Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Büşra Erdal - Okullar hangi örgüte, ne silah sağlamış ki kayyım atanıyor?

$
0
0

Kayyımlık, yargı eliyle hayata geçirilen hukuk dışı bir gasp rejimine dönüştü.

Medya ve holdinglere el koymalar, eğitim kurumlarını ele geçirmeye kadar ulaştı. Darbe süreçlerinden daha ağır bir şekilde temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği bu süreçte, Ceza Muhakemesi Kanunu'nun (CMK) 133'üncü maddesi defalarca hukuksuz bir şekilde uygulanarak adeta gasp rejimine kılıf yapılıyor. Son olarak Anadolu 1. Sulh Ceza Hakimi Bayram Aydoğdu, “silahlı örgüt veya örgütlere silah sağlama suçları kapsamında kalabileceği kanaati” ile Türkiye'nin başarılı eğitim kurumlarının bağlı olduğu şirketlere ‘kayyım' atadı. Hukuk mantığının ve vicdanın bitiş noktası! Savcılık ve sulh ceza hakimliği, okullar ve şirketlerde hangi silahları buldu ve bu silahlar hangi örgüte, nasıl sağlandı? Kitap basmak, kalem satmak, umreye ve hacca insan götürmek mi silah? ‘Silah sağlama'dan bahsediliyor, hani silah nerede? Suç ne? Kararda bu iddiaya dair hiçbir bilgi ve somut ya da soyut delil yok. Sadece hakimin ‘kanaati' var. Bu soruların cevabını vermeden yazılmış bir kayyım kararı hukuken ve kanunen geçerli değil. Yapılan hem Anayasa'ya, hem de evrensel hukuka göre gasp suçunu oluşturuyor.

Sulh ceza hakimi, kayyım kararında CMK 133'e göre, yeni yönetim kurulu oluşturmak amacıyla kayyım atıyor. CMK 133'te istenen ‘isnat edilen suç ile ilgili kuvvetli şüphe' gerekçesi yok. Ayrıca ihaleye fesat karıştırma davası sanığının, üzerinde yolsuzluk şaibesi olan kişileri kayyım ataması yine kanuna aykırı. Bu şekilde, Anayasa'nın ‘temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması (md 13), ‘Mülkiyet hakkı (md 35)' ve ‘Çalışma ve sözleşme hürriyeti' başlıklı maddelerine aykırılık söz konusu.

Sulh ceza hakimleri, kayyım atayamaz

Kayyım atama süreci baştan sona hukuksuz. Çünkü CMK 133/1'e göre “suçun bir şirketin faaliyeti çerçevesinde işlenmekte olduğu hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı” gerekçesiyle maddî; gerçeğin ortaya çıkarılabilmesi için soruşturma ya da yargılama aşamasında hakim veya mahkeme tarafından kayyım atanabileceğini belirtiliyor. Ancak CMK'da kayyımın sulh ceza hakimince atanacağına dair hiçbir düzenleme yok. Dolayısıyla Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Caner Yenidünya, ‘kayyımlığın işleyişinin' Türk Medeni Kanunu'ndaki (TMK) düzenlemelere bırakıldığını söylüyor. Çünkü TMK 403/3'de aksi bir düzenleme yapılmamışsa genel hüküm olarak Medeni Kanun'daki vasi düzenlemesinin kayyım için de uygulanacağı yazıyor. Medeni Kanun'a göre de ‘kayyım' ataması gereken birim “sulh hukuk mahkemesi” ve atadığı kayyımı denetleyecek makam da kendisi. CMK'da ‘kayyım' ile ilgili bir düzenleme olmadığı için atanan kayyımı denetleyecek bir makam da yok. Sulh ceza hakimi, savcının kayyım talebi için dosyayı sulh hukuk mahkemesine göndermeyip doğrudan kayyım atayarak vesayet ve denetimden yoksun, yaptığı işlere karışılamaz, yasalarda hiç yeri bulunmayan bir ‘kayyım' tipi ortaya çıkarıyor. Bu şekilde önemli holdinglere, okullara, medya şirketlerine atanan kayyımların denetimsiz olarak başına buyruk bir hale gelmesi, hesap sorulamaz profile sahip olması, suça teşvik edilmesi gibi bir tehlike doğuruyor ki bugün yaşanan tam da bu.

Kuvvetli şüphe değil ‘kanaat' ile gasp

CMK 133, ‘katalog bir suç' kapsamında ‘kuvvetli şüphe' gerekçesi ile kayyım ataması yapılacağını düzenliyor. Savcılık talebinde, sözde ‘örgüt aleyhine deliller toplandıkça şirketlere ve şirket yöneticilerine yönelik yeni operasyonlar yapılabileceği düşünülerek…” ifadesi kullanılıyor. Böylece bir proje kapsamında çalışıldığı itiraf ediliyor. Bir ihtimal üzerine yapılan talebi gündemine alan sulh ceza hakimi de şirketler ve okullar için “CMK 133/4 maddesinde belirtilen katalog suçlardan olan suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama, silahlı örgüt veya örgütlere silah sağlama suçları kapsamında kalabileceği kanaati hakimliğimizde oluşmuştur.” diyor. Bu kanaat nasıl ve hangi somut delille oluştu? Şirketlerde ve eğitim kurumlarında 2 yıl yapılan araştırmada el bombası mı, Kalaşnikof mu bulunmuş? Hangi silahlı suç işlenmiş? Bu karara imza atmak hukukla, hakimlik sıfatıyla bağdaşır mı? Kaldı ki ‘silahlı terör örgütü' gerekçesi sunulan suç eylemleri de kararda şöyle sayılıyor: “Dua listesi paylaşma, şirket içinde ‘Hocaefendi' ve ‘Hizmet' kelimelerini sık sık kullanma, FEM Dershanesi öğrencilerinin işe yerleştirilmelerine dair bir e-mail, NT'de cemaat muhalifi yazarların kitaplarının satılmaması, eğitim faaliyetlerine dair bağışlar yapma...” Bu eylemler ve gösterilen delillerin hangisi silah? Hangisi kanun dışı eylem? Kayyım atama gerekçesinde, himmet, sadaka, kurban yardım faaliyetleri gibi eylemlerin tespit edildiği yazıyor. Bu eylemlerin neresinde silah var? Suçtan kaynaklanan mal varlığı değeri suçlaması var. Öğrenci yetiştirmek, kitap basmak mı suç? Dolayısıyla ortada suç yok ki suçtan kazanılmış mal varlığı değeri olsun. Bu nedenle suçtan kazanılmış mal varlığı aklama iddiası da boş. Görünen o ki sulh ceza kararı kocaman bir yalan ve iftiralar manzumesi. Ve bu iftira suçla insanların ekmeğiyle, eğitimiyle geleceği ile oynanıyor. Geri dönülmez, telafisi imkânsız hak gaspları yapılıyor.


Ahmet Çakır - Ustamın adı Hıdır, elimden gelen budur!

$
0
0

Epey zamandır tribünlerde 30 bin dolayında taraftar görmediğimizden “birşeyler olur mu acaba?” diye umutlanmak istedik.

Hazırlanan koreografi de eski parlak günleri hatırlatır gibiydi. Ancak daha maç başlamadan saygı duruşu sırasında yaşanan bilinen durumlar ve arkasından “vur-kır-parçala/bu maçı kazan” iğrençliği, her türlü umudu sıfırlayan bir değişmezlik dramıydı.

Mustafa Denizli'nin Koray Günter (yeni Bülent Korkmaz'ı olabilir mi?) sürpriziyle birlikte bir yığın savunma adamını sahaya sürmesinin ne işe yarayacağını düşünmenin de bir anlamı yoktu. Onun kadar deneyimli ve çaplı bir hocanın enkaz devraldığını kanıtlayabilmek için, şampiyon takımı enkaza çevirmesi karşısında da insan ne diyeceğini bilemez hale geliyor.

Fakat o da ne! İlk dakikalarda kendi sahasından çıkamayan Sarı Kırmızılı takım önce neredeyse Sabri ile gol atıyordu, sonra da attı! İnanılması çok zordu ama o pozisyonda ortaya konan toplam takım aklı ve Donk'un çok sakin biçimde verdiği gol pası görmezden gelinebilecek gibi değildi. Fakat aynı oyuncunun gereksiz faulü eşitlik golünü çok erken getirdi. Her yan topun inanılmaz kolaylıkla gol şansı oluşturmasını en rahat değerlendirebilecek takımlardan biriydi Lazio.

Dolayısıyla Arena'daki sürpriz futbol bayramı 10 dakika bile sürmedi (oysa bu kısa sürede ‘abi, çanların kimin için çaldığını anlamışlar galiba' diye mesajlar geliyordu) ve sonrasında herşey bilinen şekline döndü. Chedjou ve Sabri'yi ortaalana çıkarıp Donk, Selçuk ve Sneijder ile oluşturulan 5'li yapı, maçın olsa olsa 1/4'lük bölümünde işe yaradı. Sonrasında rakibin üstün fizik gücü, oyun bilgisi ve oynama becerisi maça damgasını vurdu. İkinci gol de çok gecikmeyecek gibiydi. Muslera'nın eski takımına karşı ne kadar direnebileceğini merak eder durumdaydık.

Rakip ikinci yarıda Candreva gibi güçlü bir silahla hamle yaparken biz kazanmak için Sabri'nin 1 gol daha atmasını bekler durumdaydık… Kaptan Selçuk'un beklenmedik derecede silik kalışı, Podolski'nin Lazio savunması içinde boğulması, Sneijder'in çırpınışlarını da anlamsız kıldı. İtalyan takımının tek kaleye çevirdiği maçtan çıkarılabilecek en iyi sonuç, var olan durumu korumak gibi görünüyordu. Hele Denizli son hamlesini Umut'la yaparken sonuçtan umutlanmak zordu...

Sarı Kırmızılı takım ligdeki perişanlığından kurtulmuş sayılırdı ama bu kadarı istediğini elde etmeye yetmedi. Lazio elbette ki yenilmeyecek takım olarak görülemezdi ama Galatasaray o Galatasaray değildi… Yenen goldeki artık bıktırıcı hale gelen yetersizliğe karşın savunma iyi direndi. Özellikle Koray beklenenin üzerinde performans gösterdi. Chedjou takımı ayakta tutan adam görünümündeydi. Sabri'nin attığı gol hazine değerindeydi ama onun dışındaki katkısı sınırlı kaldı.

Necati Kola - Umutsuz vaka

$
0
0

Maç öncesinde iki takım da benzer durumdaydı. İtalya Kupası'na çeyrek finalde veda eden Lazio'nun Serie A'da ilk beşe girip seneye Avrupa kupalarına katılma şansı çok azdı.

Şampiyonluk şansını neredeyse sıfırlayan Galatarasay ise Türkiye Kupası'nda yoluna devam ediyor ancak bu taraftarı tatmin etmiyordu. Dolayısıyla her iki takımın bu sezon başarılıyız diyebilmesi için UEFA Avrupa Ligi'nde mümkün olduğu kadar ilerlemekten başka yolları yoktu.

Bunu, Lazio açısından baktığımızda maça daha istekli başlamasından, Galatasaray açısından baktığımızda ise tribünlerin dolu olmasından rahatlıkla anlamak mümkündü. İtalyan ekibi, neredeyse ilk beş dakikada tek kale oynadı. Sahada daha enerjik görünen, topa önde basan, rakibini sahasına hapseden onlardı.

Maddi sıkıntılardan dolayı Burak'ı Çin'e satan, Umut'tan ümidi kesip yedek bırakan Galatasaray'ın ilk ciddi atağında Sabri'yle golü bulması, ilginçti. Golden sonra Galatasaray çok kısa bir süre baskılı gibi gözüktü ama sonra ipleri eline alan yine Lazio'ydu. 19. dakikada Muslera ile karşı karşıya kalan Matri'nin ayağındaki topa çok iyi müdahale eden Denayer, takımı adına büyük bir iş başardı. Fakat iki dakika sonra duran topta G.Saray defansı o kadar başarılı değildi. Milinkoviç çok rahat bir şekilde yükselip kafayla beraberliği sağladı. Galatasaray'ın duran top zafiyeti takip eden dakikalarda iki-üç kez daha kendini gösterdi. Neyse ki bunlarda şanslıydı. İlk yarının sonlarına doğru Galatasaray'ın nadir geliştirdiği cılız ataklardan birinde Podolski'nin Konko tarafından kontrolsüz şekilde itilmesine ise penaltı çalınabilirdi.

İkinci yarıda da benzer oyun devam etti. Lazio daha diri, daha baskındı. G.Saray'da ise Muslera'ın kurtarışlarına ve Sneijder'in çırpınışlarına eşlik edecek oyuncu neredeyse yoktu. Denayer genel olarak başarılı gözüktü. Donk golde hatalıydı. Golü hazırlamanın dışında Selçuk'un sahada gezindiğini söyleyebiliriz. Carole kötüydü. Neredeyse hiç ileri çıkmadı, bindirme yapamadı. Çıktığı birkaç pozisyonda da topu kaptırdı. Yerine giren Olcan da kısa sürede ondan daha iyi bir performans gösteremedi. Umut da öyle.

Sonuçta istediğini alan, bu sezon UEFA Avrupa Ligi'nde hiç mağlup olmayan Lazio oldu. Her şey bitmiş değil ancak G.Saray'ın işinin hayli zor olduğu ortada.

Nuriye Akman - Kâhininiz konuşuyor

$
0
0

Babasının vaktiyle yaşını 6 yıl büyüttüğü Sibel Can, mahkeme kararıyla gerçek yaşına kavuşsa da kendini daha genç hissedemeyecek.

