Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Melih Arat - Bir yıllık macera

$
0
0

20 yaşında olduğunuzu düşünün. Eylül ayında bir ritim atölyesine katılıyorsunuz.

Yaz tatiline kadar her hafta bir kere ritim atölyesine gitmeye kararlısınız. İki ay sonra hoca yılbaşı haftası çarşamba gecesi bir konser vermekten söz ediyor. Bu konserde yer almayı kabul ederseniz kasım ve aralık ayında haftada 3 gece çalışmanız gerekecek. Kendinizi arkadaşlarınızla sahnede hayal ediyorsunuz. Cazip geliyor. Kabul ediyorsunuz. Çok çalışıyorsunuz. Çalışırken kurs arkadaşlarınızla çok eğleniyorsunuz. Ritmin ve müziğin içinde kendinizi kaybediyorsunuz. Çevrenizdeki herkes sizdeki harika enerjiyi hissediyor. Konser harika gidiyor. Görüntüler YouTube'a yükleniyor. Gelemeyenler de izliyor. Defalarca izliyorsunuz. Hoca bu sefer mayısın son haftasında ücretli ve gelirleri bir vakfa bağışlanacak bir konser hazırlamayı teklif ediyor. Onu da kabul ediyorsunuz. Muhteşem bir beş ay daha geçiyor. Arkadaşlık, birlikte bir şeyler yapmanın zevki ve müzik... Sonunda konserle, yardım etmekle ve kendini gerçekleştirmekle tamamlanan, alkışlarla kutlanan olağanüstü bir tatmin duygusu.

İzleyen yıl fotoğraf çekmeye ve bu işe kendinizi adamaya karar veriyorsunuz. Bulabildiğiniz en iyi fotoğraf kursuna ve kulübüne üye oluyorsunuz. Önce teorik dersler başlıyor, ardından fotoğraf gezileri, çekilen fotoğrafların değerlendirmeleri, dia gösterilerinin izlenmesi, fotoğraf sergilerinin gezilmesi, ünlü fotoğrafçıların tanınması. Sonunda yine kursun hocası, size ve arkadaşlarınıza ocak ayında bir karma fotoğraf sergisi açmayı teklif ediyor. Artık makinenize, görüntülere âşıksınız, ayakkabı olmadan evden çıkmamak gibi, kameranız olmadan başka bir yere adım atamıyorsunuz. Seçtiğiniz mutheşem bir fotoğrafla sergide yer alıyorsunuz. Ardından şubat ayında gezdiğiniz bir sergi salonunun yöneticisi sizin Facebook sayfanızda çekmiş olduğunuz fotoğraflara bakıyor ve sizi tek başınıza haziran ayında o salonda sergi açmaya davet ediyor. Heyecanla kabul ediyorsunuz.

22 yaşınıza geldiğinizde teknik olarak yüzmeyi öğrenmeye karar veriyorsunuz. Kelebek, kurbağalama, sırt üstü ve serbest yüzme tekniklerinin hepsini öğreneceksiniz. İyi bir kurs bulup eylül ayında başlıyorsunuz. Ocak ayına kadar bütün bu tekniklerde ilerliyorsunuz. Hocanız size “İstanbul Boğazı'nı yüzerek geçmek ister misin?” diye soruyor. Bir an durakalıyorsunuz, bu gerçekten yapılabilir mi diye düşünüyorsunuz. 800 metreyi 14 dakikanın altında yüzebilirseniz yarışmaya katılabileceksiniz. Asya'dan Avrupa'ya geçme hayaliyle öncelikle yarışmaya katılma kriterini yerine getirmeye çalışıyorsunuz. Haziranın ilk pazarı geldiğinde kendinizi Boğaz'ın sularında buluyorsunuz. Çıkışta Kuruçeşme sahilinde sevdikleriniz sizi karşılıyor. Sponsorlar hediyeler veriyorlar. Dereceye girememiş olsanız da yarışı tamamlamak ve Boğaz'ı geçmiş olmak harika bir duygu.

10 yıl boyunca her yıl kendinize bir hobi seçiyorsunuz, en az sekiz ayınızı bu konuya ayırıyorsunuz, bir yıl bisiklet, bir yıl yelken, bir yıl satranç, bir yıl tasarım pasta yapımı, bir yıl trekking, bir yıl diksiyon kursu ve radyoda haber sunuculuğu, bir yıl Fransızca öğrenme çabası size inanılmaz miktarda arkadaş kazandırıyor. Bir kültür insanı yapıyor. Hayatı dolu dolu yaşıyorsunuz, insanlar enerjinize hayran oluyor.


Mümtaz'er Türköne - Rusya Türkiye'ye saldırabilir mi?

$
0
0

Türk ordusunun Suriye'de bir kara operasyonuna girişmesi ve orada Rusya ile kapışmasından daha güçlü bir ihtimal, Rusya'nın Türkiye sınırları içine doğrudan bir saldırıda bulunması.

Bu güçlü ihtimalin ağırlık kazandığı gelişmeler yaşanıyor. ABD ile Rusya arasında 27 Şubat'ta yürürlüğe girecek olan ateşkes mutabakatı, aynı zamanda Rusya'nın Türkiye'ye saldırısının gerekçesine dönüşebilir. Malûm bu ateşkes mutabakatının içinde Rusya'nın terörist gruplara yönelik operasyonları devam edecek, ancak Türkiye YPG hedeflerine karşı sürdürdüğü topçu ateşini kesmek zorunda kalacak. Türkiye'nin bütün itirazlarına rağmen ABD'nin Rusya'ya bu konuda taahhütte bulunduğu anlaşılıyor. ABD sözcülerinin "YPG'nin terör örgütü olmadığı" konusundaki ayan-beyan bildikleri gerçeklere aykırı ısrarı, biraz da Rusya'ya verilen sözün eseri. Mutabakat ile ABD, Türkiye'yi fiilen Rusya ile baş başa bırakıyor. Avrupa başkentlerinden gelen, "Şayet Suriye'ye girerse Türkiye'ye NATO kapsamında destek veremeyiz" açıklamasını mutabakatın yanına koyunca tehlike daha da belirgin hale geliyor. Türkiye, NATO'yu Suriye'ye çekme amacını gerçekleştiremedi.

Başbakan Davutoğlu, "Azez ve Halep Ruslar tarafından bombalanırsa ateşkesin turnusol testi budur." diyerek Türkiye'nin pozisyonunu netleştirdi. Gelişmeleri çok ayrıntılı şekilde takip eden analist Serdar Sement, ABD başta olmak üzere Rusya ve Türkiye'nin aldığı pozisyondan şu sonuca varıyor. Rusya Azez veya Halep'i bombalayacak, Türkiye YPG hedeflerine yeniden topçu ateşi başlatacak ve bu sefer Rusya Türk topçu mevzilerini vuracak, yani Türkiye sınırları içine saldırıda bulunacak. Buyrun size Rusya ile sıcak savaş. Bu sıcak savaşın siyasî; sonucu ne olur? Türkiye yanına NATO'yu alamadığı için geri adım atmak zorunda kalır. 90-110 km genişlik-derinlik iddiası bir kenara Suriye içinde 13-15 km'lik denetimli saha iddiasını bile sürdüremez. Türkiye Suriye'de bütün tezlerinden ve iddialarından vazgeçmiş, kendi topraklarını korumanın telaşına düşmüş olur.

Kasımda Türkiye savaş uçağını düşürdüğü zaman Rusya, bu olayın anlaşmalara aykırı olduğunu öne sürmüş ve ABD ile yapılan protokolü gerekçe göstermişti. Putin "arkamızdan hançerlendik" sözünü hava sahası konusunda ABD ile yapılan ve Türkiye'nin de bilgi sahibi olduğunu düşündüğü bu anlaşmalar için söylemişti. Rusya, dünyanın her yerinde hava sahası ve karasuları ihlalleri gibi haydut taktikleri ile sağladığı üstünlüğü ve caydırıcılığı bir anda kaybetti. Façası fena çizildi. O günden bugüne Rusya Türkiye üzerinden dünyaya ders vermek ve eski kötü-belalı şöhretini yeniden kazanmak için fırsat kolluyor. Rusya'nın YPG ile münasebetinin ve Suriye üzerinden bu sefer PKK markası altında Türkiye'ye sızmalara verdiği desteğin asıl sebebi de bu rövanş arayışı. ABD ile vardığı mutabakatın en önemli maddelerinden birinin Türk topçusunun susturulması olması bu çerçevenin içine yerleştirildiği zaman, geriye başka bir ihtimal kalmıyor.

Bu tabloyu geçmişi ve geleceğiyle birlikte özetleyelim. Türkiye üç senede "Şam'da cuma namazı" rüyasından, kendi topraklarına yönelik fiilî; saldırı kâbusuna geçmiş oldu. PKK'nın Sur'da Cizre'de yaptıklarını geniş bir coğrafyaya yayma çabası, doğrudan Suriye politikasının çamura saplanmasının eseri. Türkiye artan PKK saldırıları ile gerçekten Rusya ile sıcak bir savaşı sürdürüyor. Dikkat edilirse PKK, kendi siyasî; hedefleri için değil, Rusya adına ve ona vekâleten bombalar patlatıyor, saldırılarda bulunuyor; çünkü Rus desteği ile uluslararası çapta örgütsel pozisyonunu tesviye edecek altın değerinde bir fırsat bulduğunu düşünüyor. Kısaca "Suriye üzerinden Orta Doğu'ya hakim bir Türkiye"nin yerini, Suriye'den dünya aktörlerinin Türkiye'yi tehdit ettiği" durum almış oldu. Suriye'de küresel güçler yeni bir dünya dengesi kuruyor ve bu zorlu işlem tam da Türkiye'nin kan-revan içinde kalan sırtında gerçekleşiyor.

Rus tehdidi çok ciddi bir tehlike; Cumhurbaşkanı dünkü muhtarlar toplantısında "Rusya zaman zaman sınırımızı ihlale devam ediyor" diyerek, kapımızda bekleyen tehlikeyi açıklamış oldu. Durum demek ki resmî; ağızdan da öyle.

Ahmet Selim - Batı'yı da bilmiyorlar

$
0
0

Allah'ın varlığına inanırken; akıl, düşünecektir. Tebliğe muttali olsa da olmasa da düşünecektir…

Sonra, vahye inanırken düşünecektir.

Düşüne düşüne, Allah'ın varlığına, vahye, peygambere, vahyedilen kitaba inandıktan sonra; “akıl”ın işleyişi, inanılan ölçülere bağlı olarak, vahye bağlı olarak devam eder.

Bu, aklın manevî; işleyişidir. Dar değildir; çok geniş ve çok derindir. (İçtimaî; tefekkür asliyet kıvamından sonra gelir.)

Fakat maddenin, maddî; ve müşahhas alanın özelliklerini öğrenme açısından, aklın işleyişi farklı metotlara bağlı olarak yürür. Ölçersin, deney ve gözlem yaparsın, şüpheci davranırsın.

Düalizm: Hayatın bütünlüğünü görmemek; hayatı, anlamadan yaşamak; tefekkürü güdük bırakmak ve lüzumsuz bulmak demektir. Ve de daha ziyade, amelî; (pratik) hayat tarzı seçimiyle ilgili bir meseledir.

“Uluhiyet” konusunu dışlayan bir ciddi düşünür var olabilir mi? “Orası beni ilgilendirmez” diyebiliyorsa, düalist olur. Ama ona Batı'da “filozof” demezler!

Ya monoteist olacak, ya deist olacak, ya panteist, ya pananteist, ya ateist olacak. (Agnostikler şeklen var aslen yok olan kaçaklardır.) Bir şey düşünecek, bir şey olacak. Ya da geçirdiği tahavvülata göre, bazen öyle bazen böyle olacak. Muallakta kalamaz. Bunun bir tek istisnası vardır: “Pratik ateizm”. G. Petrov şöyle diyor: “Hıristiyan olduklarını söylerler; ama hayatlarında Hz. İsa'nın öğretisinden hiçbir iz yoktur.” Düalizm, aslî; varlığıyla işte böyle bir şeydir.

