Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Nuriye Akman - Biat etmek

$
0
0

Arda Turan, Ayşe Arman'a verdiği röportajda kimseye biat etmediğini söylemiş. Kastettiği tüm siyasi liderlere eşit mesafede durduğu, ilişkinin saygı çerçevesi dışına çıkmadığı. Öyledir muhakkak. Ama gelin bu biat etme terimini siyasi anlamıyla sınırlamayalım, daha geniş bir çerçeveye alalım.

Her dünya starı gibi Arda da imajını yönetmek zorunda.

Nitekim şöyle diyor:

“Bir süredir profesyonel olarak danışmanlık aldığım birileri var. Dünyadaki yeni trendler neler, erkekler nasıl giyiniyor, hangi markalar öne çıkıyor, hangi etkinlikleri asla kaçırmamalıyım, dünyada görmem gereken kültürel etkinlikleri, defileler neler, neleri izlemeliyim, hepsi hakkında fikir veriyorlar. ‘Şöyle futbol organizasyonu var, mutlaka git, şöyle önemli bir opera, sakın kaçırma!' Ben de elimden geldiğince öğrenmeye kendimi geliştirmeye çalışıyorum.”

Görüldüğü gibi starların “İşimi iyi yaparım, gerisine karışmam” lüksü yok. Gündemde parlayarak kalmak için sürekli çabalamak mecburiyetindesin. O zaman gelsin profesyonel yönlendiriciler. Fiziksel görünümle birlikte hangi marka ve sosyal projelerle anılman, hangi mekanlara gitmen, kimlerle fotoğraf vermen gerektiğine karar veren, hatta imaja yarayacak aspagarasları bile üreten bu insanlara biat etmeyip de ne yapacaksın?

Aslında hepimiz baş edilemez bir enformasyon bombardımanı altındayız. Çağın, ülkenin, mahallenin, aidiyetlerin dayattığı durumlar için birilerine biat ediyoruz ama bunu hem kendimize hem de başkalarına çeşitli akli kılıflar altında sunduğumuzun farkında değiliz. Bizim starlardan farkımız bu biat işinin kendiliğinden olması, profesyonellere para dökmeyişimiz.

Peki itibarımızı korumada ne kadar başarılıyız? Geçen yıl İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünce yapılan “Türkiye'de Çalışma Yaşamı ve Mesleklerin İtibarı” konulu araştırmayı hatırlayalım. 32 ilde 2 bin 500 kişi ile gerçekleştirilen çalışmaya göre mesleki itibar skalasının ilk beş sırasını tıp doktoru, üniversite profesörü, hakim, öğretmen ve diş hekimleri alıyor. 126 mesleği kapsayan listenin son beş sırasında hamal, otopark görevlisi, seyyar satıcı, falcı ve dansöz var.

Spor insanlarına gelince, listede maalesef futbolcu yok. 54'üncü sıraya spor antrenörü ve 57'nci sıraya futbol hakemi yerleşmiş. Yazık yani sen, dünyada parmakla gösterilen bir futbolcu ol, kendine bu kadar maddi manevi yatırım yap ama mesleğin kaale alınmasın!

İtibar listesinin 22'nci basamağındaki milletvekili, hemşireden sonra geliyor ve sonra yerini polis memuruna bırakıyor. Gazeteciler 45'inci sırada. Otel, restoran ve mağaza müdürleri ile gemi makinistleri bile gazeteciden daha itibarlı. Bu da bize kapak olsun.


Ali Aydın - Akıl, sağduyu ve çözüm

$
0
0

Pazar günkü Galatasaray-Trabzonspor maçıyla ilgili çok şey yazıldı ve konuşuldu.

Dün akşam konunun en önemli tarafı Merkez Hakem Kurulu Başkanı Kuddusi Müftüoğlu, basın toplantısı yaptı. Trabzonspor'un hakkının yendiğini hakem Deniz Ateş Bitnel'in çok kötü maç yönettiğini ve futbol hakemliği adına ödül-ceza yaptırımının uygulanacağını söyledi. Deniz Ateş Bitnel hakemliği bırakmalı mı? Cevabım net. Kendisine sosyal medyada yakıştırılan suçlamalara öyle ya da böyle katılmadıysa (ki asla katılmamıştır) istifa etmesinin hiçbir gereği yok.

İki MHK istifa etmeli midir? Asla, hayır. Çünkü Merkez Hakem Kurulu yeniden bir yapılanma içine girdi. Bu yapının içinde ilk yarının ilk iki sırasını alan ve ocak ayında hak ettiği FIFA kokartını da göğsüne takan Deniz Ateş Bitnel bunlardan bir tanesi. Bu çocuğun ve MHK'nın attığı bu önemli adımı kimse yok saymamalı. Şimdiyse bir başka konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu maçla ilgili konuşuyorsak 86. dakikaya kadar 1-1 giden maçta Umut Bulut'un ve öncesinde Erkan Zengin'in kazandıkları penaltıdaki davranış biçimlerini yok mu saymak gerekecek? Umut'un penaltı kazanmak adına yaptığı son hareket maçın fişini çeken önemli bir futbolcu hamlesiydi.

Şike var deyip toplulukları bir camiaya karşı hedef gösterenler Türkiye Cumhuriyeti savcıları tarafından bu iddialarını ispata götürecekler mi? Deniz Ateş Bitnel'in, bir birey olarak kendisine atfedilen bu suçlamalar karşısında yargıya başvurup başvurmayacağını ben gerçekten merak ediyorum. Bakalım Bitnel vicdan olarak kendisini rahat hissedebiliyor mu? Zaten bunun cevabını böyle bir dava açtığında Türk spor kamuoyu da verebilecektir.

Bir başka sözüm de Kuddusi Müftüoğlu MHK'sı atanmadan önce yüzlerce takla atıp kendilerini MHK'nın içinde görmek isteyen ya da başkan olmak isteyen kişilere, bakıyoruz ki ‘bu MHK istifa etmeli', ‘bu hakemin ipi çekilmeli' diye sesleri fazla çıkmaya başladı. Kendi amaçları için bir hakemin yaptığı hataları araç olarak kullanıp kendisine yer edinmeye çalışmak kadar küçülmenin bir anlamı yok. Öyle ya da böyle o makama geldiler. Ancak şu ana kadar ilk yarının ilk iki hakeminden biri olan Bitnel, yönettiği maçlarda övgü kazandı. Ve bu MHK başkanı, yeni hakemleri Türk futboluna kazandırma peşinde. Bunları bu geçiş döneminde biraz daha sabırlı ve anlayışla anlama erdemliliğini göstermemiz gerekir.

Son sözüm bu inançsızlığa neden olan bazı görevlendirmelerde Federasyon Başkanı Sayın Yıldırım Demirören'e sorumluluk düşmekte. Hakemlerin bir başkanı varken ve bu maçlar ilk yarıya baktığımızda kabul edilir düzeyde giderken birilerinin FIFA hakemlerinin sorumlusu yapılması altında bir şeyler arattırmanın bir anlamı yok. İki başlılık her zaman her kuruma zarar verir. Hakem camiasında kabul görmeyenlerin hakemlerin başına FIFA kokartı dahi olmamasına rağmen sorumlu olarak konmasının altında tabii insanlar bir şeyler arayacaktır. Son olarak da Türkiye Futbol Federasyonu söylendiği gibi ya da iddia edildiği gibi Bitnel'in bahis, iddia ve şike gibi bir menfaat içine girmiş olduğu kanısı var ise bir soruşturma başlatmalı, bu soruşturmayı da hem adalet hem de TFF içindeki kurullarına suç duyurusunda bulunmalı. Eğer bir suç varsa bu hakem gerekli cezasını sonuna kadar çeksin ya da bu çocuk şaibe altında kalmayıp ailesine, arkadaşlarına ve camiasında yüz akıyla yaşamına devam etsin.

Nurullah Öztürk - Gizlisi saklısı kalmadı: Lider Beşiktaş

$
0
0

Türk futbolunda sıklıkla karşılaştığımız Cem Papila'dan sonraki en büyük hakem skandallarından birine dün akşam Telekom Arena'da tanık olduktan sonra gözler Beşiktaş maçına çevrildi.

Beşiktaş maçlarına atanan hakemlerin kabarık vukuat dosyası ister istemez maçın öncesi ve sonrasıyla onları unutulmaz kılıyor. Gelecek hafta ligin gidişatına yön çizebilecek bir derbi maçı oynanacak olması bu maçın hakemi Halis Özkahya ismini daha bir ön plana çıkardı.

Son 7 yılda oynanan derbi maçları öncesinde Beşiktaş'tan tam 8 kader oyuncusu; Gökhan Töre, Bobo, Atiba, Q7, Ersan, Necip, A.Tandoğan, E.Cisse gibi oyuncular derbi maçında saha dışında bırakılırken, rakiplerde varlığı yokluğu hissedilmeyecek olan GS'den 3 oyuncu; H.Şaş, Umut Bulut ve Ufuk Ceylan, Fenerbahçe'den de sadece Bekir İrtegün kart cezalısı olmuş.

Hakemin tavrı bu açıdan da merak konusuydu. Beşiktaş ligde en çok puan kaybını daha önce BJK forması giyen teknik direktörlerin çalıştırdıkları takımlar karşısında yaşıyor; rakiplerin istatistikleri ise Beşiktaş'ın tam tersi.

Teknik direktörlük hayatına dört maçta dört galibiyete imza atarak başlayan eski kaptan İ.Üzülmez'in takımının dikkat çekici bir performansı maçı daha da anlamlı kıldı. FB'nin Bursa'da puan kaybetmesinden sonra kazanması durumunda maç eksiğine rağmen rakibinin üstüne çıkacak olan Beşiktaş'ın bu maçtan alacağı sonuç yılın hakem skandalından sonra daha da önemli ve anlamlıydı.

Beşiktaş-Gençlerbirliği maçı meraklısı ve merakları çok olan bir maçtı, Beşiktaş bir an önce bütün bu merakları gidermek istercesine başlama düdüğü ile birlikte oyunu rakip sahaya yıktı ve sağlı sollu aparkatlarla rakibinin üzerine oynamaya başladı. Bu oyun tarzı Beşiktaş'ın maçlarının genelinde alıştığımız bir durumdu.

Maç baştan sona Beşiktaş'ın gol için hazırlık, plan, proje yapıp finalini yapmakta zorlandığı, Gençlerbirliği'nin de ‘nasıl ederim de sürpriz bir puan çıkarırım' hesapları ile zamandan ve oyundan çalarak oynadığı bir maç oldu.

Beşiktaş, ilk yarıda çok baskılı oynamasına rağmen gol bulamayınca ikinci yarıda tempoyu yükseltmekle kalmadı, bireysel yeteneklerini de serbest bıraktı.

Son haftalarda Beşiktaş'ın tartışmasız en iyisi Q7, alışık olmadığımız bir şekilde sahanın her yerinde takımını ateşleyen isimdi. Futbol okullarında ders olarak gösterilecek güzellikteki Gomez'in klasik Alman soğukkanlılığının eseri olan golü ile Beşiktaş kendine geldi ve daha rahat oynamaya başladı. Türk futbolunun stres dolu gecesinde istenirse doğru düzgün bir maç yönetilebileceğini, Beşiktaş'ın bu ligin çok üstünde bir futbol oynadığını, Q7'nin ne kadar önemli bir oyuncu olduğunu bir kez daha anlamış ve görmüş olduk. Bu işin gizlisi saklısı kalmadı, sadece ligin değil iyi futbolun da lideri Beşiktaş.

Şahin Alpay - ABD'yle güven bunalımı nereye varacak?

$
0
0

Ankara ile Washington arasındaki ilişkilerde yeniden gergin bir döneme girildi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başkan Obama'ya sesleniyor: “Eyy Amerika! Bizimle mi berabersiniz, yoksa terör örgütü PYD ve YPG ile mi?..” İki başkent, Erdoğan ile Obama arasındaki telefon konuşmasının içeriğini farklı yansıtıyor: Ankara'nın açıklaması, Obama “meşru müdafaa hakkının altını çizdi” diyerek, Türkiye'nin Suriye'ye kara harekâtı düzenlemesine destek verdiğini ima ediyor. Washington'ın açıklamasında ise “meşru müdafaa”dan söz edilmiyor. Tolga Tanış'ın Washington'dan bildirdiğine göre, kritik görüşmede Obama, ne YPG'ye yönelik bir kınamada bulundu, ne YPG'ye desteğin sona ereceğine dair bir söz verdi ne de Suriye'de bir sınır ötesi kara operasyonuna yeşil ışık yaktı. (“Gerçekler”, Hürriyet, 21 Şubat) Erdoğan yönetimi son Ankara saldırısını “PYD yaptı” diyor; Obama yönetimi doğrulamıyor.

Kuşku yok ki bu, Ankara ile Washington arasında yaşanan gerginliklerin ilki değil. Bunların başlıcaları 1962'de Küba krizi, 1967'de Kıbrıs, 2003'te Irak'ın ABD tarafından işgali nedeniyle yaşanmıştı. Müttefikler arasında bu tür gerginlikler yaşanabiliyor, zira değişen uluslararası koşullar iki ülkenin ulusal çıkarlarını farklılaştırabiliyor; iki ülkede de farklı politikalar izleyen liderler iktidara gelebiliyor, aynı liderler politikalarını değiştirebiliyor.