Küçük bir kızken sahnelere çıkmanın bütün yaşamına ödettiği hangi bedeli geri alabilir ki…

Bülent Ersoy, gecenin 2,5'unda bir AVM'nin en pahalı mağazasını açtırıp 50 bin liralık alışveriş yapabildiği ve bu tehlikeli maceradan makyajsız yüzünün profilden tek kare fotoğrafıyla çıkabildiği için kendini mesut saymayacak. Sahip olduğu nesneleri günde üç kez değiştirse bile bitiremezken, daha geride satın alınmayı bekleyen milyonlarcası varken ve onlarla birlikte verilecek onca fotoğrafı düşünürken, ulu Tanrım ne zordur yaşamak!

Sinan Çetin'in daha evvel 28 kez trafik cezası alan oğlu Rüzgar Çetin, alkollü kullandığı aracıyla bir polisi öldürmek, bir polisi yaralama suçundan savcının istediği 22,5 yıllık cezayı almayıp hakim mesela 3 yıla hükmetse de mutlu olamayacak, para cezasıyla serbest kalsa da. Olaylar bu noktaya gelinceye kadar kişilik problemlerini çözemeyen biri ucuz kurtulduğuna sevinebilir belki ama kendine duyduğu nefreti etkisiz kılmadan nasıl bahtiyar olsun ki.

60'ına merdiven dayayan Mehmet Ali Erbil, hangi kumar masasından kalksa, genç kızlarla yaptığı hangi âlemden çıksa eğlenceye doymuş huzurlu uykulara dalamayacak. Tedavi olmak istemeyen bir hastaya hangi doktor yardım edebilir ki…


Aşk ve Gurur ve Zombiler

Edebiyat klasiklerinin çağdaş uyarlamalarında gelinen son noktayı görmek isteyen Aşk ve Gurur ve Zombiler'e gitsin. Ama zaten zamanımızın derinliğin her türünü reddeden ruhundan sıkılanlardansanız oturun oturduğunuz yerde.

18'inci yüzyılın sonlarında yazılıp, 19'uncu yüzyılın başlarında yayınlanan Jane Austen imzalı Gurur ve Önyargı romanının iskeletine zombileri yerleştirmişler. Hani şu ölmeye doyamayan canlı beyin yiyicilerini... Korkutuyor mu? Yoo. Güldürüyor mu? Yoo. Fazladan bir romans mı getirmiş? Yoo. Gösterişli kıyafetler içindeki güzel kızları kung fu savaşçısı olarak izlemeyelim mi yani? Kabul etmek lazım, işin bu kısmı gayet eğlenceli.

Jane Austen, Türkçeye Aşk ve Gurur olarak çevrilen kitabını 20'sindeyken yazdı ama kitap basıldığında 37'sindeydi. Kitabın kapağında dönemin anlayışı gereği adı yerine sadece kadın olduğu belirtiliyordu. 42 yaşında göğüs kanserinden ölürken, iki yüz yıl sonra adının bir erkek yazar; Seth Grahame-Smith'le birlikte anılmasından hoşlanmazdı herhalde. Kim bilir belki de kahramanlarının çarpıtılmış suretlerini perdede görmek eğlendirirdi onu da.

Mehmet Çetingüleç - Nereye gidiyoruz, ne yapmalıyız?

$
0
0

Güneydoğu ekonomisinde çöküş, artan işsizlik, tırmanan terör, devam eden çatışmalar, büyükşehirlerde patlayan bombalar ve buzdolabında imha edilen çözüm süreci.

Ankara'daki hain saldırıdan sonra eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş'le “ne oluyor” ve “ne yapılması gerekir”i konuştuk.

Önce ekonomi:

- Güneydoğu ekonomisinde ciddi bozulma var. Yansımaları ne olur?

- Ortadoğu'daki gelişmeler, istikrarsızlıklar bize çatışma döneminin süreklilik kazandığını gösteriyor. Bu durum hem ulusal, hem bölgesel ekonomiyi zorlamakta. Ekonomi bozulduğu için işsizlik ve terör artıyor. Böyle bir ortamda Türkiye'nin iç istikrarı yakalamak için barışçıl çözümlere öncelik vermesinin kaçınılmazdır.

- Barışın gelmesi için önce bölge ekonomisinin düzeltilmesi gerekmiyor mu?

- Siyasi istikrar olmadan, hukukun şekillendirdiği bir ülke olmadan ekonomik gelişmenin, büyümenin sağlanması da mümkün değil. Öncelikle kendi iç barışını sağlamış demokratik, güvenilir bir ülke olmalıyız. Ben şahsen, Türkiye'nin demokratik bir anayasa inşa sürecinde genişletilmiş bir koalisyon hükümeti ve HDP'nin de desteğinin alındığı bir iktidar yapısının kaçınılmaz olduğunu değerlendiriyorum.

- Yeni anayasa için Milli Mutabakat Hükümeti mi öneriyorsunuz?

- Genişletilmiş, demokratik bir koalisyon. Öncelikle AK Parti ve CHP arasında olabilir. Buna MHP'nin ve HDP'nin de destek vermesi, koalisyonun içinde olması Türkiye'nin ihtiyacıdır. Yeni demokratik bir anayasa inşa etmeden PKK'nın silahsızlandırılması meselesinin de gerçekçi olmayacağını görüyorum. Böylesine demokratik bir yol haritası içerisinde hareket edecek siyasal yapı ortaya çıkarsa, HDP'nin de PKK'nın silahlı eylemleri karşısında tavır belirleme, şeffaf bir şekilde PKK'ya çizgi çekme gibi bir sürecin içinde olacağını düşünüyorum.

- Baskın bir erken seçimle HDP ve MHP'nin barajın altında kalması, AK Parti'nin tek başına anayasayı değiştirecek bir güçle yeniden iktidara gelmesi gibi bir senaryo konuşuluyor. Ne dersiniz?

- Türkiye'nin sorunu; baskın bir seçim, referandum veya bir siyasi iktidarın sadece kendi çerçevesi içinde şekillendireceği bir anayasanın kabulü, ya da başkanlık seçimiyle çözülebilecek bir mesele değildir. Türkiye toplumsal konsensüsü sağlayarak, demokrasisine nitelik kazandırarak ve demokrasisini kurumsallaştırıp, inanca etnik kimliğe ağırlık veren politikaları dışlayarak, insan eksenli, laik, demokratik bir düşünce sistemi ve siyaset üretimiyle sorunlarını çözebilir. Böylesine bir Türkiye bölgesine ve dünyaya örnek olmalıdır.

- Bombalı saldırılar bölgedeki süreci nasıl etkiler?

- Son Ankara saldırısı niteliği ve sonuçları itibarıyla, gerçekleştirildiği mekân itibarıyla çok hassas bir konu. YPG'li bir şahsın yakalanmasına rağmen meselenin YPG'nin boyutlarını aşan bir arka planı olduğu görülüyor. Arka planın Ortadoğu'daki gelişmelerle bağlantılı olduğunu, Suriye'deki gelişmelerle bağlantılı olduğunu açıklıkla söyleyebiliriz. Bu YPG'li şahsın Suriye rejimi ile bağlantısı, Rusya ile bağlantısı veya Türkiye'nin Suriye'ye çekilmesinden çıkar sağlayabilecek farklı aktörlerin niyetlerini doğru değerlendirerek, politikalarını doğru değerlendirerek hassas bir şekilde karar vermek gerekiyor. Türkiye, sorunlarını savaşla değil, siyasetle, müzakere masasında çözmek zorundadır. Ve bu, Türkiye halkının da talep edeceği bir gerçekliktir.

- Güneydoğu'da barışı sağlama fırsatı elden kaçıyor mu?

- Bunu söylemek mümkün değil. Çünkü Güneydoğu'daki barış, PKK'nın silahları bırakması meselesi, Türkiye toplumunun talebidir. Türk'üyle, Kürt'üyle tüm Türkiye olumsuzluklara rağmen hâlâ barışın gerçekleştirilmesini istiyor. Ancak silahların susturulması ve barış şartlarının gerçekleştirilmesi için ihtiyaç duyulan siyaset üretiminde yetersizliğimiz var. Tabii ki, PKK'nın özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra HDP'ye verilen desteği ortadan kaldırıcı şekilde silahlı mücadeleyi tırmandırması, meselenin çözümünü zorlaştırmaktadır. Burada önemle vurgulamamız gereken konu şudur: Topyekün bir ateşkes ve silahsızlandırma meselesinde Türkiye'de siyasi iktidarın ve partilerimizin bu meseleyi bir iktidar sorunu olarak öne çıkarmaları Türkiye'yi bir çıkmaz sokağa yönlendirmektedir. Ortadoğu'daki gelişmelerle birlikte meseleye baktığımızda sorun bir iktidar mücadelesi dışında Türkiye'nin varlığı ve geleceğiyle ilgili bir mesele olup parlamentonun birlikte hareket etmesiyle çözülmesi zorunlu hale gelmiştir.

Selim İleri - Handiyse yarım yüzyıl önce

$
0
0

Metis Yayınları Susanlar'ı 2008'de yayınladı. Serdar Soydan'ın hazırladığı Susanlar, Bilge Karasu'nun dergilerde kalmış şiirlerinden, öykülerinden ve denemelerinden bir derleme; eleştirel yazılar, değiniler, söyleşiler.

Bilge Karasu 1972 yılının 20 Mayıs günü Türk Dil Kurumu'nda bir konuşma yapmış. Bu konuşmanın yazılı metni ise Eylül 1972'de Türk Dili dergisinde yayınlanmış. O zaman mutlaka okumuş olmalıyım; çünkü Bilge Karasu ille okuduğum yazarlarımız arasındaydı.

Şimdi aradan handiyse yarım yüzyıl geçmişken, “Konuşma”yı yepyeni bir yazı gibi okudum. Biraz şaşırdım, adamakıllı unutmuşum. Biraz ürperdim, Bilge Karasu handiyse elli yıl öncesinden bugüne sesleniyor, hâlâ sesleniyor!

Bir ara Nermi Uygur'un Güneşle başlığını taşıyan kitabını anıyor, Güneşle'den alıntılar yapıyor.

İkisi de, Bilge Karasu da, Nermi Uygur da artık aramızda değiller. Öylesi titiz, yazdıklarının sorumluluğunu taşıyan yazarlarımız gün geçtikçe azalıyor, dahası, uzak bir anıya dönüşüyorlar.

Nermi Bey'i Yeni Ufuklar dergisinin Sultanahmet'teki yazı odasında tanımıştım. Ünlü “Kant” denemesini getirmişti, dergide yayınlansın diye. Yeni Ufuklar'ın yöneticisi Vedat Günyol, upuzun yazı karşısında telâşa kapılmış, “Nermi Bey, küçücük, avuç içi kadar der­gi, nasıl yayınlayacağız?” demişti. “Kant” bir iki sayı -deyiş ye­rindeyse- tefrika edilmişti…

Güneşle yeniliklere açık çağdaş edebiyatımızın en güzel deneme kitaplarından biridir. Bizim kuşak çok severek okudu. Denemeyi değer­li özellikleriyle yaşatan, var eden bir eser. O günlerde çok da göz­de bir tür değildi deneme. Batı edebiyatındaki seçkinliğine rağmen, bizde denemenin yeri yurdu dardı. Nermi Uygur bu açıdan yeni yeni okurlar yetiştiriyordu.

Bilge Karasu'nun alıntıladığı denemesinde Nermi Bey ‘okumak sa­natı' üzerinde durmuş. Ustalar ustası Bilge Karasu şöyle devam edi­yor:

“Nermi Uygur'un sözünü ettiği ‘uyanık' okuru, yapıntı alanında ‘yaratıcı okur' diye niteleyeceğim. Yaratıcı okur, okuya okuya, gü­nün birinde, bir metni, yazarıymış gibi, yeniden yaratmağı -‘y' değil, yaratmayı değil; hep ‘ğ'yle yazdı Bilge… Sİ- başarabi­lecek okurdur, diyeceğim.”

Bilge Karasu

“Yaratıcı okur”u nereden bulacaksınız?

Yaratıcı okur… Durakalıyorsunuz. Bugün var mı yaratıcı okurlar? Bilge Karasu o okuru tanımlıyor:

“Okur tek başına, ne kadar çeşitli öğeyi kavrar, ne kadar çeşit­li düzeyde okursa bir metni, daha doğrusu okuyabilirse, başkalarının incelemelerinden, yorumlarından ne kadar usluca yararlanabilirse, yazarın yazısına o ölçüde yaklaşmış olur.”

Günümüzün hayhuyunda, edebiyat eserinde değer arayışı kayıtsız­lığında “yaratıcı okur”u nereden bulacaksınız? Elbette var üç beş ki­şi; kendi köşelerinde, sessiz sedasız, yazara, yazarın yazdıklarına onur veriyorlar. Fakat kimsenin haberi olmuyor.

Handiyse yarım yüzyıl öncesinin özlemine, titizliğine takılıp kaldım. Nerede, ne zaman, nasıl yitirdik? Araştırmak, ölçüp biçmek artık boşuna.

Bilge Karasu'yla yarım yüzyıl önce tanışmıştım. Cumartesi Yal­nızlığı'nı imzalayıp göndermiştim, onun Ankara'daki posta kutusuna. İstanbul'a gelince beni aramıştı. Yolun başındaki yazarların önünde­ki sorunları, açmazları bilenlerdendi ve kişisel deneyimlerini paylaşmaya hazırdı. Ayrıca, her yazarın iyi bir okur olması gerektiğine inananlardandı.

