Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Ali Bulaç - Yerli!

$
0
0

Yüzyıl önceki kurucu paradigması korunmak kaydıyla devlet kendini yeni bir restorasyona tabi tutarken “milli ve yerli olan” yeterli malzeme olabilir mi? Muhtemelen “milli olan”ın sosyo-kültürel zemini “yerlilik” olduğunda o bildik eski devletin kendini güvende hissedeceği düşünülmüş.

Fakat yeniden inşaata başlayan devlet zihniyetinin karşı karşıya bulunduğu bazı handikaplar var. Fransız ihtilali sonrası teşekkül eden milli devlet ile bugün kendini yeni bir restorasyona tabi tutma ihtiyacında olan devlet arasında mesafeler çok büyümüş.

Bugünkü modern ulus devletin önüne çıkan ilk önemli handikap “modern olan”ın kendini “postmodern olan”a terk etmesidir. Hakikatin parçalandığı, pozitivizmin çöktüğü ve “ne olsa gider” yönteminin bilgi ve düşünce üretiminde kullanıldığı bir dünyada devleti hangi ebedi ve değişmez ideolojiye istinad ettireceksiniz? Yurttaşların aidiyeti çoktan teritoryal önemini kaybetmiş bulunuyor, bambaşka aidiyetler, edinilmiş kimlikler söz konusu. Modernizm döneminden bugüne taşınmak istenen devleti ancak sağ-milliyetçi “devlet ebed müddet”çiler, bir de devletin her yanlışını “ulu'l emr”e itaat olarak algılayan arkaik tarikat ve dini cemaatler yüceltir ancak. Evet, bunlar hayli kalabalık ve kolayca provoke edilebiliyorlar ama koca kitlelerin provokasyonla anakronizme düşürülmesi büyük bir musibettir.

Devletin “milli/ulusal” niteliğinin önündeki büyük zorlukları Kürt sorunundan AB üyelik sürecine ve oradan ABD'nin başını çektiği, şimdi Rusya'nın da etkin olarak katıldığı küresel süreçten anlıyoruz. Yüz senedir devletçe yapılan “ulusal kimlik” vurgusunun aldığı cevap “Kürt ulusal kimliği”dir. “Yerli olan”la “yerel olan” arasında zihinde ayırım varsa da, yerliliğe yapılacak her türden kimlik ve kültürel değer vurgusu, benzer etki-tepki yasası gereği “Kürt yerel talepler”le karşılık bulacaktır. Fakat bunun kadar önemli olan “yerli” olanın damgasını üzerinde taşıyacak niteliği nerede arayacağımız konusudur. Ortak niteliği kavimde mi arayacağız, coğrafyada mı? Kavmin yerli değerini bulmaya kalkıştığımızda, aynı kazanda yoğrulmuş Boşnak ile Türk, Arnavut ile Kürt, Gürcü ile Arap ortak değerde buluşmaktadırlar. Kavimler/ırklar asla değerin referansı olamazlar, her kavmin değerler sisteminde ma'ruf ve örfler vardır; ma'ruf ve örf olan da şu veya bu kavme değil, Ed Din'e aittir, her selim akıl ve temiz fıtrat bunu teyid eder. Coğrafya da kavim gibi değerlerin (ahlak, hukuk) kaynağı olamaz, varsa makbul değeri ma'ruf ve örf içinde mütalaa edilir.

Yerel ve yöresel olan “yerli olan”ın ötesinde, ulus devletin eritici kazanına karşı tabii/ontolojik kimliğin arayışı ve hak talebidir. Bu da etnik kimliğin teyidi ve ana dilin kullanımında somutlaşır. Ne milli, ne yerli olan bu sürecin önüne geçebilir.

AB benzeri bölgesel entegrasyonlar ise standartlar mecmuasıdır. Emredici standartlara karşı “yerli ögeleri”le karşı konulamaz, ancak çok daha yüksek kaynaklardan hareketle mukabil standartlar geliştirilir. “Yerli”de karar kıldığınızda bölgesel entegrasyonlar üzerinizden silindir gibi geçer, kendinize ait zannettiğiniz değerlerin tamamını folklorik duruma düşürür. Folklorun ise sosyo-politik bir düzenin şekillendirici veya bir medeniyetin itici gücü olduğu görülmemiştir.

“Milli ve yerli olan” en büyük tehdidi küresel süreçten alır. Sağlıktan eğitime, iktisattan hukuka, idareden güvenliğe ve savunmaya, giyim kuşamdan kentleşmeye kadar sadece küresel trendler hükmünü icra etmektedir. Küreselleşme kuvvetli bir rüzgâr gibi yerli ve yöresel olan her şeyi önüne katıp götürüyor. Moskova ile Tel Aviv, Riyad ile Pekin arasında fark yok.

Kendiniz olmak istiyorsak, “milli ve yerli olan”a değil, bizi sosyo-kültürel bakımdan kişilik sahibi kılacak, hariçten gelen münkere karşı ma'rufu ve örfü çıkaracak, bölgemizdeki halklarla eşit ve kardeşçe birliğe götürecek ve küresel sürece özne olarak katacak İslam'a dönmeliyiz. İnsanın sahih özü ve bizi tarihte kerem sahibi kılan özün kaynağı “milli ve yerli”de değildir. Yoksa etnik ve ayrılıkçı hareketler, bölgesel entegrasyonlar ve küreselleşme baskısı altında millilik bizi despotizme, yerlilik de köylülüğe götürür.


Kerim Balcı - Irak ve Suriye'de statüko ilanı

$
0
0

Eski bir siyasetçinin de dediği gibi Cumhuriyet tarihimizin belki de en ciddi krizlerinden birini geçiriyoruz Türkiye olarak.

Fransız Cumhurbaşkanı'nın telaffuz ettiği Türk-Rus Savaşı ihtimali değil kriz olan. Kriz, Türkiye'nin toplumu derin bir ayrışmaya sürükleyen bir aidiyet krizi. NATO'nun bu defa Lüksemburg üzerinden gönderdiği mesaj, küçük bir Johnson Mektubu aslında. Elbette içeriği Johnson Mektubu kadar vefasızlık dolu değil; ama zamanlaması en az onun kadar manidar ve ABD ile yaşanan PYD çatlağıyla birlikte okunduğunda en az onun kadar hayal kırıcı.

Johnson Mektubu 1964 yılında ABD başkanı Lyndon Johnson tarafından Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesini önlemek amacıyla kaba bir üslupla yazılmış bir mektuptu. Başbakan İsmet Paşa'ya iletilen mektup, özetle Türkiye'nin Kıbrıs'a tek taraflı bir müdahalesinin kışkırtacağı bir Sovyetler Birliği–Türkiye savaşında NATO'nun müttefiklerini koruma sorumluluğu konusunda isteksiz davranacağını ima ediyordu. Bu mektup sebebiyle Ankara'da NATO'ya karşı duyulmaya başlanan güvensizliğin etkisi Soğuk Savaş'ın bittiği 90'lı yıllara kadar devam etti.

Şimdi Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn, Der Spiegel'e verdiği bir demeçte, NATO adına konuştuğunun altını çizerek, Türkiye'nin Suriye'ye yönelik müdahalelerinin bir Türk–Rus Savaşı'na yol açması durumunda Türkiye'nin NATO'ya güvenmemesi gerektiğini söylüyor. Sözlerin içeriği Johnson Mektubu'ndan daha edeplice, ama bir medya organı üzerinden iletildiği gerçeği sırtından bıçaklanmaktan farksız bir etki yapıyor. Johnson Mektubu en azından sadece Ankara'ya iletilmişti. Moskova'nın bu derin çatlaktan haberi bir hayli sonra oldu.

Washington'un Ankara'dan yapılan en kritik açıklamaları üst üste yalanladığı başka bir dönem yaşamış mıydık bilmiyorum. İki devlet liderinin aralarında geçen konuşmanın içeriği konusunda bile yalanlama oluyor. Ne kadar onur kırıcı bir durum!

Kriz analiz edildiğinde tarafların üzerinde asla anlaşamayacağı nokta Türkiye'nin terör örgütü olarak gördüğü PYD'nin ABD tarafından müttefik olarak algılanması olarak görülüyor. Daha önce ABD'nin terör örgütü olarak gördüğü Hamas'ın Türkiye tarafından müttefik olarak görülmesinin aktörlerin yer değiştirdiği bir versiyonunu yaşıyoruz. Elbette Türkiye'nin Hamas'a verdiği destek, ABD'nin PYD'ye verdiği destek kadar kritik değildi; ama taraflar arasındaki laf dalaşı o zaman da onur kırıcı boyutlara ulaşmıştı.

Ne var ki müttefikler üçüncü tarafların mahiyetleri hakkında karar birliğine varmadan da ortak politikalar üretebilirler. Suriye'nin Kürt bölgelerinde sadece PYD bulunmuyor. Ankara'da kimse Kuzey Suriye'nin Kürtlerden tümden arındırılmasını beklemiyor. Türkiye'yi rahatsız eden, PYD liderliğinin kontrol ettikleri bölgenin Batı'ya doğru bir koridor oluşturacak şekilde genişletilmesi ve PYD'nin eline havaalanları gibi stratejik önemi haiz bölgelerin geçmeye başlamış olduğu gerçeği.

Demek Türkiye'nin asıl talebi, Suriye'deki etnik unsurların 2011 öncesindeki sınırlarının korunmasından ibarettir. Suriye iç savaşının hiçbir etnik unsura toprak genişlemesi imkânı sunmaması yönünde yapılacak uluslararası bir statüko deklarasyonu Ankara'nın Suriye haritasının yeniden dizayn edilmekte olduğu yönündeki haklı endişelerini giderebilir. PYD'nin toprak iştihasını yok edecek olan böylesi bir deklarasyon, Rusya'nın Türkmen bölgelerini bombardıman etmesini de anlamsızlaştıracaktır, Esad Rejimi'nin Lazkiye bölgesini Sünni unsurlardan arındırarak bir Nusayri devletçiği oluşturma stratejisini de çökertecektir.

Amerikalıları PYD'nin mahiyeti konusunda bir politikaya zorlamaktan veya PYD'nin taraf olacağı her türlü uluslararası görüşmeyi baltalamaktansa Suriye ile alakalı büyük güçlerin bölgeyi yeniden dizaynına engel olmak anlamına gelecek olan böylesi bir dış politika hamlesi daha anlamlı olmaz mıydı? Benzer bir statüko ilanı Irak'ta da elimizi rahatlatabilir, Türkiye'nin kendi topraklarını genişletme hayali içinde olduğu şeklindeki haksız algıyı da ortadan kaldırırdı.

Ali H. Aslan - Tek adam, tek parti diplomasisi

$
0
0

Ankara'daki kanlı ve alçak terör saldırısı, Washington ile trafiği de artırdı.

Bu trafik, iki yakın müttefik arasında teröre karşı işbirliğini ve dayanışmayı dosta düşmana ilan eden türde bir trafik değildi maalesef. Daha ziyade, Türk tarafınca dışarıya yansıtılan fikir ayrılıkları ve bunun sonucu ortaya çıkan diplomatik krizin ürünüydü. Kriz, iki ülkenin en üst düzey temsilcileri olan Başkan Barack Obama ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı telefonla görüşme durumuna getirdi. Ankara'nın gazının biraz alınmasına matuf söz konusu telefon, tansiyonun kısa süre düşmesine vesile olabilir. Ancak krizin altında yatan köklü anlaşmazlıklar görünür gelecekte süreceğe benzer.

Suriye'de siyasi ve güvenlik öncelikleri konusunda Amerika ile Türkiye'nin derin fikir ayrılıkları var. İç savaş sürecinin başından beri Ankara, Suriye'de askeri çözüme ve Esed rejimini devirmeye odaklanırken Washington yönetimi, Türkiye'yi ve Suriyeli muhalifleri yarı yolda bıraktı. Beyaz Saray'ın gözü uzun süredir birinci ve öncelikli tehdit olarak değerlendirdiği IŞİD'le mücadeleden başka bir şey görmüyor. Ankara ise enerjisini daha çok Esed rejimiyle, onun Rusya gibi müttefikleriyle ve Kuzey Suriye'deki Kürt oluşumu PYD ile uğraşmaya harcıyor. Washington'un Esed rejiminin kalıntılarıyla yaşayabileceği sinyalleri vermesi, sahadaki tüm agresifliğine rağmen Rusya ile bozuşmaması ve PYD'yi terör bağlantılı bir oluşumdan ziyade IŞİD'e karşı kullanışlı bir ortak görmesi, Ankara'yı çileden çıkarıyor. Neredeyse hiçbir tezini dünyaya anlatamayan Ankara, çaresizlik içinde Amerika'ya ‘ya PYD, ya ben' tarzı duygu sömürüsü yapıyor. Bu yolla kendine siyasi ve askeri alan açmaya çalışıyor. Ancak ne ‘ey' nidaları, ne nazlanmalar, ne de Suriye'ye kara harekatı ve İncirlik üssünü kapatma türü blöfler, şimdiye dek Amerikan tarafında arzu edilen etkiyi yapabildi.

