Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Reha Çamuroğlu - Milli birlik nasıl olur?

$
0
0

Öncelikle Ankara'daki terör eyleminde vefat eden tüm asker ve sivil vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, ailelerine sabır dileyerek yazıma başlamak istiyorum. Korkunçtur ki yazılarımız gazetelerin cenaze ilanlarına dönmeye başladı.

“Ülke kavruluyor” dedi Sayın Cumhurbaşkanı geçen hafta. Doğru bir tespit. Doğru söze ne denir? Hemen arkasından Genelkurmay'ın burnunun dibinde kavurucu bomba ortaya çıktı.

Bombanın arkasından çeşitli demeçler duymaya başladık: “Güvenlik zirvesi toplandı!”. Bu güvenlik zirvelerini bu gidişle nöbete bindirseler iyi olacak herhalde. Bir yerde hiçbir işe yaramayan birtakım adamlar, sırayla otursalar ve “Allah korusun” böyle olaylar olduğunda toplanıverseler. Nasıl olsa herhangi bir derde deva oldukları ne görülmüş ve ne de işitilmiştir: Nöbetçi Güvenlik Zırvası.

Ne demiştik, “ülke kavruluyor”, bu söz benim yahut herhangi bir vatandaşın sözü değil, fiilen 14 yıldır ülkeyi yöneten kişinin sözü. Ne kadar “nesnel” bir söz değil mi? “Kavruluyor”. Sanki ülke bilinmeyen bir nedenle tavaya ya da fırına düşmüş, orada öyle kendi yağıyla kavruluyor. Bu işin herhangi bir sorumlusu yok. Öylece kendi kendine olmuş bitmiş bir süreç. Müsebbip filan arayanlar, fesat, fitne, hızını alamayanlar için münafık ve de kâfir. Ülkede olan iyi şeyler ülkemizin nadide yöneticilerince gerçekleştirilir. Kötü şeylerde ise hiçbir sorumlulukları yoktur. Kötü şeyler gâvurlar, Batı, sapık mezhepler, emperyalistler, üst-akıllar, Haçlılar vesaire tarafından icra edilmiştir. Bunda, bizim büyüklerimizin, zerre miskal kabahati olamaz. Eğer neden açıklanamıyorsa, olup biten kötü şeyleri lütfen doğal afet gibi kabul edip geçiniz.

Maalesef cümlelerimiz “kara mizah” kategorisine giriyor. Bağışlayın, ama memlekete başka türlü dayanmak her gün biraz daha zorlaşıyor. Şimdi ciddileşelim öyle ise.

Reyhanlı Katliamı gerçekleşti, kimse “bu günler milli birlik günleri” demedi, farkında mısınız? Aksine katliamı Alevilerin yaptığını ima etmek için iğrenç sözler ve yalanlar türetildi. Milli birlikten anlaşılan, o tarihte, herhalde Alevileri kapsamıyordu.

Diyarbakır'da HDP mitinginde bomba patladı, aynı şey.

Suruç'ta gencecik çocuklarımız paramparça edildi, bir, terörist ilan edilmedikleri kaldı.

Ankara'da tren garının önünde tarihimizin en büyük terör eylemi sonucu yüzden fazla insan öldürüldü anılarına yapılan saygı duruşu, ıslıklarla, saygısızlık gösterisine dönüştürüldü.

Bütün bunlar olup biterken kuru, kupkuru bir cümle duyduk “ulu” kişilerden; “Bu saldırı Türkiye'ye yapılmıştır”. GÜNAYDIN!!! Fakat iktidar taraftarlarının bir kısmı sosyal medyada neredeyse zil takıp oynama havalarındaydılar.

Ve biz, yetkililerden sorumlu, insana, millete saygılı bir açıklamayı beyhude bekliyorduk. Ama elbette aynı gemideyiz ve dost olmak, barış olmak istiyoruz, doğrudur, bu nedenle “Milli Birlik” güzeldir.

1) Milli Birlik güzeldir. Eğer her vatandaş milletin eşit ve eşdeğer bir mensubu ise.

2) Milli Birlik güzeldir. Eğer her vatandaşın ifade özgürlüğü, gaz ya da dayak yemeden protesto özgürlüğü var ise.

3) Milli Birlik güzeldir. Eğer milletin tümü aynı hukuka tabi ise.

4) Milli Birlik güzeldir. Milletin farklı kesimlerine gece gündüz, yatıp kalkıp hakaret edilmiyor ve nefret suçu işlenmiyorsa.

5) Milli Birlik güzeldir. Devlet, vatandaşlarının can ve mal güvenliklerini onların etnik, mezhebi, sınıfsal, siyasi kimliklerine bakmaksızın sağlıyorsa.

6) Milli Birlik güzeldir. “Ülke kavrulurken” ne idiğü belirsiz rejim meseleleri tartışılmıyorsa.

7) Milli Birlik güzeldir. Millete her gün hakaret eden onlarca zibidi tasmaları çıkarılıp sokağa salınmamışsa.

8) Milli Birlik güzeldir. Eğer gönüllü ise.

Milli birliği, senelerce, neredeyse sistemli bir şekilde, günbegün tahrip edenlerin, milletin karşısına çıkıp, pişkince, “Vatan, Millet, Sakarya” nutukları atması ise tahammül edilir gibi değildir.

Kim söylemişti şu meşhur sözü; “Şehirleri patlayıcı ile doldurduğunuzu biliyoruz!”?


Selim İleri - Sait Faik ve son hikâyeler

$
0
0

Dün Zaman Cumaertesi'de andığım Susanlar kitabında (Metis Yayınları), Bilge Karasu “Sözden, Dilden” yazısında kaleme getiriyor:

“Sait Faik'in eski hikâyelerinde, anlatılmak istenenin, anlatılandan öne koştuğu sık sık dikkatimi çeker. Coşkun bir duyguya kapılıp sürüklenen dilin sık sık soluğu kesilir, yetişemediği olur, cümlenin gücü eksiksiz bir anlatıdan çok, imgenin sezdirici güzelliğinden, çarpıcılığından doğar.

‘Mahalle Kahvesi' hikâyesi ile son hikâyelerinden örneğin ‘Öyle Bir Hikâye'nin karşılaştırılması aradaki farkı açıkça gösterecektir. Son yıllarında Sait Faik'in dili birdenbire, soluğu kesilmeden, imgelemenin bütün dolambaçlarını, bütün inceliklerini, duygularının bütün yeğinliğini anlatacak hale gelir, gerçekten parlak bir yolda gelişir.”

1958 yılında yazılmış bu satırlar. Bilge Karasu'nun güzelduyuyla derin haşırneşirliğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Hele döneminin yarım yamalak eleştirel saptamaları düşünülürse.

Sait Faik'in son dönem hikâyelerinde, Karasu'nun örnek verdiği “Öyle Bir Hikâye” ve diğerleri, dil, anlatış, duygu aktarımı daima kasırgalıdır. Sarsılışlarla kalır okur.

Ne var ki, kimi eleştirmenlerimiz bu değişimi, Sait Faik'in hastalığına, yıpranmışlığına bağlamışlardır. Kimi eleştirmenlerimizse, Sait Faik'in daha baştan bozuk, savruk bir sözdizimiyle yetindiğini, yazdıklarına dönüp bakmadığını ileri sürmüşlerdir. Burgaz Müzesi'ndeki hikâye müsveddeleri, taslaklar tam tersini söylese bile.

“Mahalle Kahvesi” Sait Faik'ten ‘dinlediğim' ilk öyküydü. Dinlediğim diyorum, çünkü, lise ikideyken Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenimiz Bâkiye Ramazanoğlu okumuştu “Mahalle Kahvesi”ni bize. Daha ilk satırlardan başlayarak donup kaldığımı hatırlıyorum. Öykü sona erdiğinde derin bir sızı duymuştum. O günden şimdiye dinmedi sızı.

Fakat şimdi, Bilge Karasu'nun saptamasını hayranlıkla paylaşıyorum: “Mahalle Kahvesi”nde çarpıp vuran ‘anlatılan'ın sonsuz hüznü. “Öyle Bir Hikâye”yi unutulmaz kılan ise, hiçbir şey anlatılmaz görünürken, dilin her şeyi anlatıyor olması.

İlkgözağrım “Mahalle Kahvesi”nden vazgeçmiyorum elbette; zaten vazgeçemem. Ama “Öyle Bir Hikâye”nin aynı dinmez sızıyı çok daha derinden duyumsattığını da asla yadsıyamıyorum.

Bir ‘olgunlaşma' mı Sait Faik'teki? Son hikâyelerdeki içsel derinlik, yılların deneyimiyle mi sağlanmış?

Attilâ İlhan bir iki yazısında değinmiş, ileri sürmüştür: Sait, son dönemlerinde Fransız gerçeküstücülerini bol bol okuyordu diyor. Vedat Günyol'un da benzeş hatırlayışları sözkonusu. Etkileniş demiyorlar ama, bir ‘yol açılış'a işaret ediyorlar. Belki.

Bense, son öykülere doğru değişimi, içsel, dışa vurulmamış, vurulamamış ‘acı'nın git git yoğunlaşmasına bağlıyorum. ‘Gelecek' umutlarının tek tek yitirilişine. “Mahalle Kahvesi”ndeki Sait Faik, hâlâ geleceğin değişebileceğine, çirkinliklerin sona ereceğine inanır. “Haritada Bir Nokta”da da öyledir.

Şöyle diyebiliriz belki: Yazmak değiştirecektir!

Bununla birlikte son hikâyelerde yazmanın kötülüğü değiştiremediğini enikonu ayırt etmiş bir ‘seziş ustası' yazar çıkar karşımıza.

Hangi ‘kötülük'? bana öyle geliyor ki, bütün büyük yazarların, hele şairlerin, eninde sonunda kavradıkları kötülük. Conrad geliyor aklıma; onun harikulâde eseri Zafer'de bu kötülük birkaç nitelemeyle saptanmıştır: Metafizik gibi görünen, ama yaşamda somut çehre edinmiş bir şey, insanın insan olmaktan çıkması…

Sait Faik'in son hikâyeleri art arda ‘yaşantı dökümleri'dir bir bakıma. “Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor” dediği andan sonra, “burada”yı anlatmaya, daha doğrusu sezdirmeye koyulmuştur.

Yıldızların dökülüştüğü “Kalinikhta”yı okuyun!

Nazan Bekiroğlu - Sabrın sentetik taşı

$
0
0

Vuruluyoruz kalp yerimizden. Gencecik insanlar bir bir kayıyor aramızdan yıldızlar gibi. Fotoğraflar kalıyor geriye çarşaf çarşaf.

Öyle fotoğraflar ki sahiplerinin ölmüş olduklarını bilmesek bile ölümü bu fotoğraflardan okumak mümkün hikâye hikâye. “Kimimiz nişanlı kimimiz evli.” Kimimiz çocuk yaşında kimimiz mektepli.

Düştüğü yeri yakan ateşte biz de yanıyoruz önce. Parçalarımız savruluyor dört bir tarafa. Tekrar bir bütün olamayacağımızı sanıyoruz. Ama geçiyor. Toparlanıyoruz. Ne kan tutması kalıcı oluyor başımızda ne de kalp yetmezliğinden ölüyoruz.

Sol gözümüz seğiriyor günlerce gerçi, ateşli nöbetlere düşüyoruz. Sendeleyerek dolaşıyoruz sağda solda. Benzimiz sarı. Şaşkın tavuklar gibi dönüp duruyoruz kendi etrafımızda. Dilin kemiği kırılırken eğe kemiği yarılıyor. Mahşer dehşetinde, gözlerimiz yuvalarından uğramış, koşuşturuyoruz. Ama kıyametimiz kopmuyor, yer yerinden oynamıyor. Can boğaza dayanmış ama ölmüyoruz. Sudan çıkmış balıklar gibiyiz ama suni solunum yapıyoruz, çırpınarak yaşıyoruz. Nefesimiz kesiliyor bir an için. Sonra geçiyor. Çaresiz, derin bir nefes alıyoruz. Yaşanmaz sanıyoruz bu acıyla. Yaşıyoruz.