Kendisine gelince, ürküntü verecek kadar iyi bir okurdu. Yalnız dünya edebiyatını değil, edebiyatımızı da gerçekten özümseyerek oku­muştu. Oysa o yıllarda yenilikçi edebiyatımızın geçmişini önemseyen­lerin sayısı azdı, tıpkı bugünkü gibi. Gerçi, Aşk-ı Memnu'un bir televizyon dizisinden sonra ‘roman' olarak yazıldığını sananlar, düşünen­ler yoktu ama, Halid Ziya'nın eserinin uçsuz bucaksız değerini bilen de pek yoktu.

Bilge Karasu'nun çarpıcı saptamaları vardı. Taksim'de, Eptalokos Kahvesi'nde buluştuğumuzda, “Sait Faik'i çok seviyorsunuz, değil mi?” diye sormuştu. Cumartesi Yalnızlığı'nın ilk öyküsü “Hüzün Kahvesi” Sait Faik hayranlığıyla başlar.

Ama beni heyecanlandıran başka bir şeydi: “Hüzün Kahvesi”ndeki mekân, o zamanlar yerli yerinde duran, Dolapdere'deki bir kahveydi.

Ve ben bu kahveyi hep, Sait Faik'in “Mahalle Kahvesi”nde anlattığı yere benzetirdim. Bilge Karasu “'Mahalle Kahvesi'ni okudunuz tabiî;” diyordu…

O sabah, on bir dolaylarında, daha neler konuşmuştuk? Çok uzun yıllar geçti, çoğunu unutmuşum. Aklımda Boğaziçi'nin bir semti, Yeniköy kalmış. İstanbul'da, bir yakınının Yeniköy'deki evinde konuk kaldığını söylemişti. Çok sonra, Kısmet Büfesi'nde Boğaziçi'nde ge­çen iki anlatıyı okuduğumda, hep o ilk karşılaşmamızdaki Yeniköy'ü anımsayacaktım.

1963 tarihli Troya'da Ölüm Vardı'yla ikinci öykü kitabı Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı arasında yedi yıl; Uzun Sürmüş Bir Günün Ak­şamı uzun süre Bilgi Yayınevi'nin dosyaları arasında beklemiş, yayın­lanmasına bir türlü karar verilememiştir!

Dosyaların tasfiyesine girişmişti yayınevi. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'nı bu sebeple okuma imkânım olmuştu. Yarım yamalak donanımımla çarpılıp kalmıştım bu başyapıta. Ahmet Tevfik Küflü hayli isteksiz, biraz da -âdeta kışkırttığım- Kemal Tahir'den çekindiği için, Bizans'tan 27 Mayıs'a çağlardan çağlara geçip gelen üç öyküyü yayınlamıştı. Birbirinin ardılı üç öykü; günün yazınsal ortamı için çok başka bir düzeyde.

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanacaktı, bambaşka anlayışta yazılmış Kaçakcı Şahan'la birlikte. Seçici kurul galiba ikiye bölünmüş.

Pera Palas'taki ödül töreninde Rauf Mutluay, pek benimsemediği Anlaşılan Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'nı tanıtırken, Bilge Karasu'yu II. Abdülhamid'i tahttan indiren heyetteki Emanuel Karasu Efendi'nin torunu yapıvermişti! Azınlık yurttaşlarımızdan Bilge Karasu konuşma sırası kendisine gelince, asıl adını söylemiş, Türkçe'ye büyük hayranlığından bu takma adı, Bilge'yi ve Karasu'yu tercih ettiğini, kendi seçtiğini açıklamıştı.

Hocam Mutluay'ın, hele Bilge bir iki masa ötesinde otururken, o aymazlık dolu konuşmasını unutmayı çok istedim…

Nermi Uygur

Keşke yeniden yaşayabilsem...

Bitmeyen siyasî; kargaşalarda çetin yıllar. Ankara'ya gidişlerimde hep aradığım Bilge Karasu. Onlar, Füsun Akatlı'yla ikisi İstanbul'a gelmişlerse, mutlaka bir araya gelmeler. Ankara'da Enis Batur'larda üç beş dostla Bilge Karasu'nun bir araya geldiği bir akşam çayı. Geçmişi eşeledikçe bunlar...

“Göçmüş Kediler Bahçesi” masalı Türk Dili dergisinde yayınlan­dığında ilk kez, Refik Algan'la günlerce konuştuğumuzu da belirtmeliyim. Yetkin, ama kendini hep geri planlarda tutan öykücü Refik Algan bu masal-öyküyü öylesine güzel yorumlardı ki, o günlerdeki konuş­malarımızı, söyleşilerimizi keşke yeniden yaşayabilsem...

1991'de Gece'ye Pegasus Ödülü verildi. Gece uluslararası ödül gereği yabancı dillere çevrildi. O dönemde Talat Sait Halman beklen­medik, kendisinden beklenilmeyecek, tuhaf bir yazı yazdı: Bilge'nin yurtdışında pek ilgi devşirmediğini belirtiyor, bunu da Türkçe'nin yetersizliğine bağlıyordu. Dayanamayıp bir yanıt yazmıştım. Başkala­rı da yazdılar, başta Füsun.

Bir yandan da acı sona yaklaşılıyordu. Bilge Karasu hastaydı; Enis Susanlar'a yazdığı sonsözde “hastalığının ölümcül niteliğini öğ­rendikten sonra” diyor, öğrenişten sonrasını en acı şekilde Füsun yaşadı.

Bilge Karasu'ya gelince Altı Ay Bir Güz'ü bütünlemiş o dönemde, ölüm ve dirim üzerine edebi derinlik şöleni.

Hekimoğlu İsmail - İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir

$
0
0

Allah'ın ‘Hayat' sıfatı cansız cisimlerde enerji, insanlarda şuurlu ruh olarak kendini gösterir.

Hayatsız cisim yoktur. Hayat, Allah'ın sıfatıdır ve her şeyi kuşatmıştır. Ancak insan, diğer yaratıklardan akıl ve şuurla farklılık kazanır, ölçülü ve ahenkli olur. Aklı veren Allah, İslâmiyet'i de göndermiş. Madem ikisini de gönderen Allah'tır, öyleyse akıl, İslâmiyet'i anlamaya elverişlidir. Aklın vazifesi Kur'an-ı Kerim'i, hadisleri, ilmihali anlamaktır yani İslamiyet'i anlamaktır. Şuurun vazifesi de İslamiyet'i ölçülü yaşamaktır.

Dikkat edilirse kâinatta her şey ölçülüdür; burnumuz, dilimiz, kollarımız boyumuz gibi uzasaydı felaket olurdu. Dikkat edersek rüzgârlarda, depremlerde dahi bir ölçü var. Rüzgâr kırk kilometre esiyor, kırk bin kilometre hızla esmiyor; on şiddetinde deprem oluyor, yüz şiddetinde deprem olsa kıtalar yürür giderdi. Bu ölçüyü koyan Allah'tır. İnsan eğer şahsi menfaatlerini her şeyin üzerinde görürse ölçüyü kaçırır. Yani ifrat ve tefride girer ki bu, en tehlikeli haldir.

Hedefi aşan okla hedefe varmayan ok aynı değerdedir. Yani ikisi de işe yaramaz. İfrat, hedefi aşmaktır. Tefrit hedefe yetişememektir. Nihayetinde her ikisi de olumsuz sonuç verir. Çünkü önemli olan, hedefe ulaşmaktır. İnsan hangi konuda ifrada veya tefride giderse çok büyük zararlar görür. İslâm tarihinde yer alan birçok bâtıl mezhep ifrat ve tefritten doğmuştur.

Bunun için, insan ölçüyü kaçırmamalıdır. Ölçü, Kur'an'dır, sünnettir, İslâmiyet'tir. Allah ve Resulü (sav) ne diyorsa doğrudur, onun dışına çıkmak ifrattır. Mesela bir mü'min durmadan namaz kılarsa bu ibadet de ifrattır. İbadet sadece namazdan ibaret değil ki! Daha çok farzlar, vacipler, sünnetler var. Hatta öyle insanlar var ki abdestim olmadı diye on defa abdest alır da bu arada farz namazı kaçırır. Aynı şekilde bir pire için yorgan yakanlar tefrittedir; bunların hayatı perişan olur.

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir; ifrat ve tefritten uzak bir dindir, Müslümanlara da böyle olmayı tavsiye etmektedir. Mesela zehir tehlikelidir. Amma eczacılar ilaç yaparken zehir kullanır; ölçü dâhilindeki zehir şifadır. Dolayısıyla mü'min, her şey­de­ki öl­çü ve ahen­gi bi­lir, ölçülü hareket etmeye ça­lı­şır. Böy­le­ce ha­ya­tı bir ni­zam içi­ne gi­rer.

Sırat-ı müstakim, istikamet çizgisi demektir. Yolda giden araba dereye düşmeden nasıl bir istikamet takip ederse, sırat-ı müstakim de mü'mini bulunduğu noktadan cennete öyle götürür. Bir tarafta ifrat tepeleri, diğer tarafta tefrit çukurları vardır.

Müslüman, her şe­yin if­ra­tın­dan kaçındığı gibi, faz­la se­vin­mek­ten, faz­la üzül­mek­ten de ka­çı­nırsa ha­di­se­le­rin elin­de oyun­cak ol­mak­tan kur­tu­lur, ken­di­ni ida­re et­me­ye baş­lar.

İman çizgisi, sınır çizgisine benzer. Yanlış adım attığında ecnebi ülkesine geçersin. İbadette de durum aynıdır. Müslüman kendisini yanlış adımlardan korumalı, ölçülü, ahenkli hareket etmeli, ifrat ve tefritten kaçınmalı, sırat-ı müstakimde yani orta yolda yürümelidir.

Mademki aklın vazifesi iyi ile kötüyü ayırt etmektir, öyleyse şuurlu Müslüman, her hareketine ibadetin mührünü basandır. İslamiyeti öğrenen ve yaşayandır. İfrattan ve tefritten kaçandır; Allaha asker olup, yeryüzünü bir talimgâh bilendir, dünya işini ibadete çevirendir...

Ali Çolak - Sivil ve itaatsiz

$
0
0

Benim, dünya ile ilişkimin yapısına harç katan ustalardan biri de Henry David Thoreau'dur.

Onun insan, hayat, tabiat, siyaset ve devlet konusundaki düşünceleri 19. asrın ortalarından beri bütün dünyada yankısını sürdürüyor. Thoreau, Concord'da doğup büyür. 16 yaşında Harvard'a girer. Amerikan edebiyatının deneme ustası R. W. Emerson ile tanışınca, öğrencisi olmaya karar verir. Onun yanında bahçıvanlık yapıyor, odun kesiyor, ev işlerine bakıyordur. Thoreau, bir ara baba mesleği olan kurşun kalem imalatçılığına da el atacaktır. Bütün bütün mutmain oluşu ise Walden Gölü kıyısında kendisine küçük bir kulübe inşa edip yalnızlığa çekilmesinden sonra başlar. Burada, uzun uzun tabiatı dinliyor, yürüyüşler yapıyor ve yazıyordur. O ünlü “Sivil İtaatsizlik” makalesi de buradaki hayatının verimidir. Thoreau, bu kavramı ilk kez dillendirdiğinde, tarihler 1848'i göstermektedir. 45 yaşına geldiğinde, dünyadaki sayılı nefeslerini tüketip gidecektir.

Thoreau'yu neden bu kadar sevdim? Bunun iki sebebi olmalı. Birincisi, ikimiz de tabiatın çocuğu olduğumuz için. İnsanlardan çok dağları, ormanları, ağaçları dost bildiğimizden... Bir dalın ve yaprağın bile koparılmasına tahammül edemeyişimizden. Sonra, otoriteyle olan sorunlu ilişkimiz… Thoreau'nun yönetim konusundaki düşüncesi, ustası Emerson'un “Ne kadar az yönetilirsek o kadar iyi.” cümlesine dayanır. Ustamız, gide gide şuraya varır: En iyi yönetim, hiç yönetmemektir!

Benim çalışma hayatımın ve yönetimlerle, devletle ilişkimin ana fikri, Thoreau'nun bu kısacık cümlesinde yatar. Yönetilmemek ve yönetmemek! Otoriteden nefret ederim. En küçük kurumlarda, birimlerde bile yönetenlere yakın durmaktan köşe bucak kaçarım. Devlet ve devletliler söz konusu olduğunda, bu uzak duruş tiksintiye dönüşür. Benden ne kadar uzak olurlarsa o kadar iyidir. Ustamızın sözü kulağımda küpedir: “İnsanın kepaze olmadan hükümetle herhangi bir bağlantı kurması mümkün değildir. Ben, bir anlığına bile olsa o siyasi kurumun benim hükümetim olduğu kadar köleliğin de hükümeti olduğunu göz ardı edemem.”

Benim uzak durmak istediğim hükümetin ille de bugünkü baskıcı, hukuk tanımaz hükümet olduğunu düşünmeyin sakın. En yakın arkadaşımın, en çok saygı duyduğum insanların yönettiği hükümet bile olsa, ondan kaçarım. Çünkü oralarda huzur yoktur, adalet de. Bana hükmedilmesinden oldum bittim hoşlanmam, çünkü görev ve sorumluluklarımın bilinciyle yaşar ve çalışırım. Benimle çalışanlara asla hükmetmem; onların da sorumluluklarının bilincinde ve görevlerinin gereğini kendiliklerinden yapmasını beklerim. Bunu yapmıyorlarsa, gün gelir, yolumuz kendiliğinden ayrılır. Thoreau'nun ve benim yönetim konusundaki düşüncemiz basit olarak şuna dayanır: Hepimiz iyi insan olmalıyız! O, “Önce insan, sonra yurttaş olmalıyız” diye özetler bunu. Yöneten çoban, yönetilenler de sürü değildir. Birey olmayı başarmış kâmil ve uygar insanın güdülmeye ihtiyacı yoktur. Thoreau da ben de deriz ki, herkesin, hükümete bağlılığını reddetme, itaat etmeme hakkı vardır. Bu, insanın yaratılıştan gelen özgürlüğü kullanma hakkıdır.