On yedinci asır düalist falan değildi. Esasen, fikir alanında (belli bir seviyenin var olması şartıyla) düalizm olmaz. Descartes'i, Pascal'ı, Leibniz'i, Malebranch'ı, Newton'u bırakınız, panteist Spinoza dahi “Din ve Siyaset Üstüne Bir İnceleme”sinde şaşırtıcı şeyler söylüyor, “Tanrı'ya itaat borcundan, vahiyden” söz ediyor. (Mete Tunçay tercümesi, 273)

Rousseau, Montesquieu, Lock, Adam Smith, hepsi içtimaî; düşünceye uluhiyet inancını koymuşlar. Bakınız Montesquieu ne diyor; “Yaratan ve yaratmayı devam ettiren olduğu için, Tanrı'nın evrenle münasebeti vardır (süreklidir.). Bu kuralları bilir; çünkü yapan odur. (288) “İnsan, bütün sınırlı zekalılar gibi, bilgisizliğe ve yanlışa düşer; bin bir tutkuya kaptırır kendini. Tanrı ona ödevini hatırlattı…” (289, Mete Tunçay)

Biraz fazlaca nakletsem, sayfalar yetmez. 163, başlarında olsaydı; adamlar mahkûm olurdu!

Hoşgörünün felsefedeki manifestosunu yazmış olan John Lock, “Ateistlere hoşgörü yok” diyor! (Filozoflar Ansiklopedisi, c. 3, s. 302) “Ahlâk kitabı yaz.” diyorlar, “İncil varken her ahlâk kitabı abes olur.” cevabını veriyor. Ölümü yaklaştığında İncil okutuyor. Bu adam, Montesquieu ile beraber demokrasinin fikir babalarından! Rousseau'dan da bir cümle alayım: “Her türlü adalet Tanrı'dan gelir; adaletin kaynağı yalnız O'dur.” (Toplum Sözleşmesi'nden)

Bütün Karadamar (Voltaire, Comte, Marks, Nietzsche…) döküntülerini de yeni inşasının dolgu malzemesi olarak kullanmak istiyor. Karadamar'ın intikamı, bir hileli iflas oyunu şeklinde tezahür ediyor.

Meşşaiyeyi (antikitenin kökü de Şark'tadır gerekçesiyle) tebcil edip sonrasını hiç dikkate almamanın ve postmodern uygunlukta bir kifayet tezi aramanın hiçbir müspet anlamı yoktur. Bu sadece pratik düalizm işine yarar.

Batı da biz de çok acı çektik. Ama biz daha çok çektik… İnsanlığın bugünkü tıkanıklığını aşma şansı bizim elimizde. Batı'nın yaptığı hataları aynen benimsemeye ve onu değerlendirmekten kaçınmaya devam edersek, çok yazık olur. İtidali ve düşünceyi seçersek, kendimizi de dünyayı da kurtarırız; taklit ve tepkisellik inatlarına düğümlenirsek her şey biter.

Şahin Alpay - Tosun Terzioğlu: Bir rol modeli

$
0
0

Türkiye'nin önde gelen işadamlarından biri olan Hüsnü Özyeğin, en ünlü sınıf arkadaşımdır.

Hüsnü, 23 Şubat akşamı, 1963 yılında Robert Lisesi'nden birlikte mezun olduğu sınıf arkadaşlarını, sahibi olduğu Swiss Otel'de, resmiyetten uzak bir akşam yemeğinde ağırladı. Sınıfın gelebilen yaklaşık yarısı gibi ben de oradaydım. 1962 – 63 ders yılında Hüsnü lisenin Öğrenci Konseyi başkanı, ben de başkan yardımcısı seçilmiştik. Aradan geçen 53 yılda çok farklı yollardan yürüdük ama arkadaşlığımız sürdü.

Hüsnü'nün daveti, arkadaşların birçoğunu yıllar sonra görmek, hal hatırlarını sormak, emeklilikte ne yaptıklarını öğrenmek, fikir teatisinde bulunmak için hoş bir vesile oldu. Ne var ki aynı akşam, maalesef, sevip saydığımız iki mekteplimizin, Türkçe edebiyat hocamız Münir Aysu'nun bir gün önce, bizden üç sınıf büyük arkadaşımız Tosun Terzioğlu'nun o gün vefat ettiği haberini aldık; üzüntüsünü paylaştık.

Münir Aysu, Robert Lisesi'nin efsanevi hocalarından biridir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdikten sonra, fakülte tarafından gönderildiği Tahran Üniversitesi'nde iki yıl Farsça eğitimi gördü. Kendi ifadesiyle, fakülte hocaları arasındaki kavgalar yüzünden, doktora çalışmasını terk etti, 1958'den 1988'e otuz yıl süreyle Robert Lisesi'ne Türkçe edebiyat öğretmenliği yaptı. Aynen Ekşi Sözlük'te hakkında yazıldığı gibi, “hiçbir şeyin öğrencilerinin başarılı olması kadar sevindiremeyeceği, bütün öğrencilerini ismen hatırlayan, ne yaptıklarını takip eden” müstesna bir hocaydı. Bütün öğrencilerinin gibi benim Türkçeme de katkısı oldu. Mezuniyetten sonra, maalesef onu sadece bir kez ziyaret edebildim. 1990'ların ortalarında, yine bir öğrencisi olan Sedat Ergin'le birlikte evinde ziyaret edip, sohbet ettik. Son yıllarını Bodrum'da geçirdi; orada toprağa verildi. Saygı ve sevgiyle anıyorum.

23 Şubat günü kaybettiğimiz matematik profesörü Tosun Terzioğlu, gerçek anlamda bir rol modeli, yani toplumca örnek alınması gereken bir kişidir. ODTÜ'de Fen Edebiyat Fakültesi dekanlığı (1977 – 82), Türk Matematik Derneği başkanlığı (1990 – 2009), TÜBİTAK başkanlığı (1992 – 1997), Sabancı Üniversitesi kurucu rektörlüğü (1997 – 2009) yapmanın yanında AÇEV, TÜSEV, TESEV ve Hrant Dink Vakfı gibi sivil toplum kuruluşlarının yönetim kurullarında görev alması Terzioğlu'nun bir eğitimci, yönetici ve toplum gönüllüsü olarak parlak kariyerinin sadece bazı köşe taşları. Parlak kariyerine rağmen hiçbir zaman tevazuyu elden bırakmadı. Anılarını ve hayata dair gözlemlerini toplayan kitaba verdiği başlıkta ifade ettiği gibi, “Bir Dünya İnsanı,” insanlardan biri olduğunu unutmadı. Kendine eleştirel gözle bakabilmek erdemine sahipti. Kitabın bir yerinde şöyle diyor: “Aslında ben insanlara o kadar kolay yaklaşamıyorum… Bana merhaba dendiği zaman beş kere merhaba demeye hazırım. Ama belki ilk merhaba demekte zorlanabilirim, hâlâ da öyle…” (s. 275)

Terzioğlu, bireyin özgürlüğüne inanan, gerçek bir liberal demokrattı. Kariyeri boyunca özgürlükçü ilkelerden ayrılmadı. Onunla Deniz Kurtoğlu Eren'in belirli kavramlar ve sorular etrafında yaptığı söyleşileri toplayan, geçen kasım ayında İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basılan kitap, kişiliğinin bir aynası olduğu gibi, onu topluma rol modeli kılan yetişme tarzının, aldığı terbiye ve eğitimin anlaşılması bakımından da çok değerli.

Tosun Terzioğlu, ODTÜ'de hocalık yaptığı yıllardan beri tanıdığım bir dostumdu. Gazetelerde yazmaya başlamamdan itibaren yazılarımın en düzenli, en sadık takipçilerinden biri oldu, yorumlarını sık sık paylaştı. Bunu her zaman kendime bir ödül telakki ettim. Nur içinde yatsın.

M.Nedim Hazar - Vurun hakeme!

$
0
0

Bir ülkede normal olan neredeyse hiçbir şey kalmayınca, bir futbol maçındaki hakem hataları ülkenin en büyük problemi haline gelebiliyor. Çok daha insanî; ve hayatî; meselelerde kılını kıpırdatmayan kitlelerin, hakem hatası sonrasında isyan ettiği, yürüyüşe geçtiğini görmek de bu çağın dramı olsa gerek.

Patlayan bombalar, ölen insanlar, yıkımlar, adaletsizlikler, adam kayırmalar, eşe dosta iltimas geçmeler, fişlemeler ve daha bin türlü haksızlıkların bir kırmızı kart kadar konuşulmadığı ülkenin akıl ve vicdan vasatı çoktan çürümüş demektir.

Son oynanan G.Saray-Trabzonspor maçında dikkatimi en çok çeken husus ne hakemin yanlış kararları, ne de Salih'in gösterdiği kırmızı kart oldu. İlginçlik, Sarı-Kırmızılı teknik direktör Mustafa Denizli'nin yaşananlardan sonraki tavrıydı. Deneyimli hoca, olan biten normalmiş gibi “Hakem kararlarıyla ilgili pozisyonları tekrar izleyemedim.” demesi, ‘nasılsa bize zararı dokunmadı' felsefesinin canlı örneği gibiydi.

Futbolun ilgili kurumları, maç sonrası yaptıkları toplantılar sonrasında kararı almış ve orta hakemin kariyerini bitirmişti. Durum böyle olunca herkesin ‘hiçbir şey olmamış gibi' yoluna devam edeceğini en çok futbol kamuoyu biliyor. Şaşırtıcı olan bir diğer durum ise, Deniz Ateş Bitnel'i en hararetli taşlayanların, kendi -emekli- meslektaşları oluşuydu. Galiba Türk hakemleri kadar kendi meslektaşlarına düşman başka bir sektör yok. Emekli olup, düdüğü bırakan hakem bir anda adeta dolunay görmüş kurt adama dönüşüyor nedense!

Daha maç oynanırken, emekli meslektaşlarının sosyal medyada uluslararası komplodan, küresel entrikalara kadar çuvalın içine her şeyi koyarak Bitnel'i hedef tahtasına oturtması mantık savrulmasının çok ötesinde muazzam bir vicdan çürümesinin göstergesinden başka bir şey değildi. Tüm bunları orta hakemi aklamak ya da ‘hatasızdı' demek için yazmıyorum şüphesiz. Ancak, Bitnel'in bir sebep değil, uzun süredir Türk futbolunun içinde bulunduğu durumun sonucu olduğunu düşünüyorum. Derbi maç, belki yıllardır ısrarla görmezden geldiğimiz bir çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun artık halının altına süpürülecek boyuttan çok daha büyük olduğunu gösterdi.

Çürüme öylesine zehirli bir sarmaşık ki, musallat olduğu organizmanın adım adım tamamını ele geçirir. Bu nedenle bugünün ya da dünün mağdurları fark etmiyor. Üstelik sadece de futbol için de geçerli değil bu çürüme durumu. Spordan sanata, politikadan sosyal hayata kadar hemen her alanda eşi benzeri görülmemiş bir çürüme yaşıyoruz ama sadece mağdurların sivri çıkışları, canhıraş feryatları, muğlak göndermeleri, imaları, kendilerine kurban bulmaları ön plana çıkıyor.

Elbette her yanlışın bir bedeli olmalı. Karşılığı tam olarak nedir bilemiyorum ama G.Saray-Trabzonspor maçının hakemi bu bedeli bir şekilde ödemeli. Üstelik beni kartlardan daha ziyade, hakemlik pozisyonunu bırakıp futbolcularla el kol hareketiyle cebelleşen hakem tipolojisi rahatsız etti. Ama şu kesin ki, bir hakemi kurban vermekle her şey güllük gülistanlık olmayacak. Bugün Deniz Bitnel'in mesleki olarak kellesini almak birilerinin yüreğini soğutup, taraftarları sakinleştirebilir, kulüplerin başarısızlıkları bir süre daha sümen altı edilebilir, Türk futbolunun içler acısı durumunun üzeri bir miktar daha örtülü kalabilir. Ve fakat bilinmeli ki, Bitnel'i kurban vermek Türk futbolunu temizlemeyecek, bugünkü vahim tabloyu değiştirmeyecektir.

“Tamam da, daha büyük temizliği kim istiyor ki?” diyecek olursanız, siz de haklısınız, deyip eklerdim; “Önümüzdeki kurbanlara bakalım!”