11 Eylül olmasaydı Başkan Bush, Irak'ı işgal etmeyebilirdi. Ankara'nın destek vermemesi Bush'un ilk iktidar döneminde ilişkileri gerdi, ama ikinci döneminde ilişkilerde pürüz kalmadı. “Arap Baharı”na kadar Obama, Türkiye ile “model ortaklık”tan söz ediyordu; Erdoğan da “komşularla sıfır problem” politikası izliyordu. Sonrasında Erdoğan, Suriye'de rejim değişikliği politikası benimsedi, Obama ise “Esad gitmeli” diye başlayıp, sonunda Suriye'de inisiyatifi Rusya'ya (ve İran'a) terk etti.

Obama'nın izlediği politikaların Suriye trajedisinde önemli sorumluluğu olduğu muhakkak. Bugüne kadar 250 bin kişi can verdi; 4,5 milyon kişi ülkeyi, 6,5 milyon kişi evini terk etti; yüzbinlerce mültecinin kapılarına dayanması AB'yi sarsıyor; 2,5 milyon Suriyeli sığınmacı Türkiye'de istikrarı tehdit ediyor. Kimilerine göre bu durum Obama'nın tutarsızlık ve kararsızlıklarından kaynaklandı (Bkz. Roger Cohen, “Amerika'nın Suriye utancı”, NYT, 8 Şubat). Kimilerine göre de ABD, başından itibaren Suriye sorununun Rusya ve İran'la anlaşarak çözümünü ve İsrail'in çıkarları için Suriye'nin olabildiğince tahrip olmasını tercih etti. (Bkz. Halit Al–Dakhil, El Hayat, 12.07.2013. Bu yoruma 20.07.2013 tarihli yazımda dikkat çekmiştim.)

Suriye'nin bu hale gelmesinde Erdoğan yönetiminin sorumluluğu da azımsanamaz. “Komşularla sıfır problem” politikasından ayrıldı. ABD'nin rejim değişikliği için Suriye'ye müdahale edeceği beklentisine kapıldı. Olmayınca Esad muhaliflerine her yoldan destek verdi. PYD ile diyaloğu terk etti; Suriye Kürtlerini düşman ilan edip kendilerine başka müttefikler aramaya itti. Savaş uçağının düşürülmesiyle Rusya ile ilişkiler bozulunca, Suriye politikası tümüyle duvara tosladı.

Ankara–Washington arasındaki güven bunalımı nereye varabilir? Bundan böyle ABD'nin Türkiye'ye ihtiyacı azalabilir. Ankara eski büyükelçisi Robert Pearson'a göre, “2016 ABD'nin Ortadoğu'daki politikalarını Türkiye'ye daha az güvenerek şekillendireceği bir yıl olabilir.” (Bkz. Tolga Tanış'ın yazısı.) Buna karşılık, özellikle Rusya ile bozulan ilişkiler sonrasında, Türkiye'nin genel olarak Batılı müttefiklerine ve özellikle ABD'ye olan ihtiyacının düne nazaran bugün daha büyük olduğu muhakkak.

Ankara'nın gerek iç, gerekse dış politikasını istikrar ve ülke bütünlüğünü güven altına alacak şekilde, köklü olarak gözden geçirmesi ihtiyacı geldi kapıya dayandı. Ancak bu ihtiyaç nasıl karşılanacak, bilemiyoruz.

Ali Aydın - MHK'nın üzerinde başka eller var

$
0
0

Galatasaray-Trabzon maçı, Türk futbolu ve hakemliği adına bir dönüm noktası olacak nitelikte. Genç hakemlerden Deniz Ateş Bitnel'in 4 kırmızı kart çıkardığı, Trabzonspor'lu oyuncu Salih Dursun'un da Bitnel'e aynı şekilde kırmızı kart ile tepki vermesi uzun yıllar unutulmayacak. Bizim asıl konumuz hakemler. Bu noktaya nasıl gelindi birlikte mercek tutalım.

Şimdi bir empati yapalım. Merkez Hakem Kurulu'nda bu işi bilenler olsaydı, Galatasaray-Trabzonspor maçına kimi atardı? Bu soruya şu cevaplar gelebilir: Cüneyt Çakır, Bülent Yıldırım, Deniz Ateş Bitnel, Mete Kalkavan ve Fırat Aydınus.

Ocak ayında FIFA kokardını takan Bitnel'in aday hakemin dahi yapmayacağı böylesine büyük hataları yapacağını kimse tahmin edemezdi. Biraz sağduyulu olunduğunda adrenalin düştükçe ilk günden ortaya çıkan genel kanıdaki tek ortak nokta Trabzonspor'un hakkının yendiğidir. Bilerek ya da bilmeyerek bu hataları hepimiz yaptık. Umarız bundan sonraki olabilecek hatalar bu kadar ağır hasarlara yol açmaz.

Dün gelen birçok telefonda bana Trabzonspor'un hakem Çağatay Şahan'a yaptığı eylemi hatırlatıldı. Trabzon-Gaziantepspor maçı sonrası bu hakem uzun süre soyunma odasında tutulmuştu. Ve telefondaki arkadaşlar bu maçın o maçla ilişkilendirilip ilişkilendirilmediğinin cevabını aradılar. Bizim düşüncemiz her zamanki gibi net ve açık. Nasıl ki Trabzonspor'un o zamanki yönetiminin yaptığı tasvip edilemezse Trabzonspor kulübüne bu kadar fazla hakem hatası yapılması da kabul edilemez. Şimdi neden bu noktaya geldik, tespitlerimizle ve sonuçları ile ifade edelim.

TESPİTLER

1- Türkiye Futbol Federasyonu'nun bir başkanı ve yönetim kurulu üyeleri var. Federasyon bünyesinde de oluşturulan kurullarda bir başkan ve üyeleri var. Merkez Hakem Kurulu başkanının olduğu yerde farklı bir uygulamaya gidildi. FIFA hakemlerine zaten eğitimi UEFA Türkiye Hakem Sorumlusu Uleinberg veriyor. En üst düzeyde bu eğitimler verilirken dışarıdan birilerine FIFA hakemlerini eğitmek adına görev vermek nedir? Herkesin sorguladığı bir uygulamadır.

2- Ligin ikinci yarısı başladığından bu yana büyük takımlar lehine verilen kararlar ya da verilemeyenler, hakemlerin kafasının karışık olduğunu çok net şekilde ortaya koydu. Sanki MHK üstündeki bir el ya da eller bu kurulu kontrolüne alamadığından mıdır bilinmez, hakemlerin dengesi bozulmaya başladı.

3- Dikkat edin 3 büyüklerin maçlarında sürekli FIFA hakemleri varken her nedense FIFA hakemi olan Fırat Aydınus bu maçlara yaklaştırılmıyor. Bazı abilerimizin ya da arkadaşlarımızın söyledikleri, yazdıkları gibi özellikle İstanbul bölgesinde hakemler arasında hizipleşme var. Ve bu durum acil çözülmesi gerekiyor.

4- İki tane üst düzey hakemin kendi müritlerini yarattığından bahsediliyor. Ve buna da amcaların, babaların müdahil olduğu vurgulanıyor. Hatta bazı FIFA hakemleri de abileriyle maça gitmek ve para kazanmak için İstanbul'a taşınacağı konuşuluyor. Bu vahim durumlara bir an önce el atılmalı.

TAVSİYELER

1- 17 haftadadır aynı çizgide giden Mete Kalkavan, Alper Ulusoy, Deniz Ateş Bitnel gibi yeni nesil genç, dinamik hakemlerin bu kadar fazla hata yapmasının altında kafa karışıklığından başka bir neden yok. Kuddusi Müftüoğlu ve ekibi doğru işler yapıyor. Hatta bu kadroların haziran ayında daha da indirilerek genç nesil ve tecrübeli hakemlerin harman edilmesi, kadro sayısının düşürülmesi yerinde bir hamle. Mevcut MHK içinde diğer kurullarda olduğu gibi saygı duyulmayan ya da sevilmeyen kurul üyeleri olmasının da bu şartlarda önemi yoktur.

2- Mevcut hakemler, sahada acıdıklarında ya da korktuklarında acınacak hale düşersin prensibini kafalarına yazmalı. Yıldız dediğimiz oyuncuların penaltı beklentisi içinde kendilerini yere atmaları, rakiplerine kart gösterme beklentilerini karşılıksız bırakmalı. Özellikle bu tür davranışta bulunanlara hiçbir forma rengi ayırt etmeksizin cesaretle gereken kartları çıkarmalı.

3- Hakem arkadaşlar bunu biliyordur ama yine de söylemek gerekir. Sahada olan sizsiniz. Cesaretli şekilde A takımı, B takımı ayırımı yapmadan her maçta aynı düdüğü çalarsanız her şeyden önce kendinize olan saygınızı kaybetmezsiniz.

4- MHK'da olsun ya da olmasın öyle ya da böyle gözlemci ya da ilinizdeki ağırlıklı isimler olsun ya da olmasın kimsenin size ayar vermesine kanmayın. O isimlerden birçoğu kendi işlerinde ya da kendisine bu konularda yardım edebilecek kişilere hiç bilemezsiniz, önce sizi eleştirirler.

5- İstem dışı yapılan, o anda sadece verilmesi gereken bir kararı yüzde 50 şansla art niyetsiz, eyyamsız, kişilik zafiyetine uğramaksızın verilen kararlardan bahsediyorum. Her zaman hoş görüldü yine görülecek. Ama siz siz olun sahada kendiniz olun.

Mehmet Kamış - Terörle yola getirme

$
0
0

Bu millet, bir kere daha terörle adam edilme sürecinden geçiyor. Çok değil daha 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra sonuçları beğenmeyenler, seçim biter bitmez başlayan terörü işaret ediyor ve yüksek sesle bağırıyordu: ‘Ya istikrar ya kaos'... Bu tehdit karşısında milletin yapacak bir şeyi yoktu, gidip istikrar diye görünene oy verdiler.

Tıpkı 12 Eylül 1980 öncesinde her gün evlat kaybetmekten yorgun düşmüş olanların Kenan Evren'i alkışlaması ve 1982 Anayasası'na büyük oranda destek vermesi gibi. Failini bir türlü bilemedikleri cinayetlere kurban giden evlatların, aydınların ve kanaat önderlerinin kanı, 12 Eylül darbesiyle ülkenin bambaşka bir evreye girmesine ‘evet' dedirtmişti.

Muktedirlere ne zaman iktidar ihtiyacı hasıl olsa kimliği belirsiz terör, gemi azıya alırdı. 1990'lı yıllar, Özal'ın bu ülkeye kazandırdığı özgürlük, demokrasi, dünyaya açılma, kalkınma, insan merkezli yönetim gibi anlayışların terör yoluyla ortadan kaldırılmasıyla geçti. Terör, Özal'la birlikte elde ettiğimiz bireysel özgürlükleri bizden alıp tekrar devlete verdi.

2000'li yıllarda AK Parti ile başlayan demokrasi ve hukuk arayışlarını engellemek için gidip PKK'ya dediler ki, ‘devletin sizi ciddiye almasını istiyorsanız eylem yapmalısınız.' Hatırlayacaksınız bu tavsiye üzerine PKK, askıya aldığı terör eylemlerini yeniden uygulamaya koydu ve muktedirler bu yolla siyaseti yıllarca dizayn etmeyi sürdürdü.

Bu ülkenin vatanperver evlatlarının canlarını riske ederek başarmak üzere oldukları ‘özgürce yaşanabilir bir ülke' hayali, 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra bir kişinin kişisel iktidar hırslarına kurban edilirken kullanılan en önemli argüman yine ‘terör'dü. Oysa 12 Haziran seçimleri öncesi ne kadar da büyük umutlar içine girilmişti. Bu seçimde alınacak bir yetki ile insan odaklı yeni bir anayasa yapılacak ve artık hiç kimse, hiçbir inanç grubu, hiçbir etnik köken horlanmayacak, ötekileştirilmeyecek, herkesin kendini bu ülkenin birinci vatandaşı gibi hissetmesi sağlanacaktı.

Ancak AK Parti, 12 Haziran'da milletin kendisine verdiği yetkiyi götürüp bir kişinin kişisel hesabı için kullandı. Adalet ve hukuk dağıtacak yeni bir devlet için kolları sıvayacaklarına, hukuksuzca kişisel mal edinme yoluna gittiler. Oluşturulan her gri alan, bunlara yeni hukuksuzluklar ve denetlenemeyen zenginlikler sağlamaya başladı. Dişi kuzunun kanına bulaşmış ve onun dayanılmaz tadına varmış kurtlar gibi milletin verdiği yetkiyi ve fırsatı kendi kişisel zenginleşmeleri için heba ettiler. Kısa bir süre içinde hukuk ve demokrasi arayan AK Parti gitti, yerine hesapsız, denetimsiz iktidar için her şeyi yapabilen bir parti geldi. Yöneticileri de boğazlarına kadar suça bulaştıkları için ne pahasına olursa olsun iktidarlarını devam ettirmeye uğraşıyor.

Millet ne zaman verdiği yetkiden nedamet edecek olsa miting meydanlarından o ses yükseliyor. Emir altındaki gazeteler, köşe yazıları hep aynı şeyi söylüyor: ‘Ya istikrar ya kaos, seçin'... 1 Kasım'da ‘tamam tamam alın yetkiyi' dedi millet ama artık bu da yetmiyor. ‘Ya başkanlık ya kaos, seçin' tehditleri gelmeye başladı.

Sürekli evlat kaybeden, canından olan, her gün onlarca ciğer paresini toprağa veren bu millet, terörü önlemeyen, katilleri bulmayanlar karşısında mutlak çaresiz olduğu sürece her istenileni yapacak. Başka bir çözüm var mı dersiniz?

Mustafa Ünal - Skandal skandal üstüne...