WASHİNGTON ŞIK BULMADI

PYD'nin Suriye'de yer yer mütecaviz ve yayılmacı hamlelerini uzaktan top atışlarıyla büsbütün bertaraf edemeyeceğini bilen Ankara, Amerika'yı devreye sokup PYD'ye baskı kurdurma hedefine kısmen ulaştı. Obama'nın Erdoğan'la görüşmesine ilişkin Beyaz Saray notunda, ABD başkanının YPG güçlerine ‘durumu istismar edip' Kuzey Suriye'de ‘ilave toprak ele geçirmeme' mesajı verdiği görüldü. Bu Ankara'yı bir nebze teselli edebilir. Ancak aynı notlarda Obama'nın Türkiye'yi de ‘mukabil itidal' göstererek bölgeye topçu ateşini durdurması telkininde bulunduğu belirtiliyor. Kısacası ABD'nin PYD ve YPG'yi Ankara'nın kara kaşı kara gözü için ‘terörist' ilan edip Türkiye'nin önüne yem olarak atması söz konusu değil. AKP hükümetinin Ankara saldırganlarından birinin PYD bağlantısı iddiasına sarılarak Amerika'ya baskı kurma çabaları Washington'da şık bulunmadı. Keşke Türk diplomasisi, mahalle kavgasında yenişemediği rakibini abisine şikayet eden yaygaracı çocuk konumuna düşürülmesiydi.

Ankara'nın uluslararası arenada gürültü çıkarmak suretiyle Amerika'dan medet umduğu diğer önemli konu da, Rusya'nın askeri hamleleri. ‘Nihai barış müzakerelerinden önce ne kadar toprak kapsak kârdır' düşüncesiyle rejim muhaliflerine saldırılarını yoğunlaştıran Esed-Moskova-Tahran ittifakını Türkiye'nin durdurma gücü yok. ABD ve NATO'nun caydırıcılık kartını devreye sokma teşebbüsleri de akim kaldı. NATO'dan Türkiye ile Rusya'nın bir askeri ihtilafına bulaşmayacakları sinyalleri geliyor. Kırım'ı iç ederken bile Rusya'ya pek ses çıkarmayan Obama yönetiminin Türkiye'nin desteklediği Suriyeli muhalifler telef olmasın ve mevzi kaybetmesin diye Putin'le dalaşma niyeti yok. Obama'nın tarihte anılmak istediği ‘savaş karşıtı' ve ‘barış başkanı' sıfatlarını tehlikeye atması mucize olur. Amerikalılar ne denli nefret etseler de, Rusya'yı muhtemel bir siyasi çözümün vazgeçilmez unsuru olarak görüyorlar. Obama-Erdoğan görüşmesine ilişkin Beyaz Saray notunda liderlerin Rusya ve Esed rejiminin ılımlı muhalefet güçlerine hava saldırılarını durdurma çağrısı yaptıkları kaydediliyordu. Ancak Rusya'nın askeri caydırıcılık unsuru bulunmayan bu tür çağrılarla tutum değiştireceğini beklemek saflık olur.

TEL TEL DÖKÜLÜYORUZ

Dıplomaside başarının yolu, dostunu aziz, düşmanını aciz tutmaktan geçer. AKP rejimi ikisini de beceremiyor.

En yakın müttefiklerine dil uzatıp, tehdit edip, sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyor.

Türkiye'yi yöneten koca koca isimler Washington'daki yönetim sözcülerden yalanlama yiye yiye bir hal oldu. Bu dengesiz hareketlerden dolayı ABD ile Türkiye arasında güven erozyonu had safhaya ulaştı. Eskiden Washington'da Türk sözünün bir kıymet-i harbiyesi vardı. Artık Türk yetkililerin ağzından çıkan şeylere burun kıvrılıyor, verilen bilgilerin doğruluğu sorgulanıyor. Son olarak Ankara saldırısında PYD parmağı iddiası bu şüpheci ve alaycı muameleye tabi tutuldu. Şüphesiz Amerikan tarafı da sütten çıkmış ak kaşık değil. Ancak onlar en azından ilişkilerini devlet geleneklerini ve ciddiyetini bozmadan yürütebiliyorlar. Kan kusarken, kızılcık şerbeti içtik diyebiliyorlar. Bizim devlet ve erkânı ise tel tel dökülüyor.

Koca Türkiye Cumhuriyeti devleti, Suriye'nin kuzeyindeki küçük bir siyasi oluşumu beka meselesi haline getirip dost ve müttefiklerini hakaret ve kaprisleriyle rencide eder hale düşürüldü. Bunca gürültü çıkarmana rağmen eline birkaç gönül alıcı jest dışında bir şey geçmiyorsa, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyelerini ikna edemiyorsan, NATO'yu kıpırdatamıyorsan ve sahadaki sonucu değiştiremiyorsan, diplomasin felç olmuş demektir. İşte size tek adam, tek parti diplomasisinin acı faturası…

Selçuk Gültaşlı - 'Yes, daddy'

$
0
0

Avrupa Birliği mülteci krizinin çözümünün Türkiye'den geçtiğini ilan edeceği zirveye hazırlanırken, The Independent gazetesi sıfırlama tapelerini Hollywood tarzı bir işçilikle seslendirerek yayınladı.

Erdoğan ile oğlu Bilal'i seslendiren aktörler, yaptıkları vurgular ve nefes alışverişleri ile dinleyenleri 17 Aralık'ın o meşum kirli para trafiğine götürüyor.

BBC de daha önce sıfırlama tapelerinin bir kısmını yazılı olarak yayınlamıştı ama İngilizce seslendirme bildiğim kadarıyla ilk defa oluyor. Bu dikkat çekici çalışma, Bilal Erdoğan'la ilgili İtalya'da başlatılan kara para aklama soruşturması haberi çerçevesinde yapılmış.

Seslendirmenin tam da zirve arefesinde yayınlanması biraz Almanya Başbakanı Angela Merkel'in Ankara ziyareti sırasında sızdırılan, Erdoğan-Juncker-Tusk görüşmesi zabıtlarını hatırlatıyor. Zirve öncesi ses kayıtlarının pembe dizi özeniyle İngilizceye tercümesi ve Merkel ziyaretinde zabıtların sızması Avrupa'nın gayri resmi tarafını temsil ediyor. AB yetkililerinin kaba pragmatizmle sarıldıkları Erdoğan'ın nasıl bir figüre dönüştüğü sürekli hatırlatılıyor Avrupa kamuoyuna.

Bilal Erdoğan'la ilgili İtalya'da başlatılan soruşturma Avrupa'da büyük yankı uyandırdı, birçok gazete ve televizyonda haber oldu. Bilal Erdoğan, kara para aklama soruşturmasından belki aklanabilir ancak bir Türkiye Cumhurbaşkanı'nın oğlunun böylesine yüz kızartıcı bir iddia ile Avrupa kamuoyunda gündem olması yeteri kadar kötü. Galip ihtimalle, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir cumhurbaşkanının oğlu Avrupa'da kara para soruşturması geçiriyor. Meselenin vahametinin sebebi, genelde Ortadoğulu diktatörlerin çocukları ve sair aile efradının bu tür haberlerle yansıması Avrupa kamuoyuna. Mülteci krizi yüzü suyu hürmetine canlanan AB ilişkilerine rağmen Türkiye, Avrupalılaşmıyor, tam tersine Ortadoğululaşıyor.

Soruşturmayı açan İtalyan savcının Bilal Erdoğan'ın Bologna'da doktora yaptığına pek ikna olmadığını yazan The Independent, baba Erdoğan'la ilgili de özel bir toparlama yapmış: Erdoğan'ın en çılgın sözleri! Top 8'de birinci sırada, Erdoğan'ın gazetecilerle kavgaları var. 3 numarada Twitter'ın topluma en büyük tehdit olduğu yönündeki sözleri. 5. sırada Soma faciası sonrası sarf ettiği, “Kazalar bu işin fıtratında var.” cümlesi ve örnek verdiği 1862'de İngiltere'de yaşanan maden faciası. Son sırada ise Berkin Elvan'la ilgili iddiaları.

Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk soruşturmasının yargı bağımsızlığını yok ederek, on binlerce polis, hâkim ve savcıyı mağdur ederek bastıran Erdoğan, ne yaparsa yapsın tarihe bu haberlerle geçecek. Bilal Erdoğan'ın ‘evet, babacığım' sözleri, Erdoğan'ın meşhur ‘sıfırlayın' emri artık İngilizcesi ile hafızalara kaydedildi. Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan dünya kamuoyunda da ‘sıfırlama' sözleri ile hatırlanacak.

Seyfettin Gürsel - Kadın işgücü hızla artıyor

$
0
0

Kasım dönemi işgücü istatistikleri geçen pazartesi TÜİK tarafından yayınlandı.

Mevsim etkilerinden arındırılmış rakamlar ekim döneminde işgücünün istihdamdan daha hızlı artması sonucu işsizliğin yükseldiğini gösterirken bu kez tam aksi oldu. İşgücü yüzde 0,1 artarken istihdamın yüzde 0,2 artması işsizlik oranını yüzde 10,6'dan 10,4'e düşürdü. İşgücü piyasasında inişli çıkışlı seyir, işsizliğin yönünü tayin etmeyi zorlaştırıyor.

Buna karşın kasım dönemi rakamları Türkiye işgücü piyasasında bir süredir gözlemlenen çok çarpıcı bir eğilimi yüzümüze çarpıyor: Kadınlar işgücü piyasasına adeta yığılıyorlar. Kadın katılım oranının (çalışabilir nüfusta çalışan ya da iş arayan kadınların payı) halen çok düşük kaldığı bir ülke için çalışan kadın sayısının hızla artıyor olması elbette iyi haber. Ancak bir de tatsız bir haber söz konusu: İşsizlikte kadın-erkek arasındaki uçurumun genişlediği görülüyor.

Cinsiyetler itibarıyla işgücü piyasası gelişmelerini analiz etmek için yıllık değişimlere başvurmak zorundayız. TÜİK mevsim etkilerinden arındırma işlemini cinsiyet ayrımında yapmıyor. Ama işsizlik açısından değişen bir şey yok. Kasım 2014'ten Kasım 2015'e genel işsizlik oranı yüzde 10,7'den 10,5'e gene 0,2 puan, tarım dışı işsizlik oranı da yüzde 12,7'den 12,4'e 0,3 puan düşmüş durumda. Bir yıl içinde işgücü 831 bin (yüzde 2,9) artarken, kadın sayısında artış 453 bin, erkek sayısında ise 378 bin. Ek işgücüne kadınların erkeklere kıyasla belirgin ölçüde daha fazla katkı yapması, faal olmayan önemli miktarda kadının işgücüne geçiş yaptığını gösteriyor. Nitekim “ev işleriyle meşgul” kadın sayısının bir yıl içinde 11 milyon 675 binden 11 milyon 438 bine gerileyerek 237 bin azalması bu olguyu destekliyor.

İstihdam ve işsizliğe gelince… Bir yılda toplam istihdam artışı 802 bin (yüzde 3,1). Ancak bu artışta kadınların payı erkeklerden daha düşük: Erkek istihdamı 407 bin artarken kadın istihdam artışı 396 binde kalıyor. Erkek istihdamı işgücünden 29 bin daha fazla artıyor. Dolayısıyla erkek işsiz sayısı bu ölçüde azalıyor ama buna karşılık kadın işgücü artışı kadın istihdam artışından 54 bin daha fazla olduğundan kadın işsiz sayısı artıyor.

Mutlak sayılardaki gelişmeler işsizlik oranlarını da kadınların aleyhine etkilemiş durumda. Kadın genel işsizlik oranı yüzde 13'te sabit kalırken erkek işsizlik oranı yüzde 9,7'den 9,4'e geriliyor. Tarım dışı işsizlik oranları ise kadınlarda yüzde 17,5'ten 17,2'ye 0,3 puan gerilerken, erkeklerde yüzde 10,9'dan 10,5'e 0,4 puan geriliyor. Eğitim düzeylerine göre işsizlik oranlarındaki değişimler de ilginç ipuçları içeriyor. Gerek erkek gerek kadınlarda tüm eğitim düzeylerinde işsizlik oranları düşerken, bu oran istisnai olarak lise altı eğitime sahip kadınlarda yüzde 10,1 den 10,9'a tam 0,8 puan artış sergiliyor. Bu çarpıcı artış, bir yandan işgücü piyasasına giren vasıfsız kadınların yoğunluğuna, diğer yandan da bu kadınların iş bulmakta oldukça zorlandıklarına işaret ediyor.

Genel bir değerlendirme yapacak olursak 2014'ten 2015'e yüzde 4 civarındaki bir büyümenin görece güçlü bir istihdam artışı oluşturması sayesinde yine güçlü işgücü artışına rağmen işsizlikte sınırlı ölçüde iyileşme sağlandığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte işgücü artışında kadınların ağırlıkla yer alması olumlu bir gelişme olarak kayda geçerken, iş bulmakta kadınların, özellikle de vasıfsız kadınların, erkeklere kıyasla daha çok zorlandıklarını söyleyebiliriz.

Not edilmesi gereken bir diğer nokta da artan istihdamın çok büyük bölümünün hizmetlerde yer alıyor olması. 802 binlik istihdam artışının 667 bini hizmet sektöründe gerçekleşmiş durumda. Hizmetlerde çalışan sayısı artışı yüzde 5'i buluyor. Katma değer artışının bir hayli üzerinde. Bu sektörde emek verimliliği görünürde azalmaya devam ederken, çalışmak isteyen ev kadınları da işgücü piyasasına katılmaya teşvik edilmiş oluyor.

Büşra Erdal - Bank Asya için ahlaksız teklif

$
0
0

TMSF tarafından, Bankacılık Kanunu ve Anayasa'ya aykırı olarak el konulan Bank Asya'nın ortaklarına şimdi de bankanın satılması yönünde baskı var.