Öfkeli yazılar döşeniyoruz. İçimizden güzel şeyler yazmak gelmiyor gülmek gibi. Birkaç gün erteliyoruz yaşamayı. Yediğimizden içtiğimizden utanıyoruz. Hep böyle kalacak sanıyoruz. Ama çok çabuk normalleşiyoruz. Bu ani dönmeyi kaldırıyor bünyemiz gibi midemiz de. Aklımızsa çoktan ikna “Yapacak bir şey yok” durumlara, “Bu böyle, hayat bu” olduğuna. Bu böyle de gidiyor, gül gibi yaşayıp gidiyoruz da. Alışıyoruz.

Oysa böyle olmaması gerek. Bu, eşyanın tabiatına aykırı. İnsanın değilse bile insanlığın doğasına aykırı. Kırılmamız gerek bizim bir bir değil, topyekûn kırılmamız. Ama “TT”lere bir bakıyoruz ki, A-aa! Üfürükten teyyarelerimiz anında arzıendam edivermiş. Futbol takımları, heyecanla beklenen derbi sonuçları, şunun bunun aşkı, evlilik programları, dizi kahramanları, ölümcül kapışmalı yarışmalar çoktan alıp gitmiş başını. Batsak yeridir bu böyleyse. Utanıyoruz. Ama yine de tepeden tırnağa çiçek açmış bir erik ağacının önünde bir an durup “selfie”mizi çekiyoruz. Aşınıyoruz.

Tahayyüle sığmayan gerçek oluyor. Taşıyamam zannettiklerimizi paşa paşa sırtlanıyoruz. Hayatlarımız aynı. Unutmam sandıklarımızı unutuyoruz. Unuttuğumuz için yeni yıldızlar kayıyor. Olup biteni hep birlikte seyrediyoruz. Ne olacak bilmiyor, sessizce bekliyoruz. İçimizden biri çıkıyor Kâhin Prenses Kassandra gibi. Olacakları söylüyor haykıra haykıra. İnanmıyoruz. Biraz daha ısrar ederse, taşlıyoruz. Mazeretimiz hazır. Sabrediyoruz.

Oysa sabrın da taşı vardı bir zamanlar. Önce zulme uğrardı masaldaki kahraman, sesi çıkmazdı. Kırk gece bir ölünün başını beklerdi meselâ, ödü patlardı ama katlanırdı. Aklına gelmeyenler başına gelirdi, kılı kıpırdamazdı. Dağ taş olsa tahammül edemez gerçeklerle yaşardı da yaprak kıpırdamazdı. Sabırla tahammülün nerede ayrıldığını bilmezdi.

Ama öyle sessizce gözyaşı dökmekle bitmezdi masallar. Masalcı vardı. Sabır gerçi yüceltilen bir değerdi ama tahammülün haddi aşıldığında doğanın diline aykırı bir durum çıkardı ortaya. Sabır, acının hantal hamallığına dönüşmemeliydi. Ondan sebep insan dayanır taş dayanamazdı. Gün gelir sabır taşı orta yerinden çatlardı.

Sabır taşı çatladığında artık mühlet bitmiş demekti. O zaman masalcının eli kahramanının takatini aşan kahıra baş kaldırarak devreye girerdi. Sabır taşı çatladığında masal yeni bir bölüme girerdi. Mücadele başlardı, dağlar taşlar aşılır, devlerle savaşılırdı. Masal ancak o zaman mutlu sonla biterdi. Diyeceğim o ki sabrın taşı çatlardı hiç olmazsa bir zamanlar. Masala bir el dokunur, bir şey olurdu.

Biz de sabır taşının çatlamasını bekliyoruz ölülerin başında. Ama sabır taşı sentetik şimdilerde. Ne gelirse bana mısın, demiyor. Esnedikçe esniyor. Masalcı da masalından çıkmış üstelik. O da şaşkın. Kraliçe, Pamuk Prenses'ten alacaklı, bir de zehirli elmasının hesabını soruyor.

Bizimki de ne sabırmış hani! Kimin elmasını yedik? Bilemedim ki şimdi.

Abdullah Aymaz - Kur'an-ı Kerim'i hüzünle okumak

$
0
0

“Kur'an ve Şan Tekniği-Hû” kitabından sonra Gönül Hurmalı Hanımefendi, ikinci kitabı “Kur'an'ı Hüzünle Okumak” isimli eserini yazdı.

Gerçekten birinci kitap gibi ikincisi de Kur'an-ı Kerim hususunda ufuk açıcı oldu. Hüzün Peygamberi Mahzun Nebi'ye (sas) semâdan hüzünle inen Söz Mucizesi Kur'an-ı Kerim'in hüzünle okunmasının hikmetlerine dair gerçekten düşündürücü işaretler var.

Kitaptan bazı başlıkları vererek, eser hakkında cüzî; bir fikir vermek istiyorum:

Mucizevî; Okuyuş

Kur'an, Musikî; ve Hüzün

Hz. Davud'un Mucizesi

Hüzünlenemiyorsan, Hüzünden Yoksun Olduğuna Ağla

Hüzünde Edeb Var

Nağmelerdeki Hüzün Bir Tür Yakarış mı?

Kalbin Zümrüt Tepeleri'nden Hüzne Bakış

Herkesi Affediyorum

Stres Anında Dil ve Çene Kasılır

Dağlar Gibi Kaskatı Kalbler

Hüzünlü Hallerde Kur'an Okumak

Hüzün Peygamberi (sas)

Ruhen, Cismen, Halen Mirac'a Çıkış

Kur'an Okumak Allah'la Konuşmak mıdır?

Makam mı? Gerçek Sesimizin Ortaya Çıkması mı?

İç Kulak Titreşimleri Tüm Bedeni Etkiler

Vagus Sinir ve Mucizevî; Okuyuş

Ses Titreşimleriyle Tedavî;

Kur'an'la Kendi Bedenimize Sesleniş

Okurken Dik Oturmak, Alıcıları Açar

Kur'an Tecvidi ve Tınlama

Mucizevî; Okuyuş Hızı

Kafa Sesi İle Okumak

“Nun”, Harflerin En Titreşimlisi

Yaratılış Tınlaması ve Beşer İniltisi

Harfler de Ümmetlerden Bir Ümmettir

Kur'an'la Yeniden Yapılanmak

“Kur'an” En Büyük Zikir

“Kur'an ve Senkop

Yeni Hücrelerin Kur'an'la Tanışması

Kur'an Ritminin Surelerde İncelenmesi

Rahî;m Tuğral Hocamızın Değerlendirmeleri

Bu kitabı yazdıktan sonra, yazar, yazdıklarının bir nevi testi olarak bir hatırasını şöyle anlatıyor: “(Şubat 2016'nın ilk günleri) Bugün sabah 9.00'da İzmir Şifa Hastanesi'nde benim beyin EEG'm çekildi. Sonra kafamdakileri (cihazları) çıkarmadan dik oturup diyafram nefesi, tecvid ve tertile riayet ederek (Mucizevî; Okuyuş-Kur'an'ı hüzünle okumak) yarım saat kadar Kur'an okudum. Tekrar yatırıp aynı EEG'den bir tane daha çekti hemşire. Toplamda bir buçuk saat kadar sürdü. Sonra oradaki nöroloğa ikisi arasındaki farkı sorduk. Önce söylemek istemedi. Rapor yazdıracağız zannedip çekindi galiba. Yalnızca fikrinizi söyleyin biz rapor yazdırırız, dedik. ‘Birinci EEG normal, stresli bir insanın beyin dalgaları… İkincisi (yani Kur'an okuduktan sonra ise) sakin akan bir ırmak gibi dalgalar çok düzgün.' dedi. Bize de gösterdi. Dr. Aslan Mayda Bey'e söyledik, ‘Bu çok güzel bir şey. Bence kan ve hormonlara da bakın.' dedi. Daha sonra ona da bakılacak. Bu araştırmayı yeni notlarım için yapıyorum.”

İnşallah, bu gayretler, yeni eserlere vesile olur…

Bekir Salim - "Allah'ın âyetlerini ucuza satmayın…"

$
0
0

Şahinoğlu, başlığı Kur'an'dan aldım bugün. Yüz yıl da yaşasak, akıbet ölüm... Yerin altı çok çetin; söylediğimiz her sözün, aldığımız her nefesin hesabını vereceğiz. Allah aşkına, dikkat edelim…

BEKİR SALİM:

Duydum, vazgeçmişsin parsel işinden,

Verdiğine pişman olmuşsun Nuri.

Yanlış yapıyordun tâ en başından,

Şükür, doğru yolu (!) bulmuşsun Nuri.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Haberim var benim her bir karıştan,

Sen boşa hayâle dalmışsın Bekir.

Önceden bildiğim kutsal yarıştan,

Bugünlerde geri kalmışsın Bekir.

BEKİR SALİM:

İnsan kaybetmesin şerâfetinden;

Yaratan korusun o âfetinden,

Sen de siyasetin zarafetinden(!)

Epey nasibini almışsın Nuri.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

O zaman ahbaptın huyuma göre,

Her şeyi dağıttım uyuma göre,

Sonradan aldığım duyuma göre,

Biraz da kendine yolmuşsun Bekir.

BEKİR SALİM:

Bu sözler ağzından nasıl döküldü?

Yazdığın piyese kargalar güldü.

En mahir oyuncu İbni Selûl'dü;

Sen onun rolünü çalmışsın Nuri.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Benim için dört bir yana seslenip,

Her gün ziynetimle bol bol süslenip,

Verdiğim şeylerle doyup, beslenip,

Kaynağı kesince solmuşsun Bekir.

BEKİR SALİM:

Bütün sırlarını ortaya serdin.

Bana taş atarken kendini yerdin.

Sanki verdiğini beleş mi verdin?

Duyan sanır miras bölmüşsün Nuri!

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Kapatalım tiyatronun perdesin,

Sahnede hiç görünmezsin; nerdesin?

Hayli zaman oldu, kısıktır sesin,

Herhalde birinden yılmışsın Bekir.

BEKİR SALİM:

Salim der, sanma ki, elinde zimam,

Sen deyince işler olur mu tamam?

Bundan öte sana lâf anlatamam,

Belli ki, havuzdan dolmuşsun Nuri.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Şahinoğlu'na iş buyuramazsın.

Dost ile düşmanı ayıramazsın.

Kimseye sesini duyuramazsın,

Avazını boşa salmışsın Bekir.

PERİŞAN HÂLİMİZ…

Şahinoğlu, ülkenin durumunu nasıl görüyorsun?

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Avro, azdı, Dolar azdı;

Lira'nın hâli perişan…

Yabancı sermaye kızdı;

Paranın hâli perişan…

BEKİR SALİM:

Fakir fukara yanıyor,

Çıranın hâli perişan…

Ev sahibi abanıyor,

Kiranın hâli perişan…

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Kim çeker bendeki nazı?

Hiç kimse olmuyor razı.

Elin oğlu yaşar yazı,

Buranın hâli perişan…

BEKİR SALİM:

Kimsenin gücü yetmiyor.

Terör bir türlü bitmiyor.

Hiçbir merhem kâr etmiyor;

Yaranın hâli perişan…

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Şahinoğlu'nun dilleri,

Sıkmak istiyor elleri,

Muhabbet denen gülleri,

Derenin hâli perişan…

BEKİR SALİM:

Salim, hak-hukuk eriye,

Ne kalır daha geriye?

“Demokrasi var mı?” diye,

Soranın hâli perişan…

USTA SÖZÜ

Gel ey can bülbülü, fâni kafeste zârı mu'tad et.

Ezel demlerini yâd eyleyüp bin âh û feryâd et.

Alvarlı Efe Hazretleri

DÖRTLÜK TAMAMLAMA

Bugün çift ayaklı tamamlama yapacağız inşallah; “toz” ve “bulaştırma”… Kolay gele…

Üç nefeslik zaman, dünya dediğin,

Dikkat et üstüne toz bulaştırma.

………………….

………………….

Mustafa Ünal - 'Biz siyasiler cinayetlerden sorumluyuz'

$
0
0

‘Katil kim?' sorusunun cevabı az çok belli. Resmî; açıklamaya göre ‘PYD-YPG'li Salih Neccar'. En yetkili ağızlardan daha cenazeler ortadayken bombacı ve örgütü deşifre edildi.