$
0
0

Devlet lafı eğip bükmeden Ankara bombacısı ‘Salih Neccar' dedi. En üst düzeyden duyurdu. ‘Suriye doğumlu, PYD-YPG ile bağlantılı bir terörist' dedi. Belki ilk defa bu kadar erken açıklandı. Daha cenazeler kaldırılmamıştı. Olay mahallinde delil arayışı sürüyordu. Cumhurbaşkanı, Başbakan konuştu. Başsavcı ‘Olayı çözdük' dedi. Devlet bütün kurumlarıyla dile geldi.

Ben de ‘Katil belli' diye yazdım. ‘Az çok' diye de ekledim. Biraz ihtiyat payı bıraktım. ‘Sorumlusu kim?' sorusuna yoğunlaştım. Sonradan sahneye çıkan TAK'a inanmadım. Devletin açıklamasına itibar ettim. ‘Bilgi kesin, belge sağlam olmasa devlet böyle konuşmazdı' diye düşündüm. Bütün senaryolar ‘katilin kimliği' üzerinden yazıldı. Çeşit çeşit komplo teorileri üretildi. Suriye operasyonunun ‘gerekçesi' olacağı üzerinde neredeyse görüş birliğine varıldı. Gökhan Bacık Hoca'nın ‘Kanlı davetiye' tespiti yerindeydi.

Ankara'da Suriye'ye savaş için bahane arayan siyasi damarın mevcudiyeti sır değil, herkesin malumu. Ankara patlaması ağırlıklı olarak Suriye perspektifiyle yorumlandı. Çünkü katilin ayak izleri Suriye'ye çıkıyordu. Adres de son dönemde Türkiye'nin bütün öfkesini üzerine çeken PYD-YPG'ydi.

Meğer bombacı ‘Salih Neccar' değilmiş. O isimle Türkiye'ye giriş yapmış olabilirmiş. Suriye'li de değilmiş. Orada doğmamış. Neccar ailesinin bir ferdi değilmiş. Türkiye topraklarında Van'da doğmuş. Adı Abdülbaki Sömer. Babasından test için numune alındı ve DNA testiyle teyit edildi.

Peki şimdi, Batı başkentlerinin özellikle VVashington'un duyması için yüksek sesle yapılan o açıklamalar ne olacak? Bu bir skandal değil mi? Devletin sözü bu kadar kısa sürede boşluğa düşer mi? Acele neydi? Niye bir iki gün beklenmedi? Cevap yok. Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş “İsmin başka olması meselenin gerçeğini değiştirmez.” dedi. Nasıl değiştirmez? Sadece isim değil, doğum yeri de farklı.

Bütün tez Suriye kökenli ve PYG bağlantısı üzerine inşa edilmedi mi? O senaryolar çöktü. Hadi içerisi neyse ama uluslararası camiada Türkiye'nin düştüğü durumu bir düşünün. Devleti bu hale getirmeye kimsenin hakkı yok. Yazık değil mi? Hata, kusur da düzeltilemedi. ‘Pardon, yanılmışız, aceleye geldi' demek çok mu zor?. ‘İsmin başka olması fark etmez' demek ne demek? Ya da hiçbir şey olmamış gibi davranmak da mümkün değil. Devletim adına çok üzüldüm.

Ortalık hamaset, slogan ve mangalda külleri savuran büyük laflardan geçilmiyor ama gerçekler farklı ve acıtıcı.

Skandal bununla kalsa iyi. Terörist bombacı için Van'da ‘taziye çadırı' kuruldu. Diyanet'in camisinde taziye programı düzenlendi. Cami duvarlarına teröristin fotoğrafları asıldı. HDP Milletvekili Tuğba Hezer taziyeye katıldı. Düşünebiliyor musunuz teröristin taziyesinde bir milletvekili. Hangi ülke buna tahammül edebilir? Camide taziye programı. Bu utanç tablosu bırakın şehit yakınlarını bütün ülkeyi yaraladı.

Meydan bu kadar boş mu? Sokaktaki vatandaşın ‘Nerede devlet?' diye sorma hakkı yok mu? Devlet hepten de kaybolmadı. Sonradan çıktı ortaya. Muhtemelen haberlerin etkisi de oldu. Dün akşam üzeri taziye çadırına operasyon yaptı. Ve içeride bulunanları gözaltına aldı. Bombacının ağabeyi de aralarında. Tabii iş işten geçtikten sonra. O fotoğraf verildikten sonra.

Suriye'ye derken operasyon Van'da taziye çadırına yapılabildi. O da haberlerden sonra.

Skandal skandal üstüne... Bombacının kimliği ve bağlantıları, taziye çadırı, camide program, HDP milletvekilinin taziye ziyareti... Bir ülke bu kadar skandalı nasıl kaldıracak? Yazık değil mi bu ülkeye? Bu ülkenin vatandaşlarına? Bu tablonun sorumlusu kim?

Bombacının trafiğine ilişkin çıkan her yeni bilgi güvenlik zafiyetini büyütüyor. Devletin ağına yakalanmadan Ankara'nın kalbinde aracı nasıl patlatabildiği hâlâ ciddi soru işareti. Başbakan teröre karşı ‘Ankara önlemleri'ni açıkladı. Peki gardaki ilk patlamadan sonra niye düşünülmedi. Cumhuriyet tarihinin en büyük saldırısıydı. En somut önlem polisin üniformayla görünür olması. Çözüm mü? Göreceğiz.

Bu tablo karşısında endişelenmemek mümkün mü?

Lale Kemal - Topyekûn dibe vuruyor

$
0
0

Kibir ve güç zehirlenmesi iktidarı yozlaştırır, gerçekleri göremez hale getirir.

Aşırı güvenlikçi politikalar istikrarı altüst eder, toplum alabildiğine sindirilmeye çalışılır. Devlet vatandaşını iç tehdit unsuru olarak görüyor ve bu amaçla silahlanıyorsa bu noktada ciddi bir sorun var demektir. Nitekim, Parlamento denetiminden kaçırılsa da askeri harcamalar ve silah alımlarında tırmanma eğilimi devam ediyor. Son yayımlanan bir rapor, savunma sanayiinin gelişmiş teknolojilerin üretimi yoluyla ülke sanayiine katma değer yaratmaktan halen uzak olduğunu gösterirken güvenlikçi politikalara paralel hazır silah alımlarının arttığına işaret ediyor. Kısa adı SIPRI olan Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü'nün son uluslararası silah ticareti raporunda Türkiye, küresel silah ithalatı sıralamasında altıncı sırada yer alırken ihracatta 16'ncı sırada yer alabilmiş.

PKK ile çatışmaların yeniden tırmanması ve Suriye sınırındaki güvenlik tehditlerinin artarak devam etmesiyle birlikte silah alımlarına hız verildiğini, askeri ve güvenlik harcamalarının geçen yıla göre yüzde 20'lik artış gösterdiğini biliyoruz. Bu artışa bir de savunmaya ayrılan ama parlamentonun denetimi dışında kalan harcamaları da kabaca eklediğinizde bu oranın yüzde 30'lar ve üzerini bulacağından emin olabilirsiniz.

Toplumun iç tehdit unsuru olarak algılanarak cadı avının hız kesmeden devam ediyor olması yüzünden ülkenin neredeyse tüm enerjisi ve kaynakları da, istikrarsızlığı körüklemeye harcanıyor.

Sosyal paylaşım sitesi Twitter'ın son şeffaflık raporunda, kötü gidişatta ilkleri yine kimseye kaptırmamışız. Twitter sansürlerinde ve tweet çıkartmada Türkiye son 18 ayda açık ara dünya lideri olmuş.

Anlayacağınız hak ihlallerinde tüm kategorilerde birinciliğe koştuğumuzdan doğal olarak güvenlik-özgürlük dengesinde birincisinden yana tercih koyuyoruz.

Bu kez Ankara'da askeri hedef alan ve geçen haziran ayından bu yana gerçekleşen canlı bomba saldırılarının hiçbirinin önlenememiş olmasından da görüyoruz ki istihbarat ve güvenlik zafiyeti de had safhada. Teröristler, artık Ankara'ya, “Eylemlerimi Türkiye'nin her yerinde yapabilirim” mesajını çok açık verebiliyor.

Gerek üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, aday ülke olduğumuz AB ile bireysel olarak Batılı devletler gerekse ülkelerin eğilimlerini ölçen tüm uluslararası araştırmalar, Türkiye'nin temel insan hakları, yargı bağımsızlığı, akademik özgürlük, şeffaflık gibi temel demokratik kriterlerde çok ciddi irtifa kaybettiğini gösteriyor. Zaten uygulamada yaşanan ağır hak ihlalleri bu araştırmaları doğruluyor.

Batılı ülkeler, düzenli biçimde ülkelere ve bölgelere dair kamuoyu ile paylaşmadıkları bir dizi araştırmalar da yapar. Bu araştırmalardan bir yenisine göre, kısaca İngilizce dilinde SSP diye kısaltılan güvenlik, istikrar ve refah (GİR) alanlarında Türkiye, çalkantılar içindeki Ortadoğu dahil bölgedeki 15 ülke arasında en kötüye giden ülkeler arasında yerini almış.

Nereden nereye… Daha birkaç yıl öncesine kadar Müslüman dünyaya demokratik hukuk devletini geliştirme açısından parlayan bir yıldız, örnek ülke gösterilen Türkiye, GİR kategorilerinde dibe vurmuş. Hem de mukayese edildiği ülkelere bir dönem örnek gösterilmişken.

Yapılan söz konusu araştırma, ülkelerin GİR düzeylerinin ölçülmesinde, ifade özgürlüğü, akademik özgürlük, yönetimde şeffaflık, hesap verilebilirlik, yargı bağımsızlığı ve yolsuzluk gibi 20 kriteri baz alıyor. Türkiye, birkaç yıl öncesinde bu kriterlerde çok olumluyken bugün çok olumsuza geçmiş durumda. Örneğin, Lübnan'da bazı kriterler açısından GİR alanlarında gelişme kaydedilmiş Türkiye gerilerken.

Hükümet Türkiye'deki kötü gidişatı görmek istemese de ülke elden gidiyor.


A. Turan Alkan - Bir dede masalı

$
0
0

15 sene önceydi. Karışık ve zor günlerdi yavrum. O zamanki kavrayışıma göre ben muhalifler safındaydım; işlerin iyi gitmediğini düşünüyordum.

Dönemin hükümeti 2011'de Arap baharı rüzgârından ilham alarak Suriye'deki rejimin iç işlerine karışmaya karar vermişti ve bu bize yersiz ve tehlikeli bir yaklaşım gibi görünmüştü. Biliyorsun 3 milyondan fazla Suriyeli Türkiye'ye sığındı; çoğu perişan vaziyetteydi. Ben o günlerde hükümeti bu insanlık faciasının tek sorumlusu gibi görüyordum. ABD, başından beri Suriye'de denklemin içindeydi, sonradan İran ve Rusya'da girdi Suriye'ye. 2015'te bizimkiler Rus uçağını düşürünce yüreğimiz ağzımıza geldi fakat hükümet çok kararlıydı ve izlediği politikanın doğru olduğunu, asıl yanlış olanın başta süper güçler olmak üzere BM, ABD, Rusya, AB ve İran olduğunu ileri sürüyordu. Biz de bu hesabın yanlış olduğunu, maazallah bölgede savaş filan çıkarsa Türkiye'nin bu enkazdan çıkamayacağını sanıyorduk.

Ah ne safmışız. Bilemezdik ki; meğer hükümet büyüklerimiz haklıymış!

Nitekim 2016'da mucizevi şeyler oldu. Rusya bir sabah sessiz sedâsız Suriye'deki askeri üslerini söküp geri çekildi. Ardından Ortadoğu'ya bulaşmanın Rusya'ya ve dünya barışına hizmet etmeyeceği şeklinde bir basın toplantısı yaptı Putin. İyi haber alan kaynaklara göre Putin o gece bir rüya görmüş. Rüyâsında hiç tanımadığı, güzel yüzlü bazı insanlar Putin'e bazı ikazlarda bulunmuşlar diye yazdı gazeteler. Her neyse Rusya Suriye'den çekilince İran da, ‘Köroğlu nerdeyse Ayvaz da orada' diyerek zengin kaynaklarını sadece İran halkının refahı için sarf edeceğini açıklayarak iki günde çekildi oralardan; altı ay sonra İran'da Batılı demokrasi türünden bir laik yönetime geçilince artık şaşıracak hâlimiz kalmamıştı. Derken sevgili torunum ABD başkanı yeni bir stratejiye geçildiğini duyurarak Suriye'nin iç işlerini ancak Suriyelilerin çözebileceğini, sadece Suriye'den değil Körfez bölgesinden ve denizaşırı emellerinden de vazgeçtiğini açıkladığında NATO birbirine girdi. Pakt üç haftada dağıldı. Avrupa Birliği zaten etkisiz elemandı. Askerî; harcamalara ayrılan parayı bundan böyle Ortadoğulu mültecilere yönlendireceklerini söylediler ve hâlâ inanamıyorum, bunu yaptılar! Suriye'de serbest seçimler yapıldı ve Esed kaybederken Türkiye'nin desteklediği muhalefet bloku seçimleri kazandı ve ne yaptılar biliyor musun? İki gün içinde Türkiye ile ortak siyasi yapıda birleşmek istediklerini açıkladılar. ABD, Rusya, İran ve Çin, ‘Suriyeli seçmen ne diyorsa odur; biz karışmayız' dediler. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Irak hükümeti ve Barzani yönetimi, ‘Kambersiz düğün olmaz' diyerek Türkiye'nin ağabeyliğinde yeni pakta girdiklerini açıkladılar. Ardından Suudiler ve Körfez ülkeleri, İslâm'ın yüzyıllardan sonra yeniden yükselişe geçtiğini kabul ederek ‘Yeni Osmanlı Federasyonu'na katıldılar. Endonezya, Pakistan, Kuzey Afrika ve sair İslâm toplulukları fevc fevc Türkiye'ye yüzlerini çevirdiler. Müthişti!

