Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Nuriye Akman - Yar bana bir Emma Watson lütfen

$
0
0

Gazetemizin magazin sayfasında Nur Muhammed Tarhan imzasıyla yayımlanan ve kitap okumayı aşkla seven yabancı starları anlatan haber, insanda ‘bizim ünlülerimiz de bu kervana katılsalar' arzusu doğuruyor.

Mesela, benim de bayılarak izlediğim Emma Watson, “Our Shared Shelf” adıyla bir kitap kampanyası başlatmış. Takipçileriyle kadın erkek eşitliği üzerine seçtiği kitapları tartışırken haftada bir kitap bitirme hedefiyle sinema kariyerine ara vermiş. Ne gıpta edilesi bir davranış. Aferin sana Emmacık.
Benzer bir etkinliği ben düzenlesem, oyunculara hangi kitapları okumalarını tavsiye ederdim? Oturup ciddi ciddi düşündüm ve listenin ilk kategorisine biyografileri koymam gerektiğine karar verdim. Gerçek insanların hayat hikâyeleri profesyonel koçlardan daha fazla yardımcı olabilir çünkü.
Oyuncuların yetişme sürecinde, durumlarla duygular arasındaki karmaşık ilişkinin dehlizlerinde yürüyebilen usta kalemleri rehber edinme alışkanlığı kazanılıyor mu emin değilim. Oysa sinema veya tiyatroda kariyer yapmak isteyen gençler edebiyatın hayal kahramanlarıyla birlikte biyografi kitaplarında anlatılan hakiki dünyalara da aşina olmak zorunda.
Benim için bu alanın piri Stefan Zweig'dır. Edebiyatçılığının avantajını kullanarak yazdığı biyografiler olağanüstü lezzetlidir. Duygu ve düşünce kırıntılarından onun kadar isabetli sonuçlar çıkarabilene rastlamadım. Hayatı anlatılan kişiye özel ilgi duymasanız bile o kitabı elinizden bırakamazsınız. Yaşanan her sahneyi dönemin tarihsel koşullarıyla birlikte vermekle kalmaz, neden sonuç ilişkilerini kâh yetkin bir psikolog, kâh babacan bir duyarlılıkla ele alarak bize anlama eyleminin inceliklerini öğretir.
Böylece biz onun kaleminden Balzac, Erasmus, Freud, Marie Antoinette, Fouche, Casanova, Stendhal, Tolstoy, Dostoyevski, Dickens, Magellan, Kleist, Hölderlin, Nietzsche'yi okurken sadece o kişileri daha yakından tanıma imkânına kavuşmayız. Aynı zamanda kendi hayatımızın insanlarına nasıl bakmamız gerektiğini de öğrenir, yargılayıp etiketlemenin kolaycılığından kaçınır hale geliriz.
Yaşamın donuk fotoğraflarını canlandırıp serüven dolu bir film tadı almak bizi hafifletir ve yaşananlar ne kadar acı olsa da taşıma kolaylığı getirir. Tabii ki oyuncular, biyografi okumanın bizim gibi sıradan insanlara sağladığı zenginliklerden çok daha fazlasını elde edeceklerdir. Bizim düşünce ve davranış repertuvarımızı olgunlaştıran gerçek hikâyeler oyuncuların insanlık durumlarını kavrama kabiliyetlerini kim bilir nasıl da geliştirir.
Kitaplığımın yarısını kapsayan biyografiler saymakla bitmez. Son yıllarda ilgiyle okuduğum birkaçını belirtmekle yetineyim:
Elliot Engel/Oscar Nasıl Wilde Oldu, John J. Ross/Shakespear'in Titremesi, Orwell'in Öksürüğü, Michael White/ Leonardo-İlk Bilgin, Anne Delbee/Camille Claudel, Claire Tomalin /Jane Austen, Anchee Min/Madam Mao Olmak, Miguel Asin Palacios/Dante ve İslam.
Oyuncularla birlikte herkese önereceğim başka bir kitap türü de psikiyatristlerin kaleme aldığı ünsüz insanların gerçek hikâyeleri. Bu konunun bana göre ustası hemen her eserini okumaya doyamadığım Oliver Sacks. Geçen yıl kaybettiğimiz Sacks'ı yıllar önce Mars'ta Bir Antropolog adlı eşsiz kitabıyla tanıyıp meftunu olmuştum. Hayatın az bilinen muhteşem zenginliğini tanımak isteyenlere Karısını Şapka Sanan Adam, Halüsinasyonlar, Müzikofili, Uyanışlar, Renk Körleri Adası, Sesleri Görmek, Dayanacak Bir Bacak ve diğer yapıtları hararetle öneririm.
İrvin Yalom'un kitapları da son derece öğretici tabii. Vamık Volkan'ın Kusursuz Kadının Peşinde adlı kitabını yıllar önce hayretler içinde okumuş ve ardından tüm psikiyatrist günlüklerine dadanmıştım. Gençliğimde edebiyatın kurgu kahramanları ilgimi çekerken orta yaşlarımdan itibaren ünlü ünsüz demeden hayatın gerçek yüzlerine meyletmemde sanırım gazeteciliğin de etkisi oldu.
Nur Muhammed Tarhan'ın haberinden Emma Watson'ın dışında sinema ve sahnelerin diğer bazı ünlülerinin hangi kitapları okuduğunu öğrendik. Keşke bizim oyuncularımız, şarkıcılarımız ve çalgıcılarımızın okuma listelerine de vâkıf olabilsek. Takipçileriyle kitapları tartışan Emma Watson gibi biri çıkar mı bizden acaba?


Zeki Çol - Çeyrek arası!

$
0
0

Seviyelerin yükseldiği, kalitelerin arttığı bir aşama yaşanıyor Avrupa liginde.

Artık kolay rakip yok. Dolayısıyla bu eşleşmeye de “Lokum gibi bir kura” yaklaşımı hata olur. Ancak şu da bir gerçek; diğer takımlara baktığınızda Braga, çekilebilecek en sevindirici rakip. Fenerbahçe ile Braga'nın benzeşen yanı, ikisinin de iyi savunma yapmaları. Kendi liginde 23 maçta 18, Avrupa Ligi'nde 8 maçta 7 gol yemeleri Braga'nın savunmadaki yeterliliğinin göstergesi. Tabii ki çok güçlü bir ekip değil Braga. Ama oyun disiplini gelişmiş, takım birlikteliği olan ve disiplinli bir rakip. Sağ kanatta Santos, forvette Ahmed Hassan ve hemen onun yanında Stojiljkovic gibi hücumda etkili, skora katkı yapan, gelecekte adlarından söz ettirebilecek oyuncuları var. Buna karşın hücumda aman aman etkili bir takım da değil. Lokomotiv Moskova karşısında, Kadıköy'deki disiplinli, etkili, tempolu ve doğru stratejilerle desteklenmiş oyunu tekrarlayabilirse Fenerbahçe bu turu geçmekte zorlanmaz. Aslında o oyun biraz daha geliştirilip bundan sonraki aşamalara yansıtılırsa çıta çok daha yukarılara yükseltilir. Zaten bu sezon bu kadrodan beklediğimiz de bu. Braga, adı final olarak konulan yolculuğun önündeki engellerden biri. Oyunu ve rakibi ciddiye aldığında Pereira, Nani ve Alves'e ekstra motivasyon katarak bu engel aşılır. Ve final yürüyüşü, 8 takım arasına kalınarak devam eder.

Mehmet Kamış - İstanbul'a kıydınız efendiler

$
0
0

İstanbul'a kıymayın efendiler, demeyeceğim çünkü çoktan kıydınız. Bari kıydığınız İstanbul'un manevi hatırasını da paramparça etmeyin.

Altına hücum, petrole hücum gibi inşaata hücum döneminin en hayasız olanı İstanbul'da yaşanıyor. Hiçbir planlama, hiçbir kaygı, hiçbir gelecek öngörüsü olmadan, bulunan her boş araziye rezidans, AVM ve site yapılmasına kim izin veriyor, merak ediyorum.

İstanbul'dan bahsediyorum. 500 yıl boyunca sadece Osmanlı'nın değil bütün İslam medeniyetinin, en nadide eserlerinin üretildiği, bizim kimliğimiz, ruhumuz olan bir şehirden!

Bu şehir plansız, programsız, hesapsız büyümeye ve her geçen gün kontrol edilemez hale gelmeye devam ediyor. ‘Plan tadilatı' diye dünyada hiçbir şehir planlamacısının, mimarın ve kent üzerine kafa yoranların anlamadığı bir uygulamayla şehirler her dakika değiştirebiliyor bu ülkede. Plan tadilatı yoluyla, emeksiz ve haksız kazanılan korkunç zenginliklere de şimdilik değinmiyorum.

Daha yakın bir geçmişte, günün sadece belirli saatlerinde var olan trafik, artık günün her saatinde şehir hayatını çekilmez bir hale getirdi. Trafikte doluluk oranı yüzde 84'e ulaştı ki bu oran Bombay, Kalküta, Lahor gibi kaotik şehirlerde görülebilecek bir durum. Ancak korkarım ki yakın bir zamanda bugünü bile arar hale geleceğiz. Çünkü başınızı kaldırıp etrafınıza bir bakın her yol kenarı, her boş arazide hararetle yükselen binaları göreceksiniz. Bu kadar çok siteyi, binayı, rezidansı bu şehrin alt yapısının nasıl kaldıracağıyla ilgili sanıyorum en küçük bir planlama yapılmıyor. Yapılsa bu binalara müsaade edilmesi mümkün olabilir mi? Sabah akşam trafiği tıkalı olan Yeşilköy-Sirkeci sahil yolunun çevresine yine on binlerce insanın yaşayacağı konutlar yapılıyor. Nefesi tıkanmış E-5'in, Basın Ekspres'in, TEM yolunun sağına soluna bakın on binlerce yeni aracın gelip gitmesine neden olacak gökdelenlerle karşılaşacaksınız.

İnsan çok para ediyor diye dalağını, böbreğini, beynini, kalbini satmıyorsa İstanbul'un her tarafı iyi para ediyor diye müteahhitlerin insafına bırakılamaz. Hem İstanbul çok para ediyor da Paris etmiyor mu? Londra, Berlin, Prag etmiyor mu?

Sadece plansızlık tehdidi altında değil İstanbul... Asıl tehlike yüzlerce yıllık tarihimizin inşaatlar altında yok edilmesidir. İstanbul'un bütün tarihî; mirasının tehdit altında olduğunu ehli vicdan hiç kimse görmüyor mu? 400 yıllık Süleymaniye siluetinin önüne, sabahtan akşama kadar Osmanlı'nın mirasından bahsedenler tarafından demir köprü yapıldı. Çıkıp tarihi İstanbul'u, Suriçi'ni, Sur'un etrafını, Haliç'in iki yakasını gezin. Her yerdeki yeni inşaatlara birer kere daha bakıp tarihimizin üç-beş kuruş için nasıl da talan edildiğine şahit olun.

Ben AKP tabanına sesleniyorum: Hiç mi canınız acımıyor, hiç mi yazık bu şehre demiyorsunuz? Hayatta tek kutsalınız olarak para mı kaldı gerçekten?

Parası olanın her istediğini yapabildiği bir şehirde, her değer tehdit altındadır. Bugün Ayasofya'nın, Sultanahmet'in, Süleymaniye'nin başına bir şey gelmemiş olması, yarın gelmeyeceği anlamı taşımaz. Ruh yoksa paranın, gücün, zenginliğin ne anlamı var?

Ey zerre kadar da olsa vicdanı kalmışlar, ey arada bir de olsa ‘tarih-medeniyet' endişesi taşıyanlar, bu talana ‘dur' deyin.

Şahin Alpay - Paranoya değil, safsata

$
0
0

Aksiyon dergisinin son (22-28 Şubat 2016) sayısına Murat Tokay harika bir dosya hazırlamış; başlığı “Paralel paranoyası.” (s. 42-44) “Paralel yapı” iddiasının nerelere kadar uzandığını göstermesi bakımından ibret verici bir dosya.