Ortaklar önceki gün ‘Bank Asya'yı satmıyoruz' diyen bir açıklamayla bu baskıya karşı irade ortaya koydu. Açıklamada dikkat çeken önemli bir konu da bankanın nasıl satılmak istendiğine dair bilgilerdi. TMSF'den banka ortaklarına “dilediği bedelde, dilediği şartlarda, dilediği kişiye, cezai ve hukuki sorumluluğu olmayacak şekilde” bir satış talebi sunulmuş. Lamı cimi yok bu baştan sona ‘ahlaksız' bir teklif. Borçlar Kanunu madde 27, yapılacak sözleşmenin hukuka, kamu düzenine, kişilik haklarına ve ahlaka aykırı olamayacağını düzenler. Bu emredici bir düzenlemedir. Buna aykırı yapılan sözleşme de hukuken geçerli değildir. Şubat 2015'te kâr eden, sermaye yeterliliği üst düzeyde olan bir bankaya el koyup, 1 yılın sonunda o bankayı zarara uğratıp, sonra da dilediği bedele, dilediği şartta ve dilediği kişiye satma talebinde bulunmak suç itirafıdır. Yapılanın gasp olduğunun, bankaya hukuksuz el konulduğunun ve bugüne kadar suç işlendiğinin de ikrarıdır. Yoksa niye yapılacak bir satışta ‘cezai ve hukuki sorumluluk yok' diye ibare konulmak istensin. Öte yandan böyle bir satış, ortakların kişilik haklarının da ihlali anlamına geliyor. TMSF bir hukuk cinayeti işledi. Şimdi de cesedi herkesin gözü önünde resmi bir törenle gömmek istiyor. Ama bu, o kadar kolay değil.

Başlamadan biten dava

Geçen hafta 22 Temmuz (2014) sahur operasyonunda tutuklanan polislerin ‘darbe teşebbüsü' iddiasıyla yargılandığı davanın ilk duruşması vardı. Öyle bir duruşma ki; dakika bir, istihbarat polislerinin suçlandığı iddianamenin kabul tarihinin mahkemeye gönderildiği tarihten çok önce olduğu ortaya çıktı. 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarından sonra sulh ceza hakimliği benzeri bir yapıda HSYK tarafından özel oluşturulan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin iddianameyi kabul tarihi 6 Ekim 2015. İddianamenin mahkemeye gönderilme tarihi ise 26 Ekim 2015. Yani 20 gün önceye dair bir kabul kararı var dosyada. Bu durum gündeme gelince mahkeme heyeti ilk şoku yaşadı. İkinci şoke edici gelişme ise iddianamede suç delili olarak yer alan dinlemeye dair kararda polisleri yargılayan 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Ahmet Civelek'in imzasının olduğunun ortaya çıkmasıydı. Yani başkan Civelek, kararını uygulayan polisleri yargılayan konumdaydı. Bu iki gerçek heyeti psikolojik açıdan dağıttı. Öyle ki polislerin reddihakim talepleri sonrası kanunen acele işlerden sayılan tahliye taleplerini almak zorundaydı. Mahkeme onu bile yapmadı, aniden bütün sanıkların tutukluluğunun devamına karar verip bu soru işaretleriyle dolu davayı 4 Nisan 2016'ya erteledi. Böylece, yeni ve büyük bir hukuksuzluğa daha imza atmış oldu. Aradaki bu uzun süre dosyadaki soru işaretlerini örtmeye yetecek mi bilinmez ama yapılan hukuksuzlukları artırdığı kesin.

Türkiye'nin ‘Kırmızı Pazartesi'si

Yirmi sekiz insan Ankara'nın göbeğinde vahşi bir canlı bomba saldırısıyla hayatlarını kaybetti. 10 Ekim 2015'te de bu saldırının yapıldığı yere birkaç kilometrelik mesafede 103 insan hunharca katledilmişti. Yani bu ne ilk, korkarım ki ne de son. Artık Meclis ile Genelkurmay'ın ortasına kadar vardı katliamlar. Bir taraftan her gün Güneydoğu'dan gelen şehit ve ölüm haberleri ve mağdur olan halk. Ülkede büyük kaos varmış, her yer toz dumanmış gibi görünse de aslında neyin ne olduğunu herkes görüyor, biliyor, anlıyor ama hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor. İnsanlar ölüyor, her gün daha çok gelen çığlıklara kötü bir melodiymiş gibi kulaklar tıkanıyor ya da yüzler ekşitiliyor. Bu ülke ‘Kırmızı Pazartesi'yi yaşıyor. Gelecek daha kara günler bas bas bağırıyor ama dinleyen duyan kim? Engellemek için tek çaba yok.

Abdülhamit Bilici - Ortadoğu hastalıklarına alışma Türkiye!

$
0
0

Ortadoğu'da on binlerce insan, patlayıcı yüklü araçların ve canlı bombaların kullanıldığı terör eylemlerinde can veriyor.

Irak, Pakistan, Suriye ve Afganistan gibi ülkelerde bu katliamlar artık öyle sıradanlaşmış ki, her gün yaşanıyor ve sadece ölenlerin sayısı verilip geçiliyor.

Kurbanların sayısı 100'ü geçmedikçe konuşulmuyor bile. Irak, Suriye veya Pakistan'da şimdiye kadar böyle kaç katliam yaşandığını, ölen ve yaralananların sayısını, kaçının kadın ve çocuk olduğunu öğrenmek bile imkânsız.

Geçenlerde tıp dergisi Lancet'in bir araştırmasında bazı ipuçlarına rastlamıştım. Irak'ta sadece 2003-2010 arasında 1.003 intihar saldırısı gerçekleşmiş ve 12 bin 284 Iraklı hayatını kaybetmiş. 200 de yabancı ölmüş. Bir pazar yerinde, camide ya da ekmek kuyruğunda patlayan bombayla ölmek artık sıradan çoğu Ortadoğu ülkesinde.

Siz hiç duydunuz mu, yaşanan bu katliamlardan sonra toplumun hep birlikte kurbanlar için yas tuttuğunu?

Siz hiç duydunuz mu, bu vahşi saldırıları önleyemediği için vicdani sorumluluk duyarak bir bakanın, bir başbakanın ya da halkın güvenliğinden sorumlu yetkililerin istifa ettiğini?

Siz hiç duydunuz mu, Bağdat, Şam, Musul veya Karaçi'de yaşanan katliamların perde arkasının aydınlatıldığını, sorumluların bağımsız yargı tarafından cezalandırıldığını, o ülke meclislerinde partilerin bir araya gelip bu vahşetlerin nasıl önüne geçileceğini müzakere ettiğini veya soruşturma komisyonları kurduklarını?

Siz hiç duydunuz mu, hayatını kaybeden binlerce masum insanın hatırasını yaşatacak küçük bir anıt dikildiğini ya da sivil toplumun bu katliamları protesto etmek için medeni eylemler yaptığını?

Siz hiç duydunuz mu, bu ülkelerdeki katliamları kınamak için dünyadan güçlü dayanışma mesajlarının geldiğini?

Kolay kolay duymazsınız, çünkü Ortadoğu ligindeki standart budur. Ve herkesten önce toplumlar bunu kabullenmiştir. İnsan hayatı ucuzdur. Ölen öldüğüyle kalır. Yetkililerden hesap sorulmaz. Özgür olmadığı için medya yanlışları sorgulayamaz. Yargı, bağımsız olmadığı için olayları aydınlatamaz. Yanlışları dile getirenler, ya öldürülür ya hapse atılır. Şanslı iseler sürgün edilir.

Hukuksuzluklara ve katliamlara alışırsak...

Ülkemiz, 3-4 sene öncesine kadar demokrasi, özgürlük, adalet, insan hakları, kalkınma gibi umut verici adımlarıyla bu perişan Ortadoğu'ya ilham ve heyecan veren bir konumda iken ne olduysa son dönemde oradaki tüm hastalıkları kaptı. Ortadoğu'yu etkileyeyim derken fena halde oradan etkilendi.

Reyhanlı, Suruç, Diyarbakır ya da Ankara'da yaşanan katliamlara yaklaşımımız, gittikçe Irak ya da Pakistan'da gösterilen tutuma benzemeye başladı. Artık biz de ortak bir yas tutamıyoruz. Kimseden hesap sorulmuyor. Ortaya çıkan ihmallere rağmen kimse sorumluluk üstlenmiyor. Zafiyetler soruşturulmuyor. Medyanın konuyu tartışması yasaklanıyor. Cenazeler kalkıyor ve hiçbir şey olmamış gibi hayat devam ediyor.

Hızla alt lige düştüğümüzün tek göstergesi, rutinleşen katliamlar ve bunlar karşısındaki Ortadoğulu tavrımız değil. AİHM'deki Türk yargıç Işıl Karakaş, bu hafta İstanbul'daki konferansında Avrupa'da ifade özgürlüğü ihlallerinde 300 dava ile birinci olduğumuzu hatırlattı. Soma'daki maden faciasında tek kamu görevlisi yargılanmadı ve bir memur bile istifa etmedi. Yargı sistemimiz, madenciyi tekmeleyen yetkiliyi değil, dayak yiyen madenciye ceza kesti. Kızının da girdiği sınavdaki torpili deşifre eden savcının görev yeri değiştirildi.

Böyle devam edersek sonumuzun nereye varacağı ortada: En az 200 yıllık modernleşme mücadelesine; Avrupa Konseyi'nden NATO'ya, OECD'den AB'ye tüm Batı kurumlarının içinde olmamıza rağmen Irak, Suriye gibi ülkelerle birlikte Ortadoğu ligine düşüş. Evet, işaretler kötü. Ama bu hukuksuzluklara ve katliamlara alışırsak o zaman kötülük kalıcı olacak. Alışmayalım ki, Ortadoğu hastalıkları güzel ülkemize küme düşürmesin ve dünya en azından bizi gelişme umudu olan ülkeler arasında görmeye devam etsin.


Tuhaf olan, yalan manşetlerin çakışması

Gazeteciliğin nasıl yapılmaması gerektiğinin örneklerini veren birileri, herkesin konuştuğu bir konuyla ilgili atılan manşetlerin birbirine benzemesini diline doladı. Hiçbir delile dayanmadan manşetlerin bir elden atıldığı gibi gülünç bir iftirayı bile attılar utanmadan. Paranoya o dereceye varmış ki, Cumhuriyet'in manşetlerini Fethullah Gülen Hocaefendi'nin attığını söyleyecek kadar delirmişler. Büyük olaylarda atılacak manşetler aşağı yukarı bellidir. Sınırlı kelimeyle düşünürsünüz. Dünyanın her yerinde bu tür olaylar belli kelimelerle kavramsallaştırılır ki, benzeşme ihtimali çok yüksektir. Çakışan başlıklardan biri, “Azez düğümü”, diğeri ise “Devletin kalbine bomba” manşetleri. İki haber de sıcak gelişmelerle ilgili. Yani gizemli anlamlar yüklenecek tarafları yok. Aynı olayı, mesela Hürriyet de “Türkiye'nin kalbine bomba” diye vermiş. Başkent'teki terör saldırısından sonra Diyarbakır'dan şehit haberleri gelince, biz “Acı üstüne acı” diye başlık attık. Hürriyet de aynı başlığı kullanmış. Ne yani, onların manşetini de mi Gülen atıyor? Ya da şöyle diyelim: Geçmişte, bu deli saçmasını diline dolayan gazetelerle de Zaman'ın benzer manşetleri vardır; onları da Hocaefendi mi atmıştı? Oldu olacak, böyle iftiralara uğramamak için gazeteler, her akşam birbirini arayıp benzer manşet atma riskine karşı tedbir alsın! Oysa asıl sorgulanması gereken, gazetelerin gündemdeki gelişmelerle ilgili manşetlerinin çakışması değil. Yalan olduğu kesinleşen Sümeyye suikastı gibi özel haberlerin aynı gün 4-5 gazetede nasıl benzer başlıklarla çıktığı. Yalan üretim merkezi gibi ortak bir yerden gönderilmese, farklı gazetelerin aynı yalan haberi bulmaları mümkün mü?

Kendi içlerinden bir yazarın da dediği gibi “Bu kafayla ülkeyi batırdılar” ama ona buna iftira atmaktan vahameti göremiyorlar.


Fikir zenginliği ve seviyeli tartışmalar

Demokrat olmak kaydıyla gazetede farklı düşüncelere yer vermeye gayret ediyor ve bunu bir zenginlik olarak görüyoruz. Zaman, farklı siyasi çizgilerden gelen isimlerin fikirlerini özgürce sergilediği bir çiçek bahçesi adeta.

Doğal olarak birbirine zıt fikirler ifade edildiği gibi, yer yer yazarlarımız arasında seviyeli entelektüel tartışmalar da cereyan ediyor. Ancak bu karşı karşıya gelme bizim için bir problem olarak değil, aksine yeni düşüncelere açılmanın ve aklı daha verimli kullanmanın bir vesilesi. Bu verimli tartışmaları eskiden beri görüyoruz. Mesela Ali Bulaç, Mümtaz'er Türköne ve Ahmet Turan Alkan arasında genellikle İslamcılık, demokrasi gibi konularda tartışmalar oluyordu.

Dikkatli okurlarımızın fark ettiği gibi, Ahmet Turan Alkan'ın –belki de hiç o niyetle olmadan- bir yazısı üzerine din, bilim, tarih üzerine seviyeli bir fikir tartışması başladı. Açılan bu fasıl, Ali Ünal, Ahmet Kuru, Gökhan Bacık, Özgür Koca gibi değerli isimlerin de katılmasıyla zengin bir fikir sofrasına dönüştü. Bizi gündemin kasvetli havasından biraz olsun uzaklaştıran ve gazetedeki fikir zenginliğini gösteren bu müzakerenin akademik platformlarda sürmesi çok faydalı olur. Seviyeli katkıları için yazarlarımıza ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

Ali Aydın - Trabzonspor, kural hatası başvurusu yapabilir

$
0
0

Bir maç, bu kadar fazla hakem hatasına, yanlış kararlara, kırmızı karta getirecek psikolojik travmalara neden olabilirdi.