Diyeceksin ki, bu arada PKK, PYD filan ne yaptılar? Ne yapacaklar; ‘bizim derdimiz adaletsizlikle mücadele idi; hamdolsun Osmanlı federasyonu sancağı altında mutluyuz ve bütün demokratik taleplerimiz karşılanmıştır' diyerek silahlarını hükümete teslim ettiler ve Sulh Ceza hâkimliklerine başvurarak geçmiş seyyiatlarından dolayı kendilerini ihbâr ettiler. Haliyle İslâm hilâfeti ilan edilip payitaht İstanbul'a nakledildi. O'ssaat milli gelir, 45 bin dolara çıktı, işsizlik yüzde 1'lere filan düştü. Halife hazretlerinin adını zaten biliyorsun.

Hâsılı sevgili torunum meğer hükümet haklı imiş; ben yanılmışım; sen ödevine böyle yaz şimdilik. Zaten mimliyiz, senin de başın belaya girmesin. Doğrusunu büyüdüğünde ben anlatırım sana bir aralık...

Reha Çamuroğlu - Madem 'milli birlik' istiyorsunuz

$
0
0

Pazar günü yazdığım konuya devam etmek istiyorum. “Ülke kavruluyor” cümleciği Sayın Cumhurbaşkanı'na ait diyerek özellikle vurgulamıştım.

Bir ülkenin cumhurbaşkanı böyle bir cümle kullanıyorsa kimse kalkıp aksini iddia edemez. Bu demektir ki memlekette gerçekten vahim koşullar var. Elbette bu durumun farkında olmak için Cumhurbaşkanı'nın itirafını beklemeye gerek yoktur. Fakat “en yetkili” ağızdan duyulunca durum değişik bir renk alıyor.

Doğu ve Güneydoğu'da yaşananlar, Suriye ve Irak sınırlarımızda olup bitenler elbette çok, ama çok vahim hadiseler. Ülkenin neredeyse üçte birinde tank, top, uçak gibi savaş araçları kullanılıyor ve sokağa çıkma yasakları, vahim sayıda ölüm ve yaralanma olayları, 90'lı yıllarda söylendiği üzere “düşük yoğunluklu çatışma” hallerini çoktandır aştığımızı gösteriyor.

Fakat durum bulaşıcı olma özelliklerini de açık bir şekilde ortaya koyuyor. Doğu ve Güneydoğu'da uygulanan “kamu düzenini sağlama teknikleri” iktidar bloğunun sıradan teknikleri haline dönüşüyor. Geçen hafta emekli bir hava korgeneral, “öldürülen terörist sayısı 7000'i aştı” gibi bir cümle kurdu. Çok soğukkanlı bir cümleydi bu. Ulusal bir televizyon kanalında “zafer” edasıyla söylendi. Yarın mesela, aynı yahut başka bir generalin ya da bir “sivil generalin” “öldürülen terörist sayısı bir milyonu geçti” cümlesi nasıl algılanır çok merak ediyorum. Altı milyon oy almış bir siyasi partinin seçmenlerine “şerefsiz” denilebiliyorsa bırakın kantarın topuzunun kaçmasını, ortada herhangi bir ölçü kalmamış demektir. “Şerefsizlere” her gün borazan medyanın “katli vaciptir” fetvaları yayınladığı, “bunlar teröristtir” saldırıları yaptığı, herkesin her an “terörist” olabildiği bir ülkede “kanda duş alma” fantezilerinden söz edenler, sadece daha “açık sözlüdür”.

Öyleyse ne yapılmalı? Ülke içinde bulunduğu bu durumdan nasıl çıkabilir? Bu çıkışın hâlâ demokratik bir yolu var mıdır?

Geçtiğimiz cumartesi köşe komşum değerli gazeteci Mehmet Çetingüleç, yazısında MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş'ten bazı tespit ve öneriler aktardı. Kolay kolay göz ardı edilemeyecek çok önemli yaklaşımlardı bunlar. İki bakımdan önemliydiler. Birincisi ülkenin durumunun zorluğunu ortaya koymak, ikincisi bence tek “milli birlik” yolu olmak bakımından önemliydiler.

Şöyle diyor Cevat Öneş; “Genişletilmiş demokratik bir koalisyon. Öncelikle AK Parti ve CHP arasında olabilir. Buna MHP ve HDP'nin de destek vermesi, koalisyonun içinde olması Türkiye'nin ihtiyacıdır. Yeni demokratik bir anayasa inşa etmeden PKK'nın silahsızlandırılması meselesinin de gerçekçi olmayacağını görüyorum… Türkiye'nin sorunu; baskın bir seçim, referandum veya bir siyasi iktidarın sadece kendi çerçevesi içinde şekillendireceği bir anayasanın kabulü ya da başkanlık seçimiyle çözülebilecek bir mesele değildir. Türkiye toplumsal konsensüsü sağlayarak, demokrasisine nitelik kazandırarak ve demokrasisini kurumsallaştırıp, inanca, etnik kimliğe ağırlık veren politikaları dışlayarak, insan eksenli laik, demokratik bir düşünce sistemi ve siyaset üretimiyle sorunlarını çözebilir.”

Sayın Cevat Öneş'in cümlelerine aynen katılıyorum ama bu önerileri geç olmadan ciddiye alacak fedakâr siyasetçiler var mıdır bunu merak ediyorum doğrusu. Çokça dile getirilen “milli birlik” nutukları da, çokça söylenen her şey gibi, değerini tümüyle yitirmeden önce, “gerçek” bir milli birliğin nutuklarla değil siyasi pratikle ortaya konulması gerektiğini düşünüyorum. Zaman “şu kadar oy aldık” denilerek şişinecek zaman değildir.

Ahmet Kurucan - Slogan Müslümanlığı ve Diyanet-Sen raporu

$
0
0

1961 doğumluyum. 15-16 yaşımdan itibaren Hizmet Hareketi dairesi içinde yerimi aldığım için ne İslamcılık ideolojisi ne de bu ideolojiye gönül vermiş kişi ve kurumlarla ilişkim oldu.

Tanıdığım, sevdiğim, saygı duyduğum akrabalık-dostluk ilişkisi içinde bulunduğum insanlar vardı bunlar arasında ama beni İslamcılık ideolojisi ile özdeş kılacak, hatta taraftar diye nitelendirecek hiçbir fikrim, davranışım ve üyeliğim olmadı.

Bununla beraber içinde yetiştiğim zamanın ve mekanın çocuğuyum. Çevrem ile olan diyalektik ilişkim elbette o cephede neler olup bittiğini görmeye ve anlamaya yetecek ölçüde idi. Bu açıdan şunu rahatlıkla bir hüküm cümlesi olarak söyleyebilirim; benim gençliğim İslam adına söylenen sloganları dinlemekle geçti. Benim yaşımda olanların hatırlamaları, o günleri kitap sayfaları arasından öğrenen gençlere de öğrenmeleri için bazılarını tekrar edeyim: “İslam gelecek vahşet bitecek”, “Allah gayemiz, Kur'an anayasamız, Resulüllah rehberimizdir, cihat yolumuz, şehit olmak arzumuz”, “Kanımız dökülse de zafer İslam'ın”,“Yaşasın İslam kahrolsun düşman”, “Laik devlet yıkılacak elbet”, “Adil Düzen”, “Önce ahlak ve maneviyat.”

SLOGANLARIN ARDINDAKİ ZİHİN YAPISI

Slogan, reklamcıların kullandığı bir kavram aslında. Mallarını daha iyi satabilmeleri için ürünü tüm özellikleri ile yansıtan ya da tüketicinin ilk etapta dikkatini çekmek ve satılan mal hakkında detaylı bilgi almasını sağlamayı hedefleyen bir araç. Böyle olunca din gibi Allah'a, Peygambere, ahirete iman başta olmak üzere mana boyutu önde olan bir manzumenin reklamcılık mantığıyla sloganlara indirgenmesi baştan yanlıştır.

Sloganların ardındaki zihin yapısı ayrı bir mesele. Sloganlarda göreceğiniz üzere, o zihin yapısı İslam'ı zamanın ve mekanın hangi dilimi ve yerinde olursa olsun cerrahın neşteri misali bütün sorunlara neşter vurup kalıcı olarak çözen, böylece insanı, aileyi, toplumu, devleti ve tüm insanlığı huzur içinde yaşatan sihirli bir paket. “İslam gelecek vahşet bitecek” sözünü başka türlü anlamak mümkün mü? Kaldı ki onların iddialarına göre IŞİD ile İslam geldi işte, hem de Bağdadî; halifeliğini de ilan etti ama vahşet bitmediği gibi artarak devam etti, ediyor ve edecek gibi gözüküyor. “Kur'an anayasamız” sloganına ne demeli? Bu sloganın ardındaki mantalite yukarıdaki verdiğim misalde olduğu üzere cerrah neşterine benzemiyor mu? Her neyse…

Yalnız bizim İslamcıların hakkını yemeyelim, bu sloganlar büyük bir kısmı itibarıyla devşirme. Yanlış okumadınız; tek kelime ile devşirme. Batı sömürgesinin bütün gücüyle İslam dünyasına çullandığı bir dönemde istiklaliyet savaşı veren İslamcı zihniyetin ürünü o sloganlar. Bunların üretildiği zemin katiyen Türkiye değil. Ama bizimkilerin Türkiye ve Mısır, Türkiye ve Pakistan vb. ekonomik, siyasi, kültürel, coğrafi, devletler arası ilişkiler gibi mutlak manada nazara alınması gereken arka plan şartlarını hiç umursamadan aynı sloganları ülkemize taşıdığı da bir gerçek. Sadece sloganlar olsa neyse. Bunları fikri bağlamda destekleyecek tercüme faaliyetlerini de hesaba katmalı. Başa döneyim; işte bizim gençliğimiz başka zeminlerde üretilmiş bu sloganlar eşliğinde ismini vermediğim kitapların okunduğu bir zemini müşahedeyle geçti.

DİYANET-SEN RAPORU'NUN DÜŞÜNDÜRÜCÜ SONUÇLARI

Bu girişi Türk Diyanet Vakıf-Sendikası'nın müftülüklerde yaşanan hukuksuzlukları tespit ettiği rapor münasebetiyle yaptım. Rapora göre müftülüklerdeki görevlendirmelerde sendikal ve siyasi referanslar daha çok dikkate alınıyormuş, bazı din görevlilerinin bir partinin temsilcisi gibi davranıyormuş, farklı düşüncedekiler ise düşmanca tavır alınıyormuş ve “camide siyaset olmaz” diyen din görevlileri ise ‘paralelcilikle' suçlanıyormuş. En önemlisi Diyanet Teşkilatına güven yüzde 43 oranına düşmüş. Raporun tamamını görmedim. Haber sitelerinden okuduğum kadarıyla raporun özeti işte bu beş maddeden ibaret.

Diyanet İşleri başkanlığında vaiz ve müftü vekili olarak yıllarca çalışmış, hem teşkilatı hem de teşkilatta görev yapan insanların zihin yapısını, bakış açısını, hayat tarzını kısmen bilen birisi olarak bana göre bu raporda karşımıza çıkan sonuçlar, adı üzerinde sebep değil sonuçtur. Kökeni bugünkü İslamcılık iddiasında bulunan devletlulara nispetle çok daha samimi hislerin hakim olduğu döneme dayanan ve manasından, ruhundan, özünden uzaklaşa uzaklaşa bugüne kadar gelen, 13 yıllık AKP iktidarı ile yozlaşmada ve savrulmada zirveyi yaşayan İslamcılık ideolojisinin ürettiği bir sonuç.

“Din ü devlet”, “din ü siyaset”, “devlet-i ebed müddet” zihniyetinin ürettiği ve devleti kutsama ile son bulan kabul ve bunun tabii sonucu olarak devlete muhalefetin ihanetle özdeş kılınması bu sonuca bizleri ulaştıran sebepler arasında zikredilebilir. Baksanıza reyting rekorları kıran “Diriliş Ertuğrul, Kurtlar Vadisi Pusu” gibi dizilerde aynı zihniyet her hafta endokrinize ediliyor. “Töreye karşı çıkan hain, otağın bey'ine karşı çıkan hain, lidere karşı çıkan hain” bir hain edebiyatı almış başını gidiyor. Buraya bir de siyasi iktidarın bir kurum olarak Diyanet'in toplumda oynamış olduğu rolden hareketle maddi bağlamda yapmış olduğu kayırmacılığı da eklemek gerek.

Raporda yer alan bilgilere sonuç dedim ama her sonuç aslında bir başka hadisenin veya hadiseler zincirinin sebebidir. Dolayısıyla Diyanet Sen'in yayınladığı rapora bir de bu gözle bakmak lazım. Yakın bir gelecekte Diyanet'e güven oranı yüzde 43'ün altına düşerse; Diyanet Teşkilatı içinde 3 yıldan beri zaten belli ölçüde var olan “cadı avı” çok daha acımasız bir şekilde hayat bulursa; din görevlileri önceki seçimlerde numunesini gördüğümüz üzere Peygamber makamı olarak bilinen mihraplarda-minberlerde siyasetin kutuplaştırıcı zehirli dilini kullanarak bir siyasi partinin propagandasını yaparsa ya da bir siyasiye vaaz ve hutbe verdirirse yani camiyi siyasi miting meydanı olarak kullanır veya kullandırırsa sakın ola ki şaşırmayın. “Niye şaşıralım ki, Kâbe'yi bile bu amaçla kullandıklarını zaten gördük” diyenleriniz olabilir. Tek kelime ile haklısınız.