İnsanın olup bitenler karşısında tavır alışları, karşı koyuşları bir anlık refleks yahut sevgi-nefret ilişkisinden doğan eylemler değildir. Hepimizin temel bir dünya algısı, onunla ve içindeki her şeyle kurup geliştirdiğimiz bir ilişki biçimi vardır. Bütün karar ve eylemlerimiz, yazıp söylediklerimiz bu omurganın etrafında şekillenir. Bu omurgayı önce yaratılışımız, inançlarımız, aile geleneklerimiz, sonra düşüncemizi yapan temel metinler, âlimler, ustalar, düşünürler biçimlendirir. Doğu'nun da Batı'nın da izleri, yansımaları, esintileri vardır düşüncemizin yollarında. Onları yedeğimize alır yürürüz. Yol ayrımlarında tercihlerimizi yaparız. Çıkardan yana mı, hakikatten yana mı? Vicdandan yana mı otoriteden yana mı? Onurlu bir hayat mı, köle olarak yaşamak mı?

Başka bir zamanın, başka bir dinin ve kültürün adamı Henry David Thoreau, benim zihnimi, dünyamı aydınlatan ustalardan biri oldu her zaman. Doğal Yaşam ve Başkaldırı'yı, Sivil İtaatsizlik'i, Yürüyüş'ü, Walden'i döne döne okudukça, kendimi hep, eski bir arkadaşla orman yollarında ıslık çalarak yürüyor hissettim. Uzak fakat yakınlardan daha yakın bir arkadaş… Dünyanın en çok karardığı zamanlarda bile güç aldığım insanlardan biri oldu Thoreau. Sivil İtaatsizlik'te şöyle diyordu: “Bir yerlerde katıksız iyilik varsa o tüm hamuru mayalamaya yeter.”

İnsan, bazen böyle kendini anlatma ihtiyacı duyuyor. Anlatabildim mi?

*Yazıdaki alıntılar: Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik/ Yürüyüş, Dergâh Yayınları, Çev:Bengisu Filiz


Mehmet Kamış - Binlerce kilometrelik zafiyet

$
0
0

Diyelim ki PYD, hem ABD'nin, hem Rusya'nın, hem de Avrupa Birliği'nin desteğini aldığı bir zamanda, kendini bütün dünyada zor duruma düşürecek şekilde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kalbine terör saldırısında bulundu.

Tam da en ihtiyacı olduğu zamanda bütün dünyaya, “Biz terör örgütüyüz, Türkiye ne kadar da haklı'' dedirtti. Burada asıl sorulması gereken soru şu: “Aranan bir araba, Türkiye'nin içinde 2 bin 900 km yol yapmasına rağmen nasıl yakalanamadı?”

Bu durum, ülke içindeki güvenlik zafiyetinin nasıl korkunç boyutlarA ulaştığının en önemli göstergesi. 7 Haziran seçimlerinden sonra bu kaçıncı bombalama, bu kaçıncı katliam? Üstelik, bırakın şehirleri ve anayolları, neredeyse köy yollarının bile kameralarla takip edilebildiği bir zamanda, bomba yüklü arabaları bulamamanın, canlı bombaları yakalayamamanın, terör eylemlerini önleyememenin izah edilir tarafı yok. Çünkü iktidar makamı, Twitter üzerinden eylemleri kınama yeri değil, bu eylemleri önleyecek tedbirleri alma yeridir. İktidar, ‘ne yapalım, dış güçler' mazeretine sığınma mercii hiç değildir. Çünkü bu ülke, üç-beş yıl öncesine kadar terörün hatta bu dış güçlerin şehirlerde eylem yapmalarına müsaade etmez bir noktaya gelmişti. Sadece terör eylemleri değil kap-kaçtan mafyaya kadar, şehirleri suçtan neredeyse arındırmışlardı. Kentler güçlü bir bağışıklık sistemine kavuşmuş, mikropların vücuda girip orada bünyeyi hasta etmesinin önüne geçilmişti. Hükümet son yıllarda bilinçli ve programlı olarak bu mekanizmaları yani vücudun bağışıklık sistemini bilinçli bir şekilde çökertti. Emniyet'in özellikle terör konusunda çok iyi yetişmiş kadrolarını ya görevden aldı, ya emekliye sevk etti ya da meslekten attı. Onları görevden alıyorsanız yerine getirdiğiniz kadroların bu konuda iş yapmasını beklemek, bir vatandaş olarak en doğal hakkımız. Olağanüstü başarı göstersinler de demiyoruz, en azından mevcut imkânları kullanıp ülkede 2 bin 900 km dolaşan bir arabayı gözden kaçırmasınlar. Devletin kalbinde o bombanın patlamasını önlesinler.

Aynı devlet, Türkiye'nin neresinde olursa olsun bir arabanın en küçük trafik kuralı ihlalini yakalayıp anında ceza makbuzunu gönderiyor. Böyle bir teknolojiye ve yeteneğe sahip devletin, bomba yüklü araçları yakalayamamasının izah edilebilir tarafı olamaz. Sürekli bombalar patlıyor, canlı bombalar yüzlerce insanı katlediyor, buna önlem alması gerekenler Twitter üzerinden kınama yayınlamakla yetiniyor. Bir de bu eylemleri, uyguladıkları politikalarda ne kadar haklı olduklarına gerekçe yapıyorlar. Sizin hükümet ve İçişleri Bakanlığı olarak her şeyden önce yapmanız gereken şey, bu terör eylemlerinin olmasını engellemektir. Bu konudaki zafiyetin bütün sorumluluğu hükümete aittir.

Yaşadıklarımızın temelinde yatan birinci sebep, uygulanan yanlış dış politikanın bölgeyi getirdiği noktadır. İkincisi sınırlarımızın bu denli karıştığı bir zamanda emniyet teşkilatının bilinçli olarak bitirilmesidir. Üstüne üstlük terör kol gezerken polisin, inançları gereği fakir öğrencilere kazançlarının bir kısmını veren hayırseverlerin peşine düşürülmesidir. Bunca insanımızın öldüğü terörün yerine nefret operasyonlarıyla uğraşılmasıdır.

Şahin Alpay - Terörle mücadele stratejisi yürümüyor

$
0
0

Geçen temmuzdan bu yana güvenlik güçlerinin PKK militanlarıyla çatışmalarında ve meydana gelen intihar saldırılarında ölen asker, polis, sivil, turist sayısı binleri buldu.

“Etkisiz hale getirilen” Türkiye yurttaşı PKK militanlarının sayısı da öyle. Güneydoğu'nun şehirlerinde çatışmalar ve sokağa çıkma yasakları nedeniyle göç eden yurttaşların 200 bini geçtiği tahmin ediliyor. Ne yazık ki Türkiye, yeniden 1990'larda yaşanan acılara boğulmuş durumda. Ülkenin arz ettiği manzara herkesi düşündürmeli: Başında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın olduğu AKP iktidarının terörizmle, şiddetle mücadelede bir stratejisi var mı; varsa, başarılı oluyor mu?

Gerek Erdoğan, gerekse Başbakan Davutoğlu'na göre, izlenen strateji “hiçbir ayrım yapılmaksızın silahlı terör örgütlerinin tümüyle, tek bir terörist kalmayana kadar mücadele”yi öngörüyor. Hedef alınan terör örgütleri cephesi çok geniş: DAEŞ'i, PKK'yı, PYD'yi, THKP – C'yi kapsıyor. Bu strateji (S.Arabistan ve Katar ile birlikte) Suriye'de Esad rejimine karşı savaşan “ılımlı muhalif”leri destekleme politikası ile birlikte yürütülüyor. Terör örgütlerini destekledikleri kuşkusu Esad rejiminden, onun arkasındaki Rusya ve İran'a uzanıyor. Başta ABD olmak üzere NATO müttefiklerinden, DAEŞ'e karşı PYD'ye verdikleri destekten vazgeçmeleri isteniyor.

Evet, bir strateji varsa da, bu stratejinin sonuç vermediği giderek daha açık bir şekilde görülmekte. Zira herhangi bir mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için akla ve mantığa dayalı bir stratejiye dayanması gerekir. Akla ve mantığa dayalı bir strateji, baş hedefin tesbit ve tecrit edilip, mücadelenin o hedefe odaklanmasını gerektirir. Oysa bunun tam tersi yapılmakta: En küçük bir inandırıcılığı olmayan iddialarla “silahlı terör örgütleri” arasına “FETÖ/PDY” adı altında, karşılıklı anlayış ve saygı telkin etmekten başka bir “kusuru” olmayan Hizmet Hareketi dahil ediliyor. Türkiye'nin “kokteyl terörizm”e hedef olduğu söylenerek, terör saldırılarından kimin sorumlu olduğu sorusu zaman zaman kuşku perdesi arkasında bırakılıyor.

Akıl ve mantığa dayalı bir strateji izlenecek olursa, terörle mücadelede temel hedefin DAEŞ olarak belirlenmesi gerekir. Zira, en hunhar şiddet yöntemlerini uygulayan DAEŞ, Türkiye dahil bütün İslam dünyasını, temsil ettiğini iddia ettiği Hilafet'in egemenliği altına almayı hedefliyor ve şiddetten başka bir dil konuşmuyor. Bu IŞİD'in yenilmesi mümkün, çünkü Türkiye'nin NATO müttefikleri dahil hemen bütün dünya karşısında.

PKK ve Suriye'deki kolu PYD'nin, onunla savaşta başrolü oynadıklarına göre, DAEŞ ile aynı kefeye konması mantıklı değil. NATO müttefikleri PKK ile PYD'yi ayırıyor. DAEŞ'ten farklı olarak PKK - PYD ile konuşmak mümkün. Nitekim “çözüm süreci” yürürlükte olduğu sürece her ikisiyle de konuşuldu ve anlaşmanın eşiğine kadar gelindi. Demek ki barış süreci canlandırılabilir ve Kürtlerin ortak, demokratik taleplerini karşılayacak reformlarla PKK'nın silah bırakması sağlanabilir. Bu mümkündür, çünkü HDP'ye oy verenler dahil Türkiye Kürtlerinin büyük çoğunluğu silahların karşısında, ülkenin bütünlüğünden yana. Bu mümkün olmalıdır, çünkü PKK – PYD'yi kendilerine başka dostlar aramaya itmek, açıkça görüldüğü üzere, Türkiye'nin kesinlikle çıkarına değil.

Bu mümkün olmalıdır, çünkü ülke bütünlüğünü korumak için içeride Kürtlerle barış, dışarıda Kürtlerin saygısını ve dostluğunu kazanmak, böylelikle “bin yıllık Türk – Kürt kardeşliğini canlandırmak” Türkiye için stratejik bir zorunluluk. Emekli Büyükelçi Ünal Çeviköz, bunu veciz bir şekilde şöyle ifade etti: “Türkiye kendi Kürt sorununda çözüm ve diyalog kartını yeniden masaya koyduğu andan itibaren komşu ülkelerdeki Kürtlerle ilgili sorunları düzelecektir. Türkiye'nin en kuvvetli kartı ve kozu budur.” (Cumhuriyet, 15.02.2016)

Lale Kemal - İstihbarat zafiyeti hedef şaşırtıyor

$
0
0

Hükümet, Türkiye'nin içeride, dışarıda bir bataklığa saplandığını görmek yerine yapılmakta olan her türlü iyi niyetli eleştiriyi kendisine karşı bir komplo olarak adlandırmaktan vazgeçmek zorunda.

Nihayetinde bu ülkenin, hesap verebilir bir akıl ve mantıkla yönetilmesi adına kendisine sandık yoluyla emanet edildiğini çok geç de olsa idrak etmek zorunda. Geçen yılki haziran seçimleri öncesinden bugüne 5 ayrı canlı bomba eyleminde 12'si yabancı 181 can gitti. Güneydoğu'daki çatışmalarda 300'e yakın sivil, asker, polis hayatını kaybetti. PKK kayıplarını bilemiyoruz.

Gerek intihar eylemlerinin gerekse çatışmaların sorumluluğunu, salt kimi devletler ve onların taşeronu denilen örgütlerin üzerine yıkarak ne sorumluluktan kaçılabilir ne de toplum üzerinde artarak devam eden travmanın izleri silinebilir.

Başbakan Davutoğlu, 17 Şubat saldırısında kullanılan bombanın şiddeti nedeniyle pek çok ceset tanınmaz haldeyken intihar bombacısının hemen tespit edildiğine dair kuşku uyandıran bir açıklama yaptı. Eylemin, Suriyeli Kürt grup YPG ve onun uzantısı PKK ile işbirliği içinde gerçekleştiğini söyledi. Bu açıklama, yalnızca içeride değil dışarıda da kuşku uyandırdı. Washington, eylemi kimin yaptığına dair henüz kesin bir bulgu olmadığını söyledi.

Bu satırlar yazıldığı sırada henüz eylemi üstlenen bir örgüt çıkmadı. Büyük olasılıkla çıkmayabilir de. Zira 17 Şubat saldırısını yapan terör örgütü her kimse eylemi üstlenmek yerine Ankara'daki istihbarat ve güvenlik zafiyetlerinden istifadeyle kendini kamufle edip, hedef şaşırtmayı tercih ediyor.

Ankara, Suruç ve tren garı bombalama olaylarından IŞİD'i sorumlu tutmakla birlikte örgütten bu açıklamayı doğrular bir üstlenme gelmedi bugüne değin. Oysaki IŞİD, kanlı Paris eyleminde sorumluluğu üstlenmişti.