Deniz Ateş Bitnel, yükselen değerlerden idi. Dün, en tehlikeli hakem profilini sahaya yansıttı. Futbolcuyu kafasına yazıp yakaladığında cezalandırıyor intibası verdi. Verdiği ya da vermediği penaltı kararlarının hepsi yanlış. Dakika 21... Sabri, kendi ceza sahası içinde Marin'i itiyor. Net penaltı, devam ettiriyor.

Dakika 24... Erkan, kendini yere atıyor, penaltı veriyor ve bu, Trabzonspor'un golü oluyor. Dakika 89... Cavanda'nın Umut Bulut'a hiçbir şekilde müdahalesi yok. Penaltı veriyor. Galatasaray bu golle karşılaşmayı kazanıyor. Ve bu verdiği hatalı kararda Cavanda ve Salih kırmızı kart görüyor. (Salih'in yere düşen kırmızı kartı alıp hakeme ‘çık dışarıya' demesi, tamamen Trabzonsporlu futbolcuların geldikleri psikolojik durumu sergiler nitelikteydi.)

Cavanda'nın gördüğü kırmızı tolere edilebilecek ve sadece sarı kart çıkacak bir davranış biçimiydi. Aykut'un ikinci sarıdan gördüğü kırmızı, tamamıyla Aykut'un hatası. Sarı kartın varsa, rakibinle kafa kafaya gelip, çekip, tehditkâr şekilde parmağını sallayıp bir şeyler söylemeye çalışırsan bu kartı kendin almış olursun. Özer'in gördüğü ilk sarı kart yine yanlış hakem kararından doğdu. Omuzuna gelen topta ‘elle oynama' kararı verdi. Özer de biraz uzattı; ama sarı kartı gördü. Bu uzatmasını hakem kafasına yazmış olmalı ki, bu futbolcuya ikinci gösterdiği sarı kart tamamıyla maçın kırılma, hakemin de maçtan kopma anıydı. Özer yerden topa vurmuştu, faul dahi yoktu.

Trabzonspor 1-0 öndeyken Sarı-Kırmızılı takımın ceza alanında Sefa yerden topu ortaladığında Hakan Balta, kendini topun önüne atarak müdahale etmek istiyor. Top yerden giderken Hakan'ın doğal konumdaki, yerdeki destek koluna geliyor. Devam kararı doğru. Trabzonspor, ‘kural hatası yapıldı' başvurusu yapabilir. 4 futbolcunun kırmızısı ve sahayı terk etmesi en iyi şartlarda 6 dakika. Penaltının kullandırılması 1 dakika diyelim. Her iki takımın 6 oyuncu değişikliği, hadi 4 dakika diyelim. Toplamda en kötü şartlarda en az 5 dakika uzatma vermeliydi. 1 dakika uzattı ve maçı da 90.29'da bitirdi.


Zeki Çol - Deniz faciası!

$
0
0

Oyundan çok hakemlerin konuşulduğu bir dönemi yaşıyoruz maalesef. Çoğu kere rol çalıyor ve maçın önüne geçiyor hakemlerimiz.

Dün Deniz Ateş Bitnel de o rol çalanlar kervanına katıldı. Olan penaltıyı vermedi, olmayanları verdi. Çok tartışılacak kararlarıyla aslında keyifli giden maçı da gölgeledi. Tabii ki oyuncu sorumsuzluklarının da bu kararların bazılarına etkileri oldu. Mesela Özer ile Aykut'un ilk sarı kartları... Anlamsız itirazlar yüzündendi. Bu düzeydeki oyuncular haklı ya da haksız hakem bir karar verdi mi geri dönmeyeceğini ne zaman öğrenecekler? Ve o gereksiz kartların hem kendilerine hem de takımlarına bedel ödettiğini ne zaman fark edecekler? Ya da öfke kontrolü yapamamanın verdiği zararı... 87'deki o Salih Dursun olayı mesela. Hakem yine tartışmalı bir penaltıyı vermiş. Cavanda'ya ikinci sarıyı göstermiş. Yere düşen kartı alıp hakeme çıkarmanın mantığı ne? Haklıyken haksız duruma düşmenin ve sadece bu oyunda değil, önümüzdeki maçlarda da takımı eksik bırakmanın gereği ne?

Çok kötü bir yönetime karşın, en azından 11-11 oynandığı dönemde zevkli, çekişmeli bir maç izledik. Galatasaray penaltıya kadar olan bölümde isteği, coşkusu, uyumu, oyun disipliniyle karşılaşmanın tartışmasız hakimiydi. Kanatları iyi kullandı. Podolski'nn şutlarıyla kaleyi zorladı. 25'te penaltıdan golü yiyince, oyun disiplininde bir dalgalanmayı yaşadı. Orta alanda baskıyı unuttu. Oyunun boyunu uzun tuttu. Bu da doğal olarak Trabzonspor'un işine yaradı. İkinci bölgeyi rahat geçmeye yönelen Trabzonspor, Erkan ve Marin ile bulduğu geniş alanlarda aceleci davranmasa ve ataklarını olgunlaştırıp final paslarını doğru kullansa 2. gol şansını da oluşturabilirdi.

Galatasaray, özellikle de kırmızıların çıkmaya başladığı dakikalardan sonra oyuna iyice ağırlığını koydu. Sürekli eksilen Trabzonspor'un, bu handikabına karşın gösterdiği direnç tabii ki önemliydi. Ancak o sıralarda Onur faktörü de etkili olarak devreye girmişti. Üst üste yaptığı kurtarışlarla Galatasaray'ı durduran Onur, Podolski'nin savunmanın hamle yetersizliği nedeniyle attığı gole haklı olarak bir şey yapamadı. Ama penaltıya kadar olan bölümde, yine skoru dengede tutmayı başardı.

Galatasaray dün özellikle de sonlara doğru önemli pozisyonlar buldu. Ama başta özgüvenini yitirdiği için gol vuruşlarını yapamayan Umut'la bunların çoğundan yararlanamadı.

Rahat kazanabileceği fırsatları oluşturmasına karşın Selçuk'un penaltı golüyle 3 puanı son anda kurtardı.

Abdullah Aymaz - Kur'an şifa

$
0
0

Âyet-i kerimeler, Kur'an-ı Kerim'in ŞİFA (Yunus Sûresi, 10/57), NUR (Nisa Sûresi, 4/173) ve RAHMET (En'am Sûresi, 6/157) olduğunu ifade etmektedir.

Nasıl oluyor da kelâm ve kelimeler, şifa, nur ve rahmet, hatta kudret gibi tesirli oluyor. Çünkü Cenab-ı Hak bir şeyin olmasını dileyince, sadece “Kün!” yani “Ol!” diyor ve hemen oluveriyor. (Yâsin Sûresi, 36/82) “Kün!” emri bir sözdür. Halbuki, bu emirle yaratılan şey ise Kudret ile meydana gelen bir varlıktır.

Bunu anlayabilmek için Risale-i Nur'dan Yirmi Dördüncü Söz'e ve Otuz Birinci Söz'e müracaat etmemiz gerekir. Oralarda, özetle Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin sonsuz olduğu, her bir isminin yetmiş bir derecesi olduğu ve isimlerin tek başlarına değil, girift tecelli ettikleri ifade edilmektedir. Mesela: Fâtiha Sûresi'nin on dört tane ismi vardır. Bunlardan üç tanesi de Vâfiye (yeter, tam), Kâfiye (yeterli olan, tamam) ve Kenz (hazine)'dir. Hz. Ebu Said (r.a.) anlatıyor: “Biz, Resulullah'ın (s.a.s.) çıkardığı askerî; bir seferdeydik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir câriye geldi ve, ‘Obamızın efendisi Selim'i bir zehirli soktu. Onunla meşgul olacak erkekler de şu anda yoklar. Sizde rukye yapan biri var mı?' dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda mahâretini bilmediğimiz bir adam onunla gitti ve adama okuyuverdi. Adam iyileşti. Kendisine otuz koyun verdiler. Bize sütünden içirdi. Ona, ‘Sen rukye bilir miydin?' dedik. ‘Hayır, ben sadece Fâtiha okuyarak rukye yaptım.' dedi. Biz, kendisine, ‘Resulullah'a (s.a.s.) sormadan bu verdiklerine dokunma!' dedik. Medine'ye gelince durumu O'na söyledik. Aleyhissalatü vesselam, ‘Fâtiha'nın rukye olduğunu (tedâvi maksadıyla okunacağını) sana kim söyledi? Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!' buyurdular.” (Buharî;, Müslim)

Fâtiha Sûresi, aynı zamanda bir kenz, bir hazinedir... Bir Allah dostunun bulunduğu yerin bahçesinde güzel bir ağaç vardır. İlkbaharda hoş bir güzelliğe mazhar bu ağacın sonbaharda yapraklarındaki renk cümbüşü insanı bayacak kadar harikadır. Fakat ağacın kenarına kazılan fosseptik çukuru bu ağacı kurutur. Bahçesinin bakıcısı da, “Manzarayı bozuyor.” diyerek onu kökünden keser. Bu duruma Allah dostu çok üzülür ve “Ben penceremden ona bakıyor ve Fâtiha üzerinde tam konsantre olacağım anı bekliyordum. Çünkü o halde Fâtiha'nın bereketiyle ona yönelip uzanıldığında yeniden yeşereceğine inanıyordum. Fâtiha bir hazinedir. İnanarak Fâtiha'yı okuyun, ölü dirilir. Babam rahatsızlığının son demlerinde bana dedi ki: “Birisi kansere yakalanmıştı, ben de Fâtiha şifadır, diyerek Fâtiha Sûresi'ni yazıp verdim. O da samimi bir niyetle alıp temiz bir suyun içine bırakıp şifa niyetiyle içmiş. Cenab-ı Hak da ona şifa nasip etmiş. Sen de oğlum, Fatiha Sûresini benim için yazsan.” Fakat ben bir türlü o konsantreyi kendimde bulamadım.” der.

Elhamdülillah, İlahî; bir lütuf olarak, Fatiha Sûresi Müslümanların elinde büyük bir şifa kaynağı ve muazzam bir hazine; ama kıymetini bilmiyoruz. Ya âdet nevinden veya gaflet içinde okuyup tam istifade edemiyoruz.

Kur'an'ın hüzünle ve tertil üzere tecvid kaidesine riayet edilerek okunması çok mühimdir. Kur'an-ı Kerim'i kelime kelime nizam içinde gönderen Cenab-ı Hak, insan vücudunu bir Kur'an yazar gibi, zerre zerre, hücre hücre intizam ve âhenk içinde dizip yaratmıştır. Sanki iki diyapozom âleti gibi… Aynı frekansta olunca, bunlardan birisi ihtizaza gelip titreşince öbürü de ihtizaza gelir. Buna rezonans olayı diyoruz. İşte, Kur'an-ı Kerim'in harfleri ve kelimeleri ile insan vücudunun zerreleri arasında da böyle bir âhenk vardır. Eğer tecvid ile ve hüzünlü bir edâ ile okunursa, hele hele gözyaşları ile okunursa o müthiş mânevî; rezonans meydana gelir ve mânevî; hazzından ve lezzetinde de doyum almaz.

Atıf Keçeci - Beşiktaş kazanıyor ama

$
0
0

Beşiktaş ideal kadrosuyla Gençlerbirliği mücadelesine çıktığında işinin kolay olacağı genel düşünceydi. Kötü gidişine İbrahim Üzülmez ile ‘dur' diyen konuk ekibin puana ihtiyacı ortadaydı. Siyah-Beyazlılar, müsabakanın ilk yarısında sahada gene tedirgin durumdaydı.

İsmail Köybaşı ve Oğuzhan'ın takım atağa çıkarken top kaybetmeleri kendi kalelerine tehlike olarak döndü. Forvet hattında Djalma ve El Kabir ve Stancu gibi çabuk adamlara sahip konuk ekip defansı eksik yakaladıkları anlarda ceza alanı içerisinde Tolga Zengin'i zorladılar. İki kenar bekinden bindirme beklentisine biraz solda İsmail cevap verirken diğer tarafta Beck yeterli olamadı. Sosa bazen sol kanadı kullanmak için Olcay'la yer değiştirmesine rağmen geriden olgun toplar gelmediği için verimliliği artıramadı. İlk yarıda 5-6 kenar ortasının Olcay ve Gomez tarafından değerlendirilememesi skor üretememenin başlıca nedeniydi. Kenarları kullanamama ileride çoğalmayı da sağlayamadığında iki bazen üç oyuncuyla gelişen ataklarda rakibin kalabalık defans blokunun arasında kaybolup gitti.

Quaresma'nın son haftalardaki formu takımının ileride kalmasını sağlasa da yalnızlar oynandığından sonuca gidilemedi. Haftalardır bu durum yaşanmasına rağmen gerekli oyun düzeninin bir türlü kurulamaması kısır sonuçlarla kazanılan müsabakaların bu durumu sis perdesi gibi örttüğünden üzerine fazlaca yorum yapılamadı.

Sezonun ilk yarısındaki 2'ye birler, kanat bindirmeleri, defansın arkasına adam sarkıtmalar ve de futbolun diğer güzellikler taşıyan unsurlarını son maçlarda göremememizin sebebi şampiyonluk yolundaki stres ise daha önümüzde 13 hafta var. Teknik heyetin bu konuda da gerekli önlemleri alması gerekir.