Cumhurbaşkanı da söyledi, Başbakan da. Patlama saatler içinde bütün ayrıntısıyla çözüldü. Başsavcı Kodalak ‘Olayı hemen hemen çözdük, devlet büyükleri açıklayacak' dedi.

Diğer olaylarda pek rastlamadığımız türden ‘acelecilik' dikkat çekici elbette. Hatırlayın, fail belli olsa bile kamuoyuna hemen duyurulmazdı. ‘Bağlantılarını çıkarabilmemiz için fazla bilgi veremiyoruz' denirdi. ‘Yayın yasağı'na biraz bunun için başvuruldu. Detayların medyada yer alması istenmedi. Zincirin halkalarına ulaşmak için. Haber yüzünden gazetelerin suçlandığı olurdu. ‘Medya yazdı, elimizden kaçırdık' diye.

Bu kez devlet en üst düzeyde her şeyi ortaya döküverdi. İsim, fotoğraf, örgüt, trafik... Terör örgütü olarak ‘PYD-YPG' nazara verildi. ‘TAK' diye bir başka örgüt de çıktı sahneye. Hepsi PKK'nın türevleri. Adları farklı sadece. PYD-YPG, Suriye'deki PKK. Bunu bilmeyen yok. ‘Katil az çok belli' derken kastettiğim bu. Evet, katili tanıyoruz.

Bu tip olaylarda tek noktaya yoğunlaşılmaz. Katil ve bağlantılarının tespiti kuşkusuz çok önemli. Peki Ankara patlamasının ‘Sorumluları kim?' Hesap kimden sorulacak? Sadece bu dönemde değil her kanlı olayda güvenlik ve istihbarat zaaflarına dikkat çekilir. Sorumluların peşine düşülür. AKP'nin aşırı alınganlığını anlamak zor.

‘Zaaf, sorumluluk, hesap' deyince AKP'nin kimyasının bozulması anlaşılabilir gibi değil. Hele AKperestlerin... İsteseniz de istemeseniz de ‘Sorumlu kim, hesabı kim verecek?' diye sorulacak. Bugün duymazdan gelebilirsiniz. Ama günün birinde mutlaka karşınıza çıkacak. Hesaptan kaçış yok.

Olayın ilk sıcaklığı içinde henüz acıyı yudumlarken, cenazeler ortadayken, belki bu soru abes kaçabilir. Fakat bugün bu soruların tam zamanı. Başta profesyonel eylem gibi görünüyordu. Ayrıntılarını okuyunca hiç de öyle olmadığını söylemek mümkün. ‘Kusursuz cinayet yoktur' sadece film repliği değil. Hayatın olağan akışı için de geçerli.

Ankara'nın kalbinde ‘patlayan' aracın trafiğine bir bakın Allah aşkına. 40 gün önce çalınmış. Binlerce kilometre yol yapmış. İki defa Diyarbakır'a gidip gelmiş. Hız sınırını aşmış, radara yakalanmış, ceza yazılmış. 300 kilo patlayıcıyla Başkent'e girmiş. Düzenek Ankara'da hazırlanmış. Her metrekaresi kameralarla izlenen ülkenin en hassas en güvenlikli bölgesinde, olay mahallinde keşif yapılmış. Sabah ıskalamış, akşama kadar şehir içinde dolaşmış.

Katil Salih Neccar devletin kayıtlarında olan biri. Bu yoğun trafiğin güvenlik ağından nasıl kurtulduğunu anlamak zor. Üstelik bir olay beklentisi de varken. İstihbarat uyarmış. ‘Saldırı olabilir' diye. Zaten ülkenin içinde bulunduğu iklim her türlü patlamaya gebe. Güneydoğu, Suriye malum. Bu manzara karşısında ‘zaaf, ihmal, kusur yok' demek mümkün mü?

O zaman ‘Sorumlular çıksın, hesabını versin' diye haykırmak her vatanseverin en doğal hakkı... MİT resmi yazıyla ikaz ettiyse İçişleri Bakanı niye tedbirini almadı? Ey Efkan Ala cevap? İstifanın bu topraklarda pek işlemediğini biliyorum. Her türlü hata, kusur ne kadar ağır olursa olsun sineye çekilir. Ama artık yeter. Güneydoğu PKK'ya teslim edildi. Şehirlerin silah deposu haline gelmesine göz yumuldu. Terör şehirlerde. Ankara'yı ikinci kez vurdu.

Katil ve arkasındaki örgüte lanet olsun. Fakat yetkililer de çıksın ‘Sorumluluğu üstlensin ve gereğini yapsın'. Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç ay önce Obama'ya şöyle seslenmemiş miydi: “Neredesin ‘Başkan' diyorum. Biz siyasiler ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz. Halk bize oylarını verirken ‘Benim can güvenliğimi, mal güvenliğimi sağlayacaksın' diye veriyor.”

Doğru ve yerinde tespitler. Bu sözler herhalde Türkiye için de geçerli. Erdoğan'ın da dediği gibi işlenen cinayetlerin, patlayan bombaların, kanlı saldırıların sorumlusu siyasiler olduğuna göre birileri Ankara'nın hesabını vermek zorunda...

Hilmi Yavuz - Aysun Kayacı neyi temsil ediyordu?

$
0
0

Hatırlayanlarınız vardır muhakkak: Bundan yaklaşık on yıl kadar önce Aysun Kayacı, bir TV programında “Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir olabilir mi?” diye sormuştu: Aslında bu, cevabının ne olduğunu da dolaylı yoldan bildiren bir soruydu;- İngilizcede ‘leading question' denilen türden bir soru!

Soru, aslında kısaca, iki oy'un aynı değerde olamayacağının bir ifadesi olarak okunduğunda, yanlış bir soru değildir. Aysun Kayacı'yı, niteliklerini, onu tanımadığım için bilmiyorum. Ama kabul etmeliyiz ki, insanlar arasında değerlilik farkı olduğu da elbette tartışılmaz.

Şunu söylemek istiyorum: Aysun Kayacı ile dağdaki çobanın oyları arasında bir fark olabileceği ne kertede söz konusu ise, bir fark olmayabileceği de söz konusudur. Oyların eşitliği [‘eşitlik' kavramının da gösterdiği gibi], nicelik bağlamında bir ilişkiyi işaret eder. Nicelikler, başka bir deyişle sayısal çokluklar, sayısal azlıklardan farklı olarak [‘nadir olan, değerlidir' örneğinde olduğu gibi] değer üretmezler. Kamusal ilişkilerde, mesela seçimlerde bir sandıkta oyu kullanırken, bir otobüste yolculuk ederken, bir markette alışveriş ederken, başkaları bizim için ancak nicelikler olarak anlam taşırlar: Otobüs kalabalıktır, oy sandığı ya da market kuyruğunda sayıca çok insan vardır… gibi!

Oysa özel ilişkilerde, nicelikler değil, nitelikler belirleyicidir. Koyunlarınızı dağda gütmek için bir çoban arıyorsanız, Oxford Üniversitesi'nde felsefe doktorası yapmış birini ya da Aysun Kayacı gibi birini arıyor değilsinizdir;- aradığınız nitelikler, Oxford'da felsefe doktorası yapmış olanda ya da Aysun Kayacı'da değil, çobanlık deneyimi olan birinde vardır çünkü…

Sözü nereye bağlamak istediğimi tahmin etmiş olmalısınız. Demokrasi, sadece oy sayısına, yani niceliğe bağlı değildir. Demokrasiyi sandık hesabı olarak nicelikten ibaret görenler için, Aysun Kayacı'nın sorusunun imâ ettiği cevap, elbette yanlıştır. Zira bu bağlamda Kayacı'nın oyuyla [1 oy], dağdaki çobanın oyu [1 oy] arasında hiçbir fark yoktur.

Pek iyi de, demokrasi sadece niceliğe, haydi kaba bir deyişle söyleyeyim, ‘kelle hesabı'na indirgenebilir mi? Elbette, hayır!

Hayır, çünkü ideal bir demokrasi, [niceliksel] çokluğun, yani, sayıca üstünlüğün, [niteliksel] değerlerle tahkim edilmesini gerektirir. Ya da, başka bir deyişle söylemek gerekirse, niceliği nitelikle dengeleyecek yapıların mevcudiyetine ihtiyaç vardır ve bu dengeyi, ancak sivil toplum kuruluşları sağlayabilir. Politik toplumun iktidarını niceliksel çoğunluk sağlıyorsa, sivil toplum gücünü niteliksel değerlerinden alacaktır.

Sivil toplum kuruluşları, daha önce değişik vesilelerle yazdığım gibi, devletten ya da politik toplumdan özerk yapılardır. Özerkliğin ötesinde, nitelikleriyle öne çıkarlar. Öyleyse demokrasi, nicelikle inşa edilen parlamento ile nitelikle inşa edilen sivil toplumun birlikteliğinin ifadesidir.

Ama ah evet, Türkiye'de asıl mesele, iktidara karşı nitelikli ve etkin bir sivil toplum muhalefetinin bulunup bulunmadığıdır…

Ahmet Selim - İnsanın bütünlüğü ve farklı halleri (2)

$
0
0

Şayet “Kardeşim, senin dopamin-serotonin-nöradrenalin seviyeni ölçtük. Eksiklik var, bunu tamamlayacağız.” diyemiyorsanız, daha ihtiyatlı yaklaşmak mecburiyetini hissetmelisiniz.

Teşhiste birkaç psikolojik formata bağlı olarak tamamen sübjektif, tedavide tek bir metoda bağlı olarak tamamen objektif davranmak; tıp mantığı ile bağdaşır mı?

Bir siyasetçi psikiyatrist, bir başka siyasî; için “Ben şahısla önceden birkaç defa karşılaşmıştım. Obsessiv-compulsive bir görüntüsü vardı!” sözlerini söylemişti. Bu, uzmanlık ciddiyetiyle bağdaşmayan ve bence temeldeki yanlışın çirkin bir vesileyle ortaya çıkmışı şeklini yansıtan bir tavırdır.

Konumuz “insan” ise, hele insanın ruhu ise; daha geniş, daha derin, daha özenli bir yaklaşım göstermeliyiz.

Bir uç örnek vermek istiyorum. Ben kardeşinin ölümünden pek az etkilenen insanlar da tanıdım. Ama öyle birini de tanıdım ki kardeşinin ölümünden sonra kardan adam gibi eridi… Hekim arkadaşı onun hakkında şöyle diyordu: “Fevkalade sıhhatli bir insan olduğu halde, gayri şuurî; biçimde kendisini sanki hayata kapattı. Bütün klinik imkânları kullanıyoruz. Yaşadığımız hallerin tıbbî; izahı yok. Her gün biraz daha eriyor, her gün bir tarafı iflas ediyor.” “İlaçları ve tedaviyi reddetmedi. Fakat yaşama arzusunu kazandıracağı direnç kaybolduğu için, hiçbir tedavi ve ilaç işe yaramadı.” “Bu bir pasif intihar.” Bunları söyleyen bir hekimdi ve aynı zamanda arkadaşı olan hastası için, “Bunu bize yapmayacaktı!” deyip ağlıyordu.

İnsanı önemseyin. Konuların en sarpı insandır. Her insan zaman-zaman depresif dalgalanmalar yaşayabilir. Ama bir insan, çok hassas olduğu bir meselede, hiçbir depresif hal yaşamadan, bir indifa (patlayış) tepkisi de gösterebilir. Celal Bayar'ın Yassıada'daki metaneti müsellemdir. Ama aynı Celal Bayar, aynı zaman dilimi içinde, “Bize Yeşilçam artistleri gibi film çevirttiler. Reva-yı hak mıdır bu?” diyerek intihara teşebbüs etmiştir. Dopamini, serotini, nöradrenali azaldığı için mi öyle bir teşebbüste bulundu? Duruşmalarda “Kararınız müspet olsun menfi olsun benim için önem taşımaz. Bütün mesuliyeti deruhte ediyorum. İzin vermiyorsanız, müdafaa ihtiyacından da müstağni kalırım.” deyip kulaklığını mikrofona çarparak Başol'u paniğe sürükleyen de aynı Celal Bayar'dı. Öyle adam vardır ki sehpa önünde bile dimdik durur; ama tahkir ve tezlile dayanamaz. Öyle de adam vardır ki, her türlü tahkir ve tezlile sırıtarak katlanır; fakat bir maddî; kayba uğrayınca yıkılır.