IŞİD, Ankara eyleminden bir gün önce yayımlanan Türkçe dergisinde Türk ordusunu hedef alıyordu. Pekala, askeri konvoyları hedef alan Ankara eyleminin sorumlusu IŞİD de olabilir. Ya da IŞİD, taşeronu DHKP-C'ye Ankara eylemini havale etmiş olabilir. Ne de olsa, YPG ya da PKK değil ama IŞİD ve DHKP-C canlı bomba eylemlerine başvuran örgütler. Ya da YPG olabilir.

Neticede, bu kanlı terör eylemlerini her kim yapmış olursa olsun, kimi kısır siyasi hesapları kollamak adına örgüt seçiciliği yapmanın faydası yok, neticede ağır hataların bedelini insanlar canlarıyla ödüyor.

Bu vahşi canlı bomba eylemlerini, iyi yönetilen bir devlet aklının idaresindeki istihbarat ve güvenlik kurumlarının eşgüdümüyle önlemek mümkün. Ne var ki, devletin istihbaratı ve güvenlik kurumları, muhalif avına çıkartılmaktan ülke güvenliğini sağlamak olan asli işlerini yapamaz noktaya getirildiler. Ünlü Foreign Affairs dergisi, 17 Şubat tarihli sayısında, IŞİD'in, Ürdün'de bugüne değin, bir pilotun katliamı hariç, bir eylem düzenleyememiş olmasındaki en önemli faktör olarak neyi gösteriyor biliyor musunuz? Bu ülkenin çok iyi eğitilmiş, çok etkin çalışan istihbarat ve güvenlik örgütlerini.

Türkiye'nin nasıl bir açmaz içinde olduğu yöneticiler tarafından görmezlikten gelinse de bizler, dünya görüyor. Bazı Avrupa ülkelerinin çevredeki 20 ülkeyle ilgili yapmış oldukları çalışmalar, Türkiye'nin, güvenlik, istikrar ve refah kategorilerinde dibe vurduğunu gösteriyor. Üstelik de bizimle mukayese edilenler, daha yakın tarihe kadar, Müslüman ve demokrasiyle yönetilen bir ülke olarak Türkiye'nin örnek alındığı ülkelerken.

Bahçeli'nin sözleriyle Türkiye meçhule gidiyor. Siz devlet olanaklarını kullanarak çok iyi korunabilirsiniz ama asli göreviniz vatandaşın canını korumak.

A. Turan Alkan - Napolyon der ki...

$
0
0

Başbakanlığın yayınladığı 2016/4 sayılı genelgeyi okuyunca, ‘Yok canım' dedim, ‘Başbakanlık, Türk bürokrasisinin en ciddi uzvudur; oradan böyle bir metin çıkmaz. Bu genelgeyi olsa olsa Zaytungcu muzip gençler veya mizah sitelerinden biri matrak olsun diye üretse gerektir!'

Sonra bir baktım, a sahiciymiş!

Ben başbakan olsaydım hemen bütün sekretaryamı özel kalemde kıdem sırasına göre hizaya dizer, elime bir metrelik kalantor bir tahta cetvel alıp gürlerdim, ‘Kim benden habersiz bu tatsız şakayı yaptıysa bir adım öne çıksın; söz veriyorum, dövmeden emekli edeceğim. Kimdir bu idare hukuku nedir bilmeyen zat; hemen çıksın, yoksa cetvel geliyor ha!'

Okuyucuyu idare hukukunun genel prensipleriyle uğraştırmayacağım; zaten fakültede bu dersle başım pek hoş değildi. Kestirmeden şöyle ifade edebilirim: Devlet adına genelge kaleme alan bir makam, ‘Legal görünüm altında illegal iş yürütmek' diye bir suç tarifinde bulunamaz. Devlet, suçları ve cezalarını kanunlarda yazar. Eğer kamu görevlileri, legal görünüş altında illegal işler yürütüyorsa bulur, tahkikat açar; evvela idari, gerekiyorsa adli açıdan yargılar ve suçluysa cezasını verir. Diyelim bir kamu görevlisi, makamını ve yetkilerini kullanarak vatandaştan kamu hizmeti karşılığı açıktan para alıyor. Bunun adı ‘rüşvet'tir; veya irtikâptır, ihtilâstır veya şantaj, vb.'dir; her ne ise kanunda yeri ve tarifi vardır. Öyle ortaya karışık salata veya yersen yoğurt içersen ayran kıvamında suç icad eden genelge olmaz. Olursa, biraz hukuk okuyanlar gülerler. Ben de ucundan birazcık hukuk okudum ve şu kadarcık mütebahhiremle oturmuş gülüyorum.

Muz cumhuriyetlerinden biri yapsa, ‘ne olacak bunların 30 senelik tarihi var, bilmiyor garibanlar' derdik. Bu bir ‘torba suç' tarifidir; otoriterliğe meraklı müdür takımının, memurlarına, ‘Yanlış yapanın gözünün yaşına bakmam ha!' diye horozlanmasından farkı yoktur ve galiba biraz da lâf olsun, abim müsterih olsun diye yayınlanmıştır. Yanlış ne, kime göre yanlış; ölçün ne? Cevabı yok tabii; genelgenin muradı belli: ‘Hött, kimi istersem ümüğünü sıkar işten atarım.'

Atarsınız tabii bu genelgeye göre, hatta gökte uçan göçmen kuşlara bile ‘izinsiz sınır ihlâli'nden ceza kesebilirsiniz ve eminim ki fazlaca havaya girerseniz, bu sütlâç kıvamındaki genelgeye göre kendinizi bile en yakın muhtarlığa ihbar edebilirsiniz. Genelge müsait azizim!

‘Peki hocam, bu memlekette hiç legal görünümlü illegal fırıldak çeviren yok mudur yani?' diye merak edersiniz. Olmaz mı? Meselâ legal görünüm altında bir başka ülkeye gizli kapaklı kargo ihraç etmek böyle bir şeydir; kezâ dandik botlarla ölüm yolculuğuna çıkan mültecileri görmezden gelmek de böyle bir şeydir. Kamu ihalelerini önceden yandaşlar arasında paylaştırmak, mali soruşturması tamamlanmış şirketlere ikinci, üçüncü teftiş heyetlerini yollayıp yıkım derecesinde cezalar salmak, kurban veya burs verenlere ‘YPG'li!' muamelesi yapmak da kamu gücünü (yani legal görünüm) şahsi emellerine (illegal fırıldak) âlet etme eylemine emsâl teşkil edecek cüretkâr fiillerdir. Kaldı ki o mürtekipler bile bu genelgeyle işlerinden edilemezler. Hukuk devletinde en kalitesiz ve kötü niyetli kamu görevlileri bile son derece kaliteli hukuk umdeleri ve âdil yargılama usulüyle yargılanmayı peşinen hak ederler. Nitekim Napolyon (!) der ki: ‘Beraat-i zimmet asıldır!'

Benim nâçizâne tavsiyem, sessiz sedâsız ‘Bir yanlışlık yapmış arkadaşlar' diyerek genelgeyi ortalıktan kaybetmenizdir. Ha anlıyorum, maksat paralelcilerle mücadele ise işte meclis; çıkarın adam gibi yasama kararı, âlem de kanun görsün.

Ali Bulaç - Bu bilinçaltı hasta!

$
0
0

Sahih olmayan manada kullanılan kelime bilincin sıhhatini bozar. Neredeyse bir buçuk asırdır, Kur'ani sahih manasının dışında kullandığımız millet kelimesi de fikri ve politik bilincimizi sakatlamış bulunuyor. Arap ve İran havzası da bizden farksız. Ama biz Türkiye havzasına, kendimize bakalım:

İlkin, Osmanlı bakiyesi olan Türkiye'de yaşayan insanların fikri ve politik önderleri, ne zihinlerini ihtişamlı imparatorluk döneminden bugüne transfer edebildiler, ne bugün mevcut durumu gerçekçi ve sahih fikri malzemelerle analiz edebildiler. Kastım, özellikle dindar-muhafazakâr çevrelerin fikri önderleri, kalem erbabı, şairleri ve polemikçileri ile bunlardan beslenen sığ siyasetçi takımıdır.

Dindar muhafazakârların ana gövdesi –ki artık biz bunlara “eski İslamcılar” diyoruz- imparatorluk dönemini kendi zihni ve idari ihtişamı içinden değil, Tanzimat sonrası ve İttihatçılıkta cisimleşmiş milliyetçilik perspektifinden okudular. Gayrimüslimleri dinlerine ve dini pratiklerine göre “millet” olarak tasnif eden klasik Osmanlı algısı ile din ve mezhep mensupları, etnik ve sosyal grupları Türkçülük veya Türk milleti kazanında eritmeye çalışan İttihatçı-Kemalist algı arasında uçurumlar vardır. İttihatçı-Kemalistler gayrimüslimleri “potansiyel tehlikeli azınlık” gördüler.

Sahih manasında “millet” din ve şeriat iken ve Müslümanların siyasi birliğini hedeflerken, el çabukluğuyla bir kavmin, öztürkçesiyle devlet tarafından inşa edilen ulusun ismine kalbedildi. Bu etimolojik olarak da, semantik olarak da mümkün olmayan bir ameliye idi. Nasıl Müslümanlar, İslamiyet'i benimsemiş insanları ifade ediyorsa ve Müslümanlar isimlerini bir din olan İslamiyet'ten alıyorsa, Osmanlı'daki sahih tasnif mucibince milletler de, kendi dinlerine göre gruplar şeklinde konumlandırılmıştı. Buna göre İslam Milleti genel bir şemsiye olarak Türk, Arap, Kürt, Boşnak, Gürcü, Çerkez, Arnavut vs. Müslüman kavimlerin tamamını içine alıyordu. Bunların hepsi birer kavimdi. Rum Ortodoks Milleti, Ermeni Ortodoks Milleti, Yahudi Milleti ve Protestan Milleti için de tanımlama aynıydı.

İslamcılıktan ve Osmanlılıktan ümidini kesen İttihatçılar ve Cumhuriyetçiler, ele geçirdikleri devlet gücüyle yeni bir ulus inşa etmeye çalışırlarken bu inşaata “millet” dediler. Buna Müslüman fikir adamları ve alimlerinin itiraz etmesi beklenirdi. Çünkü böyle bir devlet inşaatının millet zemininde yeri yoktu. Abdülhamid'in İslamcılığı da hakikatte anasır-ı ittihadı öngörmüyor, farklı Müslüman kavimleri içten içe çökmekte olan devlet çatısı altında toplamayı hedefliyordu. Bu yüzden ne Abdülhamid'in, ne Yeni Osmanlıların İslamcı projeleri tuttu.

Abdülhamid'in ve Yeni Osmanlıların mirasını devralan Cumhuriyet dönemi İslamcıları da a) Devleti merkeze koydular; b) Milleti Türklüğe ve Türk kavminin diğer kavimlere olan üstünlüklerine indirgediler (Necip Fazıl'ın “Türk'ün ruh kökü ve Allah'ın seçtiği kurtulmuş millet” ile İsmet Özel'in “Müslüman'a Türk denir” repliğini hatırlayalım). c) Hiçbir zaman Arapların, Kürtlerin ve İranlıların Türkler gibi birer özerk özne, eşit şartlara sahip kardeş kavim olabileceklerini kabul etmediler.

Dini gruplar, İslam birliğini savunur ama istisnası olmamak üzere bu birliğin “Türkiye'nin liderliği”nde olmasını ister. Yüce Allah 2002'de Türkiye Müslümanlarına bir fırsat tanıdı. Fakat fırsatı kollayan bu zihni arkaplanları, İttihatçı bilinçaltıları 2011'de Suriye'de dışarı vurdu. Şimdi bölgeden tecrit edilmiş ve zamanı şaşırmış olarak, döndük dolaştık, yüz sene öncesinin “milli ve yerli” ideolojisine döndük. Hâlâ mezhepleri ve etnik grupları bir arada yaşatacak “Kur'ani millet”e sarılacakken, “kavim hegemonyası”na dayalı “tek millet, tek devlet, tek dil” deyip çöküş sürecini hızlandırıyoruz. Ortadoğu'da Yeniden Osmanlı pirincine giderken, evdeki bulgurdan/Kürt'ten oluyoruz.

Joost Lagendijk - 'Brexit' Türkiye için çok önemli

$
0
0

Ankara'daki terör saldırısının ardından, ülke Güneydoğu'da kanlı bir çatışmaya batmışken ve güney sınırlarında patlayıcı bir durumla karşı karşıya iken, Türklerin, Avrupa Birliği içinde Britanya'nın üyeliğine dair süren tartışmanın kendilerini ilgilendirmeyen bir durum olduğunu düşünmeleri mazur görülebilir. Fakat yine de AB içi bir gelişmenin yanlış okunması, Türkiye için kısa ve uzun vadede çok ciddi sonuçlara yol açabilir.

Bu yazının yazıldığı sıralarda, Brüksel'de toplanan AB liderleri, AB içinde İngiltere için özel bir pozisyon yaratacak olan bir dizi talep üzerinde Britanya Başbakanı David Cameron ile hâlâ anlaşmaya varabilmiş değildi. Cameron, böyle bir anlaşmayı garantilemek istiyor, zira bu, Cameron'un haziranda Britanya'nın AB üyeliği konusunda yapılacak referandumunda “evet” oyunu savunmasına imkân verecek.