Birkaç seçmeyi aktarayım: Paralel, turizmde daralmanın sorumlusu. Çiftçiyi kandırarak elindeki ineklere el koydu ve dana olarak gösterdi. 60 kişilik bir ekiple deniz altındaki fiberoptik kablolardan dinleme yaptı. Rus uçağını düşürdü. Dolandırıcılıktan yargılanan birinin otomobiliyle bir ineğe çarpmasına sebep oldu. Bolu tünelini açarak esnafı mağdur etti. Aşk cinayetine sebebiyet verdi. Daha neler…

Dosya gerçekten ibret verici, ama başlığı yanıltıcı. Hangi paranoya? İşledikleri suçları “paralel yapı” olarak niteledikleri Hizmet Hareketi'nin üzerine yıkmaya çalışanlar mı paranoyaya tutulmuş? Malum, paranoya bir ruh hastalığı, gerçeklerden tamamen kopuk olarak kendilerine tuzak kurulduğunu vehmeden kişileri tanımlıyor. “Paralel yapı” ya da geliştirilmiş ifadesiyle “legal görünümlü illegal yapı” iddialarını ileri sürenlerin herhangi bir ruh hastalığı ile zerre kadar ilgileri yok. Onlarla ruh hastalığı arasında ilişki kurmak yanlış; çünkü mazur görülebileceklerini, sorumlu tutulamayacaklarını ima ediyor.

“Paralel yapı, Fethullahçı Çete, vs.” iddialarını ortaya atanların bunu aklî;–ruhsal dengeleri tam yerinde olarak, bilerek ve isteyerek yaptıkları muhakkak. Evet, amaçları farklı olabiliyor: Kimileri işledikleri suçu örtbas etmek için; kimileri toplumu baskı altına almak, korkutmak, sindirmek için araç olarak kullanıyor; kimileri de bunu iddia sahiplerine yaranmak, yaltaklanmak için yapıyor. Söz konusu olan elbette ki paranoya değil, Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk'un tam isabetle koyduğu teşhisle, safsata.

“Paralel yapının kumpasına uğradıkları” iddiasını önce Balyoz ve Ergenekon darbe girişimi davalarının sanıkları ortaya attı. Hiçbir suç işlemediklerini, haklarındaki iddiaların Fethullah Gülen'in talimatını uygulayan yargı ve emniyet mensupları tarafından “uydurulduğunu” ileri sürdüler. Bu davalarda ilgili – ilgisiz çok fazla sayıda kişinin sanık yapıldığı, tutukluluğun cezaya dönüştüğü, savunma haklarının ihlal edildiği doğrudur. Ama davaların uydurma olduğuna ne AİHM, ne de Yargıtay inandı.

17/25 Aralık büyük rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasına maruz kalan AKP iktidarı, soruşturmayı örtbas etmek için hemen Balyoz ve Ergenekon davaları sanıklarının tezlerine sarıldı. Onunla kalmadı, “paralel” iddiasını kamu yönetimini kendileri gibi düşünmeyenlerden arındırmak, sivil toplumu baskı altına almak, muhalefeti susturmak için araç olarak kullanmaya yöneldi. Mc Carthycilik ve cadı avcılığı Türkiye'de tavan yaptı. “Paralel” iddiası Hizmet Hareketi'nin (DAEŞ, PKK, DHKP – C vs. gibi) bir “silahlı terör örgütü” olduğu saçmalığının ileri sürülmesine kadar uzandı.

Suçtan arınmak için “paralel” iddiasına sarılanları gayet iyi anlıyorum. Anlamakta güçlük çektiğim, buna sarılarak kendilerini AKP iktidarının gazabından koruduklarını zannedenler. Zira bu kimselerin şu hususların bilincinde oldukları muhakkak: Suç, şahsidir. Bir zanlı varsa, adil bir şekilde yargılanarak hak ettiği cezayı bulmalıdır. Ama insanların uydurma iddialarla, adil bir şekilde yargılamak için değil mahkum etmek için kurulmuş mahkemeler önüne çıkarılması, zulüm görmesi, itilip kakılması hukuk devletinin bittiği anlamına gelir… Bunları gayet iyi bilen kimselerin hukuk devletinin tahribine çanak tutmakta sakınca görmemeleri, içinde yaşadığımız cinnet halinin başka bir tezahürü.

Can Dündar ve Erdem Gül, Anayasa Mahkemesi'nin hukuku üstün tutan bir kararıyla tahliye oldular. Umarım bu karar cezaevlerindeki tüm hak ihlaline uğrayanlar için emsal olur; cinnet halinin son bulması yolunu açar.

Lale Kemal - Kadına şiddet maçoluk değil, acizliktir

$
0
0

Lise öğrencisi Cansel Buse'nin, uğradığı tecavüz sonrası intihar ederek hayatına kıymış olması karşısında tepkilerin cılız kalması nasıl yorumlanabilir? Yasal eksikliklere ek olarak toplumsal duyarlılığın neredeyse sıfır düzeyinde kalıyor olması, olası failleri, iğrenç tecavüz eylemlerine girişmelerini caydırmak yerine özendiriyor.

Cansel vak'asından önce de İstanbul'un Kadıköy semtinde bir diğer canavar, geceyarısı bir genç kıza tecavüz etti. Geçen yıl üniversite öğrencisi Özgecan Aslan'ın tecavüzcüsüne direndikten sonra hunharca öldürüldüğünü biliyoruz. Kadınların yaşamına son verme ya da ağır yaralama şeklinde ortaya çıkan erkek şiddeti de keza toplumda travma yaratıyor, geriye çokça acılı aile bırakıyor. Annelerinin sürekli babalarından şiddet gördüğü bir ortamda büyüyen erkek çocuklarının, ileride kızlarına, kız arkadaşlarına ya da eşlerine benzer şiddet uygulamaları olasılığı çok yüksek hale geliyor. Ensest ilişki ya da aynı cinsel özellikteki bireylerin birbirlerine cinsel saldırıları da ayrı bir toplumsal yara.

Başta kadınlara yönelik cinsel saldırı olayları, dünyanın her yerinde meydana gelmekle birlikte bu eylemlere karşı mücadelede gelişmiş ülkelerin caydırıcı politikalar geliştirdiklerini biliyoruz. Medeniyetten nasibini almamış toplumlarda ise ağır suç niteliğinde olması gereken tecavüzün, kadına şiddetin tam tersine, “kurbanı suçlama” niteliğine büründüğünü biliyoruz. Ya da tıpkı Cansel olayında olduğu gibi failin bir şekilde korunduğunu görüyoruz. Cansel, büyük bir cesaret örneği vererek saklamak yerine tecavüz olayını paylaştığı iki öğretmeni tarafından korunmuyor, içine girdiği buhrandan çıkması için yardım almıyor. Tam tersine öğretmenleri, okulun adına leke sürülmemesi ve suçu işleyen öğretmeni can siperane koruma adına Cansel'in hayatını kurtarmıyorlar, kıza hayatına son vermekten başka seçenek bırakmıyorlar. Yani iğrenç tecavüz suçuna ortak oluyorlar.

Toplumda tecavüzcüyü, kadına şiddet uygulayanı, çocuklara cinsel istismar suçunu işleyeni koruma refleksi yüksek. Siyasi iktidarların, tecavüz suçunu işlemeyi caydırıcı önlemler almaları şart. Keza, yargının, tahrik indirimleri, iyi hal indirimleri kararları da, ağır bir suç olması gereken istismar ve şiddet eylemlerini özendirici oluyor.

Nasıl bir duyarsızlıktır ki parlamento, tecavüzcülerin işledikleri ağır suçu hafifleten, “tahrik indirimi” ya da “iyi hal indirimi” denilen kabul edilemez bir gerekçeyi ortadan kaldıracak yasal düzenlemeleri yapmıyor. Tahrik indirimi, güya bir şekilde mağdurun tecavüzü hak ettiği ya da böyle bir eyleme faili davet ettiği anlamına gelen kurbanı suçlu durumuna indirgeyen bir durum yaratıyor.

Yasalarda, mağduru koruyan ama faili cezasız bırakmayan değişikliklerin yapılması tek başına yeterli değil, şiddetin her türlüsünü mazur gösteren toplumsal anlayışın da topyekûn değişmesi gerekiyor. Bu nasıl olacak?

Öncelikle işe, tanrı vergisi fiziksel güçlerini, bu anlamda daha zayıf olan kadına cinsel saldırı ya da şiddet amaçlı kullanmalarının bizzat kendi yetersizliklerinden kaynaklandığını erkeklere anlatacak topyekûn bir eğitim seferberliği ile başlamak gerekiyor. Medeni ülkeler bu alanda çok önemli adımlar atıyorlar. Örneğin, ABD'nin dünyaca ünlü Stanford Üniversitesi, tümü erkeklerden oluşan ve kadına şiddeti önlemek amacıyla, “Erkekler İstismara Karşı Şimdi,” MAAN adlı bir örgütlenmeye gitmiş. Amaç, kadına yönelik şiddetin bizzat erkekler öncülüğünde dünya ölçeğinde durdurulması.

Kadına, çocuğa, LGBT bireylerine yönelik her türlü şiddetin önlenmesinde, bu türden suçların potansiyel sorumlusu erkeklerin eğitimi için Türkiye'de de acilen MAAN benzeri örgütlenmeye ihtiyaç var.

A. Turan Alkan - 'Ankara'da hâkimler var'; darısı Türkiye'ye!

$
0
0

30 Temmuz 2008'de AYM, AK Parti'nin laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğu iddiasıyla açılan kapatma davasını karara bağladı.

Kararın ilginç bir matematiği vardı: 11 üyeden 6'sı kapatma, 5'i kapatılmama yönünde oy kullanırken, hazine yardımının kesilmesi talebine 11 üyeden 10'u ‘Evet kesilsin', 1'i ise ‘hayır kesilmesin' kararı vermişti. Kapatılma talebi ‘nitelikli çoğunluk' sağlanamadığı için reddedilmiş oldu, buna mukabil AK Parti'ye tahsis edilen hazine yardımı ‘nitelikli çoğunluk'la yarı yarıya kesildi. Sonuçta şöyle bir tablo oluştu: AYM, iktidardaki partiyi laikliğe aykırı eylem odağı ‘gibi' kabul ediyor ve ‘bir daha yaparsan ağzına biber sürerim senin' yollu bir ihtarla da okkalı bir para cezası kesiyordu.

O günleri hatırlıyorum. Cumhuriyet başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın iddianamesi, temsil ettiği kitle adına cesur fakat, delilleri itibariyle son derece zayıftı. Google tarama motorundan derlenen kupürlerle desteklenen iddianamenin, normal şartlarda AYM tarafından kabul edilmesi bile çok su götürürdü (hâlâ götürüyor!). Ne var ki bu davanın arkasında duran irâde, o günkü şartlarda hayli güçlü bir derin koalisyondu. Bana göre AYM tarihinin en dramatik ve kararı budur. O günlerde şunları yazmışım: “Kimse sevinmesin. Bu davanın kaybedeni bütün taraflarıyla Türkiye'dir. Kazanan ise globalizm.” Yani dünya dengeleri; yani ‘kapatırsak bunu dış dünyaya nasıl izah ederiz' telâşeleri, ‘Piyasalar ne olur, iktidar boşluğu nasıl dolar?' sıkıntıları...

AYM'nin Can Dündar ve Erdem Gül'ü tahliye kararını, ‘Ankara'da hâkimler var… Bir sandalye bir tahtı devirdi' iyimserliğiyle karşılayanlar var. İnşallah öyledir; bu ‘Hak ihlâli' kararı, sair hak ihlâllerine de emsâl olur. Meselenin acıklı tarafı şu: Bir hukuk devletinde yukarıdaki cümleyi kurmak saçmalıktır. Hukuk kuralları genel, soyut ve sürekli ise (Türkiye için bu prensibin geçerli olduğunu sanmıyorum. Bizim fazlasıyla ‘yerli ve gereğinden ziyade milli bir hukuk konseptimiz oluşmaya başladı çünkü!), evet hukuk kuralları genel, soyut ve süreklilik vasfı taşıyorsa bir hak ihlâlinin umûma teşmil edilmesi, içtihad haline gelip emsâl teşmil etmesi için temennî; veya duada bulunulmaz. Zaten öyle olur ve olmaması hukuku sakatlar. O zaman hukuk kuralları genel, soyut ve sürekli değil, ‘Adamına göre, istenen adrese teslim ve keyfe göre' uygulanacak demektir. Yani, ‘Kardeşim bu hak ihlâlinden Ahmet istifade edebilir ama Osman edemez; bu karar görülen lüzuma göre genişletilebilir, kısmen uygulanabilir veya yokmuş gibi de farz edilebilir. Böyle soyut şeylerle kafanı yorma sen!' mânâsı çıkar buradan.

Yandaş takımının karardan sonra ‘AA casusluk artık serbest; hem dava kapanmış değil, takipçisi olacağız' kabilinden sinirli tepkilerini ciddiye almak gerekmez. Esasen mutlu olmaları gerekiyor, zira karar, demokrat dünyadan Türkiye'ye yönelen ağır tepki ve eleştirilere karşı hayli ‘medyatik' bir soluk alma vesilesi doğurdu. ‘Ankara'da hâkimler var' cümlesinin altını bu sebeple önemli buluyor ve altını çiziyorum. ‘İşte en yüksek mahkemenin kararı; Türkiye'den daha ne istiyorsunuz kardeşim!' dedirtecek, basınç odasında biriken kızgın buharı bir ölçüde tahliye edecek bir metinle karşı karşıyayız.

