Posta Kutusu dergisi! Ne güzel bir ad! Kış 2004 tarihli sayısı dünün yitik dergileriyle bir arada duruyormuş; karşıma çıktı, sevindirdi, üzdü.
Posta Kutusu'nun alt başlığı “Üç aylık posta kültürü dergisi”ymiş. Yayın yönetmeni Turgut Çeviker; yalnızca Turgut Çeviker'e yaraşır böylesi kadirbilir emekler...
On iki yıl öncesinin dergisi beni çocukluğuma götürdü. Gördüğüm ya da hatırladığım ilk posta kutusu Almanya'daydı. 1950 sonrasında bir yıl. Babam, Aachen kentinde üniversitede konuk öğretim üyesi. Ailecek Aachen'dayız. Bahçe içi evlerden birinin kapı kenarında posta kutusu görüyorum!
Küçük bir kutu, küçük bir şey! Ne? (Sonradan posta kutularını eski mimarî;mizin eşsiz güzelliği kuşevlerine benzeteceğim...)
O yıllarda İstanbul'da da evlerin herhalde posta kutuları vardı. Ya görmemişim, ya dikkatimden kaçmış.
Cep telefonu, bilgisayar ağı filan yok; postanın posta olduğu zamanlar. Mektuplar beklenir, yurtdışına gitmişlerden kartpostallar gelir. Geç saat bir telgraf, büyük heyecanlar, büyük kaygılar!
Sonra postanelerin posta kutularını gördüm. İlkgençliğimdeydi, Teşvikiye Postanesi'nde benim de bir posta kutum oldu. Birkaç yıl. Neden vazgeçtim, hatırlamıyorum. Vedat Günyol'un Yeni Ufuklar dergisi için, Cemal Süreya'nın da Papirüs dergisi için posta kutuları vardı, galiba Sirkeci'deki Büyük Postane'de.
Geçen salı Ayşe Sarısayın'la buluşacaktık. Teşvikiye'den geçiyoruz, yol aksi gibi tıkalı. Bir süre Teşvikiye Postanesi'nin önünde durduk. Handiyse yarım yüzyıl öncesini andım. Bu postaneden ne çok kişiye mektup atmışımdır, ne çok kişiye mektuplar yazardım...
Posta Kutusu dergisinde mektupları okudum. Orhan Burian'ın mektuplarını sözgelimi. 1967 sonrasında Vedat Günyol'u tanımıştım, Fransızca öğretmenimiz. Bana ve birkaç edebiyat tutkunu öğrenciye Orhan Burian'ı anlatmıştı. 1940'ların, 1950'lerin mektuplarında, size anlatılmış Orhan Burian'la karşılaşmak derinden etkileyici. Vedat Hoca mektupları iyi ki saklamış.
Vedat Hoca'ya yazılmış yığınla mektup vardı herhalde. Ölümden sonra ne oldu?
Dergide, mektupların sayfalarındaki fotoğraflarda Halûk Şehsuvaroğlu var. Bugünün okurlarının pek bilmedikleri Şehsuvaroğlu, tarihimize, özellikle sanat tarihimize çok duyarlı yazılarıyla ışık tutmuştur. Genç, güler yüzlü bir adam fotoğrafta.
Açıyorum sayfalarını Posta Kutusu'nun. Karşımda bu kez Büyük Postane, demin andığım Sirkeci Postanesi. İstanbul'da en büyülendiğim yapılardan. Dergi, postane için, âdeta özel bir dosya hazırlamış. Ara Güler'in, postaneyi 1960'larda yaşatan fotoğrafları büyüleyici.
Derken Muzaffer Hacıhasanoğlu'na yazılmış bir dizi mektup. Yaşar Nabi Nayır yazmış, Ceyhun Atuf Kansu yazmış. Burhan Günel, Necati Güngör yazmış. Bir de benim mektubum! 9 Ocak 1974 tarihinde yazmışım. Değeri bilinmemiş Hacıhasanoğlu, ilk romanım Destan Gönüller'i Yeni Ufuklar dergisinde tanıtmış, övmüş; teşekkür ediyorum.
Yazarın Evlerde Sevgi Yoktu romanından söz açmışım. (Durakaldım: Bu roman Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu'nda yok!) Çok içli bir eserdi. Cemil Kavukçu da, 16 Ağustos 1983 tarihli mektubunda, Evlerde Sevgi Yoktu'dan söz açıyor, diyor ki: “Evlerde Sevgi Yoktu'nun babası, çocuğu, teyzesi bugün bile kimi öykülerimde esin kaynağı olmuştur.”
Posta Kutusu'ndan istemeye istemeye ayrıldım. Vakit iyice akşamdı. Kararmış, ruhun da karardığı bir Şişli akşamı. Pencereden baktım: Bu saatlere özgü trafik yoğunluğu. Yaklaşan geceye oyalantılar uydurmalıyım.