Cameron'un bazı istekleri büyük sorunlara yol açacak nitelikte değil, fakat bazıları epey tartışmalı. Son derece sembolik olan isteklerden biri, mevcut anlaşmaların değiştirilmesine ve Britanya'nın AB'nin “daha yakın bir birlik” kurmak yönündeki kuruluş amacının dışında kalabilmesine izin veriyor. Britanyalılar, daha ileri entegrasyon için atılan yeni adımlardan muaf kalabilme özgürlüğü istiyor. Bu, birkaç alanda daha bağlayıcı işbirliğini sürdürmek isteyen ve gelecekte başka AB üyelerinin de Britanya örneğini takip edebilecek olmasından korkan AB üyesi ülkeler açısından yenilir yutulur bir şey değil.

Aynı sirayet korkusu, en tartışmalı İngiliz talebinin görüşülmesinde de önemli bir rol oynuyor: Diğer AB vatandaşlarının İngiltere'de sosyal yardım almasına sınırlamalar getirilmesi. Bilhassa, çok sayıda vatandaşı İngiltere'de çalışmakta olan Doğu Avrupa ülkeleri bu türden sınırlamalara karşı çıkarak, İngiltere'nin böyle tahditler getirebilmesinin zorlaştırılmasını istiyorlar ve diğer ülkelerin İngiltere istisnasını taklit etmesini önlemeye hevesliler.

Tahminim, eninde sonunda bir anlaşmaya varılacağı yönünde. Şimdi değilse bile, mart ortasındaki bir başka zirvede. Neticede, hiçbir ülke Britanya'nın AB'den çıkmasını (Brexit) tetiklemiş olmakla itham edilmek istemiyor. Cameron, anlaşmasını alacak ve yurttaşlarını Britanya'nın AB'de kalması gerektiğine ikna etmeye çalışacak.

Bu olumlu senaryo. Ama ya anlaşma olmazsa veya haziranda Britanyalıların çoğu AB'ye dair derinlere kök salmış şüpheciliklerine teslim olmaya karar verir ve “Brexit” lehine oy kullanırlarsa? Böyle bir durumda Türkiye de vahim sonuçlardan nasibini alacaktır.

Kısa vadede, bir “Brexit”, emsalsiz ve bu yüzden de tamamen öngörülemez bir krize yol açar. Dahili olarak, diğerlerinin de Britanya'yı takip edeceği korkusu, AB'yi felç eder. Dış dünya için, böylesi önemli bir ekonominin ve Avrupa güvenlik mimarisinin en önemli parçasının kaybı, AB'nin küresel bir aktör olarak itibarına zarar verir. Sonuç, AB'nin yeni yükümlülükler altına girmesini neredeyse imkânsız kılacak olan uzun ve çileli bir iç değerlendirme süreci olacaktır.

Türkiye, bu felcin en büyük kurbanlarından biri olur, zira bu yıl Ankara, Türkler için vizesiz seyahat konusunda ve Türkiye'nin tarım sektörüne ve hizmet sanayisine büyük fayda sağlayacak olan yeni bir gümlük birliği üzerinde anlaşmaya varmayı umuyor. Çok sayıda AB üyesi ülke için tartışmalı ve hassas olan her iki proje de, Britanyalıların ayrılmaya karar vermesi durumunda askıya alınır. Kısaca böyle bir durumda AB'nin kafası bundan daha acil meselelerle meşgul olacaktır.

Uzun vadede “Brexit”, üyelerin farklı seviyelerde entegrasyon tercihinde bulunabildiği bir AB fikrini berhava eder. Almanya ve Fransa gibi ülkeler, pek çok konuda (Euro gibi) daha fazla işbirliğini sürdürmeyi tercih ederken, diğerlerinin (Britanya ve belki Danimarka, İsveç ya da tereddütlü Orta Avrupa ülkelerinden biri) kendi para birimlerini sürdürmelerine ve temel olarak üyeliklerini iç pazarın parçası olmakla sınırlamalarına izin verilir. Bu, günün birinde, Türkiye için AB'ye katılmayı çok daha kolay hale getirecek bir model.

Bütün bu nedenlerden dolayı, Cameron'ın çok geçmeden istediğini elde etmesi ve haziranda yurttaşlarının çoğunluğunu ikna etmeyi başarması, Türkiye'nin hayrına olacaktır.

Nurullah Öztürk - Bakkallardan sonra sıra yerel zincirlerde

$
0
0

Dünyada modern perakende 1960'lı yıllardan itibaren, Türkiye'de ise 1993 yılında Carrefour İçerenköy mağazasının açılışıyla başlar.

Gelişmiş dünya ile Türkiye arasındaki düzey farkı ortalama çeyrek asırlık bir süreye tekabül etmekte. Bu süre perakende sektörü için de geçerli. Carrefour'un pazara girişiyle mevcut oyuncular kendilerine çekidüzen verip toparlanmaya başlarken sektörün hareket ve cazibesine kapılan birçok yerel yatırımcı da ‘bakarak öğrenme' yoluyla bu işi yapmaya başladı.

Hızla çoğalan hiper-süpermarketler aynı zamanda bulunduğu lokasyonda ortalama 200 bakkalın kepenk indirmesi anlamına gelmekteydi.

Sektörün en önemli araştırma firmalarından Nielsen'e göre; Türkiye'de 1996 yılında 164 bin 366 olan bakkal sayısı 2001 yılında 128 bin 580'e, 2002'de 122 bin 342'ye, 2008'de 113 bin 295'e ve 2015 yılına geldiğimizde ise 100 binlerin altına indi. Mahalle aralarına kadar giren organize indirim marketleri bakkalların ölümünü hızlandırırken, işsizlik rakamlarının artmasına sebebiyet verdiğini de unutmamak gerekir.

Gramajı ve kalitesi düşük ürünleri ucuzluk diye pazarlayan adı indirim mağazası olan bu zincirler, ayakta kalmaya çabalayan bakkalları da birer tekel bayisine dönüştürmüştür.

Türk toplumunda en belirgin özellik olan fakirlik ve imkansızlık, penetrasyonu yaygın olan indirim mağazalarına ciro ve kâr olarak yansımakta.

Dünyada ekonominin merkezinde KOBİ dediğimiz işletmeler var. Bu nedenle bu işletmelerin gelişmesi ve yaşaması için önlem alınmakta, sistem bunların küresel oyuncular karşısında ezilmemesi için gerekli yasal çerçeveyi belirlemekte.

Türkiye, 1998 yılından bu yana gündemde olan, benim de birçok toplantısına katıldığım perakende sektörünü düzenleme yasasında tercihini güçlüden yana yaptı. Son çıkarılan göstermelik yasa, iktidara rant sağlamak için yapılan bir düzenleme olmaktan öteye geçemedi.

Oysa gelişmiş ülkeler pazarda oyunun adil bir şekilde oynanması için müsait bir ortam teminine çalışmakta.

TÜRK PERAKENDESİNİN GELECEĞİ

PWC tarafından hazırlanan World 2050 raporunda aralarında Türkiye'nin de yer aldığı gelişmekte olan 7 ülke, E7'nin 2020 yılına kadar ekonomik büyüklüğünün G7 ülkelerini geçeceği öngörülüyor.

Tüm kazanımlarını toplumu ile paylaşmadan özelleştiren Türkiye, hızla G20 ve E7'nin dışında Ortadoğu çemberinin içine girme endişesini derinden hissetmeye başladı.

BRICS ülkeleri Brezilya, Rusya, Çin, Hindistan ve Güney Afrika ile Malezya, Vietnam gibi gelişen en önemli 8 pazar arasında yer alan Türk perakendesi şimdi bu özellik ve önceliği İran'a kaptırmış durumda.

Perakende çekicilik endeksinde Londra, Paris, Milano, Madrid, Roma ve Moskova ile birlikte ilk 7'de yer alan İstanbul, güvenlik sorunları endişesiyle bu avantajını yitiriyor.

Sektörün cirosu 1998 yılında 23 milyar lira, 2003'te 128 milyar lira, 2008'de 329 milyar lira ve 2009'da 317 milyar lira olarak açıklanmıştı.

Planet retail raporunda 2013 yılı öngörüsü 950 milyar TL olarak belirtilmişti. Fakat 2015 yılı için sektör oyuncularının açıkladığı rakam 663 milyar TL. Türk perakendesinde büyüme olarak gösterilen rakamın ortalama olarak yüzde 10'u miktar ve hacimsel büyüme, yüzde 90'ı da enflasyonist büyümedir. Enflasyondan arındırıldığında gerçek büyüme rakamı yüzde 1 civarındadır.

SATILIK SEKTÖR

Gözle görünen, bilinen, gösterilmesi istenmeyen, inkâr edilen gerçeklerden bahsedecek olursak: Mahalle bakkallarından sonra sıra yerel zincirlere gelmiştir. 2015 yılında sessiz sedasız Türkiye genelinde mağaza sayısı 5 ile 215 arasında olan en az 20 zincir ve onlara ürün tedarik eden onlarca firma kepenk indirdi. 2016'da bu sayı katlanarak artacak.

Türk perakende sektöründeki oyuncuların yüzde 85'i marka ve şirketlerini satmayı düşünmekte. Türkiye'nin alternatif bir yatırım ülkesi olduğu zaman diliminde birçok yabancı yatırımcı bu sektöre yatırım yapmayı düşünürken, şu an bunların hepsi terk-i diyar eylemiştir. Piyasada şimdilik arbitraj yatırımcısı diyebileceğimiz, zorda kalan zincir ve tedarikçileri spota düşürüp ucuza kapatarak zincirlerine ilave etmek isteyen yatırımcılar dışında kimse kalmamıştır.

ABD'de perakende verilerinin açıklanması ile Obama'nın konuşması aynı saate denk düştüğünde, milletin ve medyanın odak noktası perakende verileri oldu. AB ülkelerinde krizin en yoğun yaşandığı zamanlarda bile, satışların hacimsel değişimi şöyle oldu: 2012 yılında perakende sektörünün yüzdesel değişimi Yunanistan'da -5, İsviçre'de -1, İspanya'da 0 olurken; İngiltere 3,6, Almanya yüzde 1, Fransa yüzde 1 ve Polonya yüzde 5 pozitif değişim göstermişti. Aynı tarihte Türk perakendesinde reel büyüme sıfırdır.

2014 yılında Nielsen'e göre gıda enflasyonu yüzde 14, 2015 yılı reel gıda enflasyonu perakendecilerin finansal ihtiyaçlarının temini için birçok ürünü maliyetinin altında satmasına rağmen yüzde 15 civarında gerçekleşmiştir.

Dünyada güven endeksi ortalaması 95'tir. TÜİK tarafından dün yapılan açıklamaya göre Şubat 2016 itibarıyla Türkiye'de tüketici güven endeksi 66,64 olarak açıklanmıştır ki bu oldukça düşüktür.

Gelecek perspektifi ve beklentisi açısından Avrupa Birliği ülkelerinde ilk üç sıra ekonomi, iş güvenliği ve sağlık iken; Türkiye'de terör, ekonomi ve savaş. Gelecek yazılarımızda bu konuya ve diğer sektörleri incelemeye devam edeceğiz.


Nuriye Akman - Şaşırt bizi ey senarist

$
0
0

Dizi sektörü kimilerine göre muhafazakârlaşıyor, kimilerine göre tam aksine kadın-erkek yakınlaşmasının en mahrem halleri ekranlarını istila etmiş durumda.

Birinci gruptakiler, artık RTÜK'e gerek kalmadan tüm senaristlerin kalemlerine otosansür uyguladıklarından yakınıyor. Öyle ki hikâyeler artık doğru dürüst anlatılamaz olmuş. İçki bardakları buzlanıyor, dekolte giysiler kapatılıyor diye ağlıyorlar. Yasak aşklar ve yatak sahneleri olmadan, kadınların göğüs çatalı görünmezken nasıl vereceklerini bilemiyorlar.

İkinci gruptakiler âleme verir talkını kendi yutar salkımı noktasında, özellikle hükümet yanlısı kanallarda yayınlanan dizilerin sere serpeliğine isyan ediyorlar. Sanki o dünyalar yalnızca hayal ürünü, destekledikleri siyasi akımın önde gidenleriyle arkadan seğirtenleri hiç yaşamıyorlar bu iklimi. Akıllarına bile getirmiyorlar sırf bu yüzden onları terk etmeyi. Çekirdek çitleyerek seyretmeye devam ediyorlar.

Diziler onca emeğe ve milyonlar saçmaya rağmen yüz güldürücü izlenme oranlarını yakalayamıyorsa, demek ki millet doydu bu klişelere be kardeşim. Bir adamı iki kadın, bir kadını iki adam sevmeye mecbur sanki. Aldatan eşlerin buna nasıl da mecbur kaldığını yazmaktan bıkmadılar mı artık? Ağaların zalimliğini, kumaların çaresizliğini, zengin-fakir aşkının imkânsızlığını, hastanede karışan talihsiz çocuklarla yufka kalpli mafya babalarının açmazlarını daha ne kadar sürdürebilirler ki?

Öykülerini kolaycılığa kaçmadan biraz derinleştirsinler bakalım. Hiçbir klişeye bel bağlamamayı denesinler. Dillerini arıtsınlar bir kere, her duygu durumu aynı sözlerle ifade edilmesin. Olayları bütün akışıyla göstermeyip bazı şeyleri bulanıklaştırsınlar ve gerisini de hayallerimize bıraksınlar. (Bakınız Saul'un Oğlu filmi) Hikâye kadar üsluba da kafa yorsunlar biraz.

Diziler ortaokul zekâsına seslendiği için bir kısır döngü yaratıyor, izleyiciler hep o zekâda kalıyor. Daha ilk bölümde bütün düğümler atılmış oluyor, kimin eli kimin cebine girecek, kim kimi sevecek de karşılık bulmayacak, rengini belli ediyor. Azıcık şaşırtsanıza bizi eyyy senaristler.