İnsanları da, hallerini de, birkaç izah şablonuna göre kategorize edip ahkâm kesmek büyük bir hatadır. Hele, insanın en üst kimliğinin “insan kimliği” olduğunu ve hastalıkların bu kimlikle ilgili bulunduğunu unutmak çok ciddi bir aldanıştır… İnsanı tanımadan hayatın hakikatini, (hayatın tevhidî; bütünlük hakikatini) tanıyamazsınız. Parça buçuk bilgilerin sahibi olabilirsiniz ancak. Ne ilimlerden ne san'attan ne tefekkürden pek fazla bir nasip alamazsınız.

“İnsanı tanımak” ise önce kişinin kendini tanıması demektir. İmam-ı Rabbani “Bir işaret yeter onlara.” diyor. Mâlum: Nefsini bilen, Rabb'ini bilir.

Burada bir sözü hatırlamak gerekiyor. La Rochefoucauld'ya göre: “Kimi zaman kendimize başkalarından çok daha yabancı oluruz.” Ve küçük bir hatırlatma: İslâm'ı anlamadan insanın bütünlüğünü tam anlayamazsınız. İnsanı tanımadan hayatın hakikatini, hayatın tevhidî; bütünlük hakikatini tanıyamazsınız. Parça buçuk bilgilerin sahibi olabilirsiniz ancak.

Ne ilimlerden ne sanattan ne tefekkürden pek fazla bir nasip alamazsınız. İnsanı tanımak ise önce kişinin kendi özünü tanıması demektir.


Mümtaz'er Türköne - Savaş kapımızda beklerken nerede hata yapıyoruz?

$
0
0

Bir savaş ihtimali mevcut olduğuna göre, elimizdeki her imkânı ve gücü geri adım atmadan bu belayı defetmek, mecbur kalıp bu savaşa girersek bir felâket ile karşılaşmamak için her şeyimizi tepeden tırnağa gözden geçirmeliyiz.

Çözüm Süreci doğru yönetilseydi, en basit ve yalın haliyle 7 Haziran'a yönelik seçim yatırımı olarak harcanmasaydı, bugün Türkiye, her türden tehlikeye karşı daha mukavim ve önalıcı bir konumda olabilirdi. “Olan oldu, biten bitti” diyemeyiz. Hasımlarımız güçlü, bizim zaaflarımız ortada. Tarih, kaldığı yerden yeniden başlıyor. Berbat bir dönemin içinden geçiyoruz. Yaşadığımız günleri 93 Harbi, Balkan Savaşı veya Sevres öncesi ile mukayese edip, sonunun benzer felaketlere dayanmaması için önce aklımızı başımıza yerleştirmeli, sonra selim aklın emrettiği bütün tedbirleri almalı, hazırlıkları yapmalıyız.

Tehlike çok büyük, Türkiye her an sonu belirsiz bir maceraya sürüklenebilir. Savaş çığırtkanlığı yapanlar, bu işin uzmanı olan askerlerin sesine kulak vermeli. Savaşlar hamasetle, dolduruşa gelmekle kazanılmıyor; başından sonuna imkanların, şartların, ihtimallerin hesabına dayanıyor ve evdeki hesap çarşıya uymuyor.

İç iktidar rekabeti, Türkiye'nin karşı karşıya olduğu güvenlik tehditlerini büyütüyor. Bu rekabete bir son vermek, millî; bünyeyi kuvvetlendirmek adına bir ön şarta dönüşüyor. Çoğu iç iktidar rekabetinden çıkan karşılaştığımız sorunların, tartıştığımız gündemlerin tamamını Türkiye'nin güvenlik önceliklerine göre yeniden gözden geçirmek ve yeni bakış açıları ve tavırlar geliştirmek zorundayız. Her alana, her olaya bu gözle bakmayı deneyin.

Başbakan'ın tek başına, Cumhurbaşkanı'nın iki bakanla birlikte Genelkurmay başkanının yanında taziye fotoğrafı vermesinin uluslararası ortamdaki karşılığı güvenliğinizi pekiştirecek bir numune olabilir mi? Ezici bir çoğunlukla, üstelik 14 yıldır iktidarda olan bir gücün bu kadar kişisel, belirsiz ve zaaf yüklü bir görüntü vermesi düşmanlarınızı üzer mi, sevindirir mi? Bu görüntünün arkasında duran yönetim zaaflarını, yetki karmaşasını ve inisiyatif kaybını karşınızdakiler fark etmeyecek mi sanıyorsunuz?

Savaş her zaman en son çaredir. Savaşın çıkmasını önlemek, caydırıcılığınıza ve kararlılığınıza bağlıdır. “Evet Türkiye savaşa girer!” demek bile, gerektiğinde savaşı engelleyen, düşmanı durduran bir caydırıcılığa dönüşebilir. Ülke yekvücut halde, sadece oy verenler değil toplumun tamamı iktidar sahiplerine güveniyorsa, bu caydırıcılık ete kemiğe bürünür ve dünyaya karşı dimdik ayağa kalkar. Siyasetini toplumu bölmeye, kutuplaştırmaya dayandıran bir iktidar gücü ile kimi caydırabilir, kapınıza dayanan hangi savaşı önleyebilirsiniz?

Troller sosyal medyada kampanya yürütüyor, okumadıkları makalelere, bilmedikleri muhtevalara ve yazarlarına küfürler-hakaretler edip “devlete itaat” ve “millî; birlik ve bütünlük” çağrısı yapıyorlar. Millî; davaları savunmak bu densiz cahiller sürüsüne bırakıldıysa, hangi güç memleketi tek parça halinde tutabilir? Allah'tan “kâfir devlet”in düşmanı İslâmcılar bugün iktidar sahibi oldular, yoksa onları kim hizaya getirecekti?

Savaş kapınıza dayandıysa, durdurmak için seferber olduysanız yeri ve zamanı olmayan işlerle uğraşamazsınız. Allah aşkına bir felâketin eşiğinde iken siyasî; sistem değişikliğine gitmek, savaş naraları arasına başkanlık kampanyası yerleştirmek size normal geliyor mu? İki ay boyunca, 21 Mart'ta geniş bir coğrafyada başlayacağı iddia edilen kalkışmanın provası Sur ve Cizre'de yapılırken, Asker-polis canını dişine takıp kalkışma bastırırken başkanlık tartışması yapılır mı?

“Paralel paranoyası” ile bu ülkenin sosyal sermayesine, dayanışma ve hizmet yeteneklerine karşı Moskof zulmünü aratmayacak bir cadı avının kesintisiz devam etmesi, bu ülkenin sınırda bekleyen düşmanlarına karşı direncini sizce ne hale getirir? Can Dündar'ın, Hidayet Karaca'nın nahak yere cezaevinde tutulması kimin işine yarar? Gelişmeleri onların yaptığı haberlerle takip eden geniş kitleler, onları içeride tutanların sözlerinize, sevk ve idaresine nasıl güvenir?

Kapımızda bekleyen savaş, iki asırdır yapılan savaşlar gibi “topyekün savaş” mantığı ile karşımıza çıkacak. Peki bizler “topyekün” hazır mıyız? Değilsek kim, nerde hata yapılıyor?

Melih Arat - İnsan kaynakları müdürünün beklenmeyen sonu

$
0
0

Patty McCord, Amerika'nın ve dünyanın en büyük film ve dizi izleme hizmetleri veren şirketlerinden Netflix'in 2000 yılında insan kaynakları /yetenek yöneticisi oldu.

Patty şirkete başladığında şirket henüz 3 yaşındaydı. Netflix Kültürü-Özgürlük ve Sorumluluk başlıklı bir belgede anlattığı değerleri geliştirdi. Söz konusu kültürel değer ve prensipleri paylaştığı bu devrimci belge bugüne kadar internette 125 milyon kereden fazla indirildi. Bu belge başka bir şirkete gönderme yapan ilginç bir veriyle başlıyordu. “Enron şirketinin girişinde ‘Dürüstlük, İletişim, Saygı ve Mükemmellik' ifadeleri yazıyordu. Bunlar Enron'un değerleriydi ama gerçekte bunlara değer verilmiyordu. Enron'un liderleri dolandırıcılıktan cezaevine girdiler. Bir şirketin gerçek değerleri, o şirketin önde gelen çalışanlarının davranış ve kabiliyetlerine verilen değerlerdir. Biz Netflix olarak 9 davranış ve kabiliyete değer veriyoruz. İlk olarak sağlam bir muhakeme bizim için önemli. Bilgelik dolu kararlar, stratejik düşünme, sorunların kök sebeplerini bulabilme. İkinci olarak iletişim değerli, dinlemek açık ve saygılı bir iletişim değerli. Üçüncü olarak etki yaratma ve sonuç üretme önemli. Dördüncü olarak merak geliyor; müşterileri anlayabilmek, teknoloji ve iş alanında değişimleri merakla kavrayabilmek. Beşinci temel değer ise inovasyon yapmak, alışılmışları sorgulamak, işe yarar yeni fikirler bulmak ve yenilikçi pratik çözümler üretmek. Altıncı olarak bütün bunları yapabilecek cesarete sahip olmak önemli. Risk alacak, sıra dışı durabilecek, eylem yapabilecek insanlar gerek. Yedinci olarak tutku geliyor. Herkese enerji vermek, odaklanabilmek ve yılmamak için tutku gerekiyor. Dürüstlük sekizinci temel değer. Özeleştiri yapabilmek, eleştirileri kabul edebilmek, açıkça konuşabilmek çok kritik. Son olarak egosuzluk öne çıkan değer. Kibir yerine paylaşım, kendini öne çıkarma yerine takım çalışması, hizmet beklemek yerine hizmet etmek Netflix'in dokuzuncu temel değeri.

Bu felsefeyi ortaya koyan insan kaynakları müdürü Patty Cord'un tamamlayıcı bir değer seti daha var. Bu değer setindeki ilk madde sadakat. Şirket personeline, personel şirketine sadık olacak ve güvenecek. İkinci değer çok çalışma değil, akıllı ve sonuç üreten çalışma. Üçüncü olarak “zeki çıkarcılar değil, takım arkadaşları isteniyor. Netflix'te dördüncü olarak sorumluluk sahibi, içsel motivasyonu yüksek, inisiyatif alabilen insanlar arıyorlar.

Şirket birkaç yüz kişinin çalıştığı bir şirketten birkaç bin kişinin çalıştığı bir şirkete dönüşürken Patty Cord yukarıdaki değer setinin uygulanmasını sağladı. İşe alımlar ve terfiler hep bu değer setine göre yapılıyordu. Dünyanın en çok ziyaret edilen 45. sitesi olan Netflix'in kurucuları, şirketin milyarlarca dolar (2016'da 7 milyar dolar) ciro yapmasına, 75 milyon kadar müşteriye ulaşmasına yardımcı olan Patty Cord'u 12 yıl aradan sonra işten çıkardı.

İşte kapitalizm... Böylesine değerler yaratan, bir şirketin büyümesine imza atan bir kadın yönetici de işten çıkarılabiliyor. Elbette bu kadar zeki ve üretken bir kadın yönetici işsiz kalmaz. Hatta 12 yıldan sonra çıkarılması başka bir alanda kendini değerlendirmesi için hem onun hem de şirket için iyi bir şey. Çünkü her iki tarafa da yeni fırsat pencereleri açıyor.

Sonuç olarak iş hayatı güzel başlangıçlara, büyük mücadelelere ve beklenmedik sonlara gebe. Başlayan her şey bitiyor, tıpkı bu yazı gibi.

Selim Işıklar - Piyasanın gözü Fitch ve Merkez'de

$
0
0

Türkiye en zor dönemlerinden birini yaşıyor. Bir yandan iyice artan terör olayları, diğer yandan Suriye kaynaklı çatışmalara dahil olmaya başlaması ve en önemlisi Rusya'dan sonra ABD ile başlayan gerilimler... Dış ilişkiler açısından Türkiye'nin isteği dışında oluşumların doğurduğu çatışmaların terör olarak yansımalarını iyice hissetmeye başladık.