Konuyu hukuk çerçevesinde tartışmanın faydasından emin değilim ama anladığım kadarıyla öyle yapmaya çalıştım. Yaptıkları haber ve yorumlarından ötürü tutuklu tek gazeteci Dündar ve Gül değil ne yazık ki; başka gazeteciler de var. Meselâ Mehmet Baransu'nun AYM başvurusu, işkence ve kötü muamele gördüğü iddiasını, iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle ‘usûl' açısından reddedilmişti.

Geçmiş olsun Dündar ve Gül meslektaşlarım. Sizin için açan ümit çiçeğinin bir ilkbahara dönüşmesini diliyorum ve çok şey dilediğimin de farkındayım.

Ali Bulaç - Bölgenin üç halkası!

$
0
0

Geçen hafta bölgedeydim. Ekonomik olduğu kadar psikolojik bakımdan da bölge iyi durumda değil.

Senelik 1 milyon turist çeken Mardin, 5 bin yatak kapasiteli otelleriyle turizmde adeta patlama yaşıyordu, bugün büyük otellerin 5-6'sı kapanmış durumda, olanlarda da 5-6 turist var. Bir yandan ekonomik sıkıntı, diğer yandan psikolojik belirsizlik, herkeste yarın ne olacak kaygısı, endişesi!

Diyarbakır, Silopi, İdil, Cizre ve Nusaybin gibi yerlerde ise durum çok daha feci. Kitleler bir anda kendi yurtlarında yer değiştiriyorlar. Mardin, Rişmil ve Midyat mıknatıs gibi inanılmaz yoğunlukta göç alıyor. On binlerce Suriyeli mülteciye şimdi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları da eklenmiş durumda.

Olayları yakından takip edenlerin ve genelde halkın anlamadığı konular var. Herkes şunu soruyor: “HDP 7 Haziran'da 80 milletvekili çıkarmış ve Türkiye'nin Kürt olmayan seçmeninden de oy almışken, seçimden hemen sonra PKK niçin teröre başladı?” Bu sorunun kimse mantıklı cevabını veremiyor.

Şunun altını çizelim: PKK'nın hangi saik ve gerekçeyle olursa olsun, giriştiği yeni stil silahlı mücadelenin halkta herhangi bir karşılığı yok! Benim bölgenin tamamında gözleyebildiğim şu:

Bölge halkını üç ana halkaya ayırmak icap ederse, ilk halkada PKK'nın sert çekirdeği ve onun manyetik alanı içinde olan Kürt milliyetçileri gelir. Giderek sayısal anlamda azalma içine gören bu halkadakiler, PKK'yı destekliyor. İkinci halkada öteden beri Kürt siyaseti yürüten partilere destek veren geniş bir kitle var. Bu halkadakilerin neredeyse tamamı PKK'nın giriştiği çatışmayı, hendek siyasetini tasvip etmiyor, artık açıkça rahatsızlıklarını dile getiriyor, PKK'nın terör yaptığını söylüyorlar. Kürt sorunu ve Kürtlerin tabii hakları konusunda duyarlı olan, Kürtlerin mağduriyete uğradığını düşünen bu kesimin PKK'ya tavır alması yepyeni bir gelişme. Bence Kürt sorunu sürecinde son zamanların en önemli gelişmesi bu! Üçüncü halkada bölgenin tamamında yaşayan muhafazakâr-dindar Kürtler, Araplar, Türkler, Süryaniler ve diğer etnik gruplar yer alıyor. Bunların tümü PKK'ya şiddetli öfke duyuyor.

Bugüne kadar Kürt partilerine oy veren Kürtler ile üçüncü halkada yaşayan geniş kitleler bu çatışmada devletin üstün gelmesini, PKK'ya iyi bir ders verilmesini arzu ediyorlar. Kısaca bazıları bundan hoşlanmasa da, bölge halkının ana gövdesi belki de ilk defa bu kadar devletin arkasında saf tutmuş bulunuyor.

Geleneksel Kürt seçmeninin PKK'ya karşı belli bir tutum içine girmesinin bazı sebepleri var. Ben söz konusu sebepleri şöyle sıralayabileceğimizi düşünüyorum:

a) 7 Haziran seçimleri Kürtlerde ve genel olarak Türk halkında büyük umut doğurmuştu. Kürt sorunu kanuni dairede çözülebilir, 80 milletvekili Meclis çatısı altında çözüm için mücadele verecekler. PKK'nın 7 Haziran'dan sonra başlattığı terör dalgası, HDP'ye ve özellikle Selahaddin Demirtaş ile onu partide destekleyen Kürt ve Kürt olmayan dindar-muhafazakâr, İslamcı, sol ve demokratik unsurlara karşı oldu. PKK, devletin askerine, polisine vuruyor ama gerçekte Demirtaş ve 7 Haziran çizgisindeki “demokratik Kürt siyaseti”ni mezara gömmeye çalışıyor;

b) Bölgede son 10 yıl içindeki ekonomik gelişmeden payını alan bir orta sınıf oluştu; bu geniş kitle terör ve çatışma istemiyor. Diyarbakır gibi bir yerde çatışmaların modern binaların yükseldiği yerlerde değil de yoksulların yaşadığı Sur'da sürüyor olması bunu gösterir;

c) Bölge 1984'ten beri terör ve çatışmalardan fazlasıyla yoruldu, PKK bugüne kadar dağlarda çatışıyordu, şimdi şehirlerin kalbinde çatışma başlattı, bu halkı fazlasıyla rahatsız ediyor;

d) Irak ve Suriye'deki iç savaş, şehirlerin harap olması ve milyonlarca insanın mülteci durumuna düşmesi bölge halkını korkutuyor. Aynı duruma düşme tehlikesi var. Nitekim on binler göç ediyor da! Kısaca bölge halkı PKK'ya destek vermiyor!

Geriye “buna rağmen PKK neden çatışmalara devam ediyor?” sorusu kalıyor:

1) İçeride veya dışarıda birileri onu intihara mı sevk etti veya manipüle mi etti?

2) Hesap hatası yaptı da, geri mi dönemiyor?

3) Başlangıçta halk desteklemez ama devlet yıkıcı ağırlığıyla bölgeye girip büyük hatalar yaptıkça zamanla halk PKK'yı destekler diye mi düşünüyor?

4) Yoksa bölgeyi Filistinlileştirip bir dış müdahaleye zemin mi hazırlıyor? Bence şıklar üzerinde düşünmekte fayda var!

Ali Çolak - Bincanlı umut

$
0
0

* Bir gün dedim ki kendime, bütün sözcükleri alsalar elinden ve yalnız birini bırakacağız deseler, hangisini isterdin? Tereddütsüz, ‘umut' dedim, vazgeçemezdim.

Onu, yalnız onu dilimde dolandırarak, avuçlarıma alarak, gün ışıklarına tutup sabahlara çıkararak yaşamaya güç bulurdum. Yeryüzünde her şey yok olup gitse bile, hayat onunla yeniden ve yeniden yeşertilebilirdi çünkü. Yaşamanın mayasıdır umut. Dünyayı bir kez daha kurmak için ufacık bir çekirdeği, belli belirsiz bir kırıntısı yeter. Onunla çağıltılı bir yaşamak tutkusu ve sönmez bir aşk filizlendirebilir insan. Afet, karanlık, savaş ve ölüm… Hiçbir felaketin yok edemeyeceği bincanlı ölmezotudur umut.

* Umudu, kara kuru bir çekirdek gibi alıp kayaların kuytusuna, ağaçların kovuğuna bastırıyorum. Orada fırtınalardan ve ayazdan uzak, ılıman, öylece bekliyor zamanını. Upuzun ve yemyeşil yaşamak hülyasına dalıyor. Bir vakit sonra, gün ışıkları gelip uyandırıyor usulca. Önce bir aydınlık duyuyor kabuğunda, sonra delice bir çatlamak arzusu. Dağlara, vadilere, gökyüzlerine doğru uzamak, bir orman olmak istiyor. Ağaç kabuklarının arasında, rüzgârın getirip bıraktığı tozların, yosunların altında yufka bir uykuya dalmışken, gün ışığına sevdalanıp kalkıyor. Sevincinden güneşe, dağlara, denizlere gülücükler saçıyor. Öyle aklını başından alıyor ki yaşamak, kök salıp uzamaya duruyor.

* Umut, o eski maya, o ölmezotu, çağlardan çağlara devrediyor yaşamayı. Her sabah erken horozlarda yollara çıkıyor. Yorgunların, bezginlerin elinden tutuyor. Gözyaşlarının yanıbaşından geçiyor ince bir teselliyle. Dokunduğu yerler bir anda kendine geliyor. Ev içlerinde ışıltı, sofralarda ağız tadı. Kederleri sarıp sarmalıyor, acılar ta derinlere… Hayat devam ediyor!

* Toplum, büyük bir yıkımın karanlığından geçiyor şimdi. Adaletin, ahlakın, merhametin ve en çok yaşamak sevincinin yaralandığı uçurum kıyılarından. Sanki hiç geri gelmeyecekmiş gibi yitikler. İnsan, sanki ebediyen çıkarlarının kölesi. Her yerde ve mütemadiyen hoyratlığın saltanatı… Fakat vicdanın içten içe devinişi duyuluyor derinden. Umut, kuytu bahçelerde, ağaç kovuklarında, unutulduğu çekmecelerde hafifçe kımıldanıyor. Gün ışıklarına dikiyor gözlerini. Ve katliamlara, yitiklere, acılara rağmen, yoksul çocuk mezarlarından, kurumuş göz pınarlarından süzülüp geçiyor. Bir gün, diyor, bir gün… Yeniden sevebiliriz, yeniden barış, yeniden yaşamak... Öyleyse arınmalı ve büyük tedaviye başlamalıyız kalplerden.

* Ruhun Dirilişi'nde, Ağaçlar ve Mezar Taşları'ndan söz ediyordu Sezai Karakoç. Ağacı hayata, mezar taşlarını ölüme işaretleyerek. “Taş, ağacın gelişme yolunu kapayandır. Ağaç, yolunu kapayan taşı iterek, patlatarak, devirerek hayatın kudretini belirtir.” Mezar taşları karabasan, ağaçlar taze umut... İnsan arınmaya durdukça, mezar taşlarını, kök salmış karamsarlığı iteliyor umut. Ölümün tozunu silkiyor omuzlarından. Sabırla, kımıl kımıl yürüyor hayatın içine doğru. Kötülük mü? Koyulaşıyor evet, şımarıyor, çabalıyor, ısrar ediyor. Etsin! O ne kadar aceleciyse, umut bin kat sabırlı.

* ‘Umutsuz yaşanmıyor'!


Hekimoğlu İsmail - Hayatın gayesi...

$
0
0

Nasıl ki taşı anlatmak kolaydır; ama elması anlatmak zordur. Aynen öyle de gayesizlik taş gibidir ve çoktur. Nitelik ve ideal ise elmasa benzer, bulmak yeterli değil, bir de kuyumcu olmak gerekir ki onu anlayalım ve anlatalım.

İde, fikir manasına gelir. İdeal, maksattır, gayedir. Her insanın kendine göre fikri vardır. Ayrıca bir insandan sonsuz sayıda fikirler çıkar. Bunların hangisi doğrudur bilinmez. Çünkü herkes, benim fikrim doğrudur, der. Bu fikirler ve idealler İslam'ın mihengine vurulur, İslam'a uygun olan doğrudur. İşte bunun için idealler hem akla hem İslam'a uygun olmalıdır.

Allah, her şeyi bir sebep için yaratmıştır. Yollardaki on binlerce araba bir hedefe gidiyorlar, bir gayeyi tahakkuk ettirmek için. Mesela bir çocuğa sorarız. “Sen büyüdüğün vakit ne olacaksın?” “Hiç” diye cevap verir. Diğer bir çocuğa sorarız, “Ne olacaksın?” O da der ki, “Avukat olacağım.” “Öyleyse sınıfı geçmek lazım.” deriz, “Biliyorum” diye cevap verir. Hâlbuki bu ilkokul çocuğu avukatlık nedir bilmez amma geleceğine bir hedef dikti: Avukat olacağım! Sınıf geçtikçe, iyi not aldıkça heyecanlanır, avukatlığa biraz daha yaklaşır, böylece koşar, sınıfları tek tek geçer, liseyi bitirince hukuk fakültesine gider. Çünkü o hâlâ koşuyor ve avukat olur. Belki binlerce lise mezunu içinde yalnızca hedefi olanlar o hedefe ulaşmıştır.