Yepisyeni, daha önce hiç denenmemiş, sahici gerilimler yaratacak, herkesi damardan yakalayacak olay ve kişiler bulsanıza bize.

Münevver, Güldünya, Özgecan ve benzeri şiddet kurbanlarının hayatlarından bir dizi çıkmaz mıydı yani? Bazı polisler var ki vaktiyle işkenceci olduklarını açıkça söylüyorlar. İç dünyalarının dalgalarında sörf yapmaya değmez mi?

Mesela, babası karşı çıktığı için kavuşamadığı aşkıyla 77 yıl sonra huzurevinde evlenen 92 yaşındaki Mustafa Karakoyun'un hikâyesi Marquez'in Kolera Günlerinde Aşk tadında görünüyor. İlginizi çekmez mi?

Mesela uyuşturucu ticareti yapmak suçlamasıyla 6 yıl hapis cezasına çarptırılan Uğur Bıyıklıoğlu, kalan 1 yıllık cezasını ‘cami temizliği' ile geçiriyor. Aziz Mahmud Hüdai Camii'nin kedisever imamı Mustafa Efe karakteriyle harmanlansa fena mı olur?

Bu kadar fay hattı, bu kadar çatışma zemini, bu kadar zaytungluk malzeme, bu kadar renkli tiplemeler var vatanımızda. Hadi armudun sapı, üzümün çöpü dediniz malum nedenlerden dolayı. Onca edebiyatçımız, ne güzel romanlar üretiyor. Çok mu zor onlardan birini senaryolaştırmak?

Saul'un Oğlu

Macar yönetmen Lazslo Nemes imzalı Saul'un Oğlu, Nazi zulmünü anlatan filmlerin en dehşetlisi. Hikâye malum, toplama kamplarında önce gazla boğulan sonra fırınlarda yakılan milyonlarca Yahudi'nin çilesi. Fakat hikâyeyi anlatma biçimi öyle benzersiz ki. Kullanılan 40 mm lens yüzünden görüntüler perdenin tamamını kaplamadığı gibi, ancak seslerden ne olup bittiğini anladığınız arka plan mümkün mertebe az gösteriliyor. Kamera onları da bulanık verip dikkatinizi doğrudan ana karakterin yüzüne veya ensesine odaklıyor. Bu kadar minimalizmle, bu kadar maksimalist etki nasıl yaratılır hayretler içinde kalıyorsunuz.

İçinde umudun zerresi bulunmayan, o koşullarda bulunması da mümkün olmayan ve bu yüzden seyirciyi yakıp kavuran, nefes bile aldırmayan bir film bu. Kişilerin kamp öncesi geçmişlerinden bir anı kırıntısı da yok, duygusal içerikli tek bir söz de. Hatta Saul'un, cesedini yanmaktan kurtarıp toprağa gömme mücadelesi verdiği çocukla bağına dair bir işaret bile vermiyor film. Sadece onun bu tutkusuna ortak ediyor seyirciyi. Anlamsızlık deryasında bir damla anlam arayışı…

Ahmet Çakır - Penaltıyı akşam Ferman abi söyler!

$
0
0

Futbolculuğundan ve hakemliğinden daha büyük ünü yorumculukla kazanmıştı. Sahadaki futbolcu bile ‘Penaltı mı değil mi Ferman abim akşam söyler!' diyordu. Ekran kabadayılığına varan dobralığı belli bir süre ilginç göründü ama sonrasında parlak işinden olmasına yol açtı.

Bizde futbol yorumculuğu, meslekten yetişme olanların dışında futboldan gelenlerin ünlerini sürdürebilmek için en uygun alanlardan biri olarak görülür. Ancak o futbolculuğunda sınırlı bir üne sahipken yorumculukta bunu kat kat yukarı taşımayı başarmış biriydi.

Dahası, bu alanda öncü olmuş, pek çok arkadaşı için de yeni bir ekmek kapısı açmıştı. Onun gördüğü olağanüstü ilgi üzerine pek çok tv kanalı ve gazete, spor programlarında futbol yorumcularının yanında hakem yorumcusuna da yer verir olmuşlardı.

Başlangıçta öğretici nitelikte programlar yaptı ve bunlar bile bomba gibi patladı. Çünkü bırakın sıradan vatandaşları, yöneticilerin, teknik adamların ve futbolcuların bile futbol oyun kurallarını ne kadar bildikleri kuşkuluydu. Spor yazarlarının da önemli bir bölümünün bu kuralları bildiğini söyleyebilmek kolay değildi.

Sonradan aralarının öyle böyle değil epeyce şiddetli biçimde bozulacağı Gülen Gazeteci ile yaptıkları bu tür bir program kısa sürede olay haline gelmişti.

Gülen Gazeteci'nin bazı çetrefilli kuralları bilmese de yorum yoluyla ortaya ilginç görüşler koyabilmesi, Delikanlı yorumcunun da sürekli olarak onu açık düşürme çabası ilginç bir durum oluşturuyordu. Televizyon programının izlenmesi için bu en önemli gerekliliklerden biriydi. Programın gerçekten bilgilendirici yanı da gözönüne alındığında ilgi çekmesi normaldi.

Hakemlik cesaretinin sadece sahada kuralları uygulamakla ilgili tek boyutlu olmadığı da görülmüştü. Yönettiği uluslararası bir maçta kendisine önerilen şikeyi hemen UEFA'ya bildirip gerekli cezayı almalarını sağlamıştı.

Böyle söylerken bunun pek cesaret isteyen bir iş olmadığı düşünülebilir ama taraflardan biri Gürcistan olunca iş epeyce değişmişti. Delikanlı Ferman'ın peşine Gürcü mafyasının düştüğü ve öldürmek için takip edildiği yolundaki söylentiler kulağımıza gelmişti.

Bir başka ünlü eski hakemle katıldığı programda bu işin ne kadar vahim boyutlara geldiğini o kişi anlatmış ve Ferman'ı ölümden 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in kurtardığı ortaya çıkmıştı.

Hakemliği bıraktıktan sonra geçtiği yorumculukta ise artık efsanevi bir ün kazanacaktı. Başlangıçta doğru ve haklı bir ündü kazandığı. Doğru işler yaparak o ünü besledi. Örneğin, bazı kulüp başkanlarıyla yapmış olduğu röportajlar ses getirdi. Çok gezen biri olduğu için çeşitli konularda iyi haber alma özelliği de vardı. Bu sayede başlangıçta kendisine itiraz eden çevreler bile susmak zorunda kalmıştı. Ancak sonrasında bilinen ve beklenen sorunlar başgösterdi.

Zaman içinde artık öyle bir noktaya geldi ki röportaj yapma gibi gazetecilik etkinlikleri onun için geride kalmış tatsız bir iş durumuna düştü. Ayrıca, yaptığı bazı röportajlarda muhataplarını küçümser nitelikteki değerlendirmeleri de bu kapının kapanmasındaki etkenlerden biriydi.

Cinsellikle ilgili esprileri seviyor ve çok sık yapıyordu. Böylelikle vatandaşı en hassas olduğu yerden yakaladığının farkındaydı. Bu alandaki meşhur kehanetlerinden biri soya yağının erkekliği bozduğu yolundaydı. Kanıtı da şuydu: “O yüzden doğuda Bangkok'ta falan erkekler yumoş gibi oluyor. “

Herşeyi biliyormuş gibi

görünmeye çalışmak hoş ama

Öyle büyük bir üne ulaşmıştı ki artık en az başbakan kadar tanınan biriydi. Özellikle futbol maçlarındaki tartışmalı programların yorumunda 1 numaralı uzman sayılıyordu. Maçtan çıkan futbolcular bile ‘Akşam Ferman abim televizyonda yorumlayacak, o zaman herkes görecek gerçeği!' gibi sözler ediyor ve bunlar hemen her hafta tekrarlanıyordu.

En büyük gürültülerden biri ‘Benim genelkurmay başkanım kodum mu oturtacak!' şeklindeki değerlendirmesinin ardından koptu. Faşist bir kafa yapısına sahip olduğunu açığa vuran bu sözü aslında cahil cesaretinden başka birşey değildi. Kodum mu oturtan bir genelkurmay başkanının ülkesinde herkesin hayatının nasıl bir cehenneme döneceğini anlayabilecek kadar siyasal bilinci olmadığı açıktı. Herşeyi biliyormuş gibi görünmeye çalışmak hoştu ama çok önemli konularda bazı temel bilgilerden bile yoksun olduğunu bu sözleri çok iyi gösteriyordu.

Ali Aydın - Kalkavan, Bursa'nın penaltısını atladı

$
0
0

Hakem Mete Kalkavan, maç içinde sarı kartlarda bazı hatalar yaptı. Bir pozisyonda vermediği kararla eleştiri alacak gibi.

Dakika 68... Fenerbahçe ceza alanı içindeki ikili mücadelede Dzsudzs·k ile Mehmet Topal önlerindeki topu kazanmak için koşuyorlar. Topal'ın sol ayağı, top istikameti yerine rakibinin koşu yoluna doğru gidiyor. Net bir temas var. Buradaki niyet de topu kazanmak değil, futbolcuyu engellemekti. En hafifinden kontrolsüz hareketti. Penaltı atlandı. Kalkavan, özellikle son talimatlarla rakibin sağlığını tehlikeye sokabilecek pozisyonlarda kartları çıkartmadı. Diğer maçlarda aynı müdahalelerde gösterdiği sarı kartları bu maçta çıkartmaması kendisi için ciddi çelişki. 7'nci dakikada Bekir'in Mehmet Topal'ın ayağına basması, 26'da Hosogai'nin Nani'nin ayağına basması net sarı kartlardı. 38'de de Fernandao'nun yine kafaya çıktığı anda Behic'e kolları açık olarak havaya yükselip yüzüne dirsek teması yapması da sarı kart gerektiren hallerdendi. Geçen haftaki Fenerbahçe-Kasımpaşa maçında Titi sırf bu maçta gösterilmeyen sarı kartlardan dolayı çift sarı kartla oyun dışı kalmıştı. Böylesine müdahaleler, hakemin tasarrufunda olan kartlar değil, kesin gösterilmesi gereken kural içi kartlardır. . ali­ay­din@za­man.com.tr

A. Turan Alkan - Muharrem Temiz'e ve 'Alevi hüznü'ne dair

$
0
0

Arguvan türkülerini seviyorum. Malatya-Sivas sınırının Malatya tarafında kalan Arguvan yöresi, halk musikimizin birbirinden farklı onlarca türkü atardamarı içinde ezgi yapısı ve tarzı ile hemen farkını hissettiren gümrah bir çığır teşkil ediyor.

Muharrem Temiz'i de internet ortamında Arguvan türküleri ararken farkettim ve hemen mimledim. Bir müzik eserini videodan dinlemek belki çoğumuza daha cazip görünebilir; ben de aynı kanaatteydim ama bir yere kadar. Dünyanın bütün müziklerini, sanatçılarını, albümlerini ve tek tek eserlerini cüzi bir abonelik ücreti karşılığında hizmetimize sunan dijital müzik platformlarından birine abone olduktan sonra Muharrem Temiz'in yayınlanmış bütün albümlerini defalarca dinledim ve ilk tercihimdeki isabetten ötürü kendimi kutladım.

Doğru seçimdi.

SADELİK, AH SADELİK

Hiç dinlemeyenlere bir müzik sanatçısı nasıl anlatılır?

Yumuşak, sade ve gönülden söyleyiş; sanatın icrâsında alçakgönüllü ama işine ve geleneğine son derece saygılı bir sanat kavrayışı. İcra ettiği müziği bütün kültür kökleriyle, türküyü besleyen coğrafya ve beşeri malzeme ile, gelenekle birebir temsil edebilme konusunda ise bayrak gibi forse edilmeyen bir ciddiyet...

Eserlerini, sazlara göre ayrı ayrı partisyonlar yazılmış büyük orkestralar önünde, vokal grupları veya koro eşliğinde, dijital müziğin zengin teknik imkânlarını ardına alarak seslendirmiyor. Bir ses, bir sazdan ibaret sadeliğin gücüyle söylüyor.

Müzikte sadelik hayli riskli ve ele zor geçen bir güzellik; başarmak kolay değil.

BALTA BAĞLAMA PRİMİTİF MİDİR; TARTIŞILIR

Yüzyıllardan beri Arguvan yöresinde bilinen ‘balta bağlama' Âşık Veysel'den Hasret Gültekin'e, Nesimi Çimen'den Cengiz Özkan'a kadar yöre sanatçılarının dile getirdiği basit bir enstrüman. Perdelerin bağlanma biçimi, emsâlini çokça gördüğümüz günümüz bağlamalarından çok daha sade ve yalın (16 ilâ 24 perde). İşte o yüzden balta bağlama ‘virtüozite'ye yani, bir saz üzerinde yüksek derecede artistik hüner göstermeye elverişli bir âlet değil. Perde sayısındaki değişkenlik ve azlık bile onun ne kadar mütevazı bir enstrüman olduğuna işaret eder.

‘İptidai' demeye kıyamıyorum ama bir yabancı müzikolog bu sıfatı kullanmış olsa yadırganmaz. İşte böyle sade bir sazın tınısını insan rûhuna dokundurabilmek için, gücünü ve parlaklığını derin sezişten alan sahici bir sanatkârlığa ihtiyaç var. Muharrem Temiz söylemeye başladığında bu gibi teknik ayrıntıları hatırlamıyorsunuz bile. Sazı, hatta sesi de ardına takarak kendi başına akıp giden bir başka büyü hükmünü icra etmeye başlıyor.