Hasılı; özün, ruhun, mananın değil şeklin hakim olduğu slogan Müslümanlığı ile bu kadar ve buraya kadar. Ne Türkiye'de, ne Mısır'da, ne Pakistan'da, ne Malezya'da, ne Amerika'da ne de Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde bu zihniyetle daha ötesine yol alınamaz.

Joost Lagendijk - İran için yeni bir dönüm noktası mı?

$
0
0

Bu cuma İranlılar yeni parlamentoyu ve Ruhani lideri belirlemekle görevli etkili bir kurum olan Uzmanlar Meclisi'ni seçecek.

Bu seçimin sonuçları, sadece İran halkı için değil, İran'ın kilit bir role sahip olduğu bölge için de çok önemli. Fakat taşıdığı anlam bununla da sınırlı değil. İran'ın yıllardır devam eden tecrit ve yaptırımlardan kurtulmasına yardımcı olan kritik nükleer anlaşmanın ardından bu ülkenin nasıl bir gelişim seyri izleyeceğini merakla bekleyen dünya için de önem arz ediyor. Sonuçların Türkiye için de muazzam bir önemi var: İran, Türkiye'nin komşusu ve (potansiyel olarak) hayati bir ticaret ortağı; bunun yanı sıra Ortadoğu'yu ikiye bölen Sünni-Şii kamplaşmasının Şii cephesindeki öncü güç. Türkiye'nin bu mezhep ayrışmasının Suudi tarafına kaymakta olduğu bir dönemde, Tahran'da iktidarın kimin elinde olacağı ve hangi politikaların galebe çalacağı çok büyük fark oluşturuyor.

İran'da seçim kampanyası yürütmek pek kolay değil, zira ülkede yönetim sistemi halk egemenliği ile dini otoritenin bir karışımı. Uluslararası Kriz Grubu'nun (ICG) geçenlerde yayınladığı bir rapor, bu birbirinin üzerine binen cumhuriyetçi ve teolojik veçhelerin nükleer müzakereler sırasında nasıl işlediğini ve yaklaşan seçimler açısından nasıl bir rol oynadığını gayet iyi açıklıyor.

Sistemin cumhuriyetçi çekirdeğini halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı (halihazırda Hasan Ruhani) ve bu hafta seçilecek tek kanatlı parlamento oluşturuyor. Bu ikisi, bir dizi teokratik kurum, en başta da Ruhani liderin (halihazırda Ayetullah Ali Hamaney) makamı tarafından denetleniyor. Bu denetimin amacı esasen sistemin teokratik niteliğini korumak.

ICG raporu, bu nevi şahsına münhasır İran sisteminde iktidar için rekabet eden farklı siyasi grupları anlamak açısından, geleneksel ikili karşıtlıkların (sağ-sol veya reformcu-muhafazakar) niye sorunlu olduğunu anlatıyor. Raporda İran'ın siyasi fraksiyonları dört gruba ayrılıyor: 1. Pragmatik Teokratlar: Anayasası Koruma Konseyi gibi seçilmemiş kurumlara hakim olan, İslam Cumhuriyeti'nin muhafazakarları. Parlamento ve diğer seçilmiş kurumlara kimin aday olabileceğine bu grup karar veriyor. 2. Radikal Teokratlar: Mevcut parlamentoda ve Uzmanlar Meclisi'nde güçlü bir konuma sahip olan, eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad (2005-2013) gibi isimlerin dahil olduğu grup. 3. Pragmatik Cumhuriyetçiler: Eski Cumhurbaşkanı Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve mevcut cumhurbaşkanı Ruhani gibi isimlerde tezahürünü bulan, nükleer anlaşmanın arkasındaki başlıca itici güç olan grup. 4. Radikal Cumhuriyetçiler: Eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi (1997-2005) döneminde güçlü olan, o zamandan beri etkisini kaybeden ve eski günlerine dönmeye çalışan grup. İranlıların çoğunluğu oydan kaynaklı gücünü kullanmaya kararlı ve radikal teokratların hakimiyetini geriletip yeni parlamentoda bilhassa pragmatik cumhuriyetçilere daha fazla güç vermeye niyetli görünüyor.

Yıllardır ilk kez yeni Uzmanlar Meclisi'ni belirleyecek olan seçim büyük ilgi topluyor. Bunun Hamaney'in yaşıyla (76) ve kötüleşen sağlığıyla doğrudan alakası var. Meclis sekiz yıllık bir dönem için seçiliyor ve muhtemelen Hamaney'in halefini, böylelikle de önümüzdeki yıllar zarfında ülkenin rotasını belirleyecek. Meclis adayları arasında Ruhani ve Rafsancani de var. İslam Cumhuriyeti'nin kurucusu Ayetullah Humeyni'nin torunu ve karizmatik bir reformcu olan, muhtemelen de bu yüzden Koruma Konseyi tarafından veto edilen Hasan Humeyni ise aday değil.

Bu haftaki seçimler ne parlamentoda ne de Uzmanlar Meclisi'nde devrimci bir değişim yaratacak. Ancak sonuçlar pragmatik cumhuriyetçilerin ne kadar güçlü olduğunu ve her veçheden teokratları, İran'ın müstakbel politikalarını şekillendirmek konusunda zayıflatmanın mümkün olup olmayacağını gösterecek.

ICG raporunda da ifade edildiği gibi: “Yaklaşan seçimlerin yeni Ruhani lideri belirleme ihtimali ve nükleer anlaşma sayesinde pragmatik cumhuriyetçilerin çok önemli bir zafer kazandığı göz önüne alındığında, İslam Cumhuriyeti yeni bir dönüm noktasına doğru ilerleyebilir. Bu ilerleyiş, bazıları için umut, bazıları içinse korku anlamına geliyor.”

Nurullah Öztürk - Vizyon olmadan menzile varılamaz

$
0
0

Vizyon, günümüzün en moda kavramlarından biri. Dini kökenli bir sözcük ama hayatın bütün alanlarında herkesin dilinde.

Geniş anlamda kişi, kurum, toplum ve ülkelerin ‘kızıl elma'sı olarak ifade edilen vizyon, dünya ticaretine yön veren global firmaların kitabının önsözü ve özeti gibi. Ciroları yüz milyar dolarları bulan bu firmaların ‘vizyon ve misyon'larına baktığımızda bugünkü durumlarını anlamamız kolaylaşır. Çeşitli sektörlerde faaliyette bulunan dünya devlerinden bazılarının vizyonlarına göz atalım:

IKEA

Dünyanın en başarılı mobilya ve ev eşyaları firmalarından biri olan İkea vizyonunu, ‘İnsanlar için günlük hayatı daha kolay hale getirmeliyiz. Fiyatlar ve ürün yelpazesi üzerinde yoğunlaşmalıyız. Rekabet gücümüzü sürekli yükseltmek zorundayız.' biçiminde özetliyor. İkea ‘değer' anlayışını da “Farklı kültürlere değer veriyoruz ve değişik ülkelerde farklı çalışma şekilleri olduğunu biliyoruz. Tüm çalışanlara iyi ve adil davranmalı. Çocuk çalıştırılmasına karşıyız ve ekolojik dengeye karşı sorumluluklarımızın farkındayız.” ifadeleriyle dile getiriyor.

SONY

1950'li yıllarda Japon mallarının algısı şimdiki Çin malları gibi olduğu için Japon elektronik devi Sony bu imajı kırmayı kendine vazife edinmiştir. Sony vizyonu, teknolojiyi ilerletmenin ve toplum yararına kullanmanın tadına varmak, Japon ürünlerinin dünya genelindeki kalitesizlik imajını değiştirmek (1950'lerin başında).

METRO

Alman perakende zinciri Metro'nun stratejisi, portföy optimizasyonu, konsept optimizasyonu ve uluslararası bir marka olarak kârlı büyümek. Portföy optimizasyonu; temel ticari alanlar, kârı düşük alanlardan çıkmak. Konsept optimizasyonu; her bir işletme birimi, faaliyet gösterdiği pazarda liderliği amaçlar.

Uluslararası olmak; satışların Almanya dışına olan oranı yüzde 50'ye çıkarmak (bu hedef diğerleri ile birlikte gerçekleşmiştir).

WALL-MART

Wall-Mart dünyanın en büyük perakende zinciridir. 500 milyar dolara yaklaşan cirosu ile G-20 ülkeleri arasında yer alacak bir ülke büyüklüğündedir. Bir milyonun üstünde kişiye iş vermektedir. Bu firmanın vizyonu söylenmesi oldukça kolay ve sıradan bir cümleden ibaret gibi gözükse de, vizyonun içinin doldurulması ve gereğinin yerine getirilmesine güzel bir örnektir. Wall-Mart vizyonu; ‘sıradan insanlara, zenginlerle aynı şeyleri satın alabilme şansını vermek' olarak özetlenmiştir. Wall-Mart'ın 2023 yılına kadarki ciro hedefi tam 1 trilyon dolardır.

Wall-Mart strateji olarak ‘bilinçli gider kontrolü yoluyla her gün düşük fiyat prensibini uygulamış ve müşterilerin alışveriş yapmak için promosyonları beklemek yerine her gün alışveriş etmesini sağlamayı' hedeflemiştir.

Sektörün en etkin ve gelişmiş dağıtım sistemine sahip olmak ve her mağazada, bulunduğu bölge halkının ihtiyaçlarına uygun ürün çeşitliliğini sağlamak gibi temel prensipler kendisini bugün dünyanın bir numaralı şirketi konumuna getirmiştir.

SEARS

Kanadalı Sears'ın vizyonu ‘Kanada'nın en başarılı perakendecisi olmak, koşulsuz müşteri memnuniyetini sağlamak, çalışanlarımıza gelişme ve sonucunda şirkete katkıda bulunma fırsatları sunmak ve ortaklarımıza yüksek kâr payı ödemek' olarak belirtilmiştir.

CARREFOUR

Vizyonu: “Müşteri odaklı kültür oluşturmak, müşterilere kaliteli ürünleri en düşük fiyatlarla sunmak. Müşterilerin yeni beklentilerine duyarlı olmak, doğal çevreye duyarlı olmak. Sunulan ürünlerde, konseptlerin yenilenmesinde, mağazaların tanzim ve teşhirinde ve müşterilere sunulan hizmetlerde yenilikçi olmak. Farklı kültürlerin olduğu ülkelere uyum sağlamak ve çalışanları ortak değerler etrafında bütünleştirmek.”

BÜYÜK ÜLKELERİN VİZYONU DA BÜYÜK

Büyük markaların da, ülkelerin de vizyonları vardır ve birbirlerini tamamlayarak birlikte büyürler.

Türkiye'nin milleti ile paylaşabileceği, bir bütün olarak arkasından gidebileceği bir vizyonu ve vizyoner bir lideri yoktur.

2023 vizyonu olarak açıklanan hedeflerin hiçbirinin gerçekleşme şansı, gerçekliği ve geçerliliği kalmadı. Seçim malzemesiydi, seçim bitti, hepsi çoktan unutuldu.

Türkiye bütün talana ve tarumar edilmişliğine rağmen, ehil ve emin eller tarafından yönetildiği takdirde toparlanma ve yeniden dirilme potansiyeline sahiptir.

Philip Kotler, ulusların refahının dört ana faktörün göz önüne alınarak sağlanabileceğini belirtiyor.

1- Doğal sermaye: Toprakların, suyun, minerallerin, ormanların ve diğer doğal kaynakların değeri.

2- Fiziki sermaye: Makine, inşaat ve kamu varlıklarının değeri.

3- İnsan sermayesi: İnsanların verimlilik düzeyi.

4-Sosyal sermaye: Aile, topluluk ve birlikte bir toplumu oluşturan çeşitli türden tüm organizasyon ve yapılar.

Türkiye son on yılda tarihinde hiç olmadığı kadar hoyratça bir muameleye maruz kalmış, doğal, insani, fiziki ve sosyal sermayesi tarumar edilmiştir.

Türkiye tarihle, dünü ile kucaklaşmayı ve barışmayı başaramadan, bugün yaşayan toplumu ile kavgaya ve savaşa tutuşup yarınları kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Ülke maalesef bir kez daha dibi görmek üzeredir. Kaynakları haksız ve hukuksuzca üzerine geçirenler ile malını, mülkünü ve işini kaybedenlerin birlikte daha büyük kayıplar yaşayacağı bir dönemin kapısı aralanmıştır.

Yeni bir vizyon ve vizyoner bir lidere ihtiyaç her zamankinden çok daha fazladır.

Turhan Bozkurt - Gigabit Toplumu'na hazır mıyız?

$
0
0

Mobil Dünya Kongresi (MWC) İspanya–Barcelona'da devam ederken Vodafone Türkiye CEO'su Gökhan Öğüt, teknoloji yarışında daha da gerilere düşmemek için ne gibi adımlar atılması icap ettiğine dair önemli tespitlerde bulundu.

Hazır sektörden bir ismi bulmuşken Davos toplantılarının ana teması ‘Dördüncü Endüstri Devrimini Yönetmek–Mastering the Fourth Industrial Revolution'u, 1 Nisan'da tanışacağımız 4.5G teknolojisini ve sektörün mevcut tablosunu müzakere ettik.