Diğer taraftan insan büyüdükçe, nefsinin arzu ve istekleri de büyür. Menfaatleri, ulaşılması gereken en büyük idealler gibi önüne dikilir. Nefsinin her arzusunu yerine getirmeye kalkan insan, çıkmaz sokağa saplanıverir. Hâlbuki hayatın gayesi, Allah rızasını kazanmaktır.

Ekseriyetle her insanın kendine göre bir ideali vardır. İdeal denilen bu kelime, dünyayı şekilden şekle soktu. Halen bu hal devam etmektedir. Şimdi anlaşıldı ki, ideolojilerle gerçeği bulmak mümkün değil. Çünkü İslamiyet gerçeğin ta kendisidir. Dünya, İslam medeniyetini bekliyor. Mesela bir Müslüman, ilmi, tekniği bilir, bu dallarda başarılı olur, İslam ahlâkına da tâbi olursa, fert planında İslam medeniyetine ayna tutabilir.

İslamiyet, anbean yaşanır. Çünkü bir dakika sonra ne olacağımız belli değil. Öyleyse “Ben şu anda İslam'a uygun halde miyim, İslam'a uygun bir işle meşgul müyüm?” sorularına doğru cevap veremeyen bedavadan yaşar ve ölür. Hayatı ona Cennet'i kazandıramamıştır. İyilik yapar, iyilik görür. Hal ve hareketlerini Allah rızasına göre düzenlemek, “Hayatın gayesi rıza-yı İlahi'dir” diyebilmek için daha birkaç fırın ekmek yemek gerekir. Kafa yormak, tefekkür iklimlerinde yol almak lazım.

Her insan, istediği yerlerin çoğuna varmıştır. Öyleyse cennete giden yolda da yürüyebilir. Allah, bizi kendisini tanıyalım ve gerektiği gibi kulluk edelim diye yaratmış. Asıl maksada ulaşabilmek için en önemli idealimiz, İslâmiyet'i öğrenip yaşayarak kuvvetimizi muhafaza etmektir.

İnsanın çok büyük idealleri olabilir. Fakat bu büyük ideallerin hiçbirisi Saadet-i Ebediye'ye ulaşmaktan daha önemli değildir. Ve mademki ideal fikre bağlıdır, fikirlerimiz de Kur'an'a bağlanırsa çok iyi neticeler alırız.

Saatler, saniye saniye ömrümüzü bitiriyor. Bunun için biz de saniye saniye İslamiyet'i yaşayalım. Öleceğimiz saniyenin Müslüman'ca olmasına çalışmak; işte en büyük ideal budur!

İdealin kudretini bir damla suda seyrettim. O, koştu, denize ulaştı. Onun ideali deniz olmaktı, bir damla su deniz kadar güçlü olmak istedi ve oldu. Damlanın, denize koşmasını, denizin damlayı kucaklamasını seyrettim, bir damla gözyaşı ile ben de bu ideale katıldım...

Joost Lagendijk - Ölümcül etkiler

$
0
0

Türkiye'de insanların devlet şiddetinin sonucu olarak ölmeleri makul görülüyor ve bu istismarlar seçilmiş yetkilileri hâlâ eleştirel bir şekilde takip edebilen ve buna gönüllü olan medyada hak ettikleri yeri alabiliyorlar sadece.

Çoğu ana akım medyada yer almayan bu trajik olayların gölgesinde, Türkiye'nin birkaç bölgesinde aynı şekilde vurgulanmayı hak eden bir başka şiddet içermeyen ve biraz daha az çarpıcı bir mücadele gerçekleşiyor. Yaşam kaliteleri üzerinde çok olumsuz bir etki yaratacak ve bazı durumlarda erken ölümlere yol açacak olan planlara ve projelere karşı yerel halk arasında direniş büyüyor.

Artvin Cerattepe'de yaşayanlar yeni bir madenin açılması planlarına karşı ayaklandı. Cerattepeliler Karadeniz'in doğusundaki bu özel ekosistemi korumak, ileride gerçekleşecek heyelanları önlemek ve su kaynaklarının kalitesini muhafaza etmek istiyorlar. Şu an için, yoğun güvenlik gücü varlığına rağmen, direnişleri başarılı oldu ve inşa faaliyeti durdu. Yerel aktivistler, ancak projeden tamamıyla vazgeçilmesi ve hükümetin Artvin'in doğasının ve coğrafyasının özel değerini kabul ederek ileride herhangi bir inşayı yasaklaması halinde direnişlerine son vereceklerini bildirdiler.

İki hafta önce Hatay'da potansiyel olarak yıkıcı etkileri olacak bir diğer planlı projenin tehlikeleri konusunda uyarıda bulunmak üzere bir toplantı gerçekleştirildi. Söz konusu proje, İskenderun Körfezi bölgesine 16 yeni termik santralin inşa edilmesi. Hatay'daki toplantı, Avrupa'nın kâr amacı gütmeyen önde gelen kuruluşlarından olan ve çevrenin sağlık üzerinde nasıl etkilere yol açtığı konusunda çalışmalar yapan Sağlık ve Çevre Birliği (HEAL) ile birlikte birkaç yerel çevre örgütü ve tabip odaları tarafından gerçekleştirildi.

Türkiye, dünyada kömür enerjisine en büyük yatırım planlarına sahip ülkeler arasında. Hükümet, kömür santrali kapasitesini gelecek dört yılda iki katına çıkarmayı planlıyor. İskenderun bölgesi açısından, bu, hâlihazırda mevcut olan 4 termik santralin dışında 16 kömür termik santralinin daha inşa edilecek olması anlamına geliyor. Çevreciler ve tıp uzmanları, bu planların sağlık üzerindeki son derece olumsuz etkileri konusunda insanları alarma geçirmek üzere birlik olmuş durumdalar.

16 yeni santral yapılmadan bile bölgedeki durum son derece endişe verici. Bölgede hava kalitesini gözlemleyen sekiz resmi istasyonun altısının ölçümleri, değerlerin hem ulusal hem de Dünya Sağlık Örgütü standartlarının çok üzerinde olduğunu gösteriyor. Bu, basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, bu bölgede yaşayan altı milyon insanın düzenli olarak sağlığa zararlı hava soluduğu anlamına geliyor. 16 ilave santralin yapılması daha fazla soruna yol açmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Hatay'daki toplantıya katılan doktorlar ve kamu sağlığı uzmanları, Mersin'de ve çevresinde yeni termik santrallerin kurulmasını önleme eylemini, tıbbi bir görev olarak gördükleri konusunda anlaştılar. Adana Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Neslihan Önenli Mungan durumu şöyle ifade etti: “Bu kömür santrallerinin yol açacağı ağır metal kirliliği ve asit yağmurları nedeniyle, artan sayıda solunum sistemi alerjileri, kronik akciğer rahatsızlıkları, kalp ve damar hastalıkları, farklı türde kanserlerin yanı sıra anomalilerle ve gelişmemiş beyinlerle doğan çocuklarla karşılaşmak zorunda kalacağız.”

Toplantıda HEAL, Türkiye'nin dört bir yanındaki endişeli vatandaşların yeni kömür santrallerine karşı eyleme geçmelerine yardımcı olmak üzere kanunlar konusunda bilgi veren ve çevresel etkinin sağlık üzerinde nasıl etkileri olabildiğini gösteren bir iletişim kiti hazırladı.

Umalım ki, diğer Türk vatandaşları da bu olumlu girişimlerden ilham alsın ve mevcut hükümet politikalarının şimdiki ve gelecekteki ölümcül etkileri konusunda daha düzgün bilgilendirilme talep etsinler.

Nurullah Öztürk - Devletin ekonomik rakamları ne kadar gerçek?

$
0
0

Türkiye'de son dönem açıklanan ekonomik rakamlar ile politikacıların söylemleri büyük bir paralellik arz ediyor.

Politikacılar konuşmadıkları ve TV'de görünmediklerinde kendilerini yok sayarken ekonomi de kâğıt üstünde gerçekleri öyle görüyor. Konuşarak ve kâğıt üstünde tüm sorunları çözdüğünü zanneden bir yönetim anlayışı hâkim bu topraklarda.

TÜİK, kısa süre önce açıkladığı mutluluk endeksinde, Türkiye'yi dünyanın en mutlu ve müreffeh ülkesi ilan etmesine ramak kalmıştı. Mutsuz ve umutsuz insanlar diyarında mutluluktan ölüyormuşuz da haberimiz yok. Bu dönem tüketici güven endeksi gibi, düşüşte olan ne kadar parametre varsa kolundan tutularak yukarı çekildi ve revize edildi.

Merkez Bankası devletin yüzde 20'leri aşan elektrik, su, doğalgaz, tekel gibi temel ihtiyaç maddelerine yaptığı zammı atlayarak, çarşı pazardaki yüzde 30'ları aşan fiyat artışlarını görmezden gelerek, en önemlisi kur artışlarının birim fiyatlara aynen yansıdığını bile bile; kışın yazlık ürünlerin, yazın kışlık ürünlerin fiyatları üzerinden yaptığı enflasyon ölçümleriyle rakamları tek hane sınırında tutmayı başardı.

Devlet, realitesi çirkin gözüken birçok ölçüm ve araştırma sonucunu sihirli dokunuş ve makyajla güzelleştirerek kamuoyunun önüne sundu. Ancak acı gerçek ve ekonominin ateşi kısa sürede bu makyajı akıttı.

Türkiye, müsebbibi bizzat iktidar olan bir büyük ekonomik ve sosyal krize doğru hızla yol almaktadır. Dünya gerçekleri herkesi birbiriyle iyi geçinmeye zorunlu kılmaktadır. İktidar, günahları örtmek amacıyla yaptığı gayri ahlakî; ve akıl dışı işlerine her gün bir büyük günah daha ekleyerek ilerliyor. Kendi çıkarı için yaptığı her hamle, ülkenin kara tablosuna bir çentik daha atılmasına sebep oluyor.

Perakende ve ticaretin en büyük hikâyesi lokasyondur. Türkiye, ticaretin bu altın avantajına sahip bir lokasyonda konumlanmış bir ülkeyken, ihracat yapabileceği, ticaretini geliştirebileceği, yakın ve uzak tüm pazarları ile kavgaya tutuşarak, ekonomisini batırmak için yapılması gereken tüm işlemleri tamamlamış bulunmaktadır.

BÜYÜK FIRSATLAR HARCANDI

AKP iktidarına global konjonktür, ülkeyi düzlüğe çıkarabilecek iki büyük fırsat sundu:

İlkinde 11 Eylül saldırılarından sonra yeni vatan arayan Körfez sermayesi ve likidite bolluğunun sağladığı büyüme ve yatırım fırsatlarını heba etti.

Refahı ülke geneline yaymak yerine özelleştirmeyi tercih etti, bu şansı sadece kendisi için fırsata dönüştürerek ülkeyi büyük fırsattan mahrum etti.

İkincisinde; dış ticaret açığının yarıdan çok büyük bir kısmını (yüzde 65-80 arası) oluşturan doğalgaz ve petrol fiyatlarında yaşanan büyük düşüşü (120 dolardan 30 dolar) cari açık sorununu minimize etmede kullanmak yerine sessiz sedasızca yapılan elektrik ve doğalgaz özelleştirmelerine kurban vererek kendisi için ranta çevirmeyi yeğledi.

Global dünyanın Türkiye'ye 2003-2007 yılları arasında altın tepsi ile sunduğu likidite bolluğu da, 2011-2016 yıllarında petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki düşüşün sağladığı büyük fırsat da makro planda ülkenin çıkarlarına kullanılmak yerine, mikro planda iktidarın yakın çevresine sunuldu. Buradan elde edilen rant ile de yeni seçim zaferlerinin altyapısı sağlama alındı. Ülke insanı yoksullaşmakla kalmadı aynı zamanda yoksulluğu ranta dönüştürüldü. Ama bunu kimse onlara söylemedi çünkü bunu onlara söyleyecek medya ya satın alındı veya susturuldu.

En sonunda bir büyük boşlukta bozuldu büyü...

Ekonomide acı tablo

Bizzat pazarın içinden aldığım bilgilerle ekonomik durumu özetleyeyim ve sonra rakamları bu gerçekler ışığında tekrar yorumlayalım:

Anadolu'da esnaf kan ağlarken doğuda kepenk indiriyor. Gerçek işsizlik doğuda yüzde 50, batıda yüzde 20.

Akdeniz, Ege ve tüm Türkiye'de turizm ve ticaret can çekişiyor, sadece Rus turistler değil, ülkenin güvenlik açığı ve can güvenliği nedeniyle tüm turistler elini ayağını çekti.