Bu hengamede piyasalar öylesine gergin ve kırılgan bir süreç yaşıyor ki bir yandan küresel ekonomideki gelişmeler, diğer yandan Suriye kaynaklı gerilimlerin Türkiye'yi büyük çaplı bir çatışmaya sürükleme ihtimali endişeleri tırmandırıyor. Bilanço döneminde olmamız sebebiyle şimdilik dış piyasalardaki olumlu gelişmelere olumlu tepki veren Borsa ve Türk Lirası'na önümüzdeki hafta kritik Fitch not kararı ve Merkez Bankası'nın politika faiz kararı yön verecek.

Bir yatırım bankasının raporuna göre 26 Şubat Cuma günü kredi derecelendirme kuruluşunun görünümü durağandan negatife çekeceği iddiası piyasalarda cuma günü yankı bulmuştu. İngiltere-AB anlaşması tansiyonu düşürse de piyasalar önümüzdeki haftaya Fitch kararının baskısı ile başlayabilir.

Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı'nın görev süresinin iki ay sonra dolacak olması nedeniyle Merkez'in faiz kararında yine bir değişiklik beklenmezken, faizlerin yüzde 7,5'te sabit kalacağı en kuvvetli beklenti olarak öne çıkıyor.

12 aylık bilançoların yavaş yavaş borsaya bildirilmesi ile birlikte artık şirketlerin ne kadar kâr payı vereceği veya sermaye artışına gideceğinin görüşüleceği genel kurul tarihlerinin yaklaşması genelde şirket bazında beklenti oluşturur. 2015 yılında nakit zengini ve döviz açığı bulunmayan şirketler açısından ne kadar iyi geçtiyse de, döviz açığı olan ve pazar payını kaybeden şirketler açısından 2001 krizinden bu yana en sert geçen ve sermaye kayıplarına yol açan bir yıl oldu. Bu nedenle 2015 yılında birçok şirket bankalarla ya kredilerini uzun vadeye yayan anlaşmalar yaptı ya da bir ortak aramaya başladı. Arsaların değerlenmesiyle ellerinden arazi çıkarmaya çalışan şirket sayısı bir hayli artmış durumda. Türkiye'nin bir yanda ekonomide 2001-2013 arası elde ettiği başarılar, son iki yılda yaşanan tam tersi süreçle büyük kriz engellese de durum gittikçe kötüleşiyor.

Emtia fiyatları dengesini buldu

Emtia fiyatları 2015 yılında çöküş yaşadı. Petrolden altına, demirden bakıra neredeyse tüm emtia fiyatları son 10-15 yılın en düşük seviyelerine geriledi. 2016 yılına girilirken yaptığımız analizlerde 2016 yılında da emtia fiyatlarının dip arayışında olacağını, bunun da ocak ayı içinde olmasını beklediğimizi belirtmiştik.

İki ayını geride bıraktığımız 2016 yılında ilk teşhis olarak fiyatların denge noktasına geldiğini söyleyebiliriz. Bunun anlamı şu: Fiyatları aşağı sürükleyen ana hikaye FED ve Çin ekonomisine ilişkin endişeler ile Avrupa Birliği'nin ekonomik ve siyasi çöküşü hızlandırıp hızlandırmayacağı üzerine kurulmuştu. Diğer yandan 14-15 yıldır devam eden küresel para bolluğunun sonuna gelinmesi ve o yıllarda gelişmekte olan ülkelerde yaşanan büyük sıçrayışın artık tersine dönmesi ile arz ve talep dengesinin değişmeye başlaması, emtia fiyatlarını aşırı bir şekilde gerileten önemli bir etken oldu.

Son gelişmelere baktığımızda elbette tehlike henüz tam manasıyla geçmemiş olmakla birlikte, artık bu düşük fiyatlardan ciddi tepki alımlarının gelmeye başlaması emtia fiyatlarının denge noktasını bulduğunu gösteriyor. Petrolde 147 dolar nasıl sürdürülemez bir seviye ise 20-30 dolar seviyeleri de aynı şekilde kalıcı olmayacak. Keza diğer emtia fiyatları da öyle. Ancak bunun yeniden tersine dönme süresi 2016 sonunda belirginleşebilir. Gelişmekte olan ülkeler için 2017-2018 yeniden toparlanmaların başlayacağı tarihler olabilir.

Son olarak ABD çekirdek TÜFE verisi beklentilerin üstünde 2,2 olarak açıklandı. Bu gelişme satış baskısı oluşturdu. Paritede kayıplar yaşandı, borsalara satış geldi. Böylelikle Çin kaynaklı verilerin olumlu havasını ABD kaynaklı TÜFE biraz bozdu. Petrolde 36 dolar aşılamadı ve geri çekilme başladı. Altın ise şimdilik boğa piyasasını sürdürüyor, haftayı onsu 1.226 dolardan kapattı. 1.180 dolar geri çekilmelerde test edilebilir. Dolar/lirada kritik seviye 2,96, aşağıda 2,89. Merkez Bankası'nın, faiz oranlarında bir değişikliğe gitmeyeceği beklentisi hakim. Bu nedenle salı günü öğleden sonra sert hareketler yaşanabilir.

YATIRIMCI TAKVİMİ

22 Şubat Pazartesi Avrupa imalat PMI verisi, Türkiye merkezi hükümet borç verisi (677 milyar)

23 Şubat Salı TCMB faiz kararı

24 Şubat Çarşamba ABD ham petrol stokları, ABD yeni konut satışları

25 Şubat Perşembe Avrupa ocak ayı çekirdek TÜFE (beklenti 0,9)

26 Şubat Cuma Japonya çekirdek TÜFE (beklenti -0,2)

Ali Yurttagül - AB dağılıyor mu?

$
0
0

Bu hafta AB'nin sığınmacılar meselesine eğilen kaçıncı zirvesine şahit olduk bilmiyorum.

Birlik kuruluşundan beri belki en derin krizini yaşıyor diyebiliriz. Euro/Yunanistan krizi aşılmadan, sığınmacılar depremi binanın temellerini sallıyor. İngiltere referandumu devrede. Başbakan Davit Cameron serbest dolaşım gibi AB Antlaşması'nın temel sütunlarından taviz bekliyor. Bu iki süreç birbirinden bağımsız görünse de, özünde değil. İngiltere'yi referanduma zorlayan siyasi dinamikler ile, sığınmacılar meselesinde AB'nin temel sütunlarını tehdit eden politik dinamikler aynı çeşmeden besleniyor. İngiltere'de AB karşıtları, muhafazakar saflara kadar uzanıyor. Ama kıta Avrupa'sında ırkçı, milliyetçi güçlerle aynı politikayı savunuyor. Ortak hedefleri AB'yi çökertmek.

Suriye krizi yıllarca Avrupa'ya oldukça uzak bir olgu olarak kalmıştı. Ta ki, on binlerce sığınmacı Yunanistan adalarına akın edinceye kadar. Binlerce sığınmacının Almanya, İsveç yoluna düşmesi şüphesiz sürpriz değildi. “Açık kapı” politikasında ısrarlı Bayan Merkel kararlı ama AB içerisinde yalnız. Almanya'nın 2015 yılında kabul ettiği 1 milyon, bu yıl beklediği yarım milyon sığınmacı konusunu birçok AB ülkesi tartışmak istemiyor. Üzerinde anlaşmaya varılan 160 bin sığınmacının dağılımı bile uygulanamıyor. Türkiye ile müzakerelerde dile getirilen yılda 250 bin Suriyeli sığınmacı kabul etme planı şimdilik hayal.

Demirperde kültüründen gelen Visegrad Grubu üyesi Polonya, Macaristan, Çek ve Slovakya Cumhuriyeti, Makedonya ile Yunanistan arasına duvar çekerek sığınmacı akınını durdurmak peşinde. Zirve öncesi Prag toplantılarına Bulgaristan ve Makedonya'yı da davet ederek bu politikaya altyapı aradılar. Prag'da Müslüman düşmanlığı cumhurbaşkanı düzeyinde savunucu buluyor. Yunanistan'ın Schengen dışına itilmesi, zaten sekiz ülke tarafından geçici olarak askıya alınmış bu anlaşmanın sonu olur. Almanya ise Yunanistan ve Schengen konusunda taviz vermek istemiyor. Bayan Merkel iki zor hedefi aynı zamanda savunmaya çalışıyor. AB de serbest dolaşımdan vazgeçmeden ortak bir sığınma politikası.

Ortak AB politikası arayışında en büyük sorun Paris-Berlin hattının sığınmacılar krizinde yara almış olmasından kaynaklanıyor. Birlikte hareket etmiyorlar. Paris'te sığınma politikasında “ortak” bir AB politikasına karşı. Onay verdiği 30 bin sığınmacı dışında kapıları açmak niyetinde değil. Fransa'da giderek güçlenen ırkçı “Front National” seçim zaferinden seçim zaferine koşuyor. Marine Le Pen “büyük Alman kapitali” ucuz işgücü için kapıları açmak istiyor tezi ile sendikaların tabanına sesleniyor. Fransa milli çıkarları için AB'den çıkmak gerekir diyor. Yalnız değil. Sarkozy AB'nin dağılmasını savunmuyor, ama Schengen Antlaşması iptal edilmelidir tezi ile Le Pen'e uzak değil.

AB'nin temellerini sarsan olgu sığınma meselesi olarak görünse de, özünde daha derin. Dün Euro, bugün sığınmacılar krizini gündeme taşıyan, Fransa'da Le Pen, Hollanda'da Wilders, Almanya'da AfD, Avusturya'da Strache gibi ırkçı politik güçler, AB'nin yıkımı için uğraşıyor. Çözümün, Sarkozy gibi bu güçlerin tezlerini kabullenen bir politikada değil, ortak bir AB politikasında yattığını görmek için Avrupa tarihine kısa bir göz atmak yeter. Milliyetçiler, Avrupa tarihinde savaş ve felaket sayfalarını yazdılar. AB barış ve refah getirdi.

Ankara'nın göbeğinde patlayan ve 28 vatandaşımızın hayatına mal olan bomba, Brüksel zirvesini de gölgeledi. Avusturya öncülüğünde Başbakan Davutoğlu ile sığınmacılar meselesini konuşmak için 11 AB üyesi ülke ile planlanan toplantı iptal edildi. Sığınmacılar krizinde AB'nin tek çıkış yolu Ankara artık. Başbakan Davutoğlu, sığınmacı krizi yönetiminde mesafe almaya başladı. Krizin kaynağı Suriye politikasında bu ülkeleri kazanabilirse, Avrupa Berlin-Ankara hattı diye yeni bir siyasi mimari kazanırız. Ahmet Bey bu hattın sağlam olmasını istiyorsa, selefi ile derin yara almış “güven meselesine” özen göstermesi gerekir.

Bayan Merkel, sığınmacılar, ırkçılara karşı tutumu ve Avrupa politikası duruşu ile bu günlerde her bakımdan dayanışmayı hak ediyor. Doğru yerde duruyor, haklı. “Wir schaffen das”, başaracağız.

Necati Kola - Tatsız tuzsuz maç

$
0
0

Şehrin takımı, şampiyonluk mücadelesi veren Fenerbahçe'yi ağırlıyor ama caddelerde, meydanlarda ekstra bir hareketlilik yok. Yeni yapılan stat çevresinde de…

Çünkü Futbol Federasyonu, Bursaspor-Başakşehir karşılaşmasındaki çirkin ve kötü tezahürat nedeniyle bu maçın seyircisiz oynanmasına karar verdi.

Maçı izlerken kendimi bir anda devre arasında zannettim. Sanki Antalya'da kamp yapan iki takım şehrin kilometrelerce uzağındaki Mardan Stadı'nda hazırlık maçı yapıyor. Futbolcuların ve teknik heyetin tüm konuşmaları ekranlara ve basın tribününe yansıyor: “Bıraaak!”, “Bendeee!”, “Haydi koçum!”, “Aferin Harun!”… Ne futbolcular zevk alıyor seyircisiz maçtan ne basın mensupları, ne de ekranları başında izleyenler.