TOPRAĞIN SESİ

Evet, biliyorum çok beylik bir cümle olacak ama türkü dinlerken nâdiren kapılıp gittiğimiz ve tesiriyle sürüklenip durduğumuz sihir toprağımızın sesidir. Evet, toprağın da sesi var ve bu ses ancak belli bir seviyeyi aşmış sanatkârların eserlerinde hissediliyor hale geliyor. Öyle oluyor çünkü bazı türkülerde anlatılanı, sözün gelişi tarihi belgeyle, şahitliklerle veya başka türlü tariflerle hissedebilmeniz mümkün değildir; çünkü onların üstünde, çok değerli ve nâdir bir şeye dokunuyorsunuz.

Hepsinde değil elbette. Güzel nâdirdir.

TÜRKÜLERE TUTUNMAK

Türkülere iyi tutunmak lâzım; işte şimdi o sürecin tam içinde yaşıyoruz. Beraberce hissedebileceğimiz ve yan yana gelebileceğimiz, tutunabileceğimiz sadece türküler kaldı gibi geliyor bana. Beraber olduğumuzu sandığımız o kadar ortak payda çürüyüp dağıldı ki, ancak ‘yüksek türkü'lerin bizi çağırdığı irtifâda, hepimizi aynı yere bakmaya ve aynı şeyleri hissetmeye sevk eden bir kimyânın izini bulabiliyoruz.

ALEVİ HÜZNÜ

Muharrem Temiz'in sanatını doğru anlamak için onun Alevi-Bektaşi inanç ve kültür geleneği içindeki yerini bilmek gerekli. Sanatını doğrudan ilgilendirmeyen bu kimlik bilgisi, sanatını anlamak için şart ve kaçınılmaz olduğu için bu ayrıntının sebebini izah etmeye çalışacağım:

Alevi-Bektaşi musikisinde köşe taşlarından birini teşkil eden Âşık Seyit Meftunî;'nin (İbrahim Mamo Temiz 1920-1982, Arguvan) oğlu olan Muharrem Temiz'in sanatına nasıl güçlü bir gelenek içinde adım attığını tahmin edebilirsiniz. İşin güzel tarafı sanatçının seslendirdiği en güzel en tamamlanmış eserlerin de ‘baba malı' olması: ‘Dost cemalin benzer güneşe aya, Aşkın beni deleyledi, Küçük yaşta gurbet elde, Gül yüzlü sevdiğim' bunlardan sadece birkaçı.

Muharrem Temiz'i benzerlerinden ayrı kılan (elbette bana göre) en önemli fark ise yüzlerce yıl süren gelenek içinde imbikten geçer gibi kıvamlanmış, kristalize olmuş yoğun bir hüznü bütün kemâliyle aksettirebilmesindeki hüner; ki buna kısaca ‘Alevî; hüznü' diyebiliyorum.

Tarih boyunca buralarda merkezî; idarenin hışmına uğramış, ana topluluktan dışlanmış, mecburiyetten ötürü itikadını, imanını örtülü tutmayı bir tarz haline getirmiş rûhen mecrûh insanların hüznü... Kelimelerle ifadesinde bile zalim bir otosansürün hışmına uğramış bu hüzün, ancak ve ancak nağmeye döküldüğü ve bilginin beslediği duyguyla seslendirildiğinde hissedilebiliyor.

Sadece deyişlerde değil, anonim diye bildiğimiz harcıâlem eserlerde bile o tını, çok güçlü bir, bir yanık kokusu gibi baskın çıkıyor, ‘buradayım; sebemimi anlayacak mısın' diye sesleniyor.

İYİ MÜZİĞİN KİMLİĞİ YOKTUR

Biraz da sıkılarak ifade etmek isterim ki, Sünni gelenek içinde yetişmiş birinin, burada tam olarak neyi imâ etmeye çalıştığımı değil anlamak, tasavvur etmesi bile müşkül. İnsanların göğsünü gere gere veya herhangi bir endişeye kapılmaksızın ‘Ben Alevi'yim' diyebildiği yılları bir elin parmaklarıyla sayabilirsiniz ve biz Sünniler, kimlik meselesinin ne kadar derin bir iç sıkıntı olduğunu kemâliyle kavrayabilmekten uzağız. Ancak araştırarak, teemmül ederek veya empati duygusunu derinleştirip insani nitelikleri seferber ederek o duygunun neye benzediğini tahmin edebiliriz.

İsterseniz burada küçük bir iç hesaplaşması yapalım: Bize benzemeyen, bizim gibi olmayan herkesten bize saygılı ve anlayışlı olmasını bekleyemeyiz. Hâkim olan unsurun, tâbi olan azlık unsura hoşgörü göstermesi nezâket icabıdır ama yetmez; kendini onun yerine koyarak empati geliştirmesi de gerekir. Toplumumuzun içinde miktar bakımından azlık teşkil eden Rum, Ermeni, Süryani, Kürt, Alevi, Roman gibi unsurlar, bizden hoşgörüden biraz daha fazlasını bekliyorlar ve bunda haklılar.

Müzik ise bu empatinin en kestirme, en sağlıklı yolu.

MECRUH VE TEDİRGİN BİR KALBİN TINISI

İşte o yüzden Muharrem Temiz'i dinlerken aklınızda tutmalısınız ki, bu yaralı ve tedirgin bir kalbin sesidir ve o sesin, o hâletin müziğini yapıyor. Müziğinin ‘içe dokunan' eczâsı da işte o yürek yanığındandır. Eğer farkedebilirsek, bizden farklı tonlarda parıldayan renklerle beraber manidar bir bütünlük teşkil edebileceğimizi anlayacağız. Onlar, bizim şimdi ‘millilik' diye nitelediğimiz şeyin en zenginleştirici bileşenleridir ve onlarsız ne kadar tek renkli ve yeknesak kalabileceğimizi görmemiz gerekiyor.

SİZE DE DOKUNUR MU?

Bir müzik adamını kelimelerle anlatmaya çalışmanın imkânı bir yere kadar; doğru olan, basit bir ön bilgiden sonra doğrudan kaynağa yönelmek. En iyisi şöyle yapalım. Önümdeki listede (Spotify) sanatçının 60 civarında seslendirdiği eser var. Elbette hepsi de güzel ama bana ‘dokunan'ları sizlere hatırlatarak konuyu bağlamak daha doğru olacak:

‘Fırat kenarında esvap yumuşlar, Gider oldum yarenlerim derildi, Kipriklerin ok eyle, Bugün erenlere kurban, Gel güzelim hallarımız danışak, Irgaliyi, Kapının önünde önlük dikiyi, Aklımı zayetti, Tenim gümrah oldu, Oy dağlarım, oy kaderim.'

Sonuncusu bir başka dokunuyor; bakalım size de dokunur mu?

Mehmet Kamış - Ağızdan çıkana dikkat

$
0
0

Bir Anadolu köyünde akşamın bu saatinde yolda kalmış, hiç tanımadıkları insanlara evlerinin kapısını açtıkları yetmezmiş gibi bir de sofra kuruluyor. Onlar bize güvendi, biz onlara...

Bu gece vakti çamurun içinden nasıl çıkacağım? Hayatımda hiç görmediğim bir köyde, hiç geçmediğim bir yolda üstelik bir arazi arabasıyla çamura batmak hiç hesapta yoktu. Öyle bir çamur ki çıkmaya gayret ettikçe araba daha da çamura saplanıyor.

Gün akşam olmuş, koştura koştura gittiğimiz Konya rotası gelen bir telefonla bir anda anlamsızlaşmıştı. Yine de gitmek vardı Konya'ya ama ne olduğunu anlamadan aniden rotayı değiştirmiş, kendimizi Nevşehir'e doğru yol alırken bulmuştuk. Ana yoldan çıkmış, dağlara, köylere dalmıştık. Uzaklardan yıldız kümesi gibi duran köyleri geçtikçe yanımda duran eşim, uzaklarda ışıkları yanan köy evlerini gösteriyor ve bunlardan birine gidip ‘Tanrı misafiriyiz deyip kapıyı çalsak bizi misafir etmezler mi?' diye soruyor. Ben, ‘Gidecek çok yolumuz var, buralarda oyalanacak vaktimiz yok.' diyorum.

Gece demeden yola çıkmış, navigasyon denen modern rehberimize fazlaca güvenip dağ bayır demeden vurmuştuk kendimizi yollara. Dağ yollarını, köy yollarını aşmış, ana yollara ha çıktık ha çıkacağız derken Hacıbektaş'ın bir köyünde navigasyonun ısrarlı yönlendirmesine kanıp çamura saplanmıştık.

Öyle de bir köy ki in cin top oynuyor. Bildiğin korku filminden bir sahne sanki! Bir ev orada, bir ev burada. Bir evden diğerine gitmek için bile uzun bir yol yürümek gerekiyor. İlk çaldığımız kapıda iki yaşlı insan çıkıyor karşımıza. Bunların bize yardım edebilme ihtimalleri yok. İkinci evin kapısını bulmak hayli zor olsa da yardım etme ihtimali olan birisiyle karşılamak güzel. Muhtarı telefonla arayıp yardıma ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Muhtar uzun bir konuşmadan sonra önce gelmeye ikna oluyor ancak 15-20 dakika sonra traktörü çalıştıramadığını, gelmekten vazgeçtiğini öğreniyoruz. Eyvah, köyde traktörü olan iki kişiden biri elendi. Bize kapıyı açan kişi, bu kez amcaoğluna telefon ettiğini, onun geleceğini söylüyor. Diyor ki ‘Bu köyde herkes yaşlı. Bizim yaşlarda birkaç kişi var, o da emekli olunca köye yerleşti. İki ay önce olsaydı bizi de bulamazdınız.‘

Sahiden hapı yuttuk gibi geliyor. O da traktörünü çalıştıramazsa bir hanım, bir küçük çocukla izini yolunu bilmediğimiz, telefonun çekmediği, internetin olmadığı bir köyde kala kalmış olacağız. Beklemek bir tarafa, nasıl bir yer, nasıl bir köy olduğunu bilmemek, bu ıssız yerde olmak insanı bir hayli tedirgin ediyor.

Bir süre sonra kocaman bir traktör geldi arabayı çekmek için. İki amcaoğlu, çamura bata çıka ipleri bağladı, arabayı çekilir hale getirdi. Ama araba öyle bir batmış ki ilk denemede ip koptu. Sonra tekrar çok daha sağlam bir şekilde bağlandı ve çamurla yaka paça bir kavgadan sonra araç çıktı. Çamurlu yoldan kurtulup, evlerinin yanından ana yola çıkartmak üzereydiler ki bize yardım eden adamın hanımı gelip ‘Buyurun bir çay ikram edelim.' deyince işin doğrusu hiç nazlanmadık. Belki çok samimi çağırması, belki de bir çaya çok ihtiyacımız olması, belki her ikisi daveti kabul etmemize neden oldu. Ama daha önemlisi eşimin temennisi bir dua olmuş, kış günü bir köy evinin sobasının yanında kendimizi çay içerken bulmuştuk. Evin yaşlı babaannesi de misafir geldiği için erken niyetlendiği uykusundan vazgeçmişti.

Ev sahibi Saffet Soylu'nun yıllarca devlette çalıştığını, emekli olunca Kayseri'ye yerleştiğini, orada yapamayıp sonra Kayseri'deki düzenini bozmadan köyüne yerleştiğini öğreniyoruz. Burada besicilik ve tarım yapmak için kolları sıvamış. On parmağında yirmi marifeti var. Tespih koleksiyonundan silah koleksiyonuna kadar pek çok şeye meraklı. Kosova'da, Somali'de ve Türkiye'nin dört bir yanında görev yaptıktan sonra köyüne yerleşmeyi tercih etmiş.

Bu arada sobaya atılan odun çıtır çıtır yanarken odun ateşinde pişen çaylar geliyor. Ama sadece çay değil, yoldan geldiniz açsınızdır sofrası da beraberinde. Her şeyin köyde üretildiği nefis bir kahvaltı sofrası... Tıka basa tok olsanız da yemeden geri durmayacağınız sofraya kıtlıktan çıkmış gibi saldırıyoruz. Bir Anadolu köyünde akşamın bu saatinde yolda kalmış hiç tanımadığı insanlara evlerinin kapısının açtıkları yetmezmiş gibi bir de onlara sofra kuruluyor. Hem yiyor hem sohbet ediyoruz. Saffet Soylu, çamura battığımız yolun hikâyesini anlatıyor. ‘Bu köyden AKP'ye az oy çıktı diye o yola kumlama yapmıyorlar. Sizden birkaç gün önce de bir araba kaldı. Aramadık makam, çalmadık kapı bırakmadım ama yapmıyorlar.' diye dert yanıyor.

Bu arada geceyi geçirmeyi planladığımız Göreme'deki otele dert anlatmaya çalışıyoruz. Evin büyük annesi gidip otelle uğraşacağımıza orada kalmamızı istiyor. İstek, bir müddet sonra yerini diğer ev halkının ısrarlı talebine bırakıyor. Hiç tanımadığımız bir köyde, hiç tanımadığımız insanların evinde çoluk çocukla geceyi geçirmek akıl kârı bir şey midir? Ama bir saat önce sinirden ve gerginlikten ne yapacağımızı bilmiyor bir haldeyken şimdi sıcacık sobanın yanında çay sohbeti yapıyoruz. Bir çay sohbetinin sebep olduğu karşılıklı güven duygusu oluştu. Onlar bize güvendi, biz onlara.

Çayları yudumlarken kendi kendime diyorum ki insan ağzından çıkan cümlelere çok dikkat etmeli, neyin dua olarak kabul edileceğini bilemeyiz.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live