Antalya'da yüzlerce otel satılık, gıda toptancıları ve önemli dağıtıcılar beyaz bayrak sallıyor, bankalar yeni kredi vermekten imtina ediyor, mevcut kredilerin geri ödenmesine yoğunlaşmış durumda.

Sadece yabancı değil yerli sermaye de ülkeden kaçış planı yapıyor, asgari ücretin ek yükü ve bozulan işler nedeniyle işsizlik ordusuna her gün yeni bireyler ilave oluyor.

Emekli de çalışan da ay sonunu getiremiyor. İhracat düzenli olarak azalıyor, kredi ve kart borçluları ödemelerini yapamıyor.

Devlet, açıklarını vergi üzerine vergi, ceza üstüne ceza yazarak kapatmaya çalışıyor. Nasıl oluyorsa oluyor; güzel raporlar ile ekonomi iyi ve iyi yönetiliyor...

İktidar için gidişat kendi yakın çevresinin ekonomisine göre anlam ve değer kazandığı için geri kalan kısım önemsenmiyor.

Kâğıt üstünde olan kâğıt üstünde kalıyor ve ülke ekonomi ve sosyolojisinin krizde olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Çatışma, savaş, kargaşa ve kaos, ekonomik ve sosyal krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor; ne yazık ki devlet aklı bu gerçeği göremiyor...

Mehmet Çetingüleç - Cim Bom'u Rus hakem yaktı!

$
0
0

Galatasaray Lazio'ya 3-1 yenilip UEFA kupasından elendi, ama nasıl? Biliyorsunuz maçın hakemi Rus'tu.

Maçtan önce hakemle ilgili kuşkular gazetelere yansımıştı. Maç yapıldı. Beklendiği gibi Galatasaray yenildi. Öyle anlaşılıyor ki, “Putin'in adamı” olan Rus hakem görevini başarılı bir şekilde yerine getirdi! Bu hakemin sadece Putin'le değil, PYD, PKK hatta “paralel yapı” ile bağlantısı olabilir! Suriye rejimine yeterince tepki göstermeyen CHP de bu iktidar döneminde Türk futbolunu başarısız göstermek için Rus hakemle diyaloğa girmiş olabilir!

Futbol günümüzde büyük bir ticari faaliyet alanı. Maçları kazananlar milyonlarca dolar alıyor. Türk takımlarının bu parayı almasını engellemek, Türkiye ekonomisine darbe vurmak için Rus hakemin Putin tarafından görevlendirildiği yolundaki kuşkular, maçın skoru ortaya çıktıktan sonra güçlü bir iddiaya dönüşmüş durumda. Bu iddiaların savcılar tarafından araştırılması, hatta uluslararası yargıya taşınması gerekir!

Galatasaray'a yapılan “hak ihlali” konusunda önce Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasında yarar var. Sonuç alınmazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne taşınabilir. Konu Lahey'e de götürülebilir mi, hukukçulara sormak lazım…

Bu arada Galatasaray defansında boşluk bırakarak Laziolu futbolcuların 3 golü filelere göndermesine zemin hazırlayan oyuncuların “milli” şuuru sorgulanmalı. Gerçi bir kısmı yabancı ama olsun. Onlara milyonlarca dolar verip “milli” ruhu aşılamayanları da sorumlu tutmak gerekir. Sadece sorgulamakla kalmayıp haklarında soruşturma yapılmalı. O soruşturmada bu oyuncuların maçtan önce kimlerle telefon görüşmesi yaptıkları, kimlerle yüz yüze konuştukları ortaya çıkarılmalı. Galatasaray defansı Putin'in adamlarından rüşvet almış olabilir mi, incelenmesinde büyük yarar var!

Okuyucuların buraya kadar yazdıklarımıza bakıp “futbola bile sirayet ettiler mi” diye endişeye kapılmasına gerek yok. Çünkü bu tezvirat Türkiye'nin içine düştüğü “paranoyayı” yansıtmak için yapıldı. Son yıllarda Türkiye'de gerçek dışı iddialar o kadar çoğaldı ki, herkese, her olaya kuşkuyla bakarak “vatan haini” arıyor, “casus” kovalıyor. Bütün dünya Türkiye'yi yıkmak için işbirliği yapıyormuş gibi bir hava yaratılıyor.

Oysa Türkiye'deki yabancı istihbarat faaliyetleri her ülkede yürütülüyor. ABD Almanya'yı dinliyor, Almanya ABD'yi. Diğer Avrupa ülkelerinin durumu farklı değil. Yabancıların Türkiye'de bulunan istihbarat elemanları gibi, bizim de dünyanın dört bir tarafında görevli istihbaratçılarımız var. Ortadoğu'yu dinleyen en büyük kulaklar Türkiye'de değil mi?

Önemli olan ülkenin özgüveni ve adaleti sağlama gücü.

Yerli ya da yabancı kim olursa olsun; takip edersin, suçu işlediği anda yakalar, cezasını verirsin. Hukuk budur. Eylem olmadan “suç işleyebilir” kuşkusuyla insanların hapse atılması, zindanlarda çürütülmesi sadece zulümdür.

Maça dönersek.

Paranoya sonucu değiştirmeye yarar mı?

Galatasaray maçını izleyenler Rus hakemin hiçbir hatalı kararına şahit olmadı. Ama yenildik ya, hakemin Putin'le de bağlantısını kurabilirsiniz, paralel yapı ile de. Sonucu değiştirmese de Galatasaray maçında olduğu gibi Türkiye'de her başarısız olayda kabahati başkasının üzerine yıkmak, hayali düşmanlar ortaya çıkarmak yaygın bir yöntem olmaya başladı.

Bence Rus hakemin Putin'le bağlantısı var. Bu maçın soruşturulması gerekir!

Büşra Erdal - Gazeteciler bir dakika dahi içeride tutulamaz

$
0
0

Anayasa Mahkemesi'nin (AYM), gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül'ün başvurusu üzerine verdiği ‘hak ihlali' kararı, bütün tutuklu gazeteciler için önemli bir uyarı ve deklarasyon niteliğinde.

AYM'nin, ‘kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ihlali' ile birlikte ‘ifade ve basın özgürlüklerinin ihlali'ne vurgu yapması bu kararı Türk medyası için geçerli hale getiriyor. Mahkemeler ve sulh ceza hakimliklerinin önlerine konulan karar, ‘yasakçı, baskıcı uygulamayı bitir, Anayasa'ya uy' anlamına geliyor.

AYM Genel Kurulu, ‘ülke dışına silah taşıyan TIR'lar' haberi nedeniyle tutuklanan Dündar ve Gül'ün başvurusuyla ilgili Anayasa'nın üç maddesi çerçevesinde ihlal kararı verdi. İlk olarak 19'uncu maddeye göre haberlerden dolayı tutuklamanın kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını ihlal ettiğini belirtiyor. AYM, tutuklama için somut suç delili gerektiğini, gazete haberi, köşe yazısı gibi yazılı ve görsel medya eliyle yapılan yayınların bu şekilde tutuklama için gerekçe olamayacağını kaydediyor. Yani gazeteciyi basın faaliyeti olan köşe yazısı, bir haber veya dizi yayınından tutuklamanın Anayasa'ya aykırı olduğundan dem vuruyor. Yüksek Mahkeme ikinci olarak “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” başlıklı Anayasa'nın 26'ncı maddesindeki “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî; makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.” düzenlemesine dikkat çekiyor. Dündar ve Gül'ün tutuklanmasının düşünce ve ifade özgürlüğüne aykırı olduğunu kayda geçiriyor. AYM'nin ‘ihlal' gördüğü bu maddenin kapsamına Hidayet Karaca'nın suçlandığı STV'de yayınlanan dizi de giriyor. Aynı şekilde Gültekin Avcı'nın yazdığı yazılar ve Mehmet Barasu'nun tutuklanmasına neden gösterilen haberleri de yine bu maddede tanınan özgürlükler kapsamında. AYM üçüncü olarak Anayasa'nın 28'inci maddesindeki ‘Basın hürdür, sansür edilemez' düzenlemesine vurgu yapıyor. Yani gazeteciler Dündar ve Gül'ün tutuklanmasının basına sansür anlamına geldiğini söylüyor. Aynı şekilde şu anda hapiste olan gazeteciler de Dündar ve Gül gibi mesleki faaliyetlerinden, düşünce ve kanaatlerini yayımlamaktan tutuklu olduğuna göre bu maddenin onlar açısından da ihlal edildiği inkar edilemez açık bir gerçek.

AYM'nin, sadece bir dairesi eliyle değil genel kurul olarak açıkladığı bu karar, medya özgürlüğü ile tutuklama ve basına sansür girişimleri arasında kalın bir çizgi olarak duruyor artık. Konuyu da Dündar ve Gül ekseninden çıkartıp tüm gazetecileri kapsayan hale getiriyor. AYM ‘basın özgürlüğü ihlali' kararını açıkladığı saatlerde gazeteci Hidayet Karaca da İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi huzurundaydı. Bir dizi repliğinden örgüt yöneticiliği çıkarılan saçma bir iddianameyi dinleme zulmünü yaşıyordu. Mahkeme duruşmaya ara verip AYM tarafından tebliğ edilen karara göre önce Dündar ve Gül'ü tahliye etti, ardından da Karaca'nın tutukluluğuna hükmetti. AYM kararında vurgulanan hukuka aykırılıkları bile bile hayata geçirerek, göz göre göre hukuksuz bir tutuklamanın altına imza attı. Bundan sonra, mahkemeler ve sulh ceza hakimlikleri AYM'nin bu deklarasyonuna, uyarısına rağmen gazetecilerin tutukluluğunu devam ettirirse tarih önünde taşıyamayacakları bir hukuk vebali yüklenmiş olurlar. Hakimler bugünden tezi yok AYM Genel Kurulu'na kulak verip vicdan ayarlarını buna göre yapmalılar. Gazetecileri bir dakika dahi hapiste tutmamalılar.

Necati Kola - Siyaaah! Kırmızııı!

$
0
0

Trabzon şehri ve Trabzonsporlular, son dönemlerde bordo ve maviden çok, siyah ve kırmızıyla meşgul.

Otuz yılı aşkındır şampiyonluğa hasret olan kulüp ve taraftarlar, hakları en çok yenen takımın Trabzonspor olduğunu düşünüyor. Tepkilerini de siyah ya da kırmızının hâkim olduğu objelerle gösteriyorlar.

Hafızamı şöyle bir yokladığımda epey örnek aklıma geliyor. Mesela, Aralık 2008'de taraftarlar, hakem hataları nedeniyle Avni Aker'deki Eskişehirspor maçı öncesi ellerindeki kırmızı kartlarla federasyona ve hakemlere tepki göstermişti.

3 Temmuz 2011'de başlayan şike sürecinde de benzer protestoları olmuştu. Mesela, Aralık 2012'de oynanan İstanbul Büyükşehir-Trabzonspor maçında taraftarlar siyah karton ve balonlarla, şampiyonluklarının ellerinden alındığını düşündükleri şike sürecinin üzerine yeterince gidilmemesini protesto etmişlerdi.

Trabzonsporluların bir başka protestosu, Kasım 2015'te gerçekleştirilmişti. Ligin ilk yarısındaki G.Saray, Konya ve Gaziantep maçlarında penaltılarının verilmediğini, takdir haklarının hep rakiplerden yana kullanıldığını ve bariz hakem hatalarıyla puan kayıplarına uğradıklarını düşünen taraftarlar, Başakşehir-Trabzonspor maçında tepkilerini siyah balon ve kartonlarla göstermişti. Bordo-Mavili futbolcular da ısınmaya siyah tişört ve şortlarla çıkmıştı.

Geçen haftaki G.Saray-Trabzonspor maçında yaşananların ardından gözler dün geceki Trabzonspor-Osmanlıspor maçına çevrilmişti. Sonuçtan çok protestolar ve hakemlerin nasıl bir yönetim göstereceği merak ediliyordu. İlk düdükle birlikte Bordo-Mavili futbolcular 30 saniye hareketsiz kaldı. Taraftarlar da “Bu düzen değişecek” pankartı açtı, “İsyan, isyan!” tezahüratları yaptı, Salih Dursun tişörtleri giydi, kırmızı kartlarını çıkardı.

Osmanlıspor'un özellikle Umar, Delarge, Rusescu ve Ndiaye ile etkili olup Rusescu ile iki gol bulduğu; sakatlar ve kırmızı kart cezalıları nedeniyle kadro kurmakta zorlanan Trabzonspor'un ise kaleci Onur'un devleşmesi sayesinde fark yemekten kurtulduğu maçın en ilginç anı, 61. dakikada yaşandı. Hakem Özgür Yankaya, Erkan Zengin'in rakibi tarafından düşürülmesine faul kararı verdi. Yardımcı hakem ise faulden önce topun taca çıktığı uyarısını yapınca Yankaya kararını değiştirdi ve Osmanlıspor taç atışı kullandı. Sadece iki sarı kartın çıktığı maçta hakemler sonuca etki edecek yanlış bir karar vermedi.