Ali Bulaç - Hz. Ali'nin velayeti, Ehl-i Beyt'in direnişi!

$
0
0

15 Şubat tarihli yazım, Sünnilerle Şiiler arasında yüzyıllardır süren bir ihtilafın Sünni bakış açısından kritiğini yapmaktı. Sünni tezi 14 noktada ortaya koymaya çalıştım. Son iki maddeye tekrar dikkat çekmek isterim:

13) H. 40/M. 661'de Harici Abdurrahman bin Mülcem Hz. Ali'ye suikast düzenlediğinde, Abdullah bin Cündeb ona “Hasan'a biat edilmesini istiyor musun” diye sormuş, Hz. Ali “Ne emreder, ne nehyederim” demiştir;

14) Hem Muaviye, hem Haricilerle Hz. Ali arasında süren tartışma ve savaşlarda “nass, ta'yin, vesayet” hiç gündeme gelmemiştir.

Fakat tabii ki asıl tartışma konusu Sünni ve Şii hadis kaynaklarında yer alan bir rivayet etrafında dönüp dolaşıyor. Mezkur yazıda 4. maddede saydığım hadisle ilgili ifade şöyleydi: “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” imamete delil teşkil eder mi? Sünni muhaddisler bu sözü sahih kabul etmemişlerdir.

Belirtmek gerekir ki, söz konusu hadisle ilgili kullandığım cümlede ifade kusuru vardır. Kastım muhaddisler tarafından hadisin sahih olmadığını anlatmak değildi. Hadis'e ilişkin iki müşküle işaret etmekti.

Hadis, Sünni kaynaklardan Tirmizi (Menakib, 19), İbn Mace (Mukaddime, 11), Ahmed ibn Hanbel'in Müsnedi'nde (I, 84, 118, 119) yer almaktadır. Fakat hadisin Buhari ve Müslim'in sahihlerinde yer almaması, üstelik baş hadis kaynağı Buhari'nin rivayeti sahih kabul etmemesi önemlidir. Önemi Buhari'nin tek otorite kabul edilmesinden değil, Şii iddiaya karşı Müslim'de de yer almaması dolayısıyla Sahiheyn'in kuvvetli bir dayanak olarak kullanılmasından kaynaklanır. İbn Hazm ve İbn Teymiye de hadisi sahih kabul etmemişlerdir. Fakat İbn Hacer hadisin hem sahih, hem hasen versiyonları olduğunu söyler. Çağımızın hadis alimlerinden Elbani'ye göre hadis sahihtir. Münavi hadisi mütevatir kabul eder.

Biz hadisin sahih olduğunu kabul ediyoruz. Fakat mesele burada bitmiyor, mesele hadisin delaletinin katiyeti meselesidir. Sıraladığımız 14 madde ışığında Sünni bilginler özellikle üç önemli itiraz noktasını öne sürmektedirler:

a) Bu hadisten Hz. Peygamber'in, Hz. Ali'yi mü'minlere imam-emir (devlet başkanı) tayin ettiği anlamı çıkmaz. Araplar “Mevla” kelimesini birden fazla anlamda kullanmaktadırlar: Dost, arkadaş, yardımcı, sahip vs. Ancak işleri üstlenmek, yönetmek (velayet) gibi anlamları da var. Şiilere göre Efendimiz, Hz. Ali'yi vasiyet etmiş, Sünnilere göre, kelimeyi siyasi halef manasında kullanmamıştır.

b) Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi emir tayin etmek isteseydi, emri aldığı ilk anda Müslümanlara açıklıkla tebliğ ederdi. O maslahat gözeterek inen vahyi gizlemez veya ertelemezdi. Hz. Aişe'ye göre Efendimiz'in boşandıktan sonra Zeynep'le evlenmesinin kendisine bildirilmesi O'nu sıkıntıya sokmuştu. “Eğer Allah'ın elçisi Kur'an'dan bir şey gizleyecek olsaydı, bunu gizlerdi, öyle yapmadı.” (Buhari, Tevhid, 22; Tirmizi, Tefsir, 33/9-16.)

c) Hadis'in Şii kaynaklardaki versiyonunda “Benden sonra” ibaresi var, Sünnilere göre bu Şiilerce hadise sonradan ilave edilmiştir.

Öyle veya böyle! Hadis metninin zahirinden Hz. Ali'nin Efendimiz'in velayeti altında bulunduğunu, Son Elçi'nin Hz. Ali'ye Mevla olduğunu anlıyoruz. Bu hadisi “Size iki emanet bırakıyorum: Biri Allah'ın Kitabı Kur'an-ı Kerim, diğeri Ehl-i Beytim (ıtratim).” (Tirmizi, Menakib, 31; Müsned, III, 17.) hadisiyle bir arada düşündüğümüzde, Efendimiz'in Ehl-i Beyti'ni İslam'ın muallimleri olarak gördüğünü, kendisinden sonra çıkacak iktidar mücadelelerinde Ehl-i Beyt'inin büyük haksızlıklara ve zulümlere uğrayacağını önceden görüp Müslümanları bu konuda uyardığını düşünebiliriz. Bu konudaki Üstad Said Nursi'nin teşhis ve tespitleri de bu yöndedir.

Pekiyi, Sünni bakış açısından, Hz. Peygamber'in Hz. Ali'yi vasiyet etmeyip, yönetim işini seçime bıraktığını düşündüğümüzde, Hz. Ali ve onun canparesi Hz. Hüseyin'in bu işe talip olmaları yanlış mıydı? Elbette hayır! Bu işe en çok ve birinci derecede onlar layıktı. Fakat Beni Ümeyye zalimleri Ehl-i Beyt'i kılıçtan geçirdiler. Kerbela'dan sonra Ehl-i Beyt iki kola ayrıldı: Bir kolu (Zeynelabidin) Kur'an'ın ta'limini üstlendi, diğer kolu (Zeyd bin Ali) kılıca karşı kılıçla karşılık verme yolunu seçti.

Nuriye Akman - Çok yaşa komünist başkan

$
0
0

Ovacık Belediyesi'nin Türkiye Komünist Partili başkanı Mehmet Maçoğlu'ndan yine çok şık bir hareket geldi.

Daha önce otobüsleri ücretsiz yapan, suyun metreküpüne 50 kuruş fiyat biçen, kadınların, engellilerin, gençlerin ve esnafın yer aldığı komisyonlar kuran, hazine arazilerini ekip biçip gelirini muhtaçlara dağıtan, tüm fuzuli harcamaları kesen Maçoğlu, bu kez belediyenin gelir giderler ve borçlarını ilçe halkına duyurmak için belediye binasına dev bir afiş astı.

Uygulama keşke memleket ölçeğinde benimsense ama tabii bütçeleri Ovacık'la kıyaslanamayacak kadar büyük olanlar malum sebeplerden yanaşmayacaktır buna.

Acaba magazin dünyası komünist başkandan örnek alıp bir şeffaflık hareketi başlatabilir mi? Sahne, sinema ve televizyonun ünlü simalarından evlerinin duvarına afiş asmasını bekleyemeyiz belki sosyal medya hesapları ne güne duruyor?

Bu onları avuçlarımızı patlatırcasına alkışlamamız ve maişet dertlerine duacı olmamız için iyi bir fırsat olabilir. Lütfen yani sadece iyi şarkılar söyledikleri, rollerini pek güzel kıvırdıkları, güzel dans ettikleri için sevmeyelim onları, ayaklarını yorganlarına göre uzattıklarından da emin olalım.

Gelir-gider tablolarını ne kadar ayrıntılı hazırlarlarsa bizim kültür seviyemizi o kadar yükseltirler. Mesela sahne kostümlerinin maliyetine kaç kalem giriyor? Aylık kumaş, aksesuar, dikiş, mücevher, kuaför ve kozmetik masrafları nedir? Şarkılar kaça alınıyor kaça satılıyor? Müzisyenlere, danışmanlara, koçlara, menajerlere, diyetisyenlere, estetisyenlere, cerrahlara, fotoğrafçılara, psikologlara ve diğer hizmetkârlara ne ücret ödeniyor? Bir bölüm dizi oyunculuğundan ne kazanılıyor? Sahneye kaça çıkılıyor, ekstralar masrafları karşılamaya yetiyor mu? Reklam pastası doyurucu mu? Değirmene su taşıyan başka işler yapılıyor mu? Bağış kabul ediyorlar mı? Mecburen haraç verdikleri oluyor mu? Vergilerini düzgün ödeyebiliyorlar mı? Kısacası gündemde kalmanın mali portresi nedir?

Kabul edelim ki, Instagram, Facebook veya Twitter ekranlarına yansıyan gelir-gider tablosu züğürtlerin çenesini yoracak, şeffaflığın bu derecesi muhtemelen baş ve karın ağrılarına sebebiyet verecektir. Fakat belli de olmaz, takipçilere hesap verme geleneği magazin figürlerinin daha makul harcamalar yapmalarına yardımcı da olabilir. Nasıl bir çarkın içinde döndüklerini öğrendiğimizde onlara merhamet bile duyabiliriz.

Ovacık Belediyesi'nin komünist başkanı, bak ne çılgın fikirler armağan ettin bize. Sen çok yaşa e mi?

Mümtaz'er Türköne - Kürtlerin başındaki büyük belâ

$
0
0

PKK, Rus işgal ordusunun yerli işbirlikçisi veya yerli milis gücü rolüne soyunmuş görünüyor.

Soruyu şöyle sorduğumuz zaman PKK'nın bu netameli pozisyonunun getirisi-götürüsü ortaya çıkıyor: Rusya'nın Türkiye sınırlarında PKK'yı kullanarak kazandığı etkinliğinin bölge halklarına, özellikle Kürtlere bir fayda sağlaması mümkün mü? Bu soruya, I. Cihan Harbi'nde, Doğu Anadolu'da Ruslara karşı tam kadro savaşan Kürtlerin torunlarından cevap almalısınız. Şu zamanımızda “küresel aktör” denilen büyük devletlerin oyunlarından, örgüt adı verilen çetelerin savaşından, kısaca gündelik telaştan başımızı kaldırıp geçmişe ve geleceğe baktığımız zaman farkına varacağımız tek gerçek var: Bu iş, yani Rusya'nın yürüttüğü operasyonlar Türklere ne getiriyorsa, Kürtlere de aynısını getirecek.

Ankara'da 29 kişinin hayatına mal olan saldırı, tek başına bütün cevapları bulmamız için yeterli. Dünyaya terör örgütü olmadığını kanıtlamaya çalışan PYD'nin mevzileri Türk topçusunun ateşi altında iken, PKK, Sur ve Cizre'de yürüttüğü meskûn mahal savaşında “sivil katliam” tezine sığınmışken Ankara'da patlayan bombanın kime yarar sağlayacağını bir düşünün. PKK, 29 kişinin cansız bedenini koca bir tepsiye dizip Putin'in ayakları dibine bırakmış oldu. PYD'nin, Ankara saldırısını gerçekleştiren PKK'nın uzantısı olan bir terör örgütü olarak yakayı ele vermesi, Rusya'yı kim bilir ne kadar mutlu etmiştir. ABD'nin “terör örgütü değil” kılıfına Rusya'nın ihtiyacı yok; üstelik bu saldırı ile kendisi arasında bağlantı kurulması çok işine gelir. Peki bu Ankara saldırısından Kürtlerin hissesine ne düştü?

PKK'nın Suriyeli Kürtler üzerinde hiçbir nüfûzu yoktu. Şam'da baba Esed'in himayesi altında faaliyet gösteren Öcalan, kimlik verilmeyen, vatandaş sayılmayan Kürtleri yok saymıştı. İç savaş başladığında iki düzineye yakın Kürt örgütü PKK'nın tehdit ve cinayetleriyle yok edildiği zaman, IŞİD'in serpilip gelişeceği şartlar da oluştu. Kobani'de savaşan IŞİD'in komutanının da mensuplarının yarıdan fazlasının da Kürt olması, bölgenin örgütlerin insafına terk edilmesinin yol açacağı derin yaralar hakkında fikir vermeli. IŞİD, geniş bir bataklıklar coğrafyasının ürünü, PKK ise bu bataklıklardan biri. PKK'nın Kürtlere dayattığı “örgüt siyaseti”ne boyun eğmeyenlerin çalacağı kaç kapı var? Ayrıca PKK'nın Fırat'ın batısına geçerek Kürt nüfusun yaşamadığı topraklar üzerinden Akdeniz'e uzanan bir koridor açmaya çalışmasının Kürtlere ne yararı olacağını birilerinin açıklayabilmesi lâzım. Bu koridor, sadece vekâlet savaşında kullanılacağına göre PKK için değeri aşikâr, peki bu zorlama Kürtlerin yararına ne getirecek?

