal aktörlerin Türkiye'ye karşı kullandığı sopaya dönüştürüyor. Yıllarca “Kürt sorunu mu, yoksa terör (PKK) sorunu mu!” diye tartıştık. Bugün karşımızda duran Kürt sorunu ile hiçbir alâkası kalmayan, uluslararası bağlantılardan güç alarak büyüyen bir terör sorunu. PKK istediğini elde etse Kürtlere ne faydası olacak? PKK'nın örgütsel stratejisinin sadece kitlesel destek fonunda, etkisiz bir eleman olarak yer alan Kürtlerin başına neler gelecek?

1916'da Sykes-Picot-Sazanov Planı'nı uygulama rolü Araplara verilmişti. Yüz yıl sonra aynı rol PKK'ya veriliyor. PKK, tıpkı 1916'nın Arap milliyetçisi örgütleri gibi bir örgüt, karar, strateji ve inisiyatif ona ait değil, yüz yıl önceki Arap milliyetçileri gibi ihtimal hesapları yapıyor, fırsatlara umut bağlıyor. Kürtleri, tıpkı bu örgütlerin Arapları yuvarladığı uçuruma doğru sürüklüyor.

Sykes-Picot-Sazanov Planı, Türk Ordusu'nun kuşatma altına aldığı Kuttü'l Ammare'deki İngiliz Ordusu'nu teslim almasından hemen sonra başlayan Arap ayaklanmasının arkasındaki emperyalist planın adıdır. 1917'de Bolşevikler Rusya'da iktidarı ele geçirdikleri zaman bütün gizli belgeleriyle birlikte bu planı açıkladıkları için tamamlanmadan ifşa olmuş ve aslında uygulanamamıştır. Yine de Sykes-Picot Anlaşması dendiği zaman, Ortadoğu'nun kaderinin, bu coğrafyanın dışından gelen işgalci güçler tarafından belirlenmesi anlaşılır. Bugün PKK'nın Rusya ile öne çıkan uyumu, 1916'yı hatırlatıyor. PKK büyük güçlerin müttefiki değil, sadece tek kullanımlık bir aparatı. Rusya PKK'yı Türkiye'yi köşeye sıkıştırmak için kullanıyor. İstediklerini alınca da, geçmişte olduğu gibi paketleyip teslim edecekler. Türkiye belki zorlanacak, ama yoluna devam edecek.

Peki olan kime olacak? Bu sorunun cevabının peşine düşmemiz lâzım.

Turhan Bozkurt - Kayyım ne okumuş?

$
0
0

Milyar dolarlık büyüklüğe sahip Kaynak Holding'e atanan kayyımlardan İmran Okumuş ve 6 arkadaşı, mülkiyet hakkı çiğnenirken en önde koşan isimler olarak şimdiden tarihe geçti. Holding çatısı altındaki şirketleri zarara uğrattıkları yetmiyormuş gibi mesnetsiz ithamlarla hissedarları itibarsızlaştırmaya çalıştıkları dikkatten kaçmıyor.

İlk icraatları Anayasa Mahkemesi kararını çiğnemek oldu. Yüksek Mahkeme, terör örgütü elebaşı olmaktan müebbete mahkûm edilen Abdullah Öcalan'ın kitaplarının toplatılmasını bile ‘ifade hürriyetinin ihlali' olarak mütalaa etmişti.

Öcalan'ın kitaplarının bile yasaklanmadığı Türkiye'de kayyım başı ile ekibi, NT'de en fazla satanlar listesinde ilk sırada yer alan Fethullah Gülen Hocaefendi'nin kitaplarını raflardan indirdi. Yetkileri olmadığı halde Sızıntı dergisinin muhtevasına müdahale ederek okur kitlesini küstürdü. Bunların cirodaki karşılığı haliyle gelir kaybı oldu. Ortakların avukatları, hukuka mugayir diğer icraatı kayıtlara geçirdiği gibi holdingi zarara uğratan bu adımları da tazminat davaları için not etmiş olmalı.

Aynı kayyımlar, Kaynak'tan belli kalemlerde mal ve hizmet satın aldığı bahanesi ile bazı eğitim müesseselerine de tayin edildi. Tek kişilik proje mahkeme bu kararları adeta otomatiğe bağladı. Ortaklar haykırıyor: Bahse konu eğitim müesseseleri ile bağımız yok. Maalesef feryadı duyan mahkeme yok.

Kayyımların kaç şirkete atandığını ve son atamalardan evvel 50 bin TL'yi geçen aylıklarının kaç lira olduğunu takip bile edemiyorum. 7 kişinin haricinde yönetici yok mu? Her biri süpermen olsa bile ayrı ayrı sektörlerde faaliyet gösteren bu kadar şirketi sevk ve idare etmeleri mümkün değil.

Kayyım başı İmran Okumuş, eğitim ve ehliyeti ile hepsinin açığını kapatamaz mı? Samimi bir dille kendime suâl ettim. Öyle ya! Soy ismi bile Okumuş ise muhakkak güzide mekteplerde dirsek çürütmüş olmalı. Cevap için başladım tahkikata.

İnternette bilgi kırıntıları var. Onlardan birinde, “Çok genç yaşlarda çalışma hayatına atılan İmran Okumuş, henüz 17 yaşındayken Terme'deki Akalın Tesisleri'nin müdürü olarak akaryakıt sektörüne giriş yaptı.” ifadeleri geçiyor. Okumuş'un meslekî; kariyerinde en dikkat çekici sıçrama böyle.

Buradan ilkokul sonrası profesyonel iş hayatına adım attığını anlıyoruz. 17 yaşında müdür yapılmasına bakılırsa kendisindeki cevheri o günlerde birileri fark etmiş. Müteakip senelerde akaryakıt istasyonu sahibi olması da gösteriyor ki, tuttuğu altın olmuş. Lakin istikrarlı bir patronluktan bahsetmek zor. İflas etmiş.

Samsun-Terme ve Ordu havalisinde uçan kuşa borcu olduğunu iddia edenlere inanmamıştım. Mahkemeden Kaynak Holding'e Okumuş'un maaşından kesilmek üzere ayda bir haciz kararı gönderildiğini öğrendiğimde kanaatim değişti. Demek ki gelen mektuplarda müflis bir adam olduğuna dair yazılanlar doğru imiş. Başka hikâyeler de var o mektuplarda. Teyit ettikçe yazacağım.

İran'da devleti dolandırmaktan mahpus Babek Zencani ile kimlerin tavassutu ile yakınlık kurduğunu ya da ‘70 senelik Varan'ı Ulusoy bünyesinde iken batıran genel müdür' unvanını nasıl elde ettiğini umursamayan sulh ceza hâkimi, hiç olmazsa Okumuş'un mezuniyetine baksaydı.

Mahalledeki tuhafiye dükkânına tezgâhtar alırken bile lise diploması istenirken ilköğretim mezunu birinin Kaynak Holding'e yönetim kurulu başkanı olması tuhaf değil mi? “Hak ve hukuk tanımadıktan sonra post doktoralı olsa ne yazar?” dediğinizi duyar gibi oldum. Bir vecheden haklısınız. Lakin işletmeciliğin kompleks hale geldiği rekabet ortamında diplomalı, liyakat sahibi ve ehl-i vicdan yöneticilerle hakiki mânâda kalkınabileceğimizi hatırdan çıkarmayalım.

Makale bitti ve başlıktaki ‘Kayyım ne okumuş?' suâline tatmin edici cevap bulamadınız. Kusurun bana ait kısmını üzerime aldım. Benim noksan bıraktığım kısımları Okumuş tamamlasın.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live