Türkiye 4G'yi kullanan 140 ülkeden sonra 4.5G'ye yeni adım atıyor. Bu teknolojide de 39 ülke bizden hızlı davrandı. Aheste kaldığımız seneleri telafi etmemiz ve 4.5G'nin başarılı olması için geniş bant erişim imkânı veren fiber kablo ağının en ücra köşeye kadar uzanması şart. 4.5G için aboneler herhangi bir ilave ücret ödemeyecek. Onay için kısa mesaj atmaları ve kartları uyumlu olmayanların SIM kartlarını ücretsiz Vodafone bayilerinden temin etmeleri kâfi. Fiber altyapısı gelişmiş memleketlerin çok gerisinde. Mesela Güney Kore'de 574 bin kilometre fiber uzunluğu ile her hanede fiber kablo ucu var. Portekiz 545 bin kilometre uzunluğunda fiber ile 100 haneden 70'ine geniş bant hizmeti sunuyor. Her iki coğrafyadan 7 kat fazla yüzölçümüne sahip olmamıza rağmen bizdeki fiber uzunluğu sadece 256 bin 828 kilometre. Yüz haneden sadece 21'inde fiber hattı mevcut. Bakır kablolarla saniyede 15 megabit seviyesinde hıza razı oluyoruz.

26 MİLYAR TL KAYNAK LAZIM

Türkiye genelinde şehirlerarasında ve şehir içlerinde yeni fiber döşenmesi, yeni yapılan binaların fiber döşenmiş olarak inşa edilmesi gerekiyor. En azından belediyeler, bina ruhsatı vermeden evvel diğer şartların yanında fiber döşenip döşenmediğine de bakabilir. Bu bile geleceğe dönük büyük bir adım olur. Fiberin her haneye ulaşması için 26 milyar TL'lik yatırıma ihtiyaç var. Bunu tek bir firmanın yapması mali ve teknik açıdan mümkün görünmüyor. Ortak strateji tayininde ise fiber altyapı tekelini elinde bulunduran Türk Telekom (TT) ayak diretiyor. Ne kendisi kablo yatırımlarını tamamladı ne de Vodafone ve Turkcell'in önünü açıyor. TT'nin umursamaz tavrında, Abdulhamid Han devrinden itibaren döşenen bakır kabloları söküp satmasının ve Hazine'nin hakkı olan yüksek meblağları bilançoda nasıl kamufle edeceği suâline cevap aramasının payı olabilir mi? Oralara kadar düşeceklerine ihtimal vermem.

2005'te özelleştirilen Telekom bugüne dek fiber altyapısını reklamlarda söylendiği gibi tamamlasaydı bu tartışmaya hiç girilmezdi. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) da bugün sadece altyapının kullanım esaslarını tespit eder ve hızla mesafe alınırdı. Mevcut siyasi iklimde, yönetim kurulunda Saray'a yakın isimlerin yer aldığı TT üzerinde BTK'nın ağırlığını koymasını beklemek hayal. Vodafone Türkiye CEO'su Gökhan Öğüt'e rekabete açılması gereken sektörde TTNet ve Avea'nın Türk Telekom çatısı altında tek marka olarak birleştirilmesinin rekabet ihlali olup olmadığını sordum. Gökhan Bey, şimdilik marka gibi görünen işlemin tüzel kişilik birleşmesine dönüşmesinden endişeli. Gökhan Bey, mevzuun takipçisi olduklarını ihtiyatlı bir dille aktardı: “Ülkemizin genişbant hedeflerine ulaşmasında hâkim operatöre de önemli bir sorumluluk düşüyor. Hâkim operatörün şirketlerinin marka birleşimi altında bir araya gelmesinin, altyapı sağlayıcı kimliğini ileride kaybetmemesi açısından, ileride tüzel kişilik birleşmesine de varan bir aksiyon olmaması lazım.”

En uygunu kamu-özel sektör ortaklığı

Marka birleşmesi, altyapı sağlayıcısı olan bu şirketin aynı zamanda entegre operatör olması anlamına gelirse Vodafone ve Turkcell haksız rekabete maruz kalır. “Hâkim operatörün de ticari hedefi olan entegre operatör olmak, ancak, tamamıyla bağımsız bir altyapı şirketi kurulması ve ülkemizdeki tüm sabit altyapıların bu şirkete devredilmesi ile olabilir.” tespitinde bulunan Öğüt'e göre mevzuat fiber paylaşımına ve yeni yatırımlara destek olacak şekilde düzenlenmeli. İlaveten, 100'den fazla ülkede deklare edilmiş olan kapsamlı bir Ulusal Genişbant Politikası, Türkiye'de de yazılı hale getirilmeli. Gökhan Bey, tercih edilmesini istedikleri yatırım modelini ise şöyle özetledi: “Bu konuda dünyada kendini kanıtlayan ve Türkiye için de en uygun olan model Kamu-Özel Sektör-Ortaklıklar (Public-Private-Partnership) modelidir.”

İspanya Rekabet Kurumu (CNMC), telekomünikasyon sektöründe bu modeli destekleyen ilham verici bir karara imza attı. CNMC, ülkede 3 fiber altyapı sağlayıcının da hizmet verdiği 34 bölge haricindeki yerlerde yüzde 45 pazar payı ile hâkim operatör konumunda bulunan Telefonica'ya altyapı paylaşımı yapması gerektiğini bildirdi. Söz konusu 34 bölge, İspanya yüzölçümünün yaklaşık olarak dörtte birini oluşturuyor. Sanayi ve Ekonomi bakanlıkları tarafından da incelenecek olan CNMC'nin teklifi, bu iki bakanlıktan onay alarak resmileştiği takdirde nihaî; karar mercii olan Avrupa Komisyonu'na taşınacak.

Vodafone Türkiye CEO'su Gökhan Öğüt, Gigabit Toplumu'nun evlere kadar giden FTTH teknolojisi (fiber erişim) ile oluşacağını söyledi.

ENDÜSTRİ 4.0, DİJİTAL DÖNÜŞÜM İLE MÜMKÜN OLACAK

Dijital Dönüşüm için yeni nesil genişbant teknolojileri barındıran çok iyi bir altyapı gerekiyor. Dijital Dönüşüm ve Endüstri 4.0, saniyede 1 gigabitlere (1.000 megabit) varan hız ile veri indirme ya da yollama imkânı veren fiber altyapıyla mümkün olacak. Vodafone Grup CEO'su Vittorio Colao'nun ‘Gigabit Toplumu' diye nitelediği içtimai değişimi ıskalamamak için herkesin standart hale getirilmiş fiyatlarla eşit şartlarda ulaştığı tek bir fiber altyapısı hızla tesis edilmeli. Böylece hem 4.5G ile bir sonraki teknoloji olan 5G baz istasyonları arasındaki geçiş kolaylaşacak hem de evlere ve müesseselere kadar olan fiber ihtiyacı çözülebilecektir.

Gökhan Öğüt'ün şu sözlerini dikkate almazsak iletişim asrında yaya kalabiliriz: “5 yıl çok kritik. Çünkü özellikle 4.5G, ardından da 5G ile birlikte çok fazla veri kullanımı söz konusu olacak ve bu talebi ancak yaygın bir fiber altyapıyla karşılayabiliriz. Ekonomik gelişme ve rekabet gücünde artış için ulusal çapta Yeni Nesil Şebeke kurulumunu ve fibere erişimi mutlaka gerçekleştirmeliyiz. Vodafone Türkiye olarak, bir memleket meselesi olduğuna inandığımız fiber altyapı konusunda dün olduğu gibi bugün de tüm paydaşlarla birlikte çalışmaya hazırız.”

S7'de ekran daima açık kalacak

Samsung Electronics fuarda Galaxy ürün ailesinin en yeni üyeleri Samsung Galaxy S7 ve Galaxy S7 Edge'in tanıtımını yaptı. Yeni modelde tasarımın sadeleştirilmesinin yanı sıra geliştirilen kamerası, modernize edilen yazılım işlevleri ve bağlantı özellikleri ile dikkat çekti. Galaxy S7'ler suya ve toza karşı dayanıklı olarak tasarlandı. Galaxy S7 ile birlikte gelen önemli bir yenilik de ‘ekran daima açık' özelliği. Bu sayede bildirimleri görmek için ekranı açmaya gerek kalmıyor.

5G için stratejik ortaklıklar kurdu

Geniş akıllı telefon, telefon-tablet, bilgisayar ve IoT cihazı yelpazesi için kablosuz iletişim çözümleri sunan Intel, 5G kablosuz ağlar için gerekli zemin hazırlıkları yapıyor. Şirket, 5G'nin yaygın olarak kullanıma sunulması için gerekli zemini hazırlamak üzere Ericsson, LG Electronics, Nokia, Verizon gibi firmalarla çalışmalar yapacağını duyurdu. Intel Ericsson ile ağ dönüşümü, bulut ve IoT alanlarında ortak denemeler gerçekleştiriyor. Yeni nesil arabalar için LG Electronics ile 5G telematik teknolojileri geliştirecek.

Artırılmış gerçeklik hızla gelişiyor

MWC 2016'da tanıtılan ürünlerden biri de Epson'un, akıllı gözlük ailesinin en yenisi Moverio BT-300'dü. Epson Moverio BT-300, Si-OLED adını taşıyan özel bir mikro ekran projeksiyon sistemi barındırdığı için artırılmış gerçeklik deneyimini bir seviye üste çıkarıyor. Gözlüğün geçmiş modellere kıyasla yüzde 30 daha hafif olması bir ilerleme olarak değerlendirilebilir. Artırılmış gerçeklik gözlüğünün sevkiyatına 2016'nın son çeyreğinde başlanması planlanıyor. Nihai satış fiyatı ise henüz açıklanmadı.

CAT, düşmelere karşı garantili

Amerikan iş makinesi üreticisi CAT (Caterpillar) dünyanın ilk termal kameraya sahip Android işletim sistemli akıllı telefonunu duyurdu. Dayanıklılığı ile ön plana çıkan CAT S60 adlı cihazın, su geçirmez özelliği de dikkat çekiyor. Termal kamera tamamen karanlıkta dahi kullanılabiliyor ve 15 ila 30 metre arasındaki mesafelerdeki ısıyı görüntüleyebiliyor. Firma, 599 dolardan satışa çıkarılacak telefon için 1,8 metreden düşmelere karşı ürüne zarar gelmeyeceğinin garantisini veriyor.

Vestel, Venus 3'ü tanıttı

Vestel, Venus 3'ü ve yeni modellerin prototiplerini ilk kez MWC 2016'da tanıttı. Vestel, MWC'de başta akıllı telefonu Venus olmak üzere tablet, mobil cihazlarla etkileşimli, 4K teknolojisine sahip akıllı televizyonlar, dijital bilgilendirme ekranları, otel TV'ler, akıllı tahta ve akıllı ev sistemleri ile yer alıyor. Etkinliğe 3. kez katılan Vestel, fuardan yeni iş ortaklıkları kurarak ayrılmayı hedefliyor.

Mehmet Çetingüleç - Türkiye'nin içine düştüğü 3 tuzak!

$
0
0

Uluslararası Para Fonu (IMF) 2010 yılında yayınladığı raporda, Türkiye'nin 2015 yılında 1 trilyon 33 milyar dolarlık Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) seviyesine ulaşacağını öngörmüştü.

Yani 5 yıl önce, dünya krizden yeni çıktığı halde Türkiye'nin görünümü bugünkünden çok daha iyiydi. Ancak aradan geçen sürede ekonomi yönetiminde o kadar kötü performans sergilendi ki, 2013 yılında 823 milyar dolar olan GSYH, 2014'te 800 milyar dolara düştü. 2015 yılı rakamları henüz açıklanmadı. Beklenti 800-850 milyar dolar aralığında. Yani IMF öngörüsünün 183 milyar dolar altında.

Orta Vadeli Program'a bakılırsa 1 trilyon dolarlık GSYH seviyesine 2017 sonunda bile ulaşmak mümkün değil. 2016 için 907, 2017 için 971 milyar dolarlık GSYH tahmini var. Tabii her şey hükümetin istediği gibi giderse…

Türkiye ekonomisi güçlü bir şekilde büyüyemediği için vatandaş yoksul kalmaya devam ediyor: 2013 yılında 10 bin 807 dolar olan kişi başına milli gelir 2014 yılında 10 bin 537 dolara geriledi. 2015 rakamları açıklanmadı. Hükümetin ilk hedefi 10 bin 936 dolardı, ama daha sonra aşağı çekildi. Muhtemelen 10 bin doların altına düşecek.

Eğer kişi başına milli gelir seviyesi 9-12 bin dolar aralığını yukarı doğru kıramıyorsa, o ülke “orta gelir tuzağına” düşmüş kabul ediliyor.

Hükümetin hedefi 2017 yılında 12 bin doları aşmak. Ancak 2014 yılında yüzde 2,9 olan büyüme temposu düşük seyretmeye devam ederse 2017 yılında bile 12 bin dolar seviyesini aşıp “orta gelir tuzağından” kurtulmak mümkün olmayacak.

Peki neden?

Çünkü “orta teknoloji” tuzağındayız. Yüksek değerli teknoloji üretimimiz düşük. Bilgi, zaman ve para gerektirdiği için bu alana yeterince yatırım yapılmıyor. Varsa yoksa inşaat. Kap araziyi, dik gökdelenleri, dön köşeyi. Her yer “rantiye” alanına döndü. Bitmek bilmeyen lüks yapılar “yatırım” zannediliyor.