Cizre'de, Sur'da onca insanın canına, malına mâl olan hendek savaşının Kürtlere sağladığı bir üstünlük var mı? Özyönetim ilan edip şehirleri harabeye çevirince, Kürtler bu savaşın sonunda kendi yönetimlerine mi kavuşmuş olacak? Tam tersine belediyelerin mevcut yetkilerinin sınırlandırılması ve geri alınması hazırlıkları yapılıyor? Üstelik tam da Avrupa Birliği'nin üniter yapıyı kuvvetlendiren kararından sonra. Hendek savaşı, çareyi demokrasinin sınırlandırılmasında bulanların elini güçlendiriyor. Ayrıca harabeye dönen şehirler Kürtlerin şehirleri, can korkusuyla kaçanlar da Kürtler. Hangi amaç için? Rusya'nın Türkiye'ye saldırısının bir parçası olmak dışında?

En zor durumda olanlar HDP'de politika yapanlar; çünkü onlar PKK'nın sağa-sola saçtığı şiddetin önünde rehine olarak duruyorlar. PKK Ankara'da bomba patlatacak, HDP'li politikacılar bomba enkazlarına takılmadan ve caddelerde duran kan ayaklarına bulaşmadan Ankara politikası yürütecek. Cumhurbaşkanı'nın önceki gün Meclis'e verdiği “kesin talimatlar”ın sonucu HDP milletvekillerinin dokunulmazlıkları kalksa, birkaçı tutuklanıp cezaevine konsa, “demokrasiye yakışmıyor” diyen benim gibi birkaç kişi dışında Kürtlerden bile şu “hendek savaşı”ndan sonra ciddi bir itiraz gelir mi?

Kürtlerin başında büyük bir belâ duruyor. PKK, bölge halkından aldığı desteğin hızla erimesine rağmen bir işgal ordusunun milis gücü gibi davranmakta ısrar ediyor. Kimsenin dönüp bakmadığı “sivil katliam” iddiasını köpürtebilmesi için PKK'ya daha fazla Kürt kanı lâzım.


Mustafa Ünal - MHP'de neler oluyor?

$
0
0

Sadece MHP değil bütün partiler hareketli aslında. AKP'de Bülent Arınç ve arkadaşlarının itirazı ciddi. Kulislerde ‘sürpriz kongre' bekleyenlerin oranı hiç de az değil.

Erdoğan'ın ‘Davutoğlu hoşnutsuzluğu' herkesin bildiği Ankara sırrı. Binali Yıldırım pusuda bekliyor. CHP'de Deniz Baykal ses verdi. Doğrudan parti yönetimini hedef aldı. Güçlü ve örgütlü bir çıkış değil. Ama ilk adımı attı. Parti içi hareketin büyüme ihtimali zayıf.

Asıl hareket MHP'de... Çıkış noktası ‘seçimlerde başarısızlık'... Hatta hezimet. Kısa seçim aralığında hem oy oranı hem de milletvekili sayısı ciddi anlamda düştü. Meclis'te yarı yarıya sandalye kaybetti. 7 Haziran'dan sonra ‘kilit parti' pozisyonundaydı. Hükümet arayışlarına kapısını kapattı. MHP lideri, seçim akşamı ‘erken seçim' kartını attı.

Tekrar sandığa gitmek isteyen Saray'ın işini kolaylaştırdı. Meclis Başkanlığı seçiminde oyuna girmedi. MHP ne AKP ile hükümet kurmaya yanaştı, ne de muhalefetle. Kendisini çekti. Seçimler anayasa gereği mecburen tekrarlanmak zorunda kaldı. MHP açısından daha iyi bir sonuç zordu. Tek başına iktidar imkânsızdı. En iyi ihtimal olarak ya AKP ya da muhalefetle koalisyondan başka çıkış yoktu MHP için.

Buna rağmen MHP yönetimi seçimde diretti. Büyük risk aldı. Ve kaybetti. 7 Haziran'daki ‘kilit parti' pozisyonunu yitirdi. Milletvekili sayısı HDP'nin altında kaldı. Bu tabloyu milliyetçi tabanın kabullenmesi mümkün değil. İktidardan uzak düşmek ayrı sorun, HDP'nin gerisinde kalmak ayrı sorun.

MHP ‘potansiyel' olarak CHP'den daha avantajlı. CHP anamuhalefet partisi ama tabanı kemikleşti. Yüzde 25'in biraz üzerine ancak çıkabilir. Sol pasta küçük çünkü. MHP'nin ‘büyüme kapasitesi' yüksek. AKP hem iktidar yorgunu hem de yıprandı. İç ve dış politikası çöktü. Çözüm süreci PKK'nın şehirlere inmesine yaradı. Ancak MHP, AKP'nin boşalttığı alanları dolduramadı. Aksine milliyetçi siyaset bayrağını bile AKP'ye kaptırdı. Bugün gerek Erdoğan gerekse AKP'nin Kürt ve terör meselesinde MHP'nin klasik tezlerini seslendirdiği bir realite...

1 Kasım tablosu MHP tabanını tatmin etmez. Sonrası için de bir ışık yok. Aksine kan kaybının önlenmemesi durumunda ‘baraj altı ihtimali' ciddi seçenek. Parti içinden çıkışların karşılık bulması bu yüzden. Daha önce de muhalif sesler duyulurdu. Fakat büyümezdi. Bu kez epey mesafe aldı. Genel başkan adayları çıktı sahneye önce. Hepsi de tabanın yakından tanıdığı isimler...

Muhalefet ilk hamleyi ‘tüzük kurultayı' için yaptı. Kısa sürede muhalefet gerekli sayının çok üzerinde imzaya ulaştı. Toplam delegenin yarısına yakın. İmzalar Genel Merkez'e elden teslim edildi. Böyle durumlarda çeşitli yollarla imza sayısı eksiltilir. Bir şekilde delegelerin imzalarını geri çekmesi sağlanır. MHP yönetimi bu kez başarılı olamadı. Ve dosya mahkemeye taşındı. Son sözü yargı söyleyecek. Yargının da fazla seçeneği yok. MHP gibi geleneği olan bir parti, meseleyi mahkemeye taşımadan çözebilmeliydi. MHP yönetimi muhaliflere karşı boş durmadı. İl teşkilatlarını kapatmaya başladı. 10'un üzerine teşkilatın kapısına kilit vurdu.

Son hamleyi Ümit Özdağ yaptı. Genel başkan yardımcılığından istifa etti. Olağanüstü kurultay talebinde bulunarak... Yanına milletvekili Yusuf Halaçoğlu'nu da alarak. Özdağ da potansiyel adaylardan biri. Öteden beri bu yöndeki niyetini hiç gizlemedi.

Peki sonuç ne olacak? MHP'de muhalif rüzgârlar hiç olmadığı kadar sert esiyor. Giderek şiddetini daha da artıracak gibi. MHP yönetimi için zor süreç. Ayrıca Bahçeli'nin sağlık durumu da dezavantaj. Bu rüzgarın önünde durmak zor. Gün görmüş bir MHP'liye sordum, “MHP'de değişimler sadece delegenin iradesiyle olmaz. Başka dinamiklere de bakmak lazım. MHP'de değişim sadece siyaseti, Türkiye'yi değil bölgeyi de etkiler. Büyük fotoğrafa bak..” dedi.

MHP'de giderek şiddetini artıran bir sancı var. ‘Değişim doğurur mu?' sorusuna net cevap vermek zor.

Gökhan Bacık - Suriye'den bir Kürt devleti çıkar mı?

$
0
0

Suriye'de bugün farklı aktörler farklı sorunları çözmek için “savaşıyor”. Bunu bir tablo ile şekillendirebiliriz.

Aşağıdaki tablo Suriye'de her ülkenin “birinci hedef” ini gösteriyor.

Görüldüğü üzere “birinci hedefim Esed rejimini” yıkmak diyen bir ülke bulunmamaktadır. Elbette bu bazı ülkelerin amacıdır ancak ikinci veya üçüncü amacıdır. Bu tablonun Türkiye açısından gösterdiği en önemli nokta, küresel ve bölgesel güçler açısından Türkiye'nin öncelikler sıralamasının Suriye'de pek karşılığı olmadığıdır. Aksine farklı düşünmelerine rağmen ABD, AB, İran ve Rusya gibi ülkelerin IŞİD konusunda uzlaşabileceğidir. “IŞİD konusunda uzlaşmak” demek Esed rejimi ile “konuşabilir” olmayı doğurabilir.

Şimdi burada önemli nokta şudur: Türkiye'nin Suriye'de bütün “oyun planını bozan” aslında IŞİD'in ortaya çıkmasıdır. Ankara'nın bunu iyi okuması gerekiyor. Ankara'da bütün alarm mekanizması PYD üzerine kurulmuş olsa bile Türkiye'yi Suriye'de “açığa düşüren” IŞİD'in ortaya çıkmasıdır. IŞİD olduğu sürece Türkiye'nin önceliklerini uluslararası camiaya kabul ettirmek mümkün görünmeyecektir.

İkinci önemli nokta şudur: Hükümete yakın Daily Sabah gazetesinin bir haberine göre Suriye'nin BM Daimi Temsilcisi Beşir Caferi “PYD bizim desteğimizi de alıyor.” demiş. Bugün itibarı ile Suriye'deki uluslararası hukuk açısından meşru hükümet Esed'dir. O nedenle Suriye'nin BM nezdindeki daimi temsilcisini -ki bu koltuk bir ülkeyi kimin yönettiğinin küresel tescilidir- Şam'da Başkanlık Sarayı'nda oturan Esed belirliyor. Peki, Şam rejimi kendi anayasal sistematiği içinde Kürtlere bir özerlik verirse ne olur? Irak'ta böyle olmadı mı? Bağdat yönetimi, Kuzey Irak'ta Bölgesel Kürt Yönetimi olarak adlandırılan bir Kürdistan kurmuştur. Hatırlarsanız o zamanlar Türkiye'de buna çok sert eleştiriler olmuştu. Daha sonra ise “Kürt yönetimi ile ticaret yapmaktan dolayı hava atan işadamlarımız” o eleştirilerin yerini aldı. Suriye egemen bir devlet ise kendi anayasal düzeni içinde bir bölgeyi “otonom Kürdistan” olarak ilan ederse Ankara ne yapacak?

Şam rejimi ve PYD arasında böyle bir anlaşma olursa Moskova bunu hemen destekleyecektir. ABD, belli etmese bile Kürt siyasetini kendi diplomasisinin bir “yavrusu” olarak görmektedir.Dolayısıyla büyük bir yol kazası yapmazlar ise Kürtler, Suriye'den tıpkı Irak'ta olduğu gibi “Suriye Bölgesel Kürt Yönetimi” şeklinde çıkabilirler.

Yakın zaman önce bir öğle yemeğinde beraber olduğum Batılı bir diplomat bana “Rusya'nın IŞİD karşısında yaptıklarının” bazı maliyetlerine rağmen kendilerini mutlu ettiğini söylemişti. Büyük olasılıkla Batı ile Esed rejimi arasında perde arkası bazı temaslar mümkündür. Nitekim, içinde bulunduğumuz ayda AB, Şam rejimi ile resmî; müzakere yaparak bu ülkede insanî; yardımın koordinasyonu sağlamak amacıyla bir ofis açılması için adım atmıştır. Garip olan bu konuda açıklama yapan AB Dış Politika Yüksek Komiseri Federica Mogherini “İran ile de konuştuk.” demiştir. Şunu sormak lazım: Son zamanlarda İran ile Batı arasında sıcak ilişkiler var. Peki bu sıcaklık Suriye'yi nasıl etkileyecek? İran'ı bir adım yanına almış Batı, Şam rejimi üzerinde bu imkânı kullanmaz mı?