Milyon dolarlar harcayarak modern statlar yapıyorsun, tribünlerdeki şiddeti ve kötü tezahüratı önlemek için Passolig diye bir şey çıkarıyorsun, ondan sonra da seyircisiz oynama cezası veriyorsun. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!

Passolig pazarlanırken öne sürülen en önemli argüman neydi: Spordaki şiddeti önleme… Güya tribünde kötü tezahürat yapan ya da sahaya yabancı madde atan biri hemen tespit edilecek ve gereken ceza verilecekti. Böylece seyircisiz oynama gibi çağ dışı bir uygulamaya artık gerek kalmayacaktı.

Federasyon, Passolig uygulamasına bir bankayı zengin etmek için geçtiğini bu kararıyla ilan etmiş oldu. Bilgilendirme için teşekkürler Yıldırım Demirören! Bilgilendirme için kâğıt kullanmayıp bilmem kaç ağacı kesilmekten kurtardığın için de ayrıca teşekkürler!

Bu arada şunu de belirteyim. Bundan sonra statlarda küfür ve şiddet daha fazla olacaktır. Taraftarlar artık fiili asıl gerçekleştirenin cezasız kaldığını gördü. ‘Nasıl olsa ben değil, tribün ceza alacak' deyip statlarda daha rahat davranabilirler.

Gelelim maça… Top hakimiyeti F.Bahçe'deydi. Konuk ekip özellikle Volkan Şen ve Fernandao ile net pozisyonlar buldu. Bu futbolcuların eski takımlarına karşı bir türlü gol atamaması ilginçti. F.Bahçe, son 25 dakikada Van Persie'yi oyuna sokarak çift forvete dönse de gol atmayı başaramadı. Bursaspor ise daha çok savunmada kalarak ani çıkışlarla gol bulmaya çalıştı. Pozisyonu neredeyse yoktu. Maçın son anlarında Dzsudzsak'ın Mehmet Topal tarafından düşürülmesi ise penaltıydı. İlk yarıda Aziz Behich'e dirseğiyle faul yapan Fernandao'ya sarı kartı atlayan hakem Mete Kalkavan, bu pozisyonda da penaltı noktasını gösteremedi.

Kısacası, ne tribünlerin tadı tuzu vardı ne takımların ne de hakemin.

Zeki Çol - İlkeli bir lig mi, ilkel bir lig mi?

$
0
0

Önce şunu tartışalım... İlkeli bir lig mi bizimkisi? Yoksa ilkel bir lig mi? Hemen söyleyeyim, ben ilkel olduğuna inananlardanım.

Kuralları doğru koymuyorsanız, adil davranamıyor ve tarafsız olamıyorsanız o ligin ilkeli olduğundan söz edemezsiniz. Hele de defalarca beyan etmemize karşın şu tribün kapatmalarda kurunun yanında yaşı da yakıyor, hiçbir günahı olmayan futbol severleri stadın dışında bırakıyorsanız orada da ilkeli bir ligden bahsedemezsiniz. Ya da devre arası ev sahibinin hücum edeceği alan sulanıyor, tepki gelince öbür taraf da sulanmak zorunda kalınıyorsa... Ve bundan dolayı haftanın en önemli maçlarından birinde oyun 15 dakikalık gecikmeyle başlıyorsa... Komik bile olmayan bu tür kurnazlık girişimleri hâlâ devam ediyorsa, yine ilkeli bir ligden dem vuramazsınız.

Asıl merakım şu: Biz bu statları niçin yapıyoruz? Futbolu cezalandıracaksak, kulübü cezalandıracaksak, masum tarafta duran futbol seyircisini cezalandıracaksak, bunca emeği, bunca parayı niçin harcıyoruz? Veya bir yandan tribünlerin boş kalışından şikayet ederken, o boşalmaları destekleyen bu tür yanlışlara neden hep kayıtsız kalıyoruz?

Bazen oyunun önüne geçen sorunlar olur futbolda.... Düne de yansıdığı gibi. Fenerbahçe cephesindeki bir sorunla devam edeyim. Van Persie krizi bir başka boyut aldı Bursa'da. Pereira ilk 11'de Fernandao'yu tercih edince Van Persie, yine mutsuz Hollandalı rolünü oynadı. O mutsuzluğunu hem kulübede otururken, hem de oyuna girdikten sonra sürekli yansıttı. İşin aslına bakarsanız, ne Van Persie mutlu Fenerbahçe'de... Ne de Fernandao huzurlu. O huzursuzluk, düne öylesine yoğun yansıdı ki... Fernandao rahatlıkla gol yapması gereken pozisyonları bile kaçırdı. Belli ki kriz onu da derinden etkilemiş ve kafasını iyice karıştırmıştı.

Fenerbahçe, sezonun en kolay ve en çok sayıda pozisyona girdiği deplasman oyununu oynadı Bursa'da. İlk yarıda Volkan Şen'le çok etkili oldu. Taşıdığı toplar, attığı paslar, girdiği pozisyonlarla bu bölümün en dikkat çekici oyuncusuydu Volkan. Bursaspor'un orta alanı tutamadığı, dolayısıyla da savunmada sürekli sorun yaşadığı ilk yarıda 6 önemli gol girişimi vardı Fenerbahçe'nin.

Tablo ikinci yarıda da pek değişmedi. Yine arayan, pozisyon bulan, kontrolü elinde tutan ama bir türlü golü atamayan Fenerbahçe'ydi. Öylesine pozisyonları harcadı ki Fenerbahçe... Çok rahat ve farklı kazanması gereken oyunu son vuruş beceriksizlikleriyle ve hayal kırıklığı yaşayıp noktaladı. Son iki deplasmanda yitirdiği 5 puanla da yarışta çok önemli bir avantajı bıraktı.

Nevin Halıcı - 630 yılında bir ziyafet sofrası

$
0
0

Orta Asya Mutfağı çalışmam için kaynaklar arasında dolanırken yedinci yüzyılın ilk yarısında verilen muhteşem bir ziyafetle karşılaştım. Doğrusu ilginçti, sizlere anlatmadan edemedim, sevgili okuyucularım.

Batı Göktürk ülkesi hakkında bilgi edinmek için Doğu Türkistan'ı 630 yılında ziyaret eden Çinli Rahip Hüen-Çang'ın yemekle ilgili bazı bilgiler verdiğini görüyoruz. Çang, Isığ gölünün batısındaki (Su-yeh=Sûyâb) şehrinin verimli topraklarına Sûyâb' gelirken kudretinin doruğunda olan T'ong Şe-Hu Kağan ile karşılaşmış ve Kağan'ın misafiri olmuştur. Eski Türklerde Şehircilik adlı eserinde Faruk Sümer, bu karşılaşmada verilen ziyafeti şöyle anlatır: “T'ong Şe-Hu Kağan, rahibi güler yüzle karşıladı. Kağan bu esnada ava çıkmaya hazırlanıyordu; üzerinde yeşil satenden bir kaftan vardı; saçlarının hepsi görünüyordu. On ayak uzunluğunda bir ipekli parçası alnını birkaç defa sardıktan sonra arkaya sarkıyordu. Maiyyetini teşkil eden iki yüz kişinin saçları ise örgülü olup bunlar gümüş işlemeli elbiseler giymişlerdi. Rahip Kağan'a refakat eden askeri birliklerin atlara-develere (?) bindiklerini görmüştü. Bunların elinde mızraklar, bayraklar ve yaylar bulunuyordu. Onlar ince kumaştan elbiseler, kürkler giymişlerdi.” Hüen-Çang sözlerine devam ederek diyor ki: “Bu askerlerin dizisi o kadar uzun idi ki sonunu görmek mümkün olmuyordu. Sonra avdan dönen Kağan, şehrin yakınındaki karargâhında (ordu) muhteşem bir toy verdi. Kağan'ın çadırı altın çiçekler ile bezenmiş büyük ve geniş bir otağ olup göz kamaştırıyordu. Takuvan denilen ve altın işlemeli elbiseler giyen saray memurları kumaş geçirilmiş hasırlar üzerinde iki dizi halinde oturmuşlardı. Kağan'ın muhafızları da saray memurlarının arkasında ayakta duruyorlardı. “Bunlar her ne kadar barbar insanlar iseler de Kağan ve maiyeti saygı ve hayranlık uyandırmakta idiler. Türkler ateşe taptıklarından odundan yapılmış sandalya kullanmazlar çünkü ateşin odunda bulunduğuna inanırlar. Bu sebeple kumaş geçirilmiş iki kat hasır veya deriden yapılmış yaygılar sererler.”

Kağan, rahibi demirden yapılmış, üzerine hasır ve yastıklar konulmuş bir koltuğa oturttu. Kağan ise tahtında oturuyordu. Bu toya Koço ve Çin elçileri de çağrılıp Kağan'a takdim edildiler, getirdikleri armağanlar Kağan'a gösterildi. Kağan, armağanların her birini ayrı ayrı yakından gördükten sonra memnuniyetini belirtti. Bundan sonra elçilere şarap sunulmasını emretti. Bu sırada çalgı takımı da musiki parçaları çalıyordu. Kağan, devlet erkânı ve elçiler birlikte içiyorlardı. Üstada (rahip) da üzüm şarabı ikram ediliyordu. Çalgı takımı ise gürültülü havaları ile otağın her tarafını dolduruyordu. ‘Bu musiki her ne kadar Barbar musikisi ise de, kulağa hoş geliyor, kalbe genişlik ve neşe veriyordu.' Az sonra yemekler getirildi. Haşlanmış veya kızartılmış etler konukların önüne yığılıyordu. Üstada ise hususi surette hazırlanmış yemekler sunulmuştu. Bunlar pirinç pastası, kaymak, süt, kurabiyeler, bal gömeci, türlü üzümler ve başka yiyecekler idi. Yemek bittikten sonra Kağan yeniden şarabı devrettirdi.” (s: 13-14).

Görüldüğü gibi, yedinci yüzyılda, altın çiçekler ile bezenmiş muhteşem bir otağda, altın işlemeli kıyafetler giyinmiş saray mensupları ve konuklar, musiki eşliğinde bir yemeğe katılıyorlar. Türklerin neden yerde yemek yediklerine dair de ipuçlarına rastlıyoruz. O dönemde Türkler henüz Müslüman olmadıkları için Sûyâb şehrinde yetişen üzümlerden yapılan şarap da yemeğe eşlik ediyor.

Eski bilgilere ulaşmak müthiş bir zevk… Bu hafta Çang'ın yemeklerini yapamayacağımıza göre o dönemde de yetişen pirinçle, yirminci yüzyılın ziyafet pilavı olan bir örgülü pilav yapalım. Ağız tadı ve mutlulukla kalın, sevgili okuyucularım…

Kaynaklar:

Sümer, Faruk. Eski Türklerde Şehircilik. Türk Tarih Kurumu Yayını 3. Baskı. Ankara: 2014

Halıcı, Nevin. Türk Mutfağı. Oğlak Yayınları. İstanbul: 2009.

ÖR­GÜ­LÜ Pİ­LAV

Pilav için:

2 su bar­da­ğı pi­rinç

6 çor­ba kaşığı sadeyağ

3 su bardağı su

3 su bar­da­ğı tavuk suyu veya et su­yu

1 tatlı kaşığı tuz

İç harcı için:

1 tavukgöğsü eti (haşlanmış, didilmiş)

1-2 tavuk ciğeri (sadeyağda kavrulmuş)

2 çorba kaşığı sadeyağı

½ su bardağı bezelye (taze ise haşlanmış, konserve ise yıkanmış)

1 tatlı kaşığı karabiber

1 çay kaşığı tuz

Hamuru için:

1,5 su bardağı un

1 yumurta

1 çorba kaşığı su (gerekirse biraz fazla)

1 çay kaşığı tuz

Üzeri için: ½ su bardağı Antep fıstığı

Yapılışı:

Pi­rinç­le­ri ayık­la, par­mak da­ya­na­cak ka­dar sı­cak tuz­lu su­da, su so­ğu­yun­ca­ya ka­dar bek­let. Du­ru su çı­kın­ca­ya ka­dar yı­ka, kev­gi­re al, süz­dür. Ten­ce­re­de ya­ğı kız­dır, pi­rinç­le­ri at, 5 da­ki­ka ka­vur. Tu­zu, iç harcı malzemelerini ve kaynar hal­de et su­yu­nu ila­ve et, ka­pa­ğı­nı ört. Beş da­ki­ka hız­lı, son­ra ha­fif ateş­te su­yu­nu çe­kip göz göz olun­ca­ya ka­dar pi­şir. Ten­ce­re­ye yağ­lı kâ­ğıt koy ve ka­pa­ğı­nı ör­te­rek çok ha­fif ateş­te 20 da­ki­ka dem­len­dir.