Asomedya dergisine konuşan iş dünyasının duayeni Rahmi Koç uyarıyor:

“Ne yazık ki, son 10 senede yapılan yatırımların çoğu taşa, toprağa ve çimentoya gitti. Oysa memlekete ihracat getirecek, rekabeti kuvvetlendirecek, ‘greenfield' dediğimiz yeni yatırımlar, yeni fabrikalar, yeni işler açılması lazımdı.”

Koç, büyüme performansının zayıflığına dikkat çekiyor:

“Türkiye ekonomisi 2012 yılından itibaren ne yazık ki arzu edilen hızda büyüyemedi. 2015 de dahil olmak üzere son 4 yıldır büyüme yıllık ortalama yüzde 3 civarında kaldı. Buna paralel ister yerli, ister yabancı olsun, özel sektör yatırımlarında yavaşlama görüyoruz. Tüm bunların neticesinde kişi başına milli gelirimiz 10 bin dolar civarında takılıp kaldı. 2016 yılında yeni hükümetin yapması gereken ilk iş orta gelir tuzağını aşmamızı sağlayacak ve 2023 hedeflerine bizi yaklaştıracak yol haritası hazırlamak.”

Rahmi Koç, 7-8 yıldır performansın son derece kötü olduğunu, Türkiye'nin büyüyemediğini, ekonominin kaliteli ve değerli üretime döndürülemediğini söylüyor.

Kadınların ekonomi dışına itilmelerinin yarattığı riske dikkat çekerek “Eğitimli kadınların evde oturması hazin ve vatan için büyük kayıptır.” diyor.

Ama dinleyen kim?

Yönetim eleştiriye açık olmadığı için halk da birbirini dinlemiyor, anlamaya çalışmıyor. Eleştiride bulunanlar sosyal medya üzerinden hedef haline getiriliyor. Teknolojisi gelişmeyen, gelir tuzağından kurtulamayan ülkelerin gelişmemiş demokrasilerindeki tipik tepkiler…

“Orta demokrasi tuzağına” düşen Türkiye'nin halkı, siyasetçisi, gazetecisi, aydın görünümlü parti militanları hoşgörü ve tahammül noktasından hızla uzaklaşıp kolaylıkla hakarete, küfre sapabiliyor… Aynı ülke ve aynı bayrak altında herkes birbirini hain ve düşman gibi görebiliyor. Birbiriyle bağlantılı üç tuzağın Türkiye'yi getirdiği nokta işte budur…


Necati Kola - Unutulmaz jübile!

$
0
0

Yaklaşık 20 yıl öncesine kadar sık sık jübile maçları izlerdik. Hakemler ya da futbolcular, maçın ilk dakikalarında son kez görev aldıktan sonra omuzlara alınırlar ve yeşil sahalara veda ederlerdi.

Bu jübilelerde espriler de unutulmazdı. Son dönemde jübileleri üç hakemimizle hatırladık. Üçünde de espriler farklıydı.

12 Ocak 2014… Süper Lig hakemlerinden Kuddusi Müftüoğlu, Alanyaspor ile F.Bahçe arasındaki hazırlık maçının 10. dakikasında yeşil sahalara veda etti. 22 yıldır futbol hakemliği yapan Müftüoğlu, maçın 10. dakikasında son düdüğünü çaldı. Her iki takımın oyuncuları Müftüoğlu'nu omuzlara alırken, Fenerbahçe'nin teknik ekibi ve yedek oyuncuları tecrübeli hakemi tek tek tebrik ederek soyunma odasına uğurladı.

* * *

14 Kasım 2015… Akhisar Belediyespor ile Göztepe, hakem Yunus Yıldırım'ın jübile maçında karşı karşıya geldi. Yıldırım, Manisa 19 Mayıs Stadı'ndaki maçın 10. dakikasında düdüğünü meslektaşı Koray Gencerler'e vererek kariyerine son noktayı koydu. Her iki takımın oyuncuları Yıldırım'ı kucaklayarak havaya fırlattı. Hamiyet Yıldırım da eşine kırmızı kart gösterdi.

* * *

21 Şubat 2016… FIFA kokartlı hakem Deniz Ateş Bitnel, tüm zamanların en ilginç jübilesine imza attı! Bitnel, jübile yapacağını, bir oyuncu dışında hiç kimseye söylemedi! Süper Lig'in 22. haftasında Türk Telekom Arena'da oynanan G.Saray-Trabzonspor maçıyla kariyerini noktalayan Bitnel, son maçında verdiği kararlarla Türk futbolunu yönetenlere derin mesajlar verdi! 10. dakikada değil, 90. dakikada kariyerini noktalayan Bitnel o kadar ciddiydi ki tribünlerdeki ve ekranları başındaki futbolseverler, karşılaşmanın jübile maçı olduğuna inanamadı!

Türk futbolunun düzelmesi için jübilesinin bir milat olmasını amaçlayan Deniz Ateş Bitnel, meslektaşlarının hemen her maçta tartışmalı düdükler çalmasına ya da çalmamasına, kartlar göstermesine ya da göstermemesine göndermede bulunan kararlar verdi! Mesela, penaltı olan pozisyonlarda oyunu devam ettirdi, olmayan pozisyonlarda penaltı noktasını gösterdi; kart göstermesi gereken yerde göstermedi, göstermemesi gereken yerde gösterdi!

İlk yarıda Trabzonsporlu Marko Marin'in Sabri tarafından çizgi dışına fırlatılması net penaltıydı. Oyunu kale vuruşuyla devam ettiren Bitnel, Galatasaraylı defans oyuncusu Koray kendisine hiç müdahalede bulunmamasına rağmen Erkan Zengin'in cezaalanı içinde düşmesinde ise penaltı noktasını gösterdi. Pozisyonun penaltı olmadığını söyleyerek tarihe geçebilecek Erkan, tam aksine atışı kendi kullandı ve takımını öne geçirdi. Bu gole konuk ekibin hocası Hami Mandıralı çok sevindi. Bitnel, ikinci yarıda ise Umut'un Cavanda tarafından düşürüldüğü gerekçesiyle penaltı noktasını gösterdi. Topun başına geçen Selçuk İnan, takımını öne geçirdi. Bu kez sevinme sırası G.Saray Teknik Direktörü Mustafa Denizli'deydi. Bu pozisyonda da Umut penaltı olmadığını söyleyerek, Selçuk ise topu auta atarak tarihe geçebilirdi. Cavanda'yı kırmızı kart ile cezalandırmayı ihmal etmeyen Bitnel, bu kararlarıyla, sadece hakemlerin değil, futbolcuların ve teknik direktörlerin de sorunlu olduğunu kamuoyuna göstermek istedi!

Ayrıca, Özer Hurmacı'ya çıkardığı her iki sarı kart da hatalıydı. İlkinde top Özer'in eline değil, göğsüne çarpmıştı. Özer, ikincisinde de rakibine değil, topa müdahale etmişti. Bitnel, bu kararlarla da kartlar konusunda standardı bir türlü tutturamayan meslektaşlarını protesto etti!

Tüm bu yaşananlardan sonra bu maçın jübile olduğunu bilen tek kişi olan Trabzonsporlu Salih Dursun sahneye çıktı ve Bitnel'e kırmızı kart gösterdi! Unutulmaz bir maçla kariyerini sıfırlayarak fitness eğitmenliğine geri dönen genç hakem, jübilesinde verdiği mesajlarla Türk futbolunun kurtulması için bir milat olmayı umuyor!

Bakalım, Türk futbolu sadece hakemleriyle değil, yönetimleriyle, teknik adamlarıyla, kulüpleriyle, oyuncularıyla ve federasyonuyla kendine çekidüzen verebilecek mi?

Hilmi Yavuz - Necatigil'de şiirlerarasılık(2)

$
0
0

Behçet Necatigil'in bazı şiirlerinde öteki şiirlerine göndermede bulunduğu, ya da bir başka deyişle, metinlerarası değil, şiirlerarası bir ilişki kurduğu görülüyor.

Şiirlerarası, diyorum; çünkü bunlar, metinlerarasılıktan öte, onu aşan, birbirini tamamlayan göndermelerdir. Tipik örnek, Necatigil'in o çok bilinen ‘Solgun Bir Gül Dokununca' şiiri ile o şiir kadar bilinmeyen bir şiiri, ‘Sandılar' arasında görülen şiirlerarası ilişkidir.

‘Solgun Bir Gül Dokununca' şiirinin,

“Eğilip alıyorum, kimse olmuyor

Solgun bir gül oluyor dokununca”

dizeleri ile, ‘Sandılar' şiirinin şu dörtlüğü,

“Dokundular bazıları, sustuk, saygı

Hüznü bir gül gibi düştüğü yerden

Aldık, çekildik, herkes varken

Koklar, okşar sandılar”

birbirine göndermede bulunan bir ilişkiler örüntüsü inşa etmektedir;-şöyle:

(A1) ‘Eğilip alıyorum' [Solgun Bir Gül]

(A2) ‘Düştüğü yerden aldık' [Sandılar]

(B1) ‘Kimse olmuyor' [Solgun Bir Gül]

(B2) ‘Herkes varken'[Sandılar]

(C1) ‘Dokununca' [Solgun Bir Gül]

(C2) ‘Dokundular' [Sandılar]

Önce C1 ve C2'den başlayayım: ‘Sandılar'daki ‘dokunmak' [‘dokundular'], ‘sustuk, saygı' bağlamında okunduğunda, ‘söz dokundurmak', ‘kinayeli konuşmak'a gönderme yaparken, ‘Solgun Bir Gül Dokununca'da ‘dokununca'nın C2'deki gibi açık ve verili bir ‘söz dokundurma' bağlamı yoktur. Dolayısıyla, ilk okumada C1'deki ‘dokununca'yı, beş duyudan biri, dokunma duyusu bağlamında ele almak sözkonusu olsa da, şiirlerarası okuma, ‘Solgun Bir Gül Dokununca'daki ‘dokununca'nın, C2'deki ‘söz dokundurma'yı da kapsayacak tevriyeli bir okumayı imkânlı kıldığı söylenebilir.

Öyleyse şu: C1'deki dokununca solan ‘gül'ün, kendisine söz dokundurulduğu için alınıp içine kapanan C2'deki anlatıcı özne olduğunu önesürmek sözkonusu olabilir.

Ancak bu durum B2'de görüldüğü gibi, ‘herkes varken' gerçekleşmektedir; oysa B1'de,'kimseler yok'tur. Dilbilgisel bir karşılaştırma, C1'deki ‘dokunca'nın bir fiilimsi [zarf-fiil] olarak bağlamsallığının geniş zaman; buna karşılık, C2'de geçen ‘dokundular'ınsa tanık olunan geçmiş zaman kipi olduğu görülür: Bu durumda ‘Sandılar' şiirinde ‘herkes varken' tanık olunan ‘dokunma'nın [‘dokundular'] yaşanan bir hüzne, ‘Solgun Bir Gül Dokununca'daki ‘kimseler yokken' yaşantılanan ‘dokunma'nın [‘dokununca'] ise, hüznün kendisine gönderme yaptığı öne sürülebilir.

Burada şu soru sorulabilir: A2'de ‘düştüğü yerden al[ınan] gülün, şayet bir söz dokundurmayı imlediği bildiriliyorsa, niçin ‘koklanıp okşan[acağını]' sananlar olsun? Kendisine ‘söz dokundurulan' anlatıcı öznenin, söz dokundurmanın yol açtığı hüzünden niçin memnun olduğu [‘koklar, okşar] sanılsın? Bu durum, olsa olsa, dokundurulan söz'ün bir ironi olduğunu varsaymakla açıklanabilir.

A2'de ‘düştüğü yerden al[ınan] gül', belirli bir ânda yaşanan hüznü, A1'deyse, hayatın her ânında, konum ne kadar farklı olursa olsun, yaşanan hüznü imliyor. Necatigil, sanki ‘Sandılar' şiirini, şiirlerarasılık dolayımında ve örtük bir biçimde ‘Solgun Bir Gül Dokununca' şiirini açıklamak için yazmış gibidir.

Ahmet Çakır - Tamam mı, devam mı?

$
0
0

Lazio maçıyla ilgili yazmadan önce şu sıra yaşananlara değinmemek olmaz.

Trabzonspor maçındaki hakem hatalarının gündem oluşturmasının şaşılacak bir yanı yok çünkü hata büyük, konu önemli. Üstelik sezon başından bu yana Bordo Mavili takımın yaşadıkları da ortada… Tabii bu haklı noktadan çıkıp olmayacak şeyler de yazılıp söyleniyor ama o bir memleket gerçeği.

Başkan Muharrem Usta ve teknik direktör Hami Mandıralı'ya teşekkür etmek gerektiğini düşünüyorum. Onların sağduyulu tavırları olmasa, yangının daha da büyüyeceği açık. Özellikle başkan Usta, göreve geldiğinden bu yana sergilediği tavır ile tüm spor dünyasının takdirini kazandı. Geride kalan cinnet döneminden sonra işleri toparlamaya çalışıyor.

Hakemliğimizin bir yandan tarihin en parlak dönemlerinden birini yaşarken öte yandan böylesi fiyaskoların sık sık ortaya çıkması galiba bize özgü bir durum. Olayın bu kadar büyümesinde Trabzonsporlu oyuncuların tavırlarının da bir etken olduğunu gözardı etmezsek, ileri doğru adım atabiliriz. Hakemlikle ilgili sorunlar ise belki azaltılabilir ama bitmez.