Emine Eroğlu - Susanlar için ağıt

$
0
0

Vâizlerden birine, “eşyâ” (şeyler) sözcüğünü niçin Arapça gramer kuralına uygun biçimde tenvinli okumadığı sorulmuş.

Adamcağız, sorudan hiçbir şey anlamadığı için bir süre cevap vermeden beklemiş. Düşünüp taşındıktan sonra kendince içinde bulunduğu durumdan kurtulmak adına bir çare bulmuş. Muhatabına dönerek: “Sen bu soruyu sormakla, aslında bir zındık gibi davranmış oluyorsun! Zira Hz. Allah Kuran-ı Kerim'de, (…) eşyâyı sormayın. (Mâide Sûresi, 10) buyuruyor.” demiş.

Eşyayı sormayın

Nicedir etrafımızda olup bitenler hakkında soru sorduğumuzda aldığımız cevap hep aynı: "Eşyayı sormayın!"

Yayın yasakları, uydudan çıkarılan kanallar, medya kuruluşlarına atanan kayyımlar, gazetecilere uygulanan akreditasyonlarla verilen mesaj bu.

“Devletin kalbine yapılan saldırıyı sormayın. Şehitlerden sormayın. Sivil ölümlerini sormayın. Anayasa ve hak ihlallerini sormayın. Kesilen ağaçları sormayın. Hırsızlıkları, yolsuzlukları, rantları, adam kayırmaları sormayın. Söylenen yalanları, atılan iftiraları sormayın… Hatta dün konuştuklarımızı da sormayın, zira bugün taban tabana zıt şeyler söyleme özgürlüğümüzü elimizden almış olursunuz.

Sakın ha soru sormayın, yoksa vatan haini muamelesi görürsünüz. Ne diyorsak ona inanın.

Sorulacaksa soruları biz verelim. Ya da çalıştığımız yerden sorun.

Fazla konuşursanız sizi haysiyet cellatlarının eline teslim ederiz. Daha öteye giderseniz terör bağlantısından içeri tıkarız da, hakkınızda bir iddianame hazırlanıp mahkemeye çıkmak için bile on sekiz ay beklersiniz.

Konuşmaya izni olanlar paralelden konuşun. Büyük Türkiye'den bahsedin. Ortadoğu'da oyun kurucu olduğumuzu, Rusya'yı ve Amerika'yı dize getirdiğimizi, başkanlık sistemine geçersek refah seviyemizin kat be kat artacağını anlatın kürsülerden. Ulü'l-emr olduğumuz için bize itaat etmenin farz olduğuna, ilahi işaretlerle tasdik edildiğimize, tanrının yeryüzündeki gölgesi olduğumuza inandırın insanları. Merak etmeyin her yaptığımıza fetva verecek din adamlarımız, eylemlerimize meşruiyet zemini oluşturmakla görevli menfaat ortaklarımız var. Kimse bizden hesap soramaz!.. Herkese haddini bildiririz. İmanın şartını da yediye çıkarmadık mı nasıl olsa!..”

Susanlar zalimlerle aynı milletten

Peki ya konuşma yeteneği (nutuk) insana sormak, hakikati araştırmak için verilmiş değil midir? Melekler bile hikmetini öğrenmek için Cenab-ı Hakk'a "Yeryüzünde kan dökecek, fesat çıkaracak birisini mi yaratacaksın?” diye soruyor da muktedirlerin hikmetinden niçin sual olunmuyor? Bu kitleler hakperestliklerini bırakıp zulme ses etmez hale gelmek için kaç aşamadan geçirildi? Sinirleri ne zaman alındı? Vicdanları hangi noktada kör ve sağır edildi?

Fakat ne yazık ki uyudukları ölüm uykusundan uyanmadıkları sürece, susanlar zalimlerle aynı milletten. "His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?" diye feryad eden Akif'e kulak vermeli. His, hareket ve acı hayatın belirtileri. Hiç “düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar” masum kalabilir mi? Kelamı hikmet olmayanların susuşu nasıl sabır olsun?

Bu susuş bir cevap değil. İçten bir yakarış değil. Derinden bir duyuş değil. Vaktini bekleyiş değil. Edepten, erdemden değil.

Bu susma, ödeyecek diyet borcu olanların, kaybetmekten korkanların, göze alamayanların, önüne darı atılmışların, efsunlanmışların susması.

Bu susma, dilin değil, kalbin susması.

Bu susma, esfel-i safilî;n susması. Dilsiz şeytan susması.

Bu susma, Kûfe halkının Hz. Hüseyin'e ihanetlerinin susması.

Toplumsal bir çürümenin habercisi.

Mevlevî; geleneğinde ölenlere “susanlar” anlamında "hamûşan" denilir. Argoda da birisini öldürmenin karşılığı susturmaktır. Bu suskunluk ölüm suskunluğu.

Tadı nasıldır bilmiyorum, ama meyvesinin çok acı olacağı aşikar.

Susmak aktif bir kötülüktür

Bediüzzaman, kötülük meselesi üzerinde düşünürken iyiliği terk etmeyi de kötülük kategorisine dahil eder. Yani kötülük, terklerden neşet etse de aktif bir eylemdir, zira tahribata sebebiyet verir. İyiliği yok eden, kötülüğe alan açmış olur. Bu bağlamda hakikatin söylenmesi gerektiği yerde susmak da “aktif” bir kötülüktür. O yüzden Hazreti Üstad, haksızlığa karşı sükût etmeyi “Hakk'a karşı bir hürmetsizlik” olarak tanımlar.

Şehrin en uzak ucundan koşarak gelip, “Kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun..” (Yâsî;n Sûresi, 21) diyen Habib-i Neccar, ölümü göze almasaydı biz onun varlığını nereden bilecektik? Dahası var olabilecek miydi?

Abdullah bin Zübeyr bin Avvam, Haccac tarafından şehit edilince, Esma validemiz o zalimin yakasına yapışarak “Sen onun dünyasını mahvettin; fakat, o da senin âhiretini mahvetti.” demeseydi Haccac'ın zulmü karşısında boynumuz hep bükük kalmayacak mıydı?

Bediüzzaman Divan-ı Harb-i Örfî;'de idamla yargılanıp hakkında takipsizlik kararı verildikten sonra Beyazıt'tan Sultanahmet'e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, "Zalimler için yaşasın cehennem! Zalimler için yaşasın cehennem!" nidalarıyla ilerlememiş olsaydı onurlu bir duruşun izlerini nasıl takip edecektik?

Tarihten bu örnekleri silip atın, geride yine Akif'in ifadesiyle “Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler/ Riyâlar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler” kalır.

Emin olun, bugünkü haramilikler karşısında susmayanları da tarih aynı takdirle yazacak, gelecek nesiller aynı minnetle yâd edecek.

Bin esef müminlere zulmederek ahiretini berbad eden ve zulme seyirci kalarak isimlerini Kûfe halkı ile yan yana yazdıranlara…

Mustafa Edib Yılmaz - İran'da şaka, Venezuela'da kaos

$
0
0

Dünyanın tespit edilmiş en zengin petrol rezervlerine sahip ülkesi Venezuela'nın başı bugünlerde fena halde dertte.

Petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş değil yalnız sorun. Hazine gelirlerini eriten bu küresel gelişme karşısında çözüm üretmekten aciz, böyle olunca da halkına yalnız içi boş ‘milli mücadele' söylemleri sunan, gerçeklerden kopuk bir iktidar da sorun.

2014 ortasından bu yana petrolün varil fiyatı 100 doların üzerinden 30 doların altına kadar geriledi. Elbette bundan tüm enerji ihracatçısı ülkeler menfi etkilendi. Rusya, S.Arabistan, Katar ve Venezuela bu gidişatı bir nebze durdurabilmek için 16 Şubat'ta aldıkları ortak kararla petrol üretimlerini ocak ayı seviyesinde dondurmakta anlaştı. Tek şartları diğer üreticilerin de böyle yapmasıydı. Olmadı. İmzaladığı nükleer anlaşma ile uluslararası yaptırımlardan kurtulan İran, aksine üretimi artıracağını açıkladı. Hatta İran Petrol Bakanı Zengene, ülkesi yaptırımlar altındayken petrol üretimlerini artırarak dünya pazarında İran'ın boşluğunu dolduran diğer ülkelerin şimdi kendilerinden üretimi dondurmalarını beklemesini “çok komik bir şaka” olarak niteledi. Sonuçta İran'ın vanaları daha da açmasıyla fiyatlardaki toparlanma ihtimali iyiden iyiye azaldı.

Bu ise Venezuela için çok kötü haber. IMF'ye göre ekonomisi 2015'te yüzde 10 daralan, bu yıl da ilave bir yüzde 6 daha daralması beklenen Latin Amerika ülkesi için ‘topyekün iktisadî; ve siyasî; çöküş' tahminleri havada uçuşuyor. Şu an yüzde 200'lerin üstünde olan enflasyonun 2016 sonunda yüzde 700'leri geçmesi bekleniyor. Yerel para birimi bolivar, 2 yılda resmen pul olmuş. Bir ABD Doları iki yılda 60 bolivardan neredeyse 1000 bolivara fırlamış. Raflar boş. İğneden ipliğe her şeyde kıtlık var. İnsanlar her gün süpermarketler önünde saatlerce kuyrukta... Pek çok gözlemciye göre bu şartlarda geniş bir halk isyanı da kapıda. Hugo Chavez'in varisi konumundaki Başkan Maduro için kaçınılmaz son hızla yaklaşıyor.

Oysa 30 milyonluk orta büyüklükte bir ülkenin kalkınması için dünyanın en zengin petrol rezervlerine sahip olması yeter de artardı. Fiyatlar zaten son 1,5 yıl zarfında hızlı bir düşüş gösterdi. Öncesinde yıllar boyunca elde edilen şişkin gelirlerle ülkede kalıcı ekonomik iyileşmeyi ve refah artışını temin edecek yatırımlar kolaylıkla yapılabilir, fiyat şokunun yaşandığı şu günlerdeki zorluklara karşı daha dayanıklı kılınabilirdi ülke ekonomisi.

1999'dan bu yana devam eden Chavez ve sonrasında Maduro iktidarlarında ise ülkedeki tüm devlet kurumlarının seçimlerde elde edilen ‘meşruiyet' kullanılarak icra organının güdümüne alındığına şahit olduk. Mahkemelerden okullara, basından merkez bankasına ve özel şirketlere kadar herkes iktidarın baskısını yaşadı ve zamanla kontrolüne girdi bu yıllarda. Muhalif isimler hayli tartışmalı suçlamalar ve aleyhte kampanyalarla ya görevlerinden edildi ya da daha kötüsü hapsedildi bu süreçte. Güç tek bir fikirden bir hizbin elinde toplanırken halk da fiyatları sübvansiyonlarla kontrol altında tutulan temel ihtiyaç maddelerinin ucuzluğu ve sosyal yardımlar ile uyutuldu. Ülkenin nispeten bağımsız kabul edilen tek gazetesinin yazıp çizdikleri de yetmedi onları uyandırmaya.

Mesela mevcut Ekonomi Bakanı Luis Salas'a göre enflasyon diye bir şey yoktur. Artışlar sadece kârlarını artırmaya çalışan açgözlü işletmelerin kabahatidir. Şimdilerde durmadan yaptıkları gibi para basmak da enflasyon falan oluşturmaz asla. ‘Bas parayı öde borcunu'dur temel reçete. Buna rağmen ülkesinin yaşadığı zorluklar da tamamıyla dış güçlerin açtığı “ekonomik savaş” nedeniyledir. Halkın 17 yıl aradan sonra Parlamento'da çoğunluğa taşıdığı muhalefet merkez bankası başkanını değiştirip bu saçmalığa son vermek ister ama Maduro'yu bulur karşısında. Para lazımdır, daha fazla basılacaktır o halde!

Hasılı, tam bir ‘sandık demokrasisi' örneğidir Venezuela. Kifayetsiz kadroların iktidarda kaldığı, atamalarda liyakatin değil yalnızca rejime sadakatin arandığı, tüm muhaliflerin ‘hain' yaftası yediği bir gariplikler diyarıdır. Büyüyen ekonomik zorluklar altında hepten kabaran düşman ihtiyacı nedeniyle daha da ilerlemiştir bugün ‘hastalıkları'. Fokur fokur kaynamaktadır...