Velhasıl, benim merak ettiği şu: Bu düzen değişir mi? Yoksa protestolara artık iyice alışan Trabzonspor, gün gelir, sırf tepki için kulübün renklerini siyah-kırmızı olarak değiştirir mi? Taraftarlar da “Siyaaah! Kırmızııı! En büyük Trabzon!” diye tezahürat yapar mı? n.kola@zaman.com.tr

A. Turan Alkan - Futbolun yalan dünyası!

$
0
0

Önce koordinat tesbiti yapalım; artık GS'lı filan değilim, takım tutmuyorum. Vaktiyle öyleydim çünkü GS'ın diğerlerinden farklı olduğunu, şampiyonluktan, başarıdan daha önemli saydığı bazı üst değerleri olduğunu zannediyordum. Onların da başarıya ve zafere tapınan sıradan bir camia olduğunu anlayınca (geç oldu ama temiz oldu) bıraktım.

Futboldan hâlâ hoşlanıyorum ama...

BU DELİKANLIDAN HEYKEL ÇIKMAZ

GS-Trabzonspor maçındaki hakem hataları, kötü ve başarısız siyasetten bunalmış basına ilâç gibi geldi. Hakeme kırmızı kart gösteren Salih, dünya basınının manşetlerine çıktı. Heykelini dikmeye niyetlenenler, onu haksızlığa ve zulme karşı yiğitçe direnen bir fazilet savaşçısı gibi görenler bile var. Dikkat ettim, futbol yazarları ve taraftarları bu delikanlının fevrî; öfkesini göklere çıkarırken Türkiye'de fanatizmin batı Karadeniz'de ne kadar tehlikeli bir maya tuttuğunda bahsetmemeyi tercih ediyorlar.

Hayır, o tehlikeli eğilimler görmezden gelinip yokmuş gibi yaparak bir futbolcunun hakemi sahada küçük düşürmesi alkışlanamaz. Bu delikanlıdan bir heykel çıkmaz.

Futboldan hoşlansam da, hoşlanmasam da yokmuş gibi davranmanın gereği yok. Büyük bir endüstriden bahsediyoruz. Bir kısmımız saçma-sapan bir halk uyuşturucusu gibi görse de gencinden yaşlısına milyarlarca insan futbolla ilgileniyor, fena halde taraftarlık ediyor, kulüp armalarını TABU, 20-30 yaşları arasındaki ünlü futbolcuları kendilerine rol-model kabul ediyorlar. Eğer bu bir çılgınlıksa, iş ciddi raddelere vardı demektir, çünkü kıtalararası reklam sektörünün en çok kazanan ve kazandıran aktörleri de futbol dünyasından geliyor.

TÜRKİYE'DE FUTBOL; YERLİ VE MİLLİ OTOMOBİL

Türkiye'de futbol endüstrisi biraz yerli ve milli otomobilin hikâyesini andıran bir seyir içinde. Görünüşe göre futbolumuz diğer liglerle aynı altyapıya sahip, futbol aynı kurallarla oynanıyor, benzer şekilde idare ediliyor; futbolcuların antrenman şekilleri bile birbirinin aynı neredeyse. Bunca benzerliğe rağmen futbolumuz, dünya rekabetinde başarılı olamıyor. Futbol kulüplerimiz yarıştan kopmamak için bütçelerinin katbekat üstünde paralar borçlanarak dışardan ‘yaşlı star' ithal ediyorlar. Bu yüzden Galatasaray UEFA'nın mali kriterlerine uymadığı gerekçesiyle hayli okkalı bir ceza alacak fakat bu örnek diğer kulüpler için caydırıcı bir tesir yapmayacak. Çünkü kulüplerimiz birbirleriyle hiç de aklî; olmayan çılgın bir rekabet içinde borçlanıyor ve sistematik olarak zarara giriyorlar.

Bu gidişe, politikacılar ve futbol yöneticileri başta olmak üzere kimse dur diyemiyor çünkü onlar da bu endüstriden faydalanıyorlar ve işlerin yanlış gitmesinden birinci derecede sorumlular.

BİR ŞİKE DAVASI VARDI; N'OOLDİ?

Bilindiği gibi beş sene kadar önce Türkiye büyük bir şike soruşturması şoku yaşadı. Detayları tekrarlamak anlamsız. Sonunda yargı (süreç daha bitmedi) ‘Şike filan yoktur; herkes işine baksın!' tadında bir karara vararak ipin ucunu bıraktı. Bütün şüpheliler aklandı ve kamuoyu nazarında eski itibarlarına kavuştular. Yaşandı ve bitti! Bu süreçte aklımda kalan en önemli ayrıntı Türkiye'de şikenin yapılıp yapılmaması değildi, ithama uğrayan bir takımın başkanından en sade ve mâkul taraftarına kadar müthiş bir dayanışma azmi içinde kenetlenerek takım renklerinin ve armasının ardında durmasıydı. Bu bir ‘kesin inanç' gösterisiydi ve bu haliyle ürkütücüydü.

Futbolumuzun dünya piyasasında büyük bir marka değeri yok ama futbol taraftarlığı konusunda ‘fenomen ülke'lerden biriyiz. Bu öyle bir fenomen ki çoğu taraftar, inançlarını, politik görüşlerini, hatta aile bağlarını bile takımı uğruna geri planda bırakmayı göze alıyor. Doğrusu alkışa ve takdire lâyık bir bağlılık gösterisi! Peki ardında ne var?

ÜST DEĞERLER, ÜST DEĞERLER...

Ardı yalan dünya. Futbolun veya bir başka bağlılık türünün saygıyı hak etmesi için futboldan daha yüce üst değerleri de benimsemiş olması gerekiyor bana göre; bunların başında da ahlâki prensipler geliyor. Temiz oyun, kurallara riayet, kardeşlik ve barışı futbolun üzerinde tutmak, zafere tapınmamak, başarıyı sporun bütün değerlerinin üzerine koymak da öyle.

Unutmadan listeye ilâve edeyim; muhasebe prensipleri de bu sıralamaya girmeli. Basit kural; kazandığınızdan daha fazla harcarsanız şirket batar ve kapatılır ama bir futbol takımı her ne pahasına olursa olsun yaşatılmaya çalışılır. Servetinin kaynağı belirsiz zenginler takım yönetimine alınır, fiyakalı görevler verilir, takım harcamaları üzerinden spekülasyon yapılır, karşılıksız kalacağı belli paralar savrulur. O yöneticilerden hiçbiri, kendi şirketlerini takımları gibi yönetmeye rıza göstermezler ama... Ne çelişki!

Kimse kusura bakmasın, renk aşkı, arma sadakati denilen şey insanlara, hayatlarının diğer alanlarında sıkı sıkıya bağlı kaldıkları prensipleri bile bile çiğnetiyorsa ben o ‘fenomen'e saygı duymam; zaten ‘taraftarlık'tan da bu yüzden istifa etmiştim.

‘HAKEMLER HAKKINDA KONUŞMAK PRENSİBİM DEĞİL AMA...'

Hakemlik kurumu da futbolumuzun yarım-yamalak sektörlerinden biri. İnsan kaynağımız mebzul, dil bilen, spordan anlayan gençlerimiz kıyamet gibi ama hakemlikte de dünyanın başarı listesine giremiyoruz. Niçin? Acaba Türkiye'deki yargı sisteminin bu kadar baskı altında tutulmasının bir payı var mıdır iyi hakem çıkmayışında?

Tabir çirkin ama galiba bu duruma tam uyuyor: ‘Eşeğine güç yetiremeyen semerini döver' diye bir atasözü vardır. Bizde takım halinde başarısızlığın ilk bileti kolayca hakeme gönderiliyor. ‘Hakemler hakkında konuşmak âdetim değildir ama bu defa bir şeyler söyleyeceğim; artık bıçak kemiğe dayandı' cümlesiyle başlayan demeçleri üst üste koysak ansiklopedi çapında bir literatür olur!

HAKEMLER KÖTÜ DE FUTBOL CAMİASI TEMİZ Mİ?

Hakemliğin benim savunmama ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum fakat onlar da işlerini yaparken hepimiz kadar hataya düşüyorlar ve biz bunu tabii kabul etmiyoruz. Futbol hakemini eleştirmek ve onun cinsi tercihlerinden başlayıp atalarının ne kadar ahlâken düşük insanlar olduğu hakkında ileri geri söylenmek futbol fanatiklerinin hoşuna gidiyor. Yakın zamanlara kadar stadyumlar zaten gönlünce, bağıra-çağıra küfredip rahatlamak için kullanılan bir terapi salonu gibiydi ve durum pek değişmiş sayılmaz.

Seyircinin velev ki bir hakemi eleştirmeye hak kazanması için önce seyircilik ehliyetini göstermesi gerekir ve ben seyircimizin bu niteliği haiz olduğunu zannetmiyorum. Ayrıca futbol yöneticilerinin, federasyonun, hakem yetiştiren ve maçlara atayan kurulların hatta çoğunluğu itibariyle futbol dünyamızın nasıl bir ‘yalan dünya' olduğunu gayet iyi bildikleri halde ekmek parası için ses çıkaramayıp koroya katılan futbol basınının da aynı ehliyetsizlik seviyesinde olduğunu düşünüyorum.

Herkes futbol düzeninin nasıl bir aldatmaca olduğunu çok iyi biliyor; bakmayınız siz şu günlerde ‘N'oolacak bu futbolümüzün hali' diye acı acı yakınanlara. Onlar yine futbol endüstrisinin değirmenini döndürmeye ve bunun için gerektiğinde üst değerleri görmezden gelmeye devam edecekler.


Reha Çamuroğlu - Bugün 28 Şubat, kimdeydi kabahat?

$
0
0

28 Şubat'ın üzerinden on dokuz yıl geçmiş. Dile kolay, o gün doğan çocuklar on dokuz yaşında demektir. On dokuz sene sonra ülkenin sorunları dağlar misali yükselmiş. Benim gibi pek çok kalem sahibi bugün 28 Şubat'ı yazacak. Yazılmayan bir şey kaldı mı? Hemen söyleyeyim kalmadı. Yazılacak ve söylenecek sözlerin hepsi tükendi.

Şimdi Sayın Cumhurbaşkanı'nın başdanışmanı olan bir kişi o günlerde “Kininizi, nefretinizi unutmayın!” demiş. İşte şimdi unutulmayan o kin ve nefret bütün ülkeyi sarmış durumda. İlginç olan şey ise bu “nefret ve kinin” o günün sözde mağdurlarıyla o günün sözde zalimleri tarafından toplumun geri kalanına yönlendirilmiş olması. Her yerde “ortak” olduklarını görüyoruz, Doğu'da, Güneydoğu'da her yerde ortak olarak karşımıza çıkıyorlar. “Mağdurlar”, “Dövücüler” ve “Övücüler” el ele.

“Dövücüler”, “emredin dövelim efendim”, “kanlarında duş alalım efendim” diyerek geziniyor, belli ki çok yüce makamlar tarafından korunmanın “insan hak ve hürriyetlerini” kullanıyorlar. “Mağdurlar”, bu kadar kolayına mağdurluklarından senelerce süren iktidar nimetlerine atlamanın “haklı gururu” içindeler. Eski bir İslamcı dostumla tartışıyordum bir gün. “12 Eylül'de bize, yani sola yapılanlar size, yani İslamcılara yapılsaydı ne olurdu?” diye sormuştum. Cevap aynen şöyleydi: “Çoğu din değiştirirdi.” O İslamcı arkadaşım kendisini bilir, ben de ona sıhhat ve afiyet diliyorum. Aslında onun onayına da gerek yoktu. Olup bitenler hepimizin gözlerinin önünde çünkü.

1997'de 28 Şubat oldu. Bu arkadaşlar kanlandılar ve dahi canlandılar. Beş sene sonra da “gömlek değiştirdik” diyerek ülke tarihinin en uzun süreli tek başına iktidarına kuruluverdiler. Ama “emperyalizme” onlar düşman. Onlar karşı! “Değerli yalnızlık” onlarınki! Uçak düşürüp NATO'ya koşanlar onlar ama “yedi düvele kafa tutan” kahramanlar da onlar. Alevilerin sıkça kullandığı bir cümle vardır. “Ali haklıydı amma velakin, Muaviye'nin böreği yağlıydı” derler. Zaman geçince insan bin yıllık irfanın değerini daha da iyi anlıyor.