Pi­la­vı ala­cak öl­çü­de ka­lı­bı yağ­la. Unu ele, or­ta­sı­na yu­mur­ta­yı kır. Su­ ve tu­z koy, yo­ğur, sert ha­mur yap, be­ze tut, bı­çak sır­tı ka­lın­lı­ğın­da çok in­celt­me­den aç. Par­mak in­ce­li­ğin­de şe­rit­le­re kes, yağ­lan­mış ka­lı­ba ka­fes ka­fes yer­leş­tir. Ka­fes­le­re ye­şil fıs­tık­la­rı yer­leş­tir. Pi­la­vı üze­ri­ne dök. Ha­mur­la­rın ke­nar­la­ra ge­len uç­la­rı­nı pi­la­vın üze­ri­ne çe­vir. Fı­rın­da ha­mur­lar pem­be­le­şin­ce­ye ka­dar kı­zart. Ters çe­vi­re­rek sof­ra­ya al.


Ahmet Çakır - Futbolun utanç gecesi!

$
0
0

Galatasaray için böyle bir perişanlığın, Hamza hocanın gönderilme cinneti sonrasında bir yabancı hocanın getirilmesi halinde ortaya çıkabileceğini düşünmüştüm ama bunu Mustafa Denizli başardı!

Bu kadar kısa sürede üstelik yapılan 2 transferle Sarı Kırmızılı takımın bu hale gelmesi başka türlü değerlendirilemez. Önce 9 kişi kalmış, sonra 7'ye düşmüş rakip karşısındaki utandırıcı yetersizlik de rekabetin tarihine yazılacaktır.

Son dönemde kadro yetersizliği söylemini sıklaştıran Mustafa Denizli'nin Sneijder'i Lazio maçı için saklamak şeklindeki fantezisinin anlamsızlığı çok çabuk ortaya çıktı. Yine Denizli'nin Koray Günter'i daha önce niye keşfedemediğini sormamak da elde değil.

Burak'tan gelen para nedeniyle dostlukları ilerleyen iki rakibin bu sezonki perişanlıklarına bir nebze çare olabilecek bir maçtı. Koca sezonda sadece 3 gol atmış Umut'la galibiyetin nasıl geleceği belirsizdi. Nitekim maç boyu takımını 10 kişi oynatmasının yanında kaleye 1,5 metre mesafeden topu direkt dibine yuvarlamak yerine kale içindeki Olcan'a çarptırarak ziyan edişi dehşet verici bir olaydı.

Maçın başında Podolski'nin müthiş şutunun çataldan dönüşü talihsizlik oldu. Sabri'nin Marin'e hareketine hakem penaltı çalsa kimse gık diyemezdi, itme açıktı; nitekim 2 dakika sonra biraz Koray'ın penaltı olmayan pozisyonunda bunu telafi etti. Ardından Hakan Balta'nın pozisyonunda da penaltı verilebilirdi. Cim Bom'un köşe atışlarında yaşadığı perişanlığa Denizli'nin hiçbir önlem getiremeyişi bu maçta da hazin görünümlerin doğmasına yol açtı.

Son iki sezonda 30 dolayında oyuncu almış olan Trabzonspor'un durumu kuşkusuz daha hazindi. O kadar ki 1461'den aldıkları oyuncuyla takım tamamlar durumdaydılar. İki keskin sirke Özer ve Aykut'un takımlarını 9 kişi bırakması affedilemezdi. Onlara penaltı pozisyonunda Cavanda ve Salih de katılınca inanılmasıyla zor bir durum ortaya çıktı.

Böyle bir galibiyet nedeniyle mutlu olan kaç Galatasaraylı vardır bilemem. Trabzonsporlu oyuncuların atılmasında elbette ki Sarı Kırmızılıların bir rolü yoktu ama maç nasıl olduğu anlaşılmaz biçimde utandırıcı bir oyuna dönüştü. Hakemin sadece 1 dakika uzatma oynayıp bitirmesi yerindeydi.

Mehmed Niyazi - Başımıza gelenler

$
0
0

1877-78 Osmanlı-Rus savaşının doğu cephesi kumandanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın nezdine mühimme başkatibi (Özel Kalem Müdürü) olarak tayin edilen Mehmed Arif Bey'in ‘Başımıza Gelenler' adlı kitabı savaşta geçen günlerin, önemli olayların hatıralarıdır.

Savaşı çok güzel tasvir etmiş, gerçekçi bir üslupla yazmış, hamasete kaçmamış. Eseri bugünkü dilimize çeviren Ertuğrul Düzdağ açıklayıcı dip notları ile kitabı zenginleştirmiştir. Mütefekkir bir yazar olan Düzdağ, önsözde yorumlarını şöyle özetlemiştir: “Aydınlarımız, ne yazık ki yüz yıldır, tadamadıkları bir inanca, anlayamadıkları bir irfana ve bilemedikleri bir tarihe, tanımadıkları bir halkı idare etmeye boş yere çabalıyorlar.”

Savaştan biraz önce Erzurum'a gelen Ahmed Muhtar Paşa, o sırada serasker olan Redif Paşa'ya yazmış olduğu çok önemli bilgiler ihtiva eden telgrafını çantasından çıkararak okuması için Mehmed Arif Bey'e vermişti. Paşa başından geçenleri şöyle özetlemiştir: “Devletin Rusya ile muharebeye girmekten çekinmesini bildirdim. Bu telgraf hususi mecliste okununca; ‘Muhtar Paşa seferberlikten ürkmüş ve korkmuş olmalı' diyerek beni Girit valiliğine, Süleyman Paşa'yı da müşirlikle benim yerim olan Karadağ Kumandanlığı'na tayin eylediler. Aradan yirmi gün geçmeden Anadolu Harb Ordusu Kumandanlığı vazifesiyle Erzurum'a gönderildim.' Mehmed Arif Bey'in okuduğu telgrafta şu hususlar yazıyordu: ‘Rusya'yı en hafif derecede incitecek olan Tiflis, Kırım ve Beserebya'yı taarruzla zapt edemeyiz; çünkü gerekli imkanların onda dokuzundan mahrumuz. Şayet hudutlarımızı tamamıyla muhafaza edebilirsek bahtiyarlıktır. İlerideki koyu karanlığa dalmaktansa, şimdiki anlaşmayı haksız da olsa kabul etmek devletimizi ikinci bir tehlikeden kurtarmaktır.”

Ahmed Muhtar Paşa'nın kastettiği şuydu: Karadağ Osmanlı'nın hegemonyasındaydı; Rusya'nın İstanbul sefiri Nelidof'un marifetiyle Babıali'ye tebliğ yapılmış, Karadağ'dan gelen delegeler de arazi taleplerini Nikşik kasabasına inhisar ettirmişlerdi. İç karışıklık yaşayan Osmanlı ve Rusya savaş taraftarı değildi; ama Osmanlı tarafında kahraman olmak isteyen subaylar savaş istiyorlardı; işte böyle bir ortamda Paşa, Rusların talebini kabul edip anlaşma taraftarıydı.

Devlet hayatında fazla tecrübesi olmayan, padişahlık için genç sayılabilecek bir yaşta olan Abdülhamit savaş başlamadan önce bir meclis toplayarak ordumuzun durumunu öğrenmek istemiştir. Sadrazam Mithat Paşa ve diğer paşalar ordumuzun durumunun mükemmel olduğunu bildirmişlerdir. İşin en çarpıcı tarafı, kuvvetlerimizin Rusya ile başa çıkıp çıkamayacağını sorusunu yönelttiği Namık Paşa'nın Abdülhamid'e ayet okuyarak verdiği cevaptır. ‘Az, çoğa biizni Huda galebe eder' demek suretiyle işin encamını Allah'a havale etmiştir. Girit'e tayin olan Muhtar Paşa'yı öteden beri tanıyan, vasıflarını iyi bilen Abdülhamid, konuyu bir de kendisine sormuştur; Muhtar Paşa, askerin sayısını diğer paşaların neredeyse yarısı kadar bildirmiş, askerin çoğunun elbisesinin bulunmadığını, ayaklarında çarık bulunduğunu üzülerek ilave etmişti.

Mehmed Arif Bey, o dönemdeki kamuoyumuzu şöyle anlatıyor: “… Düşmanın elindeki kuvvetleri görmediğimizden, ordu merkezlerimizde toplanmış olan tabur tabur askerimizi, intizamla koşulup talim meydanlarından çıkan takım takım top bataryalarını, yapılan büyük istihkamları, içindeki harp aletlerini gördükçe ve tersanedeki zırh gemilerimizin düşmana korku verecek derecede mükemmel olduğunu gazetelerde okudukça ‘Ruslara karşı durmak ne demek! Dünyaları titretiriz' zan ve hayal ederdik. Ahmed Muhtar Paşa, hudut arazisinin büyük mikyasta yapılmış haritasını görmek istedi; vakti müsait olunca oraları gezecekti; ama ne yazık ki ordumuzun böyle bir haritası yoktu. Ordu levazımatımızı taşıyacak hayvanımız yok, arpa bulunmuyor, atlarımız zayıf, onların yerlerine erler koşulup götürüyor. Hiç değilse erlerimizi besleyebilsek, o da yok. Eratımız kahraman, ama subaylarımızın pek çoğu politika ile meşgul…

“Başımıza Gelenler”i bütün subaylarımız ve politikacılarımızın okuması gerekir. Devlet hayatında pısırıklığın bu millete nelere mal olduğunu hepimiz biliyoruz. Yeri geldi mi riski göze alıp kükremeliyiz; ama teenniyi de elden bırakmamalıyız, tıpkı Ahmed Muhtar Paşa gibi…

M.Nedim Hazar - Kara Liste

$
0
0

Sinemanın en önemli vodvil komedyenlerinden olan Frank Fay, (1891-1961) kendisiyle alay etmek üzere röportaj yapmak isteyen New Yorker muhabiriyle yaptığı görüşmede, gazetecinin söyleşinin başında “Bu röportaj büyük bir fikir savaşı olacak” cümlesine verdiği enfes cevapta şöyle der: “Görüyorum ki silahsız gelmişsiniz!”

Hedda Hopper (1885-1966) da Hollywood'un önemli oyuncularından biriydi. Ancak, bu oyuncu esas gücünü aktrisliğinden değil, Amerikan devletinin medyaya hâkim olan gücünden alıyordu. Magazin basınında dedikodu yazarıydı Hedda ve bir yazısıyla istediği hayatı karartabiliyordu. Meslektaşı David Niven, yazdığı anılarında çok ciddi bir bölümü bu hatunun yaptığı şeytanlıklara ayırmıştır.

Özellikle anti-komünizm rüzgârının en etkili olduğu McCarthy döneminde Hedda altın çağını yaşıyordu. Bu yıl en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilen Trumbo filminde Hedda Hopper'ın yaptıklarının bir kısmını görmek mümkün.