Turhan Bozkurt - Kriz ne zaman bitecek?

$
0
0

Maliye Bakanı Naci Ağbal, İngiliz Financial Times (FT) gazetesine verdiği mülakatta ekonominin seyrinden memnun olmadığını belirtmekle kalmamış, sebeplerini de sıralamış.

Ağbal'ın sözleri şöyle: “Memnun değilim. Çünkü dış ticaretimiz iyi gitmiyor. Çünkü jeopolitik riskler var. Rusya, Suriye, Irak ve tüm bu pazarlarda düşüş yaşanıyor.”

Maliye Bakanı, dış siyasetteki iflasın ihracata, dolayısıyla imalat sanayiine nasıl ağır bedeller ödettiğini diplomatik dille izah etmiş. Ötesini ben söyleyeyim: Komşularla yaka paça olduk. İhracatta 5 sene evvelki seviyeye rücu ettik. 2016'da 135 milyar doları zar zor görebiliriz. Güya geride kalan 2015 senesinde ihracatımız 225 milyar doları aşacaktı.

Nursan, PİMAŞ ve Leke Jeans gibi devasa firmalar ya tesis kapatıyor veya mahkemelerden iflas erteleme kararı çıkararak alacaklıların ipinden bir seneliğine kurtuluyor. Nakit sıkıntısı had safhada. Bankalar kredileri öyle bir kıstı ki borcu borçla çevirenler komaya girdi.

Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mehmet Büyükekşi, Bakan Ağbal'ın sözlerinden bir gün sonra kendilerinden kaynaklanmayan mes'elelerin faturasını ödemek istemediklerini kaydetti ve teşvik paketi istedi. İhracatçı, iki senedir künde üstüne künde yerken ‘bambu ağacı' teşbihinde bulunmayı tercih eden Büyükekşi, daha fazla sessiz kalmanın fayda sağlamayacağına kanaat getirmiş olmalı. Aynı gün Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir ile Bursa Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı İbrahim Burkay, piyasada paranın dönmediğinden yakınıyordu.

Bıçak kemiğe dayandı. İsmi konmasa da krizin ortasındayız. AKP'nin ‘hele seçimi kazanalım, bakarız' diyerek halının altına süpürdüğü dertlerle müteşebbis tek başına cedelleşiyor. İş âleminde ‘artık yeter, bu gidiş hayra alamet değil' sesleri çoğalacak, hiç şüpheniz olmasın. Ağbal ve Büyükekşi'nin tespitleri kıymetli. Lâkin eksik tarafları var. Ekonomide kriz emareleri görülmesi, sadece müflis dış siyasetin teselli ikramiyesi olarak takdim edilen 'değerli yalnızlık' ile izah edilemez. Sebeplerden biri bu, ismi de 'değersiz yalnızlık'tır. Kimsenin söyleyemediği sebepler var, krizden çıkışımız o sebepleri ortadan kaldırmakla mümkün.

Medyadaki farklı sesleri susturma teşebbüsleri, 33 gazetecinin tevkif edilmesi, hukuk ihlalleri ve mülkiyet gaspına varan kayyım zulmüne net bir dille karşı çıkmadıkça iktisadî; buhran derinleşecek. Hayırsever işadamları hapse atılıyor. Koza İpek ve Kaynak gibi iki büyük holding, ‘keyfim öyle istedi' diyerek kayyım marifeti ile gasp ediliyor. Bank Asya ortaklarının elinden yönetim hakkı alındı. Yiğit Bulut'un ‘İş Bankası'na el konulsun' hezeyanına BDDK ve SPK seyirci. Bu ve benzeri hukuksuzluklar yatırım ortamını allak bullak etti.

Maliye Bakanlığı Müsteşarı iken bizzat Ağbal'ın talimatı ile 100 bin şirket fişlendi. McCarthycilik hortladı. Fişlemeler tabiatı icabı ürkek olan sermayenin ödünü patlatmaya yetti. Akabinde şirketlere ceza üstüne ceza kesilmesi, şirketlerin bu şekilde zor duruma düşürülmesinin hepimize bir faturası olacaktı. O faturayı ödemeye başladık.

Sadece 2015'te 10 milyar dolara yakın milli sermaye yurt dışına kaçtı. Tasarrufunu gasptan kurtarma saikiyle böyle hareket edenlere niye kızıyorsunuz ki! İşadamlarını cüzzamlı gibi göstermeye çalışan, istihdam ve ihracata katkılarını umursamayan türedilere kızın. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek'in ifadesi ile bu ortamda yabancı yatırımcının yanında yerli yatırımcıyı da ikna etmek için Türkiye'nin öngörülebilirliğini artırmalıyız, daha çok reform yapmalıyız.

Ağbal, madem gelinen noktadan muzdarip ve gayri memnun, o halde yetkisini kullansın ve armudun sapı üzümün çöpü diyerek KOBİ'lerin, holdinglerin ensesinde boza pişiren vergi müfettişlerine ‘hukuk dışına çıkmayın' talimatı versin. AKP teşkilatından geldiğini söyleyip patronlara ‘şunu yapmazsan kayyım atarız, bunu vermezsen seni batırırız' şantajları yapan nevzuhur tipleri de derdest etsinler. Aldıkları rüşvetlerin hesabını mahkemelerde vermeleri temin edilsin. Kriz işte o gün bitecek.

Ahmet Çakır - Bu kadar kolay gol yersen…

$
0
0

Sarı Kırmızılı takım az da olsa bir umutla gittiği maçta, bir kez daha kolay gol yeme hastalığının kurbanı oldu.

Oysa hücumda etkisiz kalsak da golsüz biten ilk yarıda umutlarımız biraz daha artmış olarak soyunma odasına gitmiştik. İkinci yarının başındaki şiddetli yağışla biz gol bulmayı umarken her zamanki gibi kolaylıkla 1 değil 3 gol yiyip yıkıldık.

Sadece bu maç için değil Denizli'nin göreve gelişinden bu yana en tatmin edici başlangıç kadrosunun sahada olduğunu söylemek mümkündü. Ancak bunun daha fazlasına ihtiyaç olduğu da ortadaydı. İlk 15 dakikada ortaya çıkan durum, Denizli'nin 60'a kadar oyunu tutup sonrasında 1 gol sıkıştırmaya kalkacağını gösteriyordu. Daha çok rakibi uyutmaya çalışan Sarı Kırmızılı takımın ilk yarım saat içinde tek atağı ve şutunun oluşu bunun açık kanıtıydı.

Açıkçası İstanbul'da ortaya koyduğu üstünlüğe karşın Lazio'nun da ilk yarıda pek ısırıcı bir hali yoktu. En azından başlangıç itibarıyla Denizli'nin yapmak istediği iş, olur yönde ilerliyordu. Hesabın tutmayan tarafı, Sabri ve Yasin'den gelebilecek katkının düşük kalışıydı. Sneijder ve Podolski'ye de rakip göz açtırmayınca her bakımdan sıkışıp kalmış bir oyun izledik. Taraftarlığın dışında sadece futbol izlemek isteyenleri hiç de tatmin edici bir karşılaşma değildi.

Sarı Kırmızılı takımın ilk yarıdaki oyununun önemli bir boyutu da rakibin sertliğine fazlasıyla karşılık verilebilmesiydi. Rus hakemin de bu konudaki hoşgörüsü bunu kolaylaştırdı… İyi hoş da golsüzlük durumunun sonuna kadar sürmesi de mümkündü ve bunun kimin işine yarayacağı ortadaydı. Sarı Kırmızılı takımın ikinci yarının başında aniden bastıran şiddetli yağışla birlikte rakip kaleye inme çabasının karşılığı da gecikmedi.

Biz 60 ve sonrasını beklerken Lazio biraz daha erken vitesi yükseltti ve önce Matri'nin direğin dışına vuran topuyla haber verdiği gol, yine o köşe atışlarından birinde geldi. Bizim bu yöndeki zayıflığımızı bilen ev sahibi, bu en kolay gol bulma şansını kullandı. Hala birşeyler yapmak mümkün olabilirdi ama oyunumuz bunun tam tersi doğrultuda ilerleyince bu kez basit bir organizasyonla ikinciyi, o da yetmeyince üçüncüyü bulup maçı bitirdiler.

Kısa bir süre için, “Türkler bitti demeden bitmez!” durumu ortaya çıkar gibi oldu ama kolay gol yeme hastalığımız yağmurla birlikte depreşmiş gibiydi. Aslında öncesinde 2 tane yememiş olsak Yasin'in golü tam zamanında gelmişti. Sonrasında gelecek 1 gol de istediğimizi elde etmeye yetecekti. Bunun için çılgın bir yarım saat bizi bekliyordu. Denizli'nin Sabri'yi çıkarıp Umut'u alması bu kez iyi sonuç verse diye dua etmek gerekiyordu. Rakibin bu konudaki silahları daha etkiliydi ve sonucu belirleyen de bu oldu. Onlar Klose'yi, Candreva'yı kenarda tutma lüksüne sahipken sizin kimlerle hamle yapmaya çalıştığınız ortada...

Umudumuzu bir yere kadar korumuş olmak bir teselli midir, bilemiyorum. Bu kadar kolay gol yiyerek ne içerde ne dışarda bir yere varılamayacağını herkes biliyor. Birşeyler olabilir diye hep inanmak istiyoruz ama bunu yapabilecek gücünüz olmadıktan sonra sadece dilemek bir işe yaramıyor. Çok daha sağlam bir futbol diliyle konuşan Lazio, pek de zorlanmadan işi bitirdi..

M.Nedim Hazar - Sulu sepken

$
0
0

Aktif gazeteciliğimin en stresli görevlerinin başında Süleyman Demirel'in konuşmalarını takip etme vazifesi aldığım haberler gelir.

Merhum, dakikalarca konuşurdu, bir bakardım ki bir saatler geçmiş ama elimdeki not kâğıdına bir tek cümle bile yazamamışım. Çok kelime kullanıp neredeyse hiçbir şey anlatmadığı basın toplantıları olurdu rahmetlinin. Akşamki maçı izlerken aklıma Allah rahmet eylesin Demirel geldi. İlk yarı bitti, benim elimdeki not kâğıdı bomboş ve boynu bükük şekilde bana bakıyordu. Sadece G. Saray adına değil, Lazio adına da pek iç açıcı olmayan bir durumdu bu. Zira numunelik olarak gösterilecek dahi tek bir pozisyon yoktu her iki takımın da. İşi rutine bağlayınca esnememek adına mücadeleden farklı ayrıntılara odaklanıyor insan. Sözgelimi Sabri'nin frensiz şekilde gol atma güdüsü. Zaman zaman kendi golcü arkadaşlarını bile sollayan bir kaptırmışlık ile gitti ama yanında topu götürmeyi unuttuğu için pek anlam ifade etmedi bu bindirmeler. Kaleciler ise, kale arkasına şezlong atıp güneşlenseler kimsenin ruhu duymazdı sanırım.

Devre arasında ise Olcan'ın ısındığını görmek Mustafa Denizli ile ilgili ‘yanlış tercih' kanaatini pekiştirdi. Oysa deplasmandaki Lazio maçı Olcan karakterinde bir oyuncunun kariyerinin zirve maçı olabilirdi. Yazık ki Denizli, sahip olduğu silahların özelliklerinin çok farkında değildi!

Derken yağmur başladı… Öyle böyle değil, tam ifadeyle; bardaktan boşalırcasına…

İkinci yarı, yağmurla beraber oyuna biraz hareket geldi. Bizim için maçın başladığı gibi bitmesi iyi olmayacaktı ama golsüz beraberliğe yatmak Lazio için ciddi riskti. Bu sebeple vitesi bir ara bir-iki derece yükseltip iki gol peş peşe buldu İtalyanlar. Tam içimizden ‘Bizden bu kadar' deyip havlu atacakken, o ana kadar top ezmekte birinciliği kimseciklere bırakmayan Yasin, “bi dakka!” dercesine son derece usta bir vuruşla umut aşılayan golü ağlara yolladı. Yağmur şiddetlendikçe oyuncular coşuyordu adeta. Sulu sepken gol olup yağdı mübarek!