Şenol Güneş, 60'ta klasikleşen Olcay-Cenk Gönen değişikliği ile golcü sayısını artırma düşüncesine, 4 dakika sonra ceza alanı içerisinde topla buluşan Mario Gomez'in usta işi çalımlar sonrasında attığı gol tribünlere ‘oh' dedirtti. Gomez-Necip değişikliği dikkat çekiciydi. Zira tek fark son 20 dakika için her zaman riskli bir zaman dilimidir. Nitekim 75'te 18 üzerinden yapılan vuruşun Tolga'nın bakışları arasında çataldan dönüşü bu durumun anlatımıydı.

Siyah-Beyazlılar, gene yüreği ağızda bir galibiyete imza attı.

Bülent Korucu - 28 Şubat deyince kızmayın o halde!

$
0
0

AK Partilileri en çok kızdıran cümle 28 Şubat'ı hatırlatan uygulamalarına yapılan gönderme.

Kızıyorlar ama örnekleri çürütemiyorlar. Somut veriler karşısında sosyal medya trolleri küfrediyor; diğerleri ise sessizlikleriyle onaylamayı seçiyor. Postmodern darbeye damgasını vuran birkaç olayı ve bugün yaşananları kıyasladığımızda uygulayıcılar dışında çok az fark ortaya çıkıyor.

Merve Kavakçı'ın evinin basılmasından başlayabiliriz. DGM'lerin ‘kudretli' savcısı Nuh Mete Yüksel evinde gözaltına alma teşebbüsünde bulunmuştu. Kamuoyu, siyasi görüş ayırt etmeksizin tepki gösterince Yüksel geri adım atmak zorunda kalmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bile “Burası hukuk devleti, gerekli ikazları yaptım.” sözleriyle savcıyı eleştirmişti. Başbakan Bülent Ecevit'in tepkisi ise daha sertti: “Dün gece Sayın Merve Kavakçı'nın evi önünde çıkan olay beni son derecede üzdü. Eminim ki, kamuoyunu da üzmüştür. Gece geç saatlerde polislerle kapısına dayanma, bir hanımı gözaltına almaya kalkışma, hele bu gözaltı işlerini bizzat DGM Savcısı Sayın Nuh Mete Yüksel'in üstlenmiş olmasını son derece yadırgadığımı belirtmek isterim.” Ecevit, iki bakan görevlendirerek olayın tekrarlanmasının önüne geçmişti. Bugüne gelelim: Melek İpek yıllardır ailesine ait olan evlerden atılıyor. En mahrem mekânlara kadar giriliyor. Bunu devletin savcısı ve polisi de yapmıyor. Şirketi yönetmek üzere atanan kayyım ve ‘özel' güvenlikçileri bu hoyratlığın faili. 28 Şubat'taki mücadelesi milletvekilliği düşürülerek cezalandırılan gazeteci Nazlı Ilıcak, ‘Merve Kavakçı'nın evine girebilmiştim. Dostum Melek İpek'in evine giremiyorum' cümlesiyle isyanını dillendiriyor. Haksız mı?

28 Şubat'ta düşman ilan edilen şirketler batırılmaya çabalanmıştı. Kenar mahalle köftecilerine varan listelerle ambargo ve boykot çağrıları yayınlanıyordu. Başta askeriye olmak üzere devlet ihalelerinden uzak tutuluyordu adı geçen firmalar. Ama el konulmuş bir tane banka, şirket ya da gazete olmadı. Kimsenin malına çökülmedi. Şimdilerde bırakın ticari kurumları, hastane ve okul gibi savaş şartlarında dahi dokunulamayan yerler işgale uğruyor.

İsmailağa Cemaati sıkıntılı günler geçiriyor. Beykoz'da inşa edilen külliyenin bir kısmı dozerlerle yıkıldı. Cemaatin sözcülerinden Marifet Derneği Genel Başkanı Muhammed Keskin, “28 Şubat'ta böyle yıkılmıyordu, mühür vuruluyordu. Başka bir kapıdan tekrar giriyorduk.” diye çelişkiyi vurguladı. Keskin, külliye ile ilgili izinlerin alındığını ve her adımın siyasi iradenin bilgisi dâhilinde atıldığını söyledi.

28 Şubat sürecinde hemen hemen bütün dini oluşumlara saldırıldı. Fethullah Gülen, 8 yıl boyunca yargılandı. Öncesinde ağır bir medya lincine maruz bırakıldı. İskenderpaşa Cemaati lideri Esat Coşan, Avustralya'ya hicret etmek zorunda kaldı. Ve hayata orada gözlerini yumdu. Refah ve Fazilet partileri ‘irtica' suçlamasıyla kapatıldı, yöneticileri siyasetten men edildi. Diğer cemaatler de zulümden paylarına düşeni aldı. Fakat en ağır suçlama ‘rejim düşmanı' olmuştu. Bel altı vuruşlar yok denecek kadar azdı. Bugün ise büyük bir yalan makinesiyle karşı karşıyayız ve atılan iftiraları okurken bile insanın yüzü kızarıyor.

28 Şubat ‘devleti irticadan temizlemek' gibi ucube bir gerekçeyle sahnelenmişti. Dindar insanları devlet kademelerinden temizlemek ilk hedefti. Memurları, yargılamaya gerek görmeden tasfiye girişimleri hız kesmiyordu. Bunun için kararname ve kanun dâhil bütün yollar denendi. Kaderin garip cilvesi hepsi Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'den döndü. Laikliğe takıntı denilebilecek boyutta önem vermesine ve ‘irticayla mücadele' içerikli baskılara rağmen Sezer anayasaya aykırı bu teşebbüsleri veto etti. Şimdi aynı şeyi genelgelerle halletmeye çalışıyorlar. Mahkemelerin verdiği göreve iade kararlarını uygulamayarak anayasal suç işliyorlar. Sonra da ‘28 Şubat'tan bile beter' yakınmalarına kızıyorlar. Rahmetli Başbakan Erbakan'ın dediği gibi ‘Hadi ordan!'

Sevgi Akarçeşme - Dokunulmazlar

$
0
0

İki meslektaşımla birlikte Başbakan'a hakaret iddiasıyla ertelenmiş hapis cezası aldığımı duymuş olanlarınız vardır.

Tüm dava temelsiz olsa da benim vakam başkasının tweetimin altına yazdığı yorumdan dolayı ‘zincirleme' suç işlediğimi iddia ettiği için daha da akıl almazdı. Benim eleştirim ise sadece şundan ibaretti: “Demokrat bir akademisyen sandığımız Davutoğlu, yolsuzlukları örten hükümetin basın özgürlüğünü yok eden başbakanı olarak tarihe geçti. Bravo.” Aslında sadece eleştirilerimizden dolayı dava baskısı altında kalmak bile yeterince büyük bir insan hakkı ihlali, ama başkasının yorumunun bana mal edilmesi tamamen kabul edilemez olduğundan bu davayı geçen hafta Anayasa Mahkemesi'ne taşıdık.

Alt mahkemenin güçlüden yana aldığı ve gerekçesini açıklayamadığı karar, hukukun ayaklar altına alındığını gösterse de tüm hukuki yolları tüketmekten başka çare yok. Yoksa adalet bakanının itiraf ettiği gibi çoğunluğun hukuka güvenmediği bir ülkede yaşıyoruz. Şartlar böyleyken cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla beni bekleyen bir dava daha var. Davaya konu olan ‘Hakperest okura mektup' yazıma tekrar baktığımda neyin hakaret sayıldığını anlamakta zorlanıyorum. Tek yaptığım Cumhurbaşkanı'nın kendi sözlerinden alıntılarla onun darbe argümanlarını çürütmekti. Herhalde yazıda yolsuzluk kelimesi ile birlikte anılmak sarayı rahatsız etti. Niyetim bana açılan davalarla başınızı ağrıtmak değil. Zira Türkiye'de gazetecilere açılan davalar bir istisna değil, adeta rutin haline geldi. Anlatmaya çalıştığım ifade özgürlüğüne iyice tehdit haline gelmiş olan bu hakaret davaları trendinin kazandığı yeni boyut.

Gündemi takip eden ortalama vatandaşın fark edeceği üzere bugün Cumhurbaşkanı ve Başbakan'a hakaret davaları adeta olağan haber. Bu iki isim tarafından dava edilmemiş eleştirel gazeteci neredeyse kalmadı. Artık sade vatandaşlar da bu davalardan nasibini alıyor. Bazen bakanlar da dava kampanyasına dahil olup gazetecileri mahkemeye veriyor. Halbuki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Lingens'e karşı Avusturya kararında belirttiği üzere, politikacıların eleştirilere karşı tahammülü sade vatandaşa karşı daha yüksek olmak zorunda. Bizde ise mahkemeler tam tersi varsayımla karar veriyor. Önceden yolsuzluktan bahsetmek hakaret sayılırken artık en ufak demokratik eleştiri bile hakaret sayılıyor.

Cumhurbaşkanı tarafından neden dava edildiğini anlayamayan Taraf yazarı Murat Belge'nin dediği gibi artık sözlüklerde hakaretin tanımı neredeyse “Erdoğan'ın hoşlanmadığı sözcükler” olarak yapılır hale gelecek.

Peki hukukçular ya da hakaret davası açan politikacıların avukatları neyin eleştiri neyin hakaret olduğunu ayıramıyor mu? Bal gibi ayırabiliyorlar. Ne var ki, Türkiye'nin mevcut iklimi hakaret davalarının sopa gibi eleştirenlerin sırtından eksik edilmemesine meydan veriyor. Korkutma, sindirme, susturma mesajı gazetecilere ve bazen sade vatandaşa açılan davalarla tüm topluma gönderiliyor. Eleştirmeye cüret edersen bak başına neler gelir korkusu başarıyla topluma yayılıyor. Bir diğer deyişle, toplumda bazılarına bir “dokunulmazlık” zırhı kazandırılıyor.

Peki buna rağmen bu eleştirileri nasıl yapabiliyoruz? Bu tarz korkutmaların bir otosansüre sebep olmadığını söyleyemeyiz. Genel “neme lazım” atmosferi herkesi etkiliyor, ama buna rağmen bir nebze eleştiri yapabilenler de çeşitli formlardaki cezayı göze alarak bunu yapıyor. Bu cezalar reklam verene baskıdan, sosyal medyada linç girişimine, itibarsızlaştırmadan hapis cezasına kadar uzanıyor.

Türkiye'de ifade özgürlüğünün bedeli, “dokunulmazlar”ın baskısı altında gitgide daha yüksek hale geliyor.

Mümtaz'er Türköne - Savaşı kim yönetiyor?

$
0
0

Savaş devam ettiği için, öfkeye ve celallenmeye aldırmayın; Erdoğan'ın hafta sonu Çırağan Sarayı'nda ABD'yi hedef alan ağır sözleri ölçülü-tartılı ve ince elekten geçirilmiş sözler.

Sözün şiddeti değil haklılığı öne çıkıyor ve ciddi ciddi bir metinden takip ediliyor. Cumhurbaşkanı söylenmesi gerekenleri, aslında diplomatik üslûba harfiyen riayet ederek, tam da durumun nezaketine ve vahametine uygun şekilde şiddetli ifadeler kullanarak sıralıyor. Muhatabının üslûba takılmayıp mesajı aldığından emin olabilirsiniz. Çırağan'dan çıkan diplomatlardan birinin rivayete göre “fena dayak yedik” demesine bakılırsa, sonuç mesajın postada kaybolmadığını gösteriyor. Erdoğan'ın PYD konusunda söylediklerinin hepsi doğru, haklı ve yerinde sözler. Türkiye terörle savaş halinde iken ABD'nin bu terörün kaynağını himaye etmek için sağa sola yalpalaması kabul edilebilir bir durum değil. Yine de vurgulayalım: Bu mesajları Cumhurbaşkanı'nın değil Başbakan'ın vermesi gerekir. Cumhurbaşkanı, Başbakan yağıp-gürledikten, ağır laflarla muhatabını ezdikten sonra, devletin ne kadar sükûnetle işlediğini göstermek adına en küçük bir öfke veya başka bir duygu kırıntısı taşımayan mekanik bir ses tonuyla “Hay ağzına sağlık Sayın Davutoğlu” diyebilecek kadar sahneye çıkıp sonra kaybolmalı.

Durum bu sözlerin ağırlığıyla mütenasip şekilde vahim görünüyor; Türkiye PKK'nın taşeron olarak göründüğü sahnenin gerisinde Rusya ile sıcak bir savaşı bütün şiddeti ile sürdürüyor. Köşeye sıkışmış vaziyette, değil hamle etmek burnunu bile çıkartamıyor ve üstelik savaşı kendi sınırları içinde Sur'da, Cizre'de hatta Ankara'da Genelkurmay'ın dibinde “savunma savaşı” olarak kabul etmek zorunda kalıyor.