İlginç bir nokta da şu: Bugün bir Anadolu futbol kahramanı yapılan Salih Dursun'un bundan sonraki futbol yaşantısının nasıl şekilleneceğini merak etmemek mümkün değil. Hayır, Galatasaray'ın sözleşmeli futbolcusu oluşunun üzerinde durmuyorum, bugün onu kahraman yapanların yarın nasıl düşünüp davranacaklarıyla ilgili merakım…

Lazio maçı için söylenecek fazla birşey yok aslında. Sarı Kırmızılı takımın rakibine gücünün yetmeyeceğini İstanbul'da gördük. O karşılaşmada Lazio lehine verilebilecek penaltı olduğundan tutun da aradaki yüzde 25'e yakın güç farkına ilişkin değerlendirmeler yapıldı. Roma'da durumun farklı olmasını beklemek akla uygun değil.

Bunları söylemek umutsuzluk anlamına gelmiyor. Önce gerçeği görelim, duygularımızı her zaman dile getirebiliriz. İstanbul'daki maçta Galatasaray, ligdeki perişanlığından biraz olsun kurtulmuş gibiydi. Mustafa Denizli de rakibe göre bir düzenleme anlayışını önplana çıkarmıştı. Bu, belli ölçüde işe yaradı. Ancak özellikle hücum yönünde daha fazlasını yapmak imkansız gibiydi.

Sarı Kırmızılı takımın 9 kişi kalmış Trabzonspor karşısında bile epeyce uzun süre gole gidecek beceriyi ortaya koyamayışı, sıkıntının ne kadar büyük olduğunu gösteriyor… O zaman dönüp tarihe bakmak gerekiyor. Cim Bom'un kadro yetersizliği nedeniyle Yusuf Altıntaş'ı forvet oynatıp istediğini elde ettiği Avrupa maçları olduğunu hatırlamak ne kadar işe yarar bilemem ama kötü bir yanı yok.

Peki, bu akşam ne yapılabilir? 1-0'lık galibiyetle mi tur atlamayı düşünmek gerek yoksa 2-2 daha mı gerçekçi olur? Bunların hangisine dönük bir strateji belirlemek gerekir ve nasıl bir kadroyla sahaya çıkılmalıdır? İşte bütün bu sorulara verilebilecek açık ve net yanıtlar sözkonusu değil. Denizli bunların hepsini ve fazlasını biliyor. Neye yarar? Patlama diye adlandırılabilecek bir sıçramaya ve futbol şansına ihtiyacımız var.

Böyle maçlarda öteki yorumcu arkadaşlarımız ne yapıp edip takımımızı galip getirmeyi ya da tur atlatmayı beceriyor! Çünkü öyle yazmak ve konuşmak para ediyor ama sonuç yüzde 90 oranında tersi çıkıyor. Acaba ben de mi onlar gibi yapsam? Pek akla uygun görünmüyor ama yine de ‘O bir aslandır ve tur atlayacaktır' deyip işin içinden çıksam mı? Hatta ‘Roma'yı yakmak' gibisinden bir ekle işi daha da parlatsam mı?

Al aşağı vur yukarı, görebildiğim gerçek şu: Belki de uzunca bir süre için Cim Bom'un son Avrupa maçı olabilir bu. Tadını çıkarmaya çalışalım. Ne kadar mümkünse….

Seyfettin Gürsel - Ekonomiye güven düşüşte

$
0
0

Şimdiye dek tüketici güvenindeki gelişmeleri yazı konusu yapmamıştım.

Tüketici Güven Endeksi (TGE), tahmin modellerinde yaygın olarak kullanılan bir gösterge olmakla birlikte doğrusu iyi bir gösterge olduğu kanaatinde değilim. Örneğin son iki genel seçim arasında tüketici güveni başaşağıya giderken ardından 3. çeyrek GSYH verileri özel tüketimin aksine nispeten canlı seyrettiğini göstermişti. Ama geçen hafta cuma günü yayınlanan şubat verileri beni şaşırttı. Ekonomik gidişata dair resmî; söylemin aşırı iyimserliği, hatta ekonomi tahmincilerinin ılımlı iyimserliği ile vatandaşın öznel algıları ve davranış planları arasında büyüyen farklılaşmanın tartışılmaya değer buldum.

TÜİK'in, vatandaşın ekonomik gidişata dair düşencelerini ve kişisel ekonomik davranışlarını sorgulayan anketlerinden ürettiği endeksler derneşik olarak genel endeks (TGE) şeklinde ifade ediliyor. Endeks 0-200 arasında rakamlandırılıyor. 100 puanın altı kötümser / olumsuz kanaatleri ifade ediyor. Bu arada TGE'nin yayınlanmaya başladığı 2004'ten bu yana 100'ün ender olarak görüldüğünü belirteyim. Ama önemli olan değişimlerin yönü. Küresel krizin Türkiye ekonomisini yoğun ölçüde etkilemeye başladığı ve kötümserliğin had safhaya çıktığı 2008 sonbaharında TGE 80'lerden 55'e kadar gerilemişti. İki seçim arasında ise TGE eylülde 58'e kadar düşmüştü. İkinci seçimlerin ardından kasımda TGE 77'ye sıçradı.

Bu noktadan itibaren doğrusu en kötü ihtimalle tüketici güveninin yatay seyretmesini beklerdim. Tek parti hükümeti çok kapsamlı bir reform planı açıklamış, başta asgari ücret olmak üzere tüm bol kepçe gelir transferi vaatlerinin yerine getirileceğini teyit etmişti. Oysa aralıktan itibaren güven düşmeye başladı. Ocak ayında 71,6'ya düşerken, şubat ayında düşüş devam etti ve endeks 66,6'ya geriledi. Konut ve dayanıklı tüketim malları gibi birkaç alt endeks dışında tüm alt endeksler düşüşte. Ocak ayına kıyasla en çaplı düşüşlerden biri tasarruf ihtimalinde (gelecek 12 ay). Özellikle tasarruf kapasitesi ya da niyetindeki azalma hükümetin stratejik planlaması ile çelişiyor. Son revize Orta Vadeli Program'da özel tasarrufların önemli ölçüde artacağı palanlanmış, temel makroekonomik dengeler de bu artışa bağlanmıştı. Eğer TÜİK anket sonucu tasarruf konusunda doğrulanırsa bu yıl cari açığı yükselten dengesiz bir büyüme yaşayacağız demektir.

Öte yandan vatandaşın çoğunluğunun, küçük bir farkla da olsa, ücretlerde artış beklememesi beklenmedik bir sonuç. Diğer ifadeyle anketi yanıtlayanların yarıya yakını gelecek 12 ayda ücret artışı beklerken yarıdan biraz fazlası azalma bekliyor. Asgari ücrete yapılan yüksek zammın düşük ücretleri artırmaya başladığı bilinen bir olgu. Ama nispeten yüksek ücretleri pek etkilemeyeceği de kabul ediliyor. Anketin beklenmedik sonucu bu farklılıkla ilgili olabilir.

Ekonominin genel gidişatı ile ilgili kanaatler de giderek kötümserleşiyor. Mevcut ekonomik durum geçmiş 12 ay ile karşılaştırıldığında aralık ayında 92 puana kadar çıkan endeks, şubatta 87 puana kadar gerilemiş durumda. Gelecekte ekonomik duruma dair kanaat ise kasım ayında 106 puanla zirve yapmışken üç ay sonra 90'a düşümüş durumda. İşsizlik ve enflasyon beklentilerinin de giderek bozulmakta olduğunu belirteyim. Vatandaşların ekonomiye bakışını özetleyen -buna isterseniz ekonomik ruh halini ifade eden de diyebiliriz- tüketici güveninin ekonomiden sorumlu bakanlarımızın güven dolu iyimser söylemleri ile bağdaşmadığı aşikâr. Bu arada TÜİK'in salı günü açıkladığı sektör (firma) güven endekslerinin de azalmakta olduğunu not edelim. Güven endekslerine fazla güvenmesem de havanın giderek ağırlaştığını söyleyen bu endekslerin ekonomik gidişatı ne ölçüde sadık biçimde yansıttıklarını doğrusu bayağı merak etmeye başladım.

Ali Yurttagül - Rusya Suriye'de ne arıyor?

$
0
0

Bu soruyu Rusya uçağının Türkiye tarafından düşürüldüğü Kasım 2015'ten önce sorsaydık, belki oldukça mütevazı ve rasyonel bir cevap bulabilirdik.

Cevap ‘Rusya on yıllardır Suriye'de süren varlığı ve Akdeniz'de tek limanını savunmak için Suriye müzakerelerinde masada olmak istiyor.' olurdu. Bu olgu anlaşılırdı. Bugün ne yazık ki tüm veriler Rusya'nın Suriye krizini derinleştirici bir şekilde Türkiye'nin güneyinde yeni bir Afganistan inşasını hedeflediğine işaret ediyor. Rusya Suriye'de çözümün değil, sorunun parçası artık.

Rusya'nın diğer krizlerde de okuyabileceğimiz el yazısı Suriye krizinde de görünür olmaya başladı. Ermenistan ile Azerbaycan arasında yirmi yıl sonra tekrar bir savaş ihtimali var bugün. Azerbaycan'ın Karabağ dışında %20 civarında toprağı işgal altında. Minsk grubu üyesi Rusya bu krizde en etkin aktör. Ama çözüme doğru bir santim bile mesafe alınmış değil. Çünkü krizin sürmesi Rusya'yı hem Ermenistan, hem Azerbaycan'da güçlü kılıyor. Gürcistan'da da durum farklı değil. Bu ülkenin de %30'unun etnik çelişkileri derinleştiren Rusya işgalinde olduğu biliniyor. Çözüm, Gürcistan'da barış, bu ülkenin toprak bütünlüğü... konuşulmuyor bile. Bu el yazısını çok daha kalın kalemle yazılmış olarak Kırım'ın işgali ve Ukrayna krizinde de okuyabilirsiniz. Bu ülkenin de doğusu işgal altında. Rusya her gün yüzlerce kamyonla bölgeye sadece gıda maddesi değil, silah da taşıyor. Dünya bu krizlere Rusya'nın “ön ve arka bahçesi” olarak gördüğü için temkinli yaklaşıyor.

İlk bakışta Gürcistan, Azerbaycan, Ukrayna, Moldova'da bölücü etnik güçlere destek vermek bu ülkelerin toprak bütünlüğünü hiçe saymak Rusya açısından mantıklı gelmeyebilir. Dünyanın en renkli ve zengin etnik ve inanç mozaiğine sahip bir ülkenin aslında daha farklı, toprak bütünlüğüne saygı politikasını öne çıkarması gerekirdi. Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar bu tutum etkindi. Putin ile yeni bir politika izleniyor. Putin ve iktidarını destekleyen güçler derin bir mağduriyet duygusu, rencide ve tehdit edildiği algısı ile beslenen milliyetçi bir ruh içerisinde. Sovyetlerin dağılmasını tarihi bir hata, NATO'nun Baltık Denizi'ne açılmasını tehdit olarak algılıyor. Bu tür milliyetçi duygular Ruslara özgü değil. Birinci Cihan Savaşı sonrası Almanya'da, Balkan krizinde de Sırbistan'da yaşandı bu duygular. “Osmanlı” ile bizde de var.

Her neyse, Putin ve çevresine bu mağduriyet, haksızlığa uğrama, rencide edilme duygusunu derinden yaşatan ikinci bir olgu var. İki kutuplu, Soğuk Savaş yıllarında etkin konumlarının nostaljisini yaşıyorlar. Dünyanın Moskova'ya korku ve saygı dolu bakışından eser yok artık. Ekonomik olarak ayakta durmakta zorlanan, yer altı zenginlikleri ile yaşayan, tarım sektöründe bile dışa bağımlı “büyük” bir ülke bugün Rusya. Bu yetmezmiş gibi, Çin, Hindistan, Brezilya gibi yeni ekonomiler sahnede. Rusya derin bir “geri kalmışlık” ruhu ile baş başa.

Putin'in tarihin gidişini değiştirmek, Avrasya Gümrük Birliği ile Sovyetleri kısmen de olsa ihya etme için girişimi Ukrayna ile çöktükten sonra, Kırım'ı işgal etmesi tesadüf değildi. Suriye'de de benzer bir süreç izliyoruz. Türkiye'nin geçen kasımda bir Rusya uçağını düşürmesi yukarıda anlatmaya çalıştığımız ruh halindeki Moskova'da soğuk duş oldu. Türkiye belki hiç hesaplamadan dünyanın en büyük nükleer gücüne şamar oğlanı muamelesi yaptı. Doğu Avrupa'da yıllardır süren ihlale rağmen kimsenin cüret edemediği bir “saygısızlık”. Rusya'yı, “dokunulur” kıldı, rencide etti. Türkiye'ye karşı sert çıkışın temelinde bu duygular yatıyor. Ama Putin cevabı Suriye'de vermekte kararlı görünüyor. Kürtlerin sözcülüğüne soyunması tesadüf değil. Türkiye'yi de krizin parçası yapmak istiyor. Rusya bölgede kalıcı olabilmek için krizin sürmesinden yana. Müzakereler yönetilir bir kriz politikası arayışından ibaret. Belki bu yüzden yarın “ateşkes” başlayabilir. Barış arayışı için değil, kriz yönetimi için.

Putin Türkiye'yi girdiği Suriye bataklığına çekmek istiyor. Yumuşak, krizi tırmandırmamaya özen gösteren bir tutum, Rusya'nın “kriz ile var olma” stratejisine en isabetli cevap olur. Ankara müttefikleri ve Kürtlere kulak verse, Avrupa ve Washington “Ruslar Suriye'de ne arıyor?” sorusuna eğilir.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live