Polonya kökenli emektar Alman Klose, baktı yağmur yağmaya devam ediyor ve misafir takımın enerjisi de bitmek üzere, antrenmanlardaki rahatlıkta bir golü ağlarımıza yolladı. Oysa kendisinden 10 yaş daha genç olan vatandaş ve ırkdaşı Podolski maçı en güzel yerden; saha içinden izlemekle yetiniyordu!

Olcan'ın oynaması gereken dakikalarda kenarda oturup, çıkması gereken bölümde sahaya sürülmesi ise G. Saray'ın bu yılki şaşkınlığının ilanından başka şey değildi açıkçası.

Üzülmüş değildik ve ağlamıyorduk ki, gözyaşlarımızı yağmura gizleyelim!

Zaten yağmur da durmuştu…


Ali Aydın - Slovak Kruzliak, ikna edici ve yatıştırıcıydı

$
0
0

Slovak hakem Ivan Kruzliak, başarılı bir müsabaka yönetti. Oyunun her anında kontrolü elinde tutarak pozisyonları yakından takip etti.

Aslında bakarsanız her iki takımın futbolcularının pozitif yönde oynamaları ve rakiplerine saygı duymaları maçı güzelleştirdi. Kruzliak'ın bazı futbolcular adına karşılaşmanın gerginleşebilecek bölümlerindeki başarılı, ikna edici ve yatıştırıcı müdahaleleriyle sinirleri yatıştırdı. 22. dakikada Lokomotiv Moskova'nın attığı ve ofsayt gerekçesiyle iptal edilen golde, yardımcı hakemin bayrak kaldırması tartışılabilir. Pozisyon çok az farkla da olsa ofsayt gibi algılanıyor. Yardımcı da riske girmeyip pozisyonu ofsayt şeklinde değerlendirdi. Kruzliak, gösterdiği sarı kartlarda son derece haklıydı. Yardımcı hakemleriyle uyumu üst düzeydeydi. Sonuç olarak; ilk maçı 2-0'lık net bir skorla kazanan Fenerbahçe, zorlu müsabakadan istediği sonucu aldı ve adını bir üst tura yazdırdı. Bu başarısından dolayı temsilcimizi kutluyor, ülke puanına katkısından dolayı da tebrik ediyoruz.

Necati Kola - Tur operatörü Topal

$
0
0

Türk takımları, futbolcularının çoğu ve teknik direktörü yabancı olmasına rağmen, ilk maçı rahat kazandıktan sonra ikinci maçı çantada keklik görme hastalığından bir türlü kurtulamıyor. Dünkü Lokomotiv Moskova-Fenerbahçe maçında bu hastalığı bir kez daha gördük.

Kadıköy'deki ilk maçı doğru bir kadro, güzel bir oyun ve 2-0 gibi net sayılabilecek bir skorla rahat kazanan Sarı-Lacivertli takım, rövanşın da benzer bir şekilde geçeceği zannına kapıldı. Doğrusu stattaki atmosfer ve ev sahibi ekibin umutsuz görüntüsü, bu zannı daha da büyüttü. Muhtemelen Moskova trafiğine takılan taraftarlar, tribünleri boş bırakmıştı. Maç başladıktan sonra tribünler yavaş yavaş dolmaya, maça ısındıkça Lokomotiv de sinsi sinsi hareket etmeye başladı.

Atağa kalkmakta ve Van Persie'yi topla buluşturmakta zorlanan Fenerbahçe'nin Volkan Şen ve Ozan Tufan'ın uzaktan şutlarıyla gol bulmaya çalıştığı ilk dakikalarda Lokomotiv daha organize ataklar geliştirdi. Bunlardan birinde bulduğu gol ofsayt gerekçesiyle sayılmadı ama pozisyon ofsayt değildi. Gol geçerli sayılsa maç F.Bahçe için daha da zor geçebilirdi.

F.Bahçe etkisiz kaldıkça ve atağa kalkarken kaptırdığı toplar kalesine tehlike olarak döndükçe Rus temsilcisi daha da ümitlendi. Başlarda sinsice ataklar geliştiren Lokomotiv, özellikle ilk yarının sonlarından itibaren açık açık saldırmaya başladı. Yine de ilk yarının golsüz bitmesi beklenirken ikram kaleci Fabiano'dan geldi. Geri pası iyi uzaklaştıramayan ve topu yerden orta sahaya gönderen Brezilyalı eldiven, Fernandes'in organizatörlüğünde gelişen karşı atakta Samedov'un golüne engel olamadı.

Volkan Şen'in güzel oyununa ve çabalarına karşı Nani'nin aynı ölçüde etkisiz kaldığı maçın ikinci yarısı da benzer oyun anlayışıyla başladı. Dakikalar ilerledikçe F.Bahçe orta sahayı geçmekte zorlandı. Van Persie ikinci yarıda birkaç kez topla buluşabildi. Bunlardan birinde kafayla golü bulabilirdi ama vuruşu etkisiz kaldı.

Ozan Tufan-Kadlec değişikliğiyle şaşırtan Vitor Pereira, Nani-Alper Potuk değişikliğinde ise çok geç kaldı. Üretkenliği neredeyse sıfır olan Nani'nin çok daha önce çıkması gerekiyordu. Lokomotiv'in ikinci golü aradığı son çeyrekte sevinen, çok ilginç bir golle F.Bahçe oldu. Hasan Ali'nin kornerden gönderdiği topu arka direğe aktarmak isteyen Mehmet Topal, sarı-lacivertli formayla Avrupa kupalarındaki ilk golünü attı.

Velhasıl F.Bahçe, Türkiye'ye turistik turları yasaklayan Rusya'dan zor da olsa sportif turla ayrılmayı başardı. Bu sonuca, F.Bahçe kadar Türk futbolunun da ihtiyacı vardı.

Zeki Çol - Rusya'dan sevgilerle...

$
0
0

Şimdi otoyola çıktı Fenerbahçe. Bağlantı yollarında kâh kasise düştü.. kâh hız kesti... kâh vites yükseltti. Ve gerçek kalitesini yansıtacağı kulvara, pek de zorlanmadığı Moskova virajını dönerek girdi. Bu kulvardaki yarış, kuşkusuz çok daha zor. Yarışçılar çok daha donanımlı. Ama Fenerbahçe de zaten bu yol için modifiye edilmedi mi?

Aslına bakarsanız, Lokomotiv, Kadıköy'de raydan çıkmıştı. 2-0 Fenerbahçe için çok büyük bir avantajdı. Ve bu kadro yapısıyla Rus ekibinin rövanşı geçmesi çok zor olacaktı. Baskı uygulayarak başlasa, Fenerbahçe top kazanıp öne her hızlı çıkışında tehdit oluşturacaktı. Atak ve tempolu oynasa, daha kreatif oyunculara sahip, üstelik de daha oturmuş oyun yapısıyla avantaj yine Fenerbahçe'de olacaktı. Çok akıllı bir oyun planıyla başladı Lokomotiv Moskova. Haddini bilerek... Disiplini ihmal etmeyerek... Düşük tempoda ve kontrollü bir oyunla Fenerbahçe'yi açıkçası uyuttu. Rakibin bu stratejisi, biraz da işine geldiği için Fenerbahçe de o oyuna ayak uydurdu. Arada bir Volkan'ın taşıdığı toplarla cılız tehditler de oluşturdu. Ancak devre biterken istediğini gerçekleştiren Lokomotiv Moskova oldu. Bir dış şut, Fabiano'dan bir hatalı sektiriş ve hemen orada bitiveren Samedov'la gelen gol.

İkinci yarının başlarında tedirgin bir Fenerbahçe vardı sahada. Galibiyet için gelinen Moskova'da, bırakın o ana dek ciddi bir pozisyon üretmeyi, bir de yenik duruma düşülmüştü. Nani çok kötüydü. Van Persie etkisizdi. Gökhan Gönül sakatlanıp çıkmıştı. Bir tek Volkan'ın çabalarıyla hücumda bir şeyler yapılmaya çalışılıyordu. O çabalardan birinde 60'ta van Persie'ye net bir pozisyon hazırladı Volkan. Ama oyunun verimsizlerinden van Persie o noktada topu auta attı.

Lokomotiv Moskova stratejik uyutmaya devam ederken, 71'de 2-0'ın eşiğinden döndü. Bereket Samedov'un açısı dardı ve Fabiano o açıyı iyi kapatmıştı.

Sonra hamleler başladı oyunda. Lokomotiv Moskova Skuletiç'le çift forvete döndü. Fenerbahçe Kadlec'i oyuna alarak ve savunmayı güçlendirerek o hamleye cevap verdi. 80'de nihayet Pereira da tahammül sınırlarının sonlarına geldi. Alper'i hücuma taze kuvvet olarak gönderdi. Nani'ye de ‘yanıma gel' dedi. O değişiklik neyi getirdi biliyor musunuz Fenerbahçe'ye? Mehmet Topal'ın o çok şık golünü. Çıkana dek duran topların neredeyse tümünü Nani kullanmıştı. Ve o topların hepsi rakibe gitmişti. Hasan Ali, sağdan yaptığı korner atışında topu ön direğe gönderdi. Mehmet Topal da aşırtma bir kafa vuruşuyla ikinci direkten içeriye.

Tedirginlik bitmiş, tur gelmişti. Fenerbahçe için artık yeni bir yolculuk başlıyordu. Umutla baktığımız, heyecanla beklediğimiz, zirveyi istediğimiz, kim bilir sonunda belki de zafer şarkılarının söyleneceği tarihî; bir yolculuk.

Sevgi Akarçeşme - Düşmanları Türkiye'yi kötü gösteriyor!

$
0
0

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2015 yılı Yaşam Memnuniyeti Araştırması'na göre mutlu olduğunu söyleyenlerin oranı 2015 yılında yüzde 56,6 olmuş.

Üstelik, geçen yıla göre yüzde 0,3 artmış bile! Herhalde içinden geçtiğimiz görülmemiş haksızlık devrini düşününce az da olsa bir artış olmasına siz de şaşırdınız. Koca devlet kurumu milyonlarca insanı kandırmaya kalkmayacağına göre milletimiz halinden memnun olmalı!

Peki öyleyse tam da aynı günlerde Uluslararası Af Örgütü (AI) neden yıllık raporunda Türkiye'ye Zaman'ın manşetinde dün gördüğünüz gibi kırmızı kart gösterdi? Rapor, özetle Türkiye'de insan hakları durumunun haziran seçimlerinden bu yana ciddi biçimde kötüye gittiğini anlatıyor, hükümetin özellikle medya üzerindeki baskısından somut örnekler vererek bahsediyor. Mehmet Baransu'dan Can Dündar'a, Bugün TV'ye el konulmasından sözde terör soruşturmaları ile medya kurumlarının görülmemiş biçimde susturulduğuna dikkat çekiyor. AI, kapsamlı raporunda terör örgütlerinin şiddetine de, mesela savcı Mehmet Selim Kiraz'ın DHKP-C tarafından rehin alındıktan sonra öldürüldüğünü de yazarak yer veriyor. Genel tabloya bakıldığında Türkiye açısından alarm verici bir tablo ortaya çıkıyor.

Yoksa yine o görülmeyen, duyulmayan, ama varlığı sadece havuz medyası tarafından hissedilen ‘üst akıl' mı devrede? Ya da Türkiye'nin dış düşmanları yine yememiş içmemiş, içerideki işbirlikçileriyle Türkiye'yi kötü göstermeye mi çalışmış?

Gelin isterseniz AI'nın 2015 raporunda tek tek ele alınan ülkelerden bazıları ile ilgili bulguları kısaca okuyalım. Önce adaletsizlikleri bizim yöneticiler tarafından da aylarca meydanlardan duyurulan ve geri kalmış bir ülke olan Mısır'la ilgili itiraz kabul etmeyecek değerlendirmeye bakalım: Yetkililer ifade ve toplantı özgürlüğünü keyfice kısıtladı. Mahkemeler adil olmayan yargılamalar sonucu yüzlerce idam cezası verdi.