Tarihî; tecrübeyi ve mantığını bilmeyenler savaşın üç farklı boyutunu birbirine karıştırır ve bu yüzden olan biteni doğru yorumlayamaz. İlk boyutta savaş, halkların öfkesini, vatan ve hamaset duygularını karşı karşıya getiren düşmanlığı ortama yayar. Türkler ve Ruslar tarihte sık sık yaptıkları gibi birbirinden nefret eder. Zannederiz ki, vatanı için savaşmaya ve ölmeye hazır bir millet oldukça, devletlerin sırtı yere gelmez. Halkın moral motivasyonu, savaşta bir avantajdır; ancak savaşı bu işte uzmanlaşmış askerler yapar ve kazanır. Askerlerin kılı kırk yararak yaptıkları hazırlık, savaş eğitimi, lojistik hesaplar, ihtimaller ve fırsatlar mutlaka soğukkanlı ve mantıklı bir şekilde yürütülmesi gereken ikinci boyutu öne çıkartır. Üçüncü boyut ise halkın desteğini arkasına alarak, askerin ihtiyaçlarını karşılayarak bu savaşı kısa veya uzun vadede ülke çıkarlarına uygun bir siyasî; amaca bağlayan ve bir netice elde etmeye çalışan politikacıların bakış açısıyla oluşur. Savaşmak askerlerin işidir; savaş kararı vermek ve savaşın hedeflerini belirlemek ise politikanın meselesidir. Sıkıntımız bu üç farklı boyutun yer değiştirmesi. Sanki elinde silah varmış gibi savaş naraları atan ve güyâ savaşanlar politikacılar. Askerler sağduyulu politik bakış açısını, politikacılara rağmen sürdürüyor ve Türkiye için bir felâkete dönüşecek savaşı engelliyor. Halka gelince… Ülkesi için ölmeye hazır toplum kesimleri vatan haini ilan ediliyor ve düşmanlık savaşacağımız güce karşı değil, kendi aramıza yerleştiriliyor. PKK'nın küresel aktörlerden aldığı cesaretle sürdürdüğü saldırıları ve Rusya'nın PKK üzerinden Türkiye içine taşıdığı operasyonları bir kenara bırakın, devlet zirvesinde işleyen bu sevk ve idare düzeni ile hiçbir savaşı kazanamayız.

Rusya, Afganistan'dan bu yana biriktirdiği ve geliştirdiği asimetrik savaş tekniklerini ve taktiklerini yeni teknolojileri test ederek Türkiye'de uyguluyor, durduramıyorsunuz. Suriye'de IŞİD belasını, PYD gibi örgütlerin halkı sahipsiz ve savunmasız bıraktığı için azdırdığını ABD'ye anlatamıyorsunuz. Ankara saldırısını üstlenen TAK'ın, 2005 yılında Kuşadası ve Çeşme'de turistlere yönelik bombalı saldırılarını ve bu örgütün PKK ile bağlantısını herhalde bir dosyaya koyup göndermiş olmalılar. PYD'nin PKK ile aynı hiyerarşi içinde yer aldığını ise iki örgütün bayraklarını yan yana koyarak, birçok delilden daha kesin bir şekilde ispatlamanın mümkün olduğunu birileri mutlaka akıl etmiştir.

Gökhan Bacık - Dış politik krizin kökenleri

$
0
0

Türkiye dış politik alanda derin bir krizden geçiyor. Artık açıkça “savaşa girer miyiz?” sorusu dış politik gündemin ajandası haline gelmiş vaziyettedir.

Kemalist dış politikayı, Kemalizm'i ele almadan değerlendirmek imkânsızdı. Aynı biçimde bugünkü dış politikayı hatası ve sevabı ile anlamak için dar olarak İslamcılığı geniş olarak “Türkiye'deki dini grupların dış politik görüşlerini” tartışmak gerekiyor.

Kanaatimce, bugünkü dış politik buhran kaçınılmazdı çünkü Türkiye'de dini ve muhafazakâr yapıların dış politik düşüncelerinde doğal olarak bazı sorunların tohumları vardı. Konjonktürel olarak izlenen bazı realpolitik stratejilerden vazgeçilip, “esas İslamcı yahut muhafazakâr” ajandaya dönülünce sorunlar başladı. Yine bu okumaya göre, eğer konjonktürel yahut başka esaslı bir nedenle İslamcılar/muhafazakârlar dış politik düşüncelerini değiştirmez ise Türkiye'nin sorunları daha da artacaktır. Çünkü uluslararası ilişkiler diliyle konuşursak, Türkiye muhafazakârlığın dış politik doktrini “devrimcidir” yani dünyaya kendi hakikatlerine göre “nizam vermeye” çalışır. Üstelik içlerindeki bütün farklara rağmen İslamcısından başka kliklere kadar bu “devrimci dış politik doktrin” bütün dini ve muhafazakâr gruplar tarafından üç aşağı beş yukarı benimsenmiştir.

Bütün İslamcı/muhafazakâr dış politik doktrini yanlış göremeyiz. Ancak bu doktrinin barındırdığı bazı düşünceler bugünkü dış politik krizin kökeni olduğu için eleştirel açıdan ele alınmalıdır.

Birincisi, Türkiye İslam dünyasının “doğal lideri” olarak görülür. Halbuki böyle bir algının karşılığı yoktur. Nasıl olmuşsa, Türkiye dindarları, bütün dünya Müslümanlarının kendilerine liderlik yapmak için “yanıp tutuştuğuna” inandırılmıştır. 70 trilyon dolarlık dünya ekonomisinde 1 trilyonluk bile ekonomisi olmayan Türkiye'nin böyle bir şey yapmaya maddi mecali yoktur. Öte yandan bunu kabullenen başka bir Müslüman ulus da yoktur.

İkincisi, bu doktrin maddi unsurları her zaman önemsiz görür, dış politikayı daha ziyade manevi ve ideolojik bir alan olarak görür. Dış politika öncelikli olarak “materyalist bir alandır” yani maddi gücün oyunu belirlediği bir alandır. Rusya, S 400 savunma sistemini Suriye'ye koyunca bu ülkenin üzerinde uçağını uçuramazsın. ABD'nin bu kadar askeri gücü ve 17 trilyon dolarlık ekonomisi olunca, binlerce kilometre uzaktaki ABD Başkanı ile “400 yıl yönetmekle övündüğün arazi üzerinde ne yapacağını” konuşmak zorunda kalırsın. Türkiye muhafazakârlarının dış politikadaki maddi unsurların önemini hızla anlaması gerekiyor. Bugünkü Rusya'nın elinde 4 dakika içinde bütün Türkiye'de hayatı felç edecek çapta nükleer silahları vardır! Ortadoğu'da “güya kabadayılık yapan” Suudi Arabistan gibi “Müslüman ülkelerin” bütün silahları ya İngiliz yahut ABD yahut Rus yapımıdır. Elbette motivasyon, fedakarlık önemlidir ancak bunlar “dış politika gemisini” yürütmez.

Bu bağlamda şunu da yazmak lazım: Türkiye'de Çanakkale Savaşı gibi geçmiş olayları salt bir “iman kavgası” olarak görmekten vazgeçmek gerekiyor. Nitekim, dış politikada bugünkü maddi unsuru reddeden bakış açısı bu tip algılardan kaynaklanıyor! Türk muhafazakârları neredeyse geçmişindeki kahramanlıkların maddi boyutunu görmemeye ikna edilmiş. Peki bu nasıl oldu? Kısaca şöyle: Türk muhafazakârlığı her bilimin popüler versiyonu ile büyümüştür. Mesela tarih değil popüler tarih, mesela din değil popüler din, mesela ekonomi değil popüler ekonomi ile! Aynı biçimde bugün, Türkiye dindarlarını etkileyen de “popüler uluslararası ilişkilerdir”. Bu popüler bakış açısı “resmin büyüğünü” göstermek adına “ipe sapa gelmez safsatalarla örülmüş bir doktrini” bütün topluma yaymaktadır.

Üçüncüsü, “bizim arkadaşlar sendromudur”. Türkiye'de aşağı yukarı her dini grubun başka ülkelerde “oturup kalktığı” gruplar vardır. Aslında bu ilişkiler çok faydalıdır ve Türkiye'yi dışa açmakta büyük yararlar üretmektedir. Ancak bu ilişkiler, Türkiye'deki dini gruplarda ciddi bir sorun oluşturuyor: “Ölçeklemeden salt o küçük gruplar üzerinden başka ülkeleri okumak”. Böylece insanlar, görüştüğü kişiler üzerinden “Mısır şöyle diyor”, “Hindistan bizi seviyor”, “o ülkede şu kadar milletvekili ile temasımız var”, “Ürdünlü alim şöyle dedi” gibi kısmen yanıltıcı kısmen doğru “ülke okumaları” yapıyorlar. Bu okumaların “ham veriler” olarak Türkiye kamuoyuna taşınması her grubun tabanını etkiliyor ve bu tip “bölük pörçük bilgilerle” maalesef bir dünya algısı oluşuyor.

“Eldeki harita yanlış ise yanlış bir adrese gidersin.” Büyük ölçüde Suriye'deki kriz, pek çok Müslüman ülke ile diplomatik temasın kalmaması gibi dış politik sorunların özünde Türkiye muhafazakârlarının elindeki “dış politika haritasının” hatalı olması var.


Herkül Millas - 'Paralel' olmak

$
0
0

1964 yılı olmalıydı. Çetin Altan Aksaray civarında bir kahvede Türkiye İşçi Partisi (TİP) adına bir konuşma yapıyordu.

Kaba saba insanlar çirkin bir biçimde bağrışarak konuşmasını kesiyor ille de komünist olup olmadığını söylemesini istiyorlardı. O yıllarda komünist olmak bugün “Paralel”, “Gülenci”, FETÖ olmak gibi bir şeydi. Komünist olmakla ne kastedildiği belli değildi. Sosyalizm de yine aynı biçimde ne olduğu belirsiz ama “kötü” bir şeydi. O yüzden TİP'liler kendilerine sosyalist demezdi; bu partinin tüzüğünde ve propaganda konuşmalarında “toplumcu” kelimesi kullanılırdı, “sosyalist” kelimesi (1960'lı yıllarda) kesinlikle kullanılmazdı. Biz “toplumcuyduk”!

O yılların günah keçileri “toplumculardı”. Bu konuda kendi aramızda kara mizah olarak başımıza gelenleri anlatır (acı acı) gülerdik. Kiminin evinde daktilo bulunduğu için, kiminin kitaplığında “12 cilt Fransızca “Kapital” bulunduğu için” (Fransızca baskısı 12 ayrı cilt olarak çıkmıştı!) kimisi bilmem kiminle bir arada göründüğü için insanlar bu suç unsurları gerekçesiyle götürülüyordu. İfadesinde “ben anti-komünisttim” diye yalvarana da “ne tür komünist olduğun bizi ilgilendirmez” dediklerini paylaşırdık. 6/7 Eylül olayları olduğunda öbür sabah komünist olarak bilinenler evlerinden alınıp aylarca hapislerde bekletilmişlerdi. Ben Doktor Müeyyet Boratav'dan dinlemiştim. Bu olayların olduğu gece üzüntüsünden uyuyamamış, sabah da olayların suçlusu olarak jandarmalarca götürülmüştü.

Çetin Altan'a döneyim. Konuşmasını engelleyen o insanlara şunu söylemeye çalışıyordu: “Bu soruya benim ‘evet öyleyim' veya ‘öyle değilim' deme hakkım sağlanmadıkça ben bu soruya cevap vermem!” Bu cevap aklımda kazılı kaldı. Anlamını çok derinden hissettim. Çünkü cevap verme özgürlüğünün olmadığı bir ortamda hem bu tür bir sorunun anlamı bambaşka bir şeydir hem de ne derseniz açmazdasınız. Çetin Altan o an “ben komünist değilim” dese yalancılık ve korkaklıkla itham edilecekti. Çünkü alternatifi (özgürlüğü) yoktu. “Değilim” demesi hem yasal bir mecburiyetti hem de mahalle baskısının (kabadayı baskısının) gereğiydi. Soru da saçmaydı çünkü cevap zaten o bağrışan kabadayılarca zorla empoze ediliyordu: O “kelime” hain ve ajan olmak dâhil bütün kötülükleri içeriyordu! “Değilim” dese “mecburiyetten öyle diyorsun” diyecekler; “öyleyim” dese tehlikedeydi ve atfettikleri “suçlamayı” da kabullenmiş olacaktı.

CEVAPSIZ SORULAR

Ondan istenen bir soruya cevap vermesi değildi. Çünkü sorunun anlamı yoktu. O salonda “komünist” olmanın ne tanımı yapılmıştı ne de o ortamda bu kelime üzerinde bir konsensüs oluşmuştu. Soru aslında şuydu: “Söyle bakalım, sen kötü biri misin (hain, ajan vb.), yoksa yalancı ve korkak mı?” Soruyu soran güruh aslında onu aşağılamak istiyordu. O soruya muhatap olmak ve cevap vermek aslında bir zorbalığa boyun eğmek anlamını taşıyordu. Çok sonraları bu tür kabadayılıklarla karşılaşsam ne yaparım diye kendime sormuşumdur. Şu durumu düşündüm: Biri yolumu kesip “Ulan, ‘adım Herkül Millas'tır' demezsen seni pataklarım” dese ne yaparım? İsmim gerçekten öyle. Ama o an orada bir soru sorulmuyor ki; bir zorbalık yaşanıyor. Cevap vermeye hiç mecbur olmadığım bir alanda biri zor kullanarak sormaya hakkı olmadığını soruyor. Anayasaya göndermede bulunmanın bir anlamı artık kaldı mı, bilemeyeceğim, ama yine de hatırlatayım: “kimse inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz”. O an yaşanan, bir zorbalığa boyun eğmek veya eğmemektir.

Yani Çetin Altan'a sorulan sorunun özel bir anlamı vardı: Altan'ın kişiliğini ayaklar altına alıp, “biat ediyorum, bana ilişmeyin, ben size boyun eğiyorum, komünizm ile ne kastettiğinizi bilmiyorum ama olsun, istediğinizi söylüyorum işte!” demesini istiyorlardı. O bunu sezmişti. O haysiyetli duruşunu çok takdir ettim. Bugün ise her fırsatta “Gülenci olmadıklarını” hatırlatan kimseleri duydukça Çetin Altan'ı düşünürüm. Türkiye'nin değişmeyen yanları varmış, diyorum. İnsan hallerinin de: Bir kısmı zorbadır, bir kısmı da siner sıkışınca. Tabii Çetin Altanlar da var aramızda.