Mektuplar mektuplar. Mektuplar git git azalıyor. Kimselere mektup yazdığım yok epeydir. Eski günlerden anılar: Zarfı kapatmak, postaneye gitmek, pulu yapıştırmak, mektup atmak. Teşvikiye Postanesi'nden, Beşiktaş, Galatasaray, Şişli postanelerinden, hatta Boğaziçi semtlerinin küçük postanelerinden.
Dostlara ve yabancılara yazılmış mektuplar
Stefan Zweig ünlü denemesinde mektup yazmayı başlı başına bir yazı sanatı sayar. Bununla birlikte mektup yazma sanatının sonu gelmiştir. Yakın gelecekte mektuplar büsbütün sönecektir. Oysa mektup yazma sanatı hem her insana açık, hem de özgür bir sanattır. Şöyle diyor Stefan Zweig:
“İnsan bir dosta, bir yabancıya günün getirdiklerini, bir olayı, bir kitabı, bir duyguyu iletebiliyordu; üstelik bunu kolayca, bir armağan verme kastı bulunmaksızın, bir sanat yapıtından sorumlu olmak gibi tehlikeli bir gerilime düşmeksizin yapabiliyordu.
Böylece geçmiş zamanlarda, mektupların henüz insanlar arasında bağlar kurabildiği, insandan insana iletilen mesajların sihirli bir güç taşıdığı huzurlu bir dünyada sayısız küçük mucizeler gerçekleşebilmiştir.” (Ahmet Cemal'in çevirisi.)
Dostlara ve yabancılara yazılmış mektuplar... Ya da, sonradan o dostların da yabancı oluvermesi. Belki de hep yabancılara yazılmış mektuplar...
Ama yazarken öyle düşünmez insan. Mektup bir sıcaklıktır. Çoğu kez iç döküş, alabildiğine içtenlik, paylaşma isteği. Hele yanıt çıkagelince ...
Mektubun saltanatı bizde daha uzun yıllar sürmüştür. Zweig'ın denemesi yayınlandığında, bizde mektup yazma sanatına ilişkin kitapçıklar yayınlanmıştır. O kitapçıklarda örnek, klişe mektuplar okura sunulmuş; okurların nasıl mektup yazmaları gerektiği öğretilmek istenmiştir. O kitapçıkları hâlâ çok severim.
Gelgelelim mektuplardan sonraları acı duymaya başladım.
O anki duygularımız kâğıtta varlığını koruyor. Nice zamanlar geçip gittikten sonra tekrar-tekrar okuduğum mektuplar, bir süreci sanki dondurmuş oluyorsunuz, tıpkı duruk fotoğraflar gibi. Bana yazılmış mektuplar; içim titreyerek açardım zarfı; kimden, hangi sevgi, hangi sitem, hangi kutlayış, gönül alış, hangi yakınma...
Mektuplardan korkmaya da başlarsınız
Mektuplara yönelik merakım çocukluğumda başlamıştı. İlkokuldayken hep bir ağızdan söylediğimiz “Postacı” şarkısı vardı; sözcüklerini, ezgisini büsbütün yitirmiş değilim. “Postacı”yı söylerken tuhaf bir sevinçle donanırdım. Mektupları getiren postacı zaten evimizin bir yakını sayılmamış mıdır?
Mektupların hep müjdeli haberlerle dolup taşmasını isteriz. Bir gün gelir, mektuplar, kiminde üzüntüler, gözyaşları, kırgınlıklar, pek azında sevinçler, müjdeler, pek azında mutluluklar...
Mektupları sevdiğiniz kadar, artık mektuplardan korkmaya da başlarsınız. Şurda burda görmüş olduğunuz posta kutuları şimdi birer çile kutusu gibidir.
Oysa çocukluğumdan hatırladığım posta kutusunun tılsımı hiç sona ermemiştir: Moda Caddesi'nde, o zamanki Olgunlaşma'nın duvarında, sarmaşıkların örttüğü bir posta kutusu! Kendi başına bir şiirdi. Şimdi yerinde yeller esiyor.
Mektupların öyle kolayca geçip gitmeyen, geleceğe anlam taşıyabilen garip bir ömürleri oluyor. Hele yazarların, şairlerin, sanat adamlarının kaleminden çıkmışsa. Mektuplar, bazan, zamandan zamana sayısız bildirge iletiyor.
Tanpınar'ın Antalyalı lise öğrencisine yazdığı mektup sözgelimi: Önceleri “Antalyalı Genç Kıza Mektup” diye bilinmiş. Sonra lise öğrencisi bir delikanlıya yazıldığı ortaya çıkmış. Başta değerli Ali Çolak, başka arkadaşlar araştırmışlar: Yakın bir dönemde ölmüş liseli genç. Hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz Tanpınar'dan mektup aldığı zaman, liseli gencin neler duyumsadığını...
O mektup Huzur romancısının estetik yaklaşımlarını, tercihlerini billûrlaştırır. Tanpınar'ın eşsiz eseri o mektup okunduktan sonra başka anlamlar edinir.
Öyleyken, hele gerçek yaşamdaki serüveniyle, o mektup bence hâlâ gizemini koruyor.