Peki İran'la ilgili şu sonuca kim itiraz edebilir? Muhalefet dile getirenlere karşı ifade özgürlüğü ciddi biçimde kısıtlandı. Gazeteciler, insan hakları savunucuları tutuklandı.

“Herhalde bu ‘gavur' AI, Müslümanları hedef aldı” diyebilecek zihniyeti duyar gibiyim. Merak etmesinler, AI raporunda Müslüman olmayan ve gelişmiş ülkelere de bol bol düşmanlık (!) yapılmış. İşte birkaç örnek:

Danimarka: Tecavüz vakalarında cezasızlık devam etti, yurtdışı operasyonlarda hak ihlali yapmış olabilecek askerlerle ilgili soruşturma kapatıldı.

Fransa: 4 bin Roman zorla evlerinden çıkarıldı. 5 bin göçmen Calais'de zor şartlarda yaşamaya çalışıyor.

Almanya: Polisin insan hakları ihlallerini araştırmadaki aksaklıklar devam etti. Göçmenlere yönelik nefret suçlarında keskin artış oldu. İşkenceyi önleme birimleri yeterince kaynak alamadı.

Hollanda: Polis, etnik fişleme yapmaya devam etti, göçmen merkezlerinde tecrit uygulandı.

İngiltere: Gözetleme, kişisel bilgilere erişim kanunlarına karşı eleştiriler hız kazandı. Kuzey İrlanda'daki soruna bağlı olarak ölümleri araştırma konusunda yetersiz kalındı.

ABD: CIA'in gizli gözaltı merkezlerinde işlenen suçlar konusunda hesap veren bir mekanizma oluşturulmadı. Guantanamo'da onlarca insan süresiz gözaltında kalmaya devam etti. Polisin (Taser ile) aşırı güç kullanması sonucu 43 kişi hayatını kaybetti. 80 binden fazla hükümlü hapishanelerde yetersiz fizikî; ve sosyal yoksunluk içinde kaldı.

Hal böyleyken, yani bu tarz ‘watch-dog' kurumlar tüm ülkeleri denetlerken AI'nın Türkiye konusundaki eleştirileri ‘Türkiye'nin düşmanları ülkemizi kötü göstermeye çalışıyor' masallarıyla geçiştirilebilir mi? Bu şekilde ancak havuz medyası seyircisi kandırılmaya devam edilir, o da birilerine yetiyor zaten…

Selim İleri - Yaşam bir posta kutusu

$
0
0

Posta Kutusu dergisi! Ne güzel bir ad! Kış 2004 tarihli sayısı dünün yitik dergileriyle bir arada duruyormuş; karşıma çıktı, sevindirdi, üzdü.

Posta Kutusu'nun alt başlığı “Üç aylık posta kültürü dergisi”ymiş. Yayın yönetmeni Turgut Çeviker; yalnızca Turgut Çeviker'e yaraşır böylesi kadirbilir emekler...

On iki yıl öncesinin dergisi beni çocukluğuma götürdü. Gördüğüm ya da hatırladığım ilk posta kutusu Almanya'daydı. 1950 sonrasında bir yıl. Babam, Aachen kentinde üniversitede konuk öğretim üyesi. Ailecek Aachen'dayız. Bahçe içi evlerden birinin kapı kenarında posta kutusu görüyorum!

Küçük bir kutu, küçük bir şey! Ne? (Sonradan posta kutularını eski mimarî;mizin eşsiz güzelliği kuşevlerine benzeteceğim...)

O yıllarda İstanbul'da da evlerin herhalde posta kutuları vardı. Ya görmemişim, ya dikkatimden kaçmış.

Cep telefonu, bilgisayar ağı filan yok; postanın posta olduğu zamanlar. Mektuplar beklenir, yurtdışına gitmişlerden kartpostallar gelir. Geç saat bir telgraf, büyük heyecanlar, büyük kaygılar!

Sonra postanelerin posta kutularını gördüm. İlkgençliğimdeydi, Teşvikiye Postanesi'nde benim de bir posta kutum oldu. Birkaç yıl. Neden vazgeçtim, hatırlamıyorum. Vedat Günyol'un Yeni Ufuklar dergisi için, Cemal Süreya'nın da Papirüs dergisi için posta kutuları vardı, galiba Sirkeci'deki Büyük Postane'de.

Geçen salı Ayşe Sarısayın'la buluşacaktık. Teşvikiye'den geçiyoruz, yol aksi gibi tıkalı. Bir süre Teşvikiye Postanesi'nin önünde durduk. Handiyse yarım yüzyıl öncesini andım. Bu postaneden ne çok kişiye mektup atmışımdır, ne çok kişiye mektuplar yazardım...

Posta Kutusu dergisinde mektupları okudum. Orhan Burian'ın mektuplarını sözgelimi. 1967 sonrasında Vedat Günyol'u tanımıştım, Fransızca öğretmenimiz. Bana ve birkaç edebiyat tutkunu öğrenciye Orhan Burian'ı anlatmıştı. 1940'ların, 1950'lerin mektuplarında, size anlatılmış Orhan Burian'la karşılaşmak derinden etkileyici. Vedat Hoca mektupları iyi ki saklamış.

Vedat Hoca'ya yazılmış yığınla mektup vardı herhalde. Ölümden sonra ne oldu?

Dergide, mektupların sayfalarındaki fotoğraflarda Halûk Şehsuvaroğlu var. Bugünün okurlarının pek bilmedikleri Şehsuvaroğlu, tarihimize, özellikle sanat tarihimize çok duyarlı yazılarıyla ışık tutmuştur. Genç, güler yüzlü bir adam fotoğrafta.

Açıyorum sayfalarını Posta Kutusu'nun. Karşımda bu kez Büyük Postane, demin andığım Sirkeci Postanesi. İstanbul'da en büyülendiğim yapılardan. Dergi, postane için, âdeta özel bir dosya hazırlamış. Ara Güler'in, postaneyi 1960'larda yaşatan fotoğrafları büyüleyici.

Derken Muzaffer Hacıhasanoğlu'na yazılmış bir dizi mektup. Yaşar Nabi Nayır yazmış, Ceyhun Atuf Kansu yazmış. Burhan Günel, Necati Güngör yazmış. Bir de benim mektubum! 9 Ocak 1974 tarihinde yazmışım. Değeri bilinmemiş Hacıhasanoğlu, ilk romanım Destan Gönüller'i Yeni Ufuklar dergisinde tanıtmış, övmüş; teşekkür ediyorum.

Yazarın Evlerde Sevgi Yoktu romanından söz açmışım. (Durakaldım: Bu roman Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu'nda yok!) Çok içli bir eserdi. Cemil Kavukçu da, 16 Ağustos 1983 tarihli mektubunda, Evlerde Sevgi Yoktu'dan söz açıyor, diyor ki: “Evlerde Sevgi Yoktu'nun babası, çocuğu, teyzesi bugün bile kimi öykülerimde esin kaynağı olmuştur.”

Posta Kutusu'ndan istemeye istemeye ayrıldım. Vakit iyice akşamdı. Kararmış, ruhun da karardığı bir Şişli akşamı. Pencereden baktım: Bu saatlere özgü trafik yoğunluğu. Yaklaşan geceye oyalantılar uydurmalıyım.

Mektuplar mektuplar. Mektuplar git git azalıyor. Kimselere mektup yazdığım yok epeydir. Eski günlerden anılar: Zarfı kapatmak, postaneye gitmek, pulu yapıştırmak, mektup atmak. Teşvikiye Postanesi'nden, Beşiktaş, Galatasaray, Şişli postanelerinden, hatta Boğaziçi semtlerinin küçük postanelerinden.

Dostlara ve yabancılara yazılmış mektuplar

Stefan Zweig ünlü denemesinde mektup yazmayı başlı başına bir yazı sanatı sayar. Bununla birlikte mektup yazma sanatının sonu gelmiştir. Yakın gelecekte mektuplar büsbütün sönecektir. Oysa mektup yazma sanatı hem her insana açık, hem de özgür bir sanattır. Şöyle diyor Stefan Zweig:

“İnsan bir dosta, bir yabancıya günün getirdiklerini, bir olayı, bir kitabı, bir duyguyu iletebiliyordu; üstelik bunu kolayca, bir armağan verme kastı bulunmaksızın, bir sanat yapıtından sorumlu olmak gibi tehlikeli bir gerilime düşmeksizin yapabiliyordu.

Böylece geçmiş zamanlarda, mektupların henüz insanlar arasında bağlar kurabildiği, insandan insana iletilen mesajların sihirli bir güç taşıdığı huzurlu bir dünyada sayısız küçük mucizeler gerçekleşebilmiştir.” (Ahmet Cemal'in çevirisi.)

Dostlara ve yabancılara yazılmış mektuplar... Ya da, sonradan o dostların da yabancı oluvermesi. Belki de hep yabancılara yazılmış mektuplar...

Ama yazarken öyle düşünmez insan. Mektup bir sıcaklıktır. Çoğu kez iç döküş, alabildiğine içtenlik, paylaşma isteği. Hele yanıt çıkagelince ...

Mektubun saltanatı bizde daha uzun yıllar sürmüştür. Zweig'ın denemesi yayınlandığında, bizde mektup yazma sanatına ilişkin kitapçıklar yayınlanmıştır. O kitapçıklarda örnek, klişe mektuplar okura sunulmuş; okurların nasıl mektup yazmaları gerektiği öğretilmek istenmiştir. O kitapçıkları hâlâ çok severim.

Gelgelelim mektuplardan sonraları acı duymaya başladım.

O anki duygularımız kâğıtta varlığını koruyor. Nice zamanlar geçip gittikten sonra tekrar-tekrar okuduğum mektuplar, bir süreci sanki dondurmuş oluyorsunuz, tıpkı duruk fotoğraflar gibi. Bana yazılmış mektuplar; içim titreyerek açardım zarfı; kimden, hangi sevgi, hangi sitem, hangi kutlayış, gönül alış, hangi yakınma...

Mektuplardan korkmaya da başlarsınız

Mektuplara yönelik merakım çocukluğumda başlamıştı. İlkokuldayken hep bir ağızdan söylediğimiz “Postacı” şarkısı vardı; sözcüklerini, ezgisini büsbütün yitirmiş değilim. “Postacı”yı söylerken tuhaf bir sevinçle donanırdım. Mektupları getiren postacı zaten evimizin bir yakını sayılmamış mıdır?

Mektupların hep müjdeli haberlerle dolup taşmasını isteriz. Bir gün gelir, mektuplar, kiminde üzüntüler, gözyaşları, kırgınlıklar, pek azında sevinçler, müjdeler, pek azında mutluluklar...

Mektupları sevdiğiniz kadar, artık mektuplardan korkmaya da başlarsınız. Şurda burda görmüş olduğunuz posta kutuları şimdi birer çile kutusu gibidir.

Oysa çocukluğumdan hatırladığım posta kutusunun tılsımı hiç sona ermemiştir: Moda Caddesi'nde, o zamanki Olgunlaşma'nın duvarında, sarmaşıkların örttüğü bir posta kutusu! Kendi başına bir şiirdi. Şimdi yerinde yeller esiyor.

Mektupların öyle kolayca geçip gitmeyen, geleceğe anlam taşıyabilen garip bir ömürleri oluyor. Hele yazarların, şairlerin, sanat adamlarının kaleminden çıkmışsa. Mektuplar, bazan, zamandan zamana sayısız bildirge iletiyor.

Tanpınar'ın Antalyalı lise öğrencisine yazdığı mektup sözgelimi: Önceleri “Antalyalı Genç Kıza Mektup” diye bilinmiş. Sonra lise öğrencisi bir delikanlıya yazıldığı ortaya çıkmış. Başta değerli Ali Çolak, başka arkadaşlar araştırmışlar: Yakın bir dönemde ölmüş liseli genç. Hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz Tanpınar'dan mektup aldığı zaman, liseli gencin neler duyumsadığını...

O mektup Huzur romancısının estetik yaklaşımlarını, tercihlerini billûrlaştırır. Tanpınar'ın eşsiz eseri o mektup okunduktan sonra başka anlamlar edinir.

Öyleyken, hele gerçek yaşamdaki serüveniyle, o mektup bence hâlâ gizemini koruyor.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live