Bütün bu tablonun belki de en berbat ürünü “Övücüler”. Diyanet İşleri Başkanlığımız bu övücülerin başında geliyor. Sünni olmakla övünen bu kurumumuz İmam Hanife'den ve İmam Şafii'den dik durmak adına herhalde hiçbir şey öğrenememiş. Öğrendikleri şu; “Giden ağam, gelen paşam.” Hâlbuki 28 Şubat'ta nasıl da “devletin sesiydiler”. Ne var bunda diyeceksiniz, adamlar çok tutarlı. O gün devletin sesiydiler, bugün de devletin sesiler. Osmanlı her mücadelesini “din ü devlet”, yani din ve devlet adına yürüttüğünü iddia ederdi. Diyanetimiz ise farklı, “din-i devlet” yani devletin dini adına yürütüyor. O gün övdüğü devletle bugün övdüğü devlet arasında bir fark var mı? El hak yoktur. Demek ki neymiş, “kaderimiz”, 28 Şubatlar üzere çizilmiştir. Bu kadar sene bunu anlamak için mi geçti?

“Övücülerin”, sivil kanadı da bir bu kadar önemli. Onlar “yağlı böreğin” kimde olduğunu hemencecik kavrayanlardan oluşuyor. Gazeteci esnafımızın önemli bir kesimini kastediyorum. Çok değil ya hu on dokuz sene öncesinin gazeteleri taranacak ve bugün 28 Şubat “mağdurlarının” yanında boy resmi verenlerin o gün kimlerin yanında olduğuna bakılacak. Hemen her gazetede böyle arşivler var artık.

Oysa böyle miydi umutlarımız? Demokrasimiz her türlü vesayetten kurtulacaktı. Ülkemizde ötekileştirilen kimse kalmayacaktı. “İç düşman” kavramı sözlüklerden çıkarılacaktı. Milletin vekilleri genel başkanlar tarafından değil, millet tarafından seçilecekti. Seçim barajları tarih olacak, her görüşün TBMM'de temsili sağlanacaktı. “Lider sultası”na son verilecekti. 22 Temmuz 2007 seçimleri bu umutların zirvesiydi. Memlekete bahar havası gelecekti. 2007'de yapılan “Cumhuriyet mitingleri”ne katılanlar değil fakat organize edenler, henüz, bugünkü “devlet koalisyonunun” içinde yer almamışlardı. Bugün “pek mutlular”. Herhalde ortakları da öyledir. Bakalım bu “devlet evliliği” ne kadar sürecek?

Sokaktaki insan, bütün bu tablodan sana düşen nedir? Belki kavrıyor, belki henüz kavrayamıyorsun. Çocukların ya şehit ya da “terörist” oluyor. Sefalet yine aynı sefalet. İşsizlik diz boyu. Kan her tarafımızdan akıyor. Sokaktaki insan! Fena halde çırak çıktın. Allah seni beterinden korusun ama şimdilik seni en iyi tanımlayan sözcükler, Refik Durbaş'ın dizeleridir;

“Elim sanata düşer usta

Dilim küfre, yüreğim acıya

Ölüm hep bana

Bana mı düşer usta?

Sevda ne yana düşer usta

Hicran ne yana

Yalnızlık hep bana

Bana mı düşer usta?

Gurbet ne yana düşer usta

Sıla ne yana

Hasret hep bana

Bana mı düşer usta?”

Mehmet Kamış - Veronika'nın ölmek istediği yer

$
0
0

Slovenya'nın neresi olduğunu elbette biliyorum ama Ljubljana'yı sahiden ilk defa duymuştum ve bu durum benim bir hayli canımı sıkmıştı.

Avrupa'da bir başkent olacak, hem de Balkanlar sayılacak bir yakınlıkta olacak ve ben bunu hiç duymamış olacağım. Ama yok, duymamıştım. Roman da böyle başlıyordu zaten. “Kimse Slovenya'nın nerede olduğunu bilmiyor. Slovenya'nın nerede olduğunu bilmiyorlarsa, Ljubljana bir mit olmalı. Atlantis ya da Lemuria gibi insanların imgelemini zorlayan başka kayıp diyarlar gibi.”

Yıl 2002, Aksiyon Dergisi'nin masaları arasında rastgele dolaşırken gördüğüm bir kitap dikkatimi çekmişti. ‘Veronika Ölmek İstiyor'. Yazarı da Simyacı kitabıyla dikkatlerimizi çeken Paulo Coelho'ydu. Kitabı karıştırınca bırakamadım. Romanın kahramanı Veronika; 2 Kasım 1997 tarihinde, Ljubljana'nın Preseren Meydanı'na bakan bir manastırda intihar girişiminde bulunuyor ve içtiği ilaçların etkisini göstermesini beklerken de gözüne ilişen bir haber kupürü ona bunları düşündürüyordu. “Zaten Ljubljana'yı kimse bilmiyor, benim intiharımdan kimin haberi olacak ki? Anne-babamdan başka kim bunu dert edecek?” diyerek intiharı kendi içinde legalize etmeye çalışıyordu.

Bu satırları okurken refleks olarak 2 Kasım 1997'de ben ne yapıyordum diye düşünüyorum. O tarihlerde daha yeni baba olmuştum, Aksiyon Dergisi'nde yazı işleri müdürüydüm ve 28 Şubat sürecinin en can sıkıcı günlerini yaşıyorduk ama tam o gün ne yapıyordum hatırlayamıyorum. Pek çoğu birbirinin içine geçmiş milyarlarca insan için yazılan senaryonun 2 Kasım 1997 tarihli olanında kendi yaşadığımı hatırlamıyorum ama Slovenyalı bir kadının yani Veronika'nın ölmek istediğini öğreniyorum.

İlk bakışta çok önemli bir olay gibi durmuyordu. Belki dünyada on binlerce insan da o esnada aynı düşünceleri geçiriyordu içinden ve üstelik bu bir roman kahramanıydı. Gerçekten yaşayıp yaşamadığını da bilmiyordum işin doğrusu. Ama ben bu Ljubljana şehrini daha önce hiç duymamış olmam meselesine takmıştım.

Dünya ne kadar ilginç öyle değil mi? Çok büyük bir film platosuna benziyor. İçinde köylerin, kasabaların, küçük, büyük, daha büyük, daha da büyük şehirlerin olduğu uçsuz bucaksız bir film platosu! Bu platoda herkes kendisi için yazılmış kader senaryosunu oynuyordu.

Romanı okudukça Ljubljana'yı çok merak ettim, hele Coelho'nun sözlerle tasvir ettiği Preseren Meydanı'nı, meydanın kar yağarkenki halini, sokak şarkıcılarını, sağa yürüyenleri, sola yürüyenleri, ileriden gelip geriye gidenleri. Zaten oldum olasıya kentler ve özellikle de kent meydanları ilgimi çekmiştir. Paulo Coelho'nun kaleminden Preseren Meydanı'nı okurken sahici bir iç geçirdiğimi ‘Şimdi Ljubljana'yı görmek vardı' dediğimi daha dün gibi hatırlıyorum.

Zaten bir şehrin başına gelebilecek en güzel şeyin onu seven bir yazarının olmasıdır diye düşünürüm. Romanların, şehirlerin duvarlarını yıkan, onları kafeslerinden çıkartıp başka coğrafyalara ve başka insanlara sunan bir yanının olduğuna inanırım. Onun için romancılar şehirler için büyük bir şanstır. Hele de uluslararası üne sahip bir romancının o şehri mekân eylemesinden daha büyük bir piyango vuramaz. St.Petersburg, Suç ve Ceza ile bir dünya kenti olmuştur, Paris, ruhunu ‘Sefiller'de Victor Hugo'ya anlatmıştır, Hugo da bütün dünyaya.

Her şeyi bırakıp bir kenara çekildim ve romanı okumaya başladım. Aradan kaç saat geçti bilmiyorum, beni kitabın içinden bir telefon sesi çıkardı. Arayan Türkiye'nin önemli şirketlerinden birinde çalışan bir arkadaşımdı. Dedi ki; önümüzdeki hafta bir grup gazeteciyle birlikte Slovenya'nın başkenti Ljubljana'ya gideceğiz, bizimle gelir misin?

Şaka gibi değil, direkt şaka bu! Telefonu bırakmadan etrafıma bakındım, birilerinin bana bakıp güldüklerini görmeyi umut ederek sağıma soluma baktım, kimse yoktu. Ama yine de bu bir şaka olmalıydı. Romanı okuduğumu gören birilerinin, tanıdığım bu arkadaş aracılığıyla bana şaka yaptıklarından emindim. Ama yok, arkadaş gayet ciddiydi ve beni Slovenya'ya davet ediyordu.

Aslında bu tür şirket gezilerine gitmeyi hiç sevmezdim. Ancak burada başka bir durum söz konusuydu. Daha üç beş saat öncesine kadar hayatımda hiç duymadığım bir şehrin adını duyuyordum, Coelho'nun anlatımından etkilenip o şehri çok göresim geliyordu ve birkaç saat sonra bir telefonla bu kente gitme konusunda hem de bir kış günü davet alıyordum. Bu, garip bir durumdu!

Bir hafta sonra uçak Ljubljana havalimanına indiğimde diz boyu kar vardı. Gün kısaydı ve meydanı fotoğraflamak için saatlerimiz sayılıydı. O zamanlar henüz daha dijital fotoğraf makinesi kullanmaya başlamamıştım, analog makinem vardı. Işığı yakalamak için de vaktimiz çok dardı.

Kente varır varmaz, otele gitmeden elimde fotoğraf makinesiyle kent meydanına koştuk. Preseren Heykeli'ne sırtımı vererek Veronika'nın ölmek istediği Manastır'ı ve meydanı fotoğrafladım. Vakit akşam olmuştu, tripotum yoktu ve filmlerin nasıl çıkacağını kestiremiyordum. Keskin bir nişancı gibi nefesimi tuttum, ellerimin titrememesi için de çok özel gayret sarf ettim.

Hep derim, bir şehrin başına gelecek en güzel şeylerden birisi orada yaşayan iyi bir romancıdır.

Ahmet Çakır - O bir 'Gülen Gazeteci'

$
0
0

Beni gazeteciliğe onun soktuğu, sonradan aramızda çatışma doğunca “Brutus” olmakla suçladığı yolunda yazılar var internette. Doğruluk payı bulunuyor ama tam değil…

10 yılı aşkın İstanbul Radyosu tecrübesinin ardından Trabzon'a gönderilmiştim. Orada görev yaptığım dönemde Gülen Gazeteci'ye Trabzonspor ile ilgili makaleler gönderiyordum. Bu, benim için yazılı basına geçiş hazırlığı gibi bir şeydi.

Gülen Gazeteci de bu duruma ilgisiz kalmadı. Bir süre sonraki yazısında benden söz edip onurlandırıcı ifadeler kullandı. Trabzon'dan da Erzurum'a gönderilince TRT'den ayrılmaya karar verdim. İstanbul'a geldiğimde ondan yardım istedim. Çalıştığı gazeteye gönderdi. O gazetenin rahmetli olan spor müdürü de Ankara'ya gitmemi istedi. Bunun için durumum uygun değildi. Sonra başka bir gazeteye girme durumu olduğunda Gülen Gazeteci'ye sordum. “Gir” deyip ekledi: “Orada füze gibi yükselirsin!” İşin aslı budur.

Tabii daha önce henüz adı sanı bilinmeyen biri durumundayken 13 sayfalık Özkan Sümer röportajıma yönettiği dergide yer vermişliği de vardır. Onu da söylemeden geçemem.

Aramızdaki çatışma da onun 1996-200 arasında Galatasaray'da 4 yıllık Fatih Terim dönemindeki değerlendirmeleriyle ilgiliydi. Terim'i sevmediği bilinmeyen bir durum değildi. Hatta bunu yakışıksız bir ifadeyle defalarca dile getirmişti. Ancak aradan 3,5 yıl geçip de Terim'in hem 4. şampiyonluğa hem de UEFA Kupası'na yürüyüşü sırasında daha önce söylediklerinin tam tersini savunmaya başlamıştı. Ona göre Terim sadece çok başarılı bir teknik direktör değil, aynı zamanda bir gençlik önderi ve rol modeliydi.

Gürültü patırtı ve iftira!