SUSMAK YA DA ‘GÜNAHI ÜSTLENMEK'

İnsan hallerini anlıyorum da benim gibi sol olarak bu aşamalardan geçmiş olan “yoldaşların”, yıllarca insan hakları adına laf etmiş demokratların ya da bir şiir yazdı veya okudu diye hapis yatmış aydınların, bu çirkin, zorba işi baskıcı “sorulara” nasıl karşı çıkmadıklarını anlamıyorum. Hele soruyla karşı karşıya gelmemekle birlikte “değilim, değilim” diye paniğine kapılanları hiç anlamıyorum. Belki onların adına utandığım için anlamak istemiyorum. Çünkü halleri çok acı verici. Çünkü manzara hiç hoş değil. Paralel veya Gülenci olmak nasıl tanımlanıyor? Birini sevmek ve saygı duymak mı? Görüşlerini ve sağladığı hizmeti yararlı saymak mı? Onun sağladığı hizmetten yararlanmak mı? Onun vizyonunu paylaşmak mı? Yoksa başka bir anlamı var mı bu “-ci” olmanın? Örneğin silahlı terör örgütü üyesi veya yandaşı olmak mı? Hükümet karşıtı bir darbede yer almak mı? Aradaki farkları belirleyen nedir, kimdir? “Mahalle suçlamaları” mı yoksa?

Ortada bir suç varsa o zaman “paralel” olmak veya olmamak hiç önemli değil. Somut suçtan yola çıkarak suçlunun cezalandırılması gerekir. Ortada suç yoksa “paralel” suçlamasının (bu tabunun) bir anlamı yoktur. Anlamlı olan, ortada bir suçun olup olmadığıdır. Çetin Altan'a bundan yarım yüzyıl önce saldıranların kafaları bu “ayrıntılara” pek ermiyordu. Onların amacı orada bir adamı ezmek, konuşma hakkını elinden almak ve birilerini sindirmekti. Bugün de aynı havayı estirenlerin aynı amacı vardır. Ben yine o eski cevabı hatırlatayım: “Bu soruya benim ‘evet öyleyim' veya ‘öyle değilim' deme hakkım sağlanmadıkça ben bu soruya cevap vermem!” Çünkü bu soruyu ciddiye almak soyut bir suçlamayı kabul etmek demektir. Mesele yalnız zorbalığa boyun eğip “af dilemek” anlamı taşıyacak bir günahı üstlenmek veya üstlenmemek değildir. Mesele bunun da ötesindedir: Bir engizisyon mahkemesini kabul etmek veya etmemektir; o erki meşru kılmak veya kılmamaktır. Faşizm zorla konuşmaksa susmak demokratik direnç sayılabilir.

Can Bahadır Yüce - Roman bağımlılık yapar mı?

$
0
0

Modern romanın başlangıcı sayılan Don Quijote'nin aslında roman okumak hakkında bir hiciv oluşu, edebiyat tarihinin belki de en büyük ironisidir.

Dostoyevski, Cervantes'in kitabını “insanın ifade edebileceği en acı ironi” diye tanımlamıştı. La Manchalı asilzade Don Kişot'un hikâyesi ilk bakışta şövalye romanlarıyla eğlenen bir parodidir. Okuduğu romanların etkisiyle gerçeklik duygusunu yitiren Don Kişot yel değirmenleriyle bile savaşacak ve bu yanılsama bir simgeye dönüşecektir.

Don Quijote'nin roman sanatına getirdiği yeniliklere dair düzinelerce kitap yazıldı. Bu yanlışlıklar komedyasının okumak hakkında muhteşem bir metafor olduğu hep söylendi. Romandaki “gerçeklikten kopuş” izleği edebiyat tarihini derinden etkiledi: Kitaplara gömülerek gerçeklikten kopan Puşkin'in Tatyana'sı ve okuduğu aşk romanlarının etkisiyle acı sona yaklaşan Madam Bovary, sadece iki örnek.

Don Quijote'nin yüzeydeki mesajı şöyle özetlenebilir: “Dikkat! Roman okumak bağımlılık yapar, insanı gerçeklikten koparır.” Bu mesajın bir parodi olduğunu anladığımızda Cervantes'in dehasını ve romanın görkemini de fark ederiz.

O yüzden “Şiir ve roman bağımlılık yapar mı?” sorusuna Don Quijote'yi anmadan verilecek bir cevap eksik kalır. Son günlerde dillendirilen bu sorunun kaynağını şaka sanıyordum, gerçekmiş. Ankara'da bir devlet büyüğü –kelimesi kelimesine– şöyle buyurmuş: “Sigara endüstrisinin gelişmiş ülkelerde kaybettiği pazar payını diğer yerlerde telafi etme peşinde olduğu anlaşılıyor. Açıkçası sigara ve alkol gibi bağımlılığa yol açan alışkınlıkları teşvik eden müzik, film, roman, şiir tarzı eserlerin arkasında aynı endüstrinin büyük finans gücünün yattığına da inanıyorum.”

Demek bütün o romanların, şiirlerin arkasında bir ‘üst akıl' varmış. Siyasal İslamcıların uçuk komplo teorilerine alışığızdır ama bunu aşacak bir örnek herhalde zor bulunur.

“Roman, şiir tarzı eserler” bağımlılık yapar mı gerçekten? Hayat ile kitap arasındaki seçim: Kazancakis'in romanı Zorba'da genç İngiliz yazar, âşık olmakla aşk hakkında bir kitap okumak arasında tercih yapması gerekse kitabı seçeceğini söyler. Windsor Dükü sevdiği kadın için tahtından vazgeçecektir, kitaplarından değil — bağımlılığın ölçütü budur. Tüm zamanların en tutkulu okurlarından biri olan Thomas Babington Macaulay, “Kitapları sevmek ve onlar tarafından sevilmek ne büyük lütuf!” diye yazar bir arkadaşına, “Ölülerle konuşabilmek, gerçekliğin dışında ve düşlerin ortasında yaşamak.” Okumaya üç yaşında başlayan ve 59'unda, önünde açık bir kitap varken ölen Macaulay, Londra'nın kalabalık sokaklarında kitap okuyarak yürürken kimseye çarpmamakta ustalık kazanmıştır. (Yazdığı beş ciltlik İngiltere tarihine bakılırsa, romanlara düşkünlüğü onu gerçeklikten koparmamış.)

Romanların arkasında bir üst aklın bulunduğunu söylemek için hiç roman okumamış olmak gerekir. Böyle bir sav, farklı edebi gelenekleri görmezden gelmek bir yana, edebiyat tarihini yok saymaktır. Masasında bir dünya kurma uğraşı veren yazarın emeğine, okurun zekâsına hakarettir. Şiir kitaplarının bütün dünyada ortalama 500 tane bile satmadığı düşünülürse, arkasındaki “endüstri”nin (!) pek de başarılı olmadığı anlaşılıyor.

İyi roman, Kafka'nın deyişiyle, “içimizdeki buz denizine inen balta” gibidir. Birkaç yıl önce yapılan iki bilimsel araştırma, edebi roman okuyanların daha anlayışlı ve empati kurabilen bireyler haline geldiğini ortaya koymuştu. Belki bu yüzden, iktidarın sanatçılarla meselesi eski çağlardan başlıyor: Platon, şairleri Devlet'inden kovdu. Çin Seddi'ni inşa ettiren hükümdar bütün kitapların yakılmasını emretti, böylece tarihi kendisiyle başlatabilecekti. Yirminci yüzyılda ise faşist iktidarlar kitap yaktı ve yasakladı. (Bir başka “roman bağımlısı”, Ray Bradbury, başyapıtı Fahrenheit 451'de bunu unutulmaz bir metaforla resmeder.) Baskıcı ve hesapçı iktidarlar şiirle, romanla incelmiş bireyler istemez: Kavgada çiçekler değil, odunlar işe yarar.

Asilzade Don Kişot'tan alınacak ders: Romanlar kişiyi gerçeklikten koparabiliyor. Hiç roman okumadan gerçeklikten kopanlarsa insana sadece hüzün veriyor.

Yaşar Yakış - Türkiye'nin PYD ile imtihanı

$
0
0

Müttefikimiz ABD, 17 Şubat günü Ankara'nın göbeğinde gerçekleştirilen hain saldırıyı samimiyetle kınamakla beraber, failin kimliği konusunda halen mütereddit görünüyor.

Aynı şekilde Türkiye'nin, bu eylemin arkasında PYD'nin olabileceği konusundaki teşhisini de tereddütle karşılıyor. Türkiye'nin ileteceği kanıtların inandırıcılığına göre belki tutumunu değiştirir. Devletlerin her olayı tamamen aynı şekilde değerlendirmeleri maalesef her zaman mümkün olmuyor. Birçok ülkenin Hamas'ı terör örgütü saymasına rağmen Türkiye'nin onu terör örgütü olarak görmemesi gibi. ABD de PYD'yi Türkiye'den farklı değerlendiriyor.

Velev ki ABD, PYD'nin PKK ile aynı örgüt olduğunu kabul etse dahi, zannetmeyelim ki sorunumuz çözümlenmiş olacaktır. İşte PKK'nın terör örgütü olduğunu resmen kabul eden Batı Avrupa ülkelerinin davranışları ortada. PKK o ülkelerde her türlü faaliyetlerini yoğun bir şekilde sürdürüyor. Para topluyor, gösteriler düzenliyor, cinayetler işliyor. O ülkelerin makamları da bu faaliyetleri hoş görüyor. O ülkelerde yaşayan PKK'lı teröristlerin Türkiye'ye iadesini istediğimiz zaman, bin bir türlü geçersiz bahaneyle o talebimizi yerine getirmekten kaçınıyorlar. Bunu da İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Irak'ın eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el-Haşimi'yi Türkiye'nin Irak'a iade etmeyi reddetmesine benzetebiliriz.

ABD de, PYD'nin PKK ile aynı şey olduğunu kabul etse dahi, Suriye'de onunla yaptığı işbirliğini kesecek değildir. Çünkü ABD'nin, IŞİD'le mücadelede PYD'ye ihtiyacı vardır ve onu güvenilir bir müttefik olarak görmektedir. PYD de ABD'nin bu algısını olumsuz yönde etkileyebilecek davranışlardan özenle kaçınıyor. Bu mukayeseyi ABD'yi haklı göstermek için yapmıyorum. ABD, kendi ulusal çıkarlarına uygun gördüğü bir değerlendirmeyi Türkiye'nin hatırına değiştirmemek için direniyor. Bu gerçeği görmeden yapacağımız değerlendirme maalesef eksik bir değerlendirme olacaktır.

ABD'nin bu konuda başka bir ayak bağı daha var. PYD/YPG, Kürt davasının daha ileri götürülmesi konusunda ABD'den beklediği desteği görmezse, bu desteği Rusya'dan temin etmeye çalışacaktır. Bu hem ABD hem de Türkiye için büyük bir kayıp olur. Rusya'nın güdümünde hareket edecek bir PYD Türkiye'ye karşı daha katı davranacaktır. Türkiye bu hassas dengeyi göz ardı ederse, ileride telafisi zor bir zarar ika etmiş olacaktır.

Aslında PYD'nin en güvenli müttefiki ne ABD ne de Rusya'dır. Onun en doğal müttefiki Türkiye'dir. ABD er veya geç Ortadoğu'dan çekilecektir. Rusya, Ortadoğu'ya yerleşmek için büyük bir gayret içinde, ama yerleşse de yerleşemese de PYD'nin Rusya ile kader birliği Türkiye ile kader birliği kadar güçlü olamaz. Çünkü PYD'nin temsil ettiğini ileri sürdüğü Kuzey Suriyeli Kürt halkı Türkiye sınırında yaşamaktadır. Onların Türkiye'de yakın akrabaları vardır. Aynı coğrafyayı paylaşıyorlar. Türkiye, tüm bu avantajlarını kullanarak PYD'ye kendisini kabul ettirebilmelidir.

Geçmişte Türkiye doğru olanı yaparak PYD'nin lideri Salih Müslim'i Türkiye'ye davet etmiş ve ona işbirliği önermişti. Ancak yetkililerimizin o tarihte yaptıkları açıklamalardan anlaşıldığına göre PYD liderinden, Suriye rejiminden yana mı yoksa ona karşı mı olduğunu açıkça ortaya koymasını istemişiz ve Salih Müslim de bunu göze alamamış. Muhtemelen zihni Kürt davasını daha ileri götürmek hedefine kilitli idi. Beşşar Esed'li veya onsuz, Suriye rejiminin şu veya bu şekilde varlığını ve etkisini sürdürebileceğini düşünmüş veya yumurtalarının tamamını rejimin gidici olduğu varsayımına dayanan sepete koymak istememiş olabilir. Onun bu tahmininin doğru çıkıp çıkmayacağını zaman gösterecektir.

Türkiye'nin o tarihteki girişimi akim kaldı. Ancak PYD'ye Türkiye ile işbirliği yapmasının faydasına inandırmak için daha fazla çaba sarf etmemiz gerekir. Böyle bir işbirliği Türkiye'nin PKK ile olan sorunun çözümlenmesine de katkıda bulunacaktır. Çünkü bu iki örgütün aynı örgüt olduğuna başka ülkeleri ikna edemesek dahi, aynı örgüt olduklarını biz biliyoruz.