Fikir ve ideolojilerin çatışması, kavgası anlaşılabilir bir şey. Ancak buna sahip olamayanların, Fay'in ifadesiyle ‘silahsızların' gazete köşelerinde ya da ekranlarda ispiyonlama, gammazlama, şeytanlaştırma ile ekmeğiyle oynaması başka bir şey. Black List (Kara Liste) denilen kavram tam da bu dönem yürürlüğe girmiş ve muazzam işletilmiştir. Bunun için resmi bir kuruluş bile oluşturulmuştu: HUAC: House Un-American Activities Committee…

30'ların sonlarında kurulan ve 40-60 arası altın devrini yaşayan bu kuruluşun kâğıt üzerindeki amacı şuydu: Amerika'yı komünistlerden arındırma! İstihbarat kurumlarının komünist olduğundan şüphelendiği yüzlerce Hollywood yıldızıyla görüşmeler yapılmış, hepsinden muhbirlik talep edilmiş, reddedenler ise anında ‘hain' damgası yemişti. Trumbo filminin finalinde bu durum daha net anlatılıyor aslında: “Hollywood'da yüzlerce insan kara listeye alınmış, medyada hedef gösterilmişti. Bunlar arasında öğretmenler, askerler, memurlar ve hepsinin aileleri bulunuyordu. Bu kişiler işlerini kaybediyor, ailelerini dağıtıyor, toplum içine çıkamıyor ve hatta intihar ediyorlardı. HUAC, 1975'e kadar aktif olarak faaliyet gösterdi…”

Hedda, kafasına taktığı insanı iflah etmiyordu. Ekmeğiyle oynadığı, hayatını darmadağın ettiği insan sayısı inanılmazdı. Bunlardan en önemlilerinden biri de şüphesiz Dalton Trumbo'ydu. En verimli çağında muktedirlerin cadı avına dönüşmüştü ünlü yazar. Çileli hayatı sonrasında Writers Guild of America Laurel ödülünü alırken yaptığı konuşma sanki bugünkü Türkiye'yi anlatır: “Bayanlar ve baylar; genellikle, film topluluğunun karşısına çıktığımda insanların bilip de görmezden geldiği biri olur: Ben! Kara Liste, şeytanın hüküm sürdüğü bir zaman dilimiydi. Ve hayatta kalan kimse bu şeytanın dokunuşundan paçasını kurtaramadı… Zaman, korku zamanıydı. Kimse de bundan muaf tutulmadı. Çok sayıda insan, yuvasını dağıttı, ailesini kaybetti. Ve hatta bazıları hayatını bedel olarak ödedi. Şimdi geriye dönüp baktığımda kahraman ya da hain görmüyorum. Gördüğüm tek şey var; kurbanlar! Normal şartlarda söylemeyeceğimiz şeyleri söylemeye, yapmayacağımız şeyleri yapmaya zorlandık, yaralar açtık ve yara aldık.”

Havuz, trol, yandaş filan derken neredeyse bugünün aktif her figürünün bir karşılığı var McCarthy döneminin kahramanlarıyla. Ve en çok da açılan yaraları benziyor insanların birbirine.

Trumbo'yu da izleyecekseniz, altyazıdaki ‘komünizm' kelimesini ‘paralel' ile değiştirin. Bakın nasıl oluyor!

A. Turan Alkan - Güney komşumuz kim olsun?

$
0
0

Ankara'daki bombayı YPG'nin patlattığını ispat edersek sanki büyük bir zafer kazanacağız havası estiriliyor iktidar saflarında.

İç kamuoyu, afyonlanmış gibi kendisi için alelacele tasarlanan bu büyük propaganda kampanyasını seyretmekte. Eğer yedi düvele ‘YPG sorumluydu' tezini kabul ettirirsek, geriye doğru bütün dış politika fiyaskolarını temize çıkaracak, ‘Altın vuruş' yapmış olacağız. Oh!

Velev ki YPG veya –nedir öteki olağan suçlu?- IŞİD veya PKK veya canınız kimi isterse o örgüt olsun; bomba infilâk ettikten sonra failin kim olduğunu günlerce tartışmak, hatta ‘stratejik müttefik' ABD ile ‘dedin-demedin' polemiğine girişmek çok mânâsız. PKK ile YPG'nin aynı ağacın dalı olduğunu ispatlamak için hükümetin alnı çatlıyor. Bombacı hakikaten YPG'li çıkarsa ve bunu ABD'ye kabul ettirirsek düzlüğe çıkacakmışız gibi iddialıyız.

İstihbarat zafiyeti konuşulmuyor; yetersizlikler, beceriksizlikler, akılsızlıklar gündeme getirilmiyor. Hükümetin siyasi sorumluluğu çoktan unutuldu. Bunca idaresizliğin hesabını verecek bir mercî; yok Ankara'da.

Hükümet şimdi Ankara için özel bir güvenlik konsepti geliştirmek fikrini icad etti ve onunla meşgul. Uzun ve komik basın açıklamasını seyrederken ‘bu bir ricat mi?' diye düşündüm. Şuuraltı insanlara ilginç lâflar ettiriyor: Bilmem kaç gündür, kudsi vatan otoyollarında 3 bin km fink atan bir çalıntı arabayı ve sürücüyü, olaydan iki saat sonra deşifre etmeyi başaran istihbarat bürokrasisi, şimdi güvenlik bariyerlerini Ankara hudutlarına kadar geri çekmeyi mi düşünmektedir? Bu mudur?

Nedir o, ‘Yunan Polatlı'ya kadar geldiği halde bu Meclis yine çalışmaya devam etti' efelikleri filân. Meclis'in her şeye rağmen çalışması bir ölçü ise iki seçim arasında niçin çalışmayıverdi diye sormazlar mı adama?

İstanbullular biraz hoştur, İstanbul'u dünyanın merkezi zannederler. Ankaralılar daha bir âlem; başta sınır kapıları ve hudut güvenliği olmak üzere bütün vatan sathını emniyete alamayınca ‘Önce Ankara'yı tutalım, gerisi kolay, nasıl olsa kurtarırız' diye düşünüyorlar anlaşılan. Bu stratejik akılları, bu bulunmaz ilhamları hangi danışmandan, hangi yüksek tepeden alıyor sevgili hükümetimiz, çünkü bunlar resmen skandal stratejiler...

Hükümetin tezi -belgeleri var deniliyor ya!- doğru diyelim. Eylemi YPG planladı ve yaptı. YPG ile PKK ise aynı beşeri kaynağa, aynı stratejik akla bağlı olsun, ki öyle. Sokaktaki sade vatandaşın bile bildiği bu basit hakikati kavramak için koca devlet aklı Merasim Caddesi kana bulanıncaya kadar niçin bekler?

YPG tezi doğrulanırsa Türkiye'yi yönetenlere ‘Aferin, bu bizim aklımıza gelmemişti; iyi iş çıkardınız ve güzel tespit ettiniz' diyerek işe sıfırdan başlaması için yeni bir avans mı verilmesi gerekecek? Bu nasıl bir hesap; varlığını vehmettiğimiz devlet aklı bu muydu?

Yoksa YPG üzerinde koparılan fırtına, Türkiye sınırına bitişik ve uluslararası toplum tarafından tanınması kuvvetle muhtemel bir Kürt kantonuna engel olmak maksadına mı yöneliktir? Tamam, YPG'nin yönettiği kantonla komşu olmak kötü; Esed'i zaten beğenmiyorsunuz, IŞİD canavar... Sahi, siz güneyde kiminle komşu olmak isterdiniz? Rusya?

Bana öyle geliyor ki, yakın bir zamanda Suriye politikasının mimarı Sayın Davutoğlu, büyük reis tarafından ‘Beni kandırmış; oysa ki ne istediyse verdimdi' türünden beylik ve tuhaf bir bahaneyle siyasi tasfiyeye uğrayabilir; söylemedi demeyin!

Bu işin cılkı çıktı.

Ali Ünal - Terör, emanete ihanet ve Hizmet

$
0
0

Kur'ân, “Her bilgi sahibinin üstünde bilen vardır.” buyurur ve insanların bilgisinin eksikliğine ve izafiyetine dikkat çeker.

İlimde de nihaî; otorite olarak Allah kabul edilmeyince ortaya sürüyle “yalancı peygamber” çıkar. Meselâ, Kur'ân insanlığın ilk dini tevhid, ilk insan peygamber ve Din'in kaynağı Allah'tır derken, Din'in kaynağı ve insanlığın ilk dini olarak sosyal bilimcilerden Frazer büyüye, Tylor animizme, Brosses fetişizme işaret eder. Din'i Freud, “çocuklukta bastırılan behî;mî; duyguların ileriki yaşlardaki yansıması”; W. James, “sıhhatli zihinle hasta ruhun ürünü”; Durkheim, toplumun kendisi ve özlemleri; Marks da “kalbsiz bir dünyanın kalbi ve halkın afyonu” olarak görür. Max Weber, “Yerden ot biter gibi bitiveren bu yalancı peygamberlerden hangisine inanacağız?” der.

Hemen her hadisede her “uzman” farklı yazıyor, farklı konuşuyor. Siyasî;ler, partilerinin tutumunu destekleyip, diğer partilerin tutumunu eleştiriyor; AKP sözcüsü gibi yazıp konuşan bazı akademisyenler, bütün melekelerini, ülkedeki menfî;liklerden AKP'yi nasıl aklarız istikametinde kullanıyor. Tartışmalar, terör gibi musibetleri dahi sıradanlaştırıyor, sorumlulukları gevşetiyor ve ortaya da hiçbir hakikat çıkmıyor; ne kadar farklı düşünce ve bilgi varsa, hakikat o kadar hakikatliğini yitiriyor. Tek bir Kur'ân âyeti, yaşadığımız bunca menfî;liğin en önemli bir sebebine ve çaresine ışık tutuyor:

Bir zaman “kapkaç terörü” vardı. PKK saldırılarında onlarca askerimiz şehit oluyordu. Darbeler yapan ve hazırlayan derin bir yapının varlığı ve Perinçekgillerin bu yapıyla ve darbelerle münasebeti rutin mevzu idi. Mafya hesaplaşmaları ve faili meçhul cinayetler ülkenin sıradanları arasındaydı. Sonra ne oldu? Emniyet ve Yargı'nın fevkalâde çalışmaları ve cesur icraatıyla kapkaç terörü bitti; Ergenekon, Balyoz ve benzeri soruşturmalar, derin yapıyı sarstı ve âdeta hareketsiz hale getirdi; faili meçhul cinayetler ve mafya hesaplaşmaları bitme noktasına geldi; Dağlıca, Aktütün, Gediktepe ve Hantepe saldırılarından sonra teröristlere karşı gerçekten verilmeye başlanan mücadele, samimî; gözlemcilere “Terör artık 2 ayda biter; iyi ki KCK tutuklamaları yapılmış!” dedirtti. Ama? Haziran 2011 seçimlerinden sonra AKP iktidarı, o ana kadarki istikametinin tam tersine döndü. Derin yapıları diriltti; onlarla ve mafya ile ittifaka girdi; Perinçek'i nirvanaya ulaştırdı; PKK ile uzlaştı. “Çözüm süreci”nde teröristler, hem de devletin gözü önünde kırsaldan şehirlere inip, her türlü tahkimatı yaptı. Sözünü ettiğim başarılara imza atan Emniyet ve Yargı mensupları ve bunların kaynağı olarak görülen Hizmet, “en büyük düşman” olarak hedefe kondu. Bir “paralel yapı” miti uyduruldu.

Yukarıda işaret edip geçtiğim âyetinde Kur'ân, şöyle buyurur: “Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (4:58) Devlet, iktidar partisinin organı ve âleti değildir; devlette birer emanet olan makamların sahiplerine hangi partiden, hangi cemaatten diye bakılmaz; o makamların ehli mi, yaptıklarını iyi ve hukuka göre yapıyorlar mı diye bakılır; makamlara ehli getirilir. Mahkûm edilen Hizmet mensuplarının ehliyetini, “100 Müslüman vakıftan 100 eleman istiyoruz; ehil 4 tane gelmiyor; Cemaat'ten ise 100 tane dört dörtlük eleman geliyor.” diyen AKP'liler de itiraf ediyor. Bu ehil insanlar, cadı avına maruz ve hapse tıkılıyor. Makamı ehline vermemek, nifak alâmetidir; ülkeye, millete, Din'e ihanettir. Bu ihanet işleniyorsa, adaletin de A'sı dahi kalmamışsa, elbette ülke çektiklerini çekecektir. Bu gerçekler karşısında, ikide bir Ergenekon, Balyoz ve benzeri soruşturmalar sebebiyle Hizmet'e vuranları da, ülke meseleleri karşısındaki, hattâ AKP muhalefeti tutumlarında asla samimi bulmuyorum.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live