Sevgili ağabeyimizin yergisi gibi övgüsü de sınır tanımazdı. Adeta 3,5 yıllık günahın bedelini ödemek istercesine bir tempo içindeydi. Artık Terim onun en yakın dostlarından biriydi. O dönemde benim “O Bir İmparator” adlı kitabım çıktı. Bu kadar büyük bir başarının nasıl kazanıldığını anlamaya ve anlatmaya çalışan mütevazı bir katkıydı. Sevgili ağabeyimize göreyse “uyanığın biri, Terim'in başarısını bu açıdan paraya tahvil etmeye kalkmıştı…”

Bu, açık bir iftiraydı. O günlerde 50 yaşıma yaklaşıyordum, para kazanmakla ilgili derdim hiç olmamıştı. Yanlış anlaşılmasın, buna ihtiyacım olmadığından değil, tam tersine az parayla da yaşamayı becerebildiğimden. Hayattaki hedefim para kazanmak değil kitap yazmaktı. Üstelik, kitap için malzeme toplama çalışması boyutunda en az 15 bin lira para harcamıştım. Elde ettiğim gelir ise sadece 1.500 lira idi. Böyle bir iftira karşısında aşırı bir öfkeye kapılıp sınır tanımaz tepki verdim.

Yıllar sonra Sportstv'de yaptığım Kitaplı Spor programına katılmayı kabul etti. Bu, hiç yabana atılmayacak bir jestti. Aramızda yaşanmış bazı tatsızlıklara karşın programa katılması hâlâ birbirimizin yüzüne bakabilecek durumda olduğumuzu gösteriyordu ama daha önemlisi onun bu yolla göstermiş olduğu nezaketti.

Ve yine yanıldı…

O sezon da Galatasaray'ın şampiyonluğunun elinden alınıp Fenerbahçe'ye verileceğini iddia edip durdu sürekli katıldığı televizyon programında. Bunu daha önce de defalarca yapmıştı. Bunların neredeyse tamamında Galatasaray'ın şampiyon oluşu da onu frenleyecek bir durum değildi.

Ancak böylesi fiyaskolardan hiç mi hiç etkilenmeyecek bir noktadaydı. Buna benzer yanılgılarını da zafere çevirebilirdi. Zaten yazacak dünya kadar konu vardı, siyasetten trafiğe güzellik yarışmalarından her türlü sanat etkinliğine kadar. Böyle bir ortamda başkaları bile onun yanılgılarının üzerinde durmazken özeleştiri filan yapması hiç de gerekli değildi...

Nazan Bekiroğlu - "Karadeniz'den Mektuplar"

$
0
0

Ovidius bir daha geri dönemeyeceği sürgününe giderken Roma'dan mehtaplı bir gecede ayrılır. Vakit geçtir. İnsanların hattâ köpeklerin bile sesi kesilmiştir.

Mermer şehir ay ışığı altında Ovidius'un gözüne her zamankinden daha güzel görünmüş olmalı. Akdeniz'in bu, sıcakkanlı kendi ifadesiyle yumuşak, zavallı kalpli şairinin sürgün yeri ise zalimce seçilmiştir. Karadeniz kıyısında, Roma'yla uzaktan yakından ilgisi olmayan Tomis. Greko-Latin dünyanın kendisiyle aynı dili konuşmayanlara verdiği isimle barbarların kenti.

Ovidius sürgün yıllarında unutulmamak, affa mazhar olmak umuduyla yazmaya devam eder. Karadeniz'den Mektuplar (YKY, 1999) onun sürgün yıllarında yazdığı bir eser. Çiğdem Dürüşken, çevirisini yaptığı bu kitabın başında Ovidius'u “Aşkın, özlemin, sürgünün şairi” olarak takdim etmektedir. Yine Dürüşken'in verdiği bilgiye göre “aşkın el kitabını yazmış” olan Ovidius en verimli olması gereken çağda sürgüne gönderilmiş, sürgünün tek sebebi değilse de onunla ilişkilendirilen kitabı Aşk Sanatı kütüphanelerden çıkarılmış, okunması yasaklanmıştır. Ovidius'a göre de kendisi bir cinayet suçlusu değildir gerçi ama kader onu “uğursuz Pontus” kıyılarına bırakmıştır.

Şimdi, benim denizimin farklı bir kıyısından 2008 yıl önce yazılmış bu mektupları okumaya başlarken düşünüyorum doğal olarak: Aynı denize mi bakmışız? Aynı şeyleri mi görmüşüz? Ovidius da çekilmeyen bulutlarıyla, günlerce yağan yağmurlarıyla tanışmıştır Karadeniz'in. Fakat karamsarlığa düşmüş şair için Karadeniz'in de adeta dünya ekseninin altına yerleşmiş Tomis'in de yaşama sevinci veren bir yanı yoktur. Buzlu kutuplara benzeyen bu yer dünyanın en ücra köşesidir. Ne bir meyve ne bir üzüm yetişir. Güneş açmaz, sular fırtınaların gazabıyla kabarır durur. Kışın Kuzey rüzgârları eser. Çok soğuktur. Sadece nehir değil deniz bile donar. Irmakların suyu denizin rengini bulandırır. Kaynak suları olmayan bu yerde içme suları deniz suyuyla karışmıştır. Toprak desen, o da başka bir denizdir. Neticede “Hiçbir kıyı bundan yabanıl değildir.”

Ovidius ruh halini anlatırken de denize ilişkin olumsuz benzetmeleri çokça kullanır. Ömrünce denize kıyısı olmayan Roma'da yaşamış şaire bunların Karadeniz üzerinden geldiği düşünülebilir. İmgelerinin denizi durgun değil fırtınalıdır. Başında şiddetli bir kasırga patlamış, yelkenleri parçalanmış ve Ovidius yağmurlu fırtınalarda kabaran bu vahşi denizde kazaya uğramıştır. Nitekim bir kazazede gibi, durgun sulardan bile dehşete kapılmaktadır.

Ovidius'un günden güne tükenişi de bu mektuplardan izlenebilir. Tuzlu denizin dağlık burunları dalgalarla oyması gibi sıkıntı da onun saf güvenini bozmuştur. Tanınmayacak kadar değişmiş, giderek yabanıl halka benzemiştir. Karanlıkta ahenkle dans etmekte, hiç kimseye okunmayan şiirler yazmaktadır. Zaten şiir yazma yeteneği de körelmiştir.

Karadeniz sularında cesurca ölmeyi, Tomis'in kumlarında gömülü olarak yatmayı dileyen Ovidius çok geçmeden kendisinden bir ölü olarak söz etmeye başlar. “Eğer daha önce ölen bir adam tekrar ölebilirse” o da sürekli ölmektedir. Yeteneğiyle ölmediğini kanıtlamaya çalışsa da “Yıllar önce ölen ben” demeye başlar. Kurtuluş ümidinin tükendiği yerde “bir kez ve tam anlamıyla öldüğünü” bilir. Çarmıhta asılı bir adam hâlâ dua etmekte, kalan bir iki dostu onun ölümüne ağlamaktadır. Ve Ovidius artık kendi ölümü hakkında konuşmamayı düşünmektedir. “Keşke küllerimi kendim gömebilsem” dese de sürgünde ölmek istememiştir Ovidius. Hiç olmazsa Roma'ya daha yakın bir yer, razıdır. Olmaz. Sürgününün 10. yılında öldüğünde yine Karadeniz'in kıyısındadır.

Hüzünle kapatıyorum Karadeniz'den Mektuplar'ı. Bu kitapta benim Karadeniz'im yok. Ovidius'un gördüğüyle benim gördüğüm aynı değil. Karadeniz''in gürültülü dalgalarının hayranlık içinde yapılan tasviri elbette olamaz böyle bir kitapta. Ama şair diyor ki:

Dünyanın bir ucunda terk edilmiş bir halde

Kumların üstünde yatıyorum

Ve işte şu tek mısrada aynı denize bakıyoruz:

Affet! Bir kazazede olduğumdan her denizden korkuyorum.

Selim İleri - Yine Virginia Woolf

$
0
0

Bilge Karasu Susanlar'da (Metis Yayınları) birkaç kez Ataç'tan da söz açıyor. 1950'lerin ikinci yarısında yazılmış, yayınlanmış bu yazılar: Yolun başındaki Karasu'yla ününün doruğundaki, yorgun bir Ataç. Çok geçmeyecek, Ataç ‘sayrılarevi'ne kaldırılacak.

Onun son yazısını anımsadım. Öleceğini bilen bir kişinin veda yazısıydı; hüzünlüydü. Okurlarından ayrılacağına ayrıca üzülüyordu.

Ataç'la Bilge Karasu dünya edebiyatının seçkin, önemli romancılarından konuşmuşlar. Ataç, Faulkner'ın tadına varamadığını söylemiş; iyi İngilizce bilmemeye bağlıyor, Fransızca Faulkner çevirilerinden güzelduyusal bir haz alamamış.

Bilge Karasu, Virginia Woolf konusunda bütün bütün ayrı düştüklerini belirtmiş. Öyle anlaşılıyor ki, Ataç, Woolf'u önemsemiyor, yirminci yüzyılın büyük romancıları arasında saymıyor. Karasu ise Mrs Dalloway romancısını bizde herhalde ilk önemseyenlerden. Yalnız ‘biz'de mi? Woolf 1950'lerde Batı edebiyatı için de bugünkü konumuna erişememiştir. Bilinç akışı romancıları arasında adı sayılmaktadır ama, roman sanatına getirdiği yenilikler henüz yeterince irdelenmemiştir…

Geçen zaman Virginia Woolf'un sanatını öne çıkaracaktır. Yalnızca bilinç akışı romanı açısından değil; feministler onu gözde bir yazar sayarlar, bir bakıma feminizm konusunda bir öncü; aynı şekilde, Woolf roman sanatına uçsuz bucaksız yollar açmıştır. Örnekse, Dalgalar'ın ‘şiir-roman'a açılıp gidişi, bugün çok daha önemseniyor.

Yenilerde dilimize kazandırılan (Süha Sertabiboğlu çevirisi) bir Virginia Woolf biyografisi var: Bir Yazarın Yaşamı (Alfa Yayınları). Yaşamöyküsünün yazarı Lyndall Gordon. Gordon, Woolf'un eserleriyle yaşamını koşut çizgide, yaşamı ve eseri harmanlayarak kaleme getiriyor. Yeni sayılabilecek bir biyografi, 2001 tarihini taşıyor.

1980 sonrası Virginia Woolf'un hemen her açıdan incelendiği, çözümlendiği dönem. Lyndall Gordon için neredeyse ‘sayısız' kaynak söz konusu. Yazar bu kaynaklardan yararlandığı gibi, Woolf'un eserlerini de handiyse ezbere bilen birikimiyle yola çıkmış.

Biyografi, romancının aile yaşamını büyük ölçüde Deniz Feneri'nden yola çıkarak işliyor. Mrs Ramsay'le Virginia Woolf'un annesi âdeta özdeş kılınıyor. Küçük James'te küçük Virginia'yı aramıyor, saptamıyor biyografi yazarı. Ama bende öylesi bir izlenim uyandı durup dururken.

Lyndall Gordon yararlandığı kaynakları tek tek belirtiyor. Bu kaynakların başında Varolma Anları da geliyor (Kırmızı Kedi Yayınları, İlknur Özdemir'in çevirisi.) Gerçeklikteki yaşamdan yazıya geçenler. Zaten yayınevi de arka kapakta vurgulamış:

“Bu kitapta yer alan metinler, Woolf'un hayattayken yayımlatmadığı, dosyalarda kalmış, terekesinde bulunan otobiyografik yazıları.”

Bu yazılar iyi ki yitip gitmemiş. Varolma Anları'nı okuduğunuzda, neredeyse iki ayrı Virginia Woolf'la yüz yüze geliyorsunuz. İlki, Jacop'un Odası, Deniz Feneri, Mrs Dalloway, Dalgalar gibi eşsiz romanların –Perde Arası'nı da katmak gerekiyor elbette– ‘insan acısı'nı derinlemesine irdelemiş yazarı. İkincisi, hemen hemen aynı çevrelere, aynı kişilere katı bir gerçekçilik ve amansız bir ironiyle yaklaşmış, bilinenin dışında bir Virginia Woolf.

Ataç okusaydı, üzerinde durur muydu?

Şunu düşündüm: Şiire, öyküye, romana geçerken mi değişir ya da değiştirilir duygu, duyuş çizelgesi? Gerçeklikten çıkagelen esin nasıl olur da bambaşka kimlikler edinir?

Lyndall Gordon, Dışa Yolculuk'taki Rachel'in bütün bütün Virginia Stephen kökenli olduğu kanısında. O günlerin Virginia Stephen'ı Varolma Anları'nda Rachel'den çok farklı bir çehreyle de karşımıza çıkıyor oysa. Öte yandan biyografi yazarına hak vermemek elde değil.

Belki herkes için geçerli: Nerede, ne zaman, nasıl algı ve yansıtış ikiye bölünüyor? Niye bölünüyor?

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live