Yusuf Keleş - Yüksek vergiler şirketleri eritiyor

$
0
0

Ülkemizde bir işletmeyi çalıştırmak gerçekten cesaret istiyor. İş hayatında yer alan kişi ve kuruluşların üzerinde birçok yük bulunuyor.

İşyerini kiralamak, başarılı olunacak sektör bulmak, uyumlu çalışacak personeli temin etmek, güvenilir satıcı ve müşterilere ulaşmak, acımasız rekabetle mücadele etmek bile başlı başına sorun. Hal böyle iken bütün bunlardan başka devlet düzenlemeleri ve kurumlarının getirdikleri zorluklarla başa çıkmak da gerçekten büyük beceri gerektiriyor.

Şirketler faaliyet gösterdikleri alanda elde ettikleri kazançları biriktirerek yeni yatırımlara yönelir. Yeterli sermayeyi biriktiremeyen, kâr edemeyen firmaların tek alternatifi bankalara borçlanmak. Bunun da yüksek faiz ödemek gibi bir maliyeti var. Bu olumsuz dış faktörler yetmiyormuş gibi kazançlar üzerinden, hatta elde edilmeyen kazançlardan alınan vergiler, şirketlerdeki sermaye birikimini eritiyor.

İşletmelerin vergi kanunlarından kaynaklanan yükleri de bu sorunlardan biri. Bu yüklerle boğuşan şirketlerimiz atılım gösteremiyor, büyüme için gerekli sermayeyi biriktiremiyor ve dolayısıyla sanayileşmede oldukça zayıf kalıyoruz.

Ülkemizde, çalışma hayatında boy gösteren işletmeler ya gerçek kişi olarak mükellefiyet tesis eder ya da tüzel kişi olarak faaliyet gösterir. Şahıs işletmeleri gelir vergisi öder. Bilindiği üzere gelir vergisi artan oranlı bir vergi. Yıl içerisinde gösterilen faaliyetten elde edilen gelir belli bir miktarı aşıyorsa (2015 yılı için 66 bin TL) alınan gelir vergisi oranı yüzde 35'i buluyor.

Şirketlerde ise gelirleri ne olursa olsun kurumlar vergisi oranı yüzde 20'dir. Fakat şirket ortaklarının şirketlerden kâr payı almaları halinde şirket tarafından yüzde 17,5 oranında vergi kesintisi yapılır. Böylece buradaki toplam vergi yükü de yüzde 35'i aşmış olur.

Ayrıca firmalar çalıştırdıkları personele yaptıkları ücret ödemeleri üzerinden gerek gelir vergisi gerekse sosyal güvenlik kesintilerini adeta istihdam vergisi olarak kamuya aktarmak zorunda. Çalışana ödenen ücrete ilave olarak bunun yüzde 60'ı civarında vergi ve SGK primi de maliyete eklenince, işletme kârının ciddi bir kısmı devlete gitmiş oluyor.

Buna bir de şirketlerin faaliyet kârlarıyla ilgisi olmayan sanal kârlarının da vergilendirilmesi eklenince tablo daha da kötü ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Şirketlerin aktiflerinde yer alan sabit kıymetlerin (arsa, araç, makine, fabrika gibi) değerleri, zamanla fiyatların artmasıyla yani enflasyonla rakamsal olarak yükselebiliyor. Mesela bir işletmeye uygun bir zamanda 500 bin lira karşılığında alınan fabrika arsanın değeri; zamanla enflasyon, talep yoğunluğu, ulaşım kolaylığı gibi sebeplerle 10 milyon liraya çıkabiliyor. Arsa veya fabrika miktar olarak yani reel olarak artmadığı halde işletme sahipleri bu arsayı değerlendirmek istediğinde taşınmazlarının üçte birinden feragat etmeyi göze almak zorunda.

Aynı şekilde döviz üzerinden düzenlenen faturalar veya kasada, bankada bulunan dövizler için dönem sonlarında hesaplanan kur farkı gelirleri de gerçekte oluşmayan kazançlardır. İşletmeler bu kur farkı gelirleri için düzenlenen faturalarda hem KDV hesaplamak, hem de burada oluşan sanal gelirlerden kurumlar vergisi ödemek zorunda kalıyor.

Nitekim Türkiye'nin en büyük sermaye grubunun onursal başkanı olan Rahmi Koç bile bu durumdan şikayetçi. Geçtiğimiz hafta içinde Rahmi Koç basına yansıyan konuşmasında, “Uzun seneler yüksek enflasyonla boğuşan ülkemizde, hükümetlerin enflasyon muhasebesi tutulmasını kabul etmemeleri yüzünden kazanılmamış paralardan ağır vergilerin ödenmesi kaynak oluşturmayı önledi. Memleketteki tasarruf ve birikim eksikliğinden dolayı ihtiyaç duyulan doğrudan yabancı sermayeden Türkiye'nin hak ettiği payı alamaması bu nedenle önemli bir sıkıntı kaynağı oluşturdu.” ifadelerini kullanmıştı.

Turhan Bozkurt - Barcelona'da teknoloji şöleni

$
0
0

Mobil Dünya Kongresi (MWC) İspanya–Barcelona'da başladı. Kongre ve fuar için farklı memleketlerden 110 bin kişi geldi.

MWC 2016'nın sloganı “Mobil her şeydir–Mobile is everything”. Geçen ay İsviçre'nin Davos kasabasında endüstri 4.0 müzakere edilmişti. Teknolojinin atölye ve laboratuvar kısmında duran devletler ve onların şirketleri dünü ve bugünü değil yarını konuşuyor. Yarına dâir konuşmaların Barcelona ayağına iyi hazırlanmışlar.

Teknolojinin dijitalleşmesi (mobilite) kavramı, 3G'nin devreye girdiği andan itibaren elle tutulur gözle görülür hale geldi. Artık nesneler birbiri ile konuşuyor. Bugün sadece cep telefonu imal etmek rekabette ayakta kalmak için kâfi değil. Restoranda kredi kartı gibi kullanabilen, işyerinden evin klimasını açıp kapatabilen cep telefonları mukayeseli üstünlük sağlıyor.

PRATİKLİK SUNAMADIYSANIZ GEÇMİŞ OLSUN

Mobil Kongre'de mobiliteye en istekli ve heyecanlı firmaların Japonya, Çin, Güney Kore ve Tayvan menşeli olduğunu müşahede ettim. Heyecanlarını müşahhas ürün ve hizmet paketlerine dönüştürmüşler. İyi hazırlanmışlar. Ayrı salonlarda birden fazla standı olan Güney Koreli Samsung, birbiri ile irtibatlı teknolojilerini büyük bir özgüvenle teşhir ediyor.

Bahse konu yeniliklerden biri akıllı telefonu kredi kartı gibi kullanma imkânı sunan mobil ödeme sistemi ‘samsung pay'. Şimdilik ABD ve G. Kore'de kullanılan mobil ödeme sistemi, bütün kredi kartlarınızı telefonunuza tanımlamanız kâfi. Bu sistemi en fazla cep telefonu şirketleri ile bankalar rağbet gösterecektir.

1980'lere kadar Türkiye'nin gerisinde olan Güney Kore'nin bugün nasıl dünya markaları çıkardığını anlamak için teferruatlı tahlile lüzum yok. İsmi bende mahfuz bir markamızın standında görevlilerin aymaz tavrına mukabil Samsung standındaki misafirperverlik ve bir şeyler anlatma gayretini görünce hayıflandım.

Samsung, Vodafone gibi pek çok markanın standında arabalar var. Yeni dönemde otomotivcilerle teknoloji firmaları, yazılımcılar ve GSM'ciler daha fazla teşrik–i mesaide bulunacak. Sadece otomotiv değil. Beyaz eşyadan küçük ev aletlerine, tıptan lojistiğe hemen her sahada yenilikler var.

İsmi milli olan telefondan dilediğiniz kadar imâl edin. Marka yapabildi iseniz –ki artık çok mümkün değil– bir yere kadar. Marka olması sınırlı bir ciro manasına gelir. Yeni ekonomide katma değer, ‘software' denilen yazılımda. Telefon markanızla topyekûn pratiklik sunan bir ekosistemle bağını kuramadıysanız geçmiş olsun. Türkiye maalesef teknolojinin resmigeçidinde GSMA'de seyirci, ziyaretçi ve tüketici tribününde. MWC'de Uzakdoğulu firma ve ziyaretçi ağırlığı dikkatimi çekti. Huawei, HTC ve Samsung çok dinamik. Samsung, Galaxy S7 ve Galaxy S7 edge'i tanıtarak en kuvvetli rakibi iPhone'dan erken davrandı.

Zam isteyen sendikalar Mobil Dünya Kongresi'nin açılış gününü grev fırsatı olarak değerlendirince ilk gün metro ve otobüs seferleri yapılmadı. Teknoloji meraklılarını grev de yıldırmadı. On binlerce kişi trafiğe katlandı ve fuara akın etti. 1,5 milyon nüfuslu Barcelona'da halkın her sene MWC günlerinden bunaldığı konuşuluyor. Ne garip değil mi? Türkiye'de bir şehre 110 bin kişi aynı anda gelecek, oteller dolup taşacak. O şehrin sakinleri bundan bî;zar olacak. Daha fazla kişi gelmemesi için aynı günlerde konser, tiyatro vb. etkinlikler de iptal ediliyor. Hatta FC Barcelona'nın maçı deplasmanda oluyor. Arda Turan'ın forma giydiği Barça'yı Camp Nou Stadyumu'nda bu yüzden seyredemedik.

Mobil şölende boynumuz bükük kaldı. Zaten 2015 küresel inovasyon endeksinde 58. sırada yer alırken teknolojinin şampiyonlar liginde top koşturmak hayalden öteye geçemezdi. Hiç olmazsa Arda'yı yeşil sahada seyredebilse idik Arda'nın futbol resitali ile bir nebze teselli bulabilirdik. Artık önümüzdeki maçlara bakacağız…

Gigabit toplumuna geçiyoruz, önümüzdeki 5 yılı bu salondakiler belirleyecek

Mobil Dünya Kongresi'nde konuşan Vodafone Grubu'nun Dünya CEO'su Vittorio Colao, giderek daha bağlantılı hale gelen dünyanın 4G, 5G ve fiber (geniş bant) teknolojilerle ‘Gigabit Toplumu'na dönüşeceğini söyledi. Colao, tüm bilişim sektöründeki karar vericilerin rekabetçi ve yatırımı destekleyen politikalar üretmesi çağrısında bulundu. “Gigabit Toplumu'na dönüşümü, adil ve sürdürülebilir eğitim, çalışma ve yaşam için bir fırsat olarak değerlendiren Colao, bu yöntemle şirketlerin yüzde 61'inin daha yüksek kâr, yüzde 83'ünün daha yüksek verimlilik, yüzde 58'inin pozitif itibar kazandığını ifade etti. Kongre katılımcılarına hitaben “Önümüzdeki 5 yılı bu salondakiler belirleyecek.” diyen Colao, Fortune 100 listesindeki şirketlerin yarısının dijitalleşemediği için salonda yer almadığına dikkat çekti. “Bir taraftan rekabete odaklanılırken diğer taraftan yatırımı destekleyen politikaların hayata geçirilmesi önem taşıyor.” ifadelerini kullandı. 4G teknolojileriyle mobilde saniyede 10 Gigabit hıza ulaşılabildiğine dikkat çeken Vodafone'un Dünya CEO'su önümüzdeki 5 yıl içerisinde veri trafiğinin 6 kat artacağını öngörüyor. 5G'de ise bu hız saniyede 10 Gigabit'e kadar ulaşabilecek.

Fuardan notlar

BİRBİRİYLE KONUŞAN CİHAZLAR!

Mobil Dünya Kongresi, yeniliklerle sınırlı değil. İç içe geçen mobil ve teknoloji dallarının bundan sonraki seyrini görmek mümkün.

Sanal gerçeklik, mobil sektörünün bugünlerde en fazla mesai sarf ettiği konuların başında geliyor. Oculus, Sony ve HTC gibi markalar, sanal gerçeklik ve zenginleştirilmiş gerçeklik uygulamalarına dair ürünlerini Barcelona'da vitrine çıkardı.

Geleneksel olarak internet bağlantılı cihazların yanı sıra fiziksel nesneleri birbiriyle irtibatlı hale getiren iletişim ağları da dikkat çekiyor. Akıllı saatler ve fitness takip cihazları bu alanın sadece bir bölümü.

Taşımacılık, sağlık, finans alanları internete taşınıyor. Otomotivin dev üreticisi Ford yıllardır fuarda stant açan firmalardan. Network yetenekleri olan yeni sportif arazi aracını (SUV) tanıtıyor. Google'a ait sürücüsüz otomobil de aynı çatı altında.

Biz 4G'ye henüz geçmesek de dünya 5G'ye hazırlanıyor. Mobil Dünya Kongresi'nde Amerikalı, G. Koreli ve Japon firmaların 5G gösterimleri ile hareketli geçeceğe benziyor.

MWC'de Intel gibi endüstrinin önemli oyuncuları da bir sonraki nesil cep telefonlarının nasıl gelişeceğine dair sunumlar yapacak.

ESET'in yayınladığı mobil güvenlik araştırmasına göre şirketlerin sadece yüzde 21'i mobil cihazlarında güvenlik yazılımı kullanıyor. Oysa bilgisayarların maruz kaldığı tüm siber tehditler artık mobil cihazlarda da görülüyor. Firmaların yüzde 58'i, geçen yıl kötü amaçlı yazılım bulaşmasına maruz kalmış.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live