Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Abdullah Aymaz - Seneler sonra aynı noktaya gelindi

$
0
0

Gazetemiz Zaman'ın şu haberini beraber okuyalım:

Federal Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Bakanı Gerd Müller (CSU), başkent Berlin'de düzenlenen ‘Değişim için partner-Dinler ve sürdürülebilir kalkınma, Ajanda 2030' başlıklı toplantıda ‘Dinler arasında barış olmadan milletler arasında barış olmaz. Dinler arasında diyalog olmadan barış olmaz' ifadelerini kullandı. Teolog Hans Küng'e yaptığı bu atıfla konuşmasına başlayan Müller, “Müttefik ülkelerdeki dinî; cemaatlerle işbirliğini bakanlığımızın yeni stratejisi olarak görüyoruz.” dedi. Bakanlıktaki ilgili bölümün müdürü Bernhard Felmberg ise sorunun bir parçası olan dinin çözümün de bir parçası olması gerektiğini ifade ederek, “Dinî; organizasyonlarla temaslar şansa bırakılamaz.” dedi.

Bakanlık tarafından hazırlanan strateji planında partner kuruluşların bilinçli olarak seçilmesi ve düzenli olarak işbirliğinin değerlendirmeye tabi tutulması hedefleniyor. Bununla birlikte partner seçiminde kuruluşların insan hakları standartlarına dikkat edip etmediği de önemli olacak. Partnerlerin yerel halkın güvenini kazanmış olması da önemseniyor.

Dünyadaki on kişiden sekizinin dine bağlılığı olduğu ifade edilen toplantıda, bakanlığın yeni stratejisinde dinin önemli bir rol oynayacağına vurgu yapıldı. Toplantıda Dünya Kiliseler Konseyi Genel Sekreteri (ÖRK) Olav Fykse Tveit, Lübnan Müftüsü Şeyh Abdul Latif Derian, Almanya Müslümanlar Merkez Konseyi Başkanı Aiman Mazyek ve aralarında Misereor, Brot für die Welt'in de olduğu birçok yardım kuruluşundan temsilciler katıldı. (ZAMAN Berlin)

Halbuki 1994'te kurulan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın kuruluş gayesinde bu anlayış vardı. Vakfın Onursal Başkanı Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 9 Şubat 1998 tarihinde Akşam Gazetesi'ne verdiği mülakatta İslam'ın çatışmacı, kavgacı, şiddete ve teröre taraftar bir din olmadığını, tam aksine, sevgi, merhamet, af, müsamaha gibi esaslar üzerine oturduğunu anlatmaya çalıştığını vurgulayarak dünya barışının bu yönünü, net bir şekilde şöyle ifade ediyordu: “Her dinin temelinde aynı esaslar yatıyor. Dolayısıyla dinler arasında tarihî; kavgaların bırakılıp, sıcak bir diyalogun başlamasıyla, savaşlardan ve çatışmalardan bıkmış dünyamızın daha iyi, barışçı ve huzurlu yarınlara çıkmasında önemli katkıların yapılabileceğini göstermeye çalışıyorum.”

14 Şubat 1998 tarihinde Aksiyon dergisine verdiği röportajda ise şunları dile getiriyordu: “Şu anda, İslâm ve Hıristiyanlık, dünyada en fazla müntesibi olan iki dindir. Budizm ve Hinduizmin de çok sayıda müntesibi vardır. Yahudilik, müntesiplerinin sayısı itibarıyla küçük gibi görünse de, etkilidir. Dolayısıyla, âhir zamandaki evrensel bir dirilişin, sulhün ve barışın bu dinler arasında, önce ortak noktalarda başlayacak bir diyalogdan geçeceği bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır. Böyle bir diyalogda geç kalındığı bile söylenebilir.”

1990'lı yılların başında kendisine yeni bir çekidüzen veren Türkiye'nin yükselmesini ve lâyık olduğu konuma gelmesini istemeyenler yine fitneyi uyarmış, fitnekâr gayretleri ayağa kaldırmışlar, argüman olarak laik-anti lâyık, Alevî;-Sünnî;, Kürt-Türk kavgalarını körükleyip kardeşi kardeşe düşman etmişlerdi. İşte bu fitneleri söndürmek ve iç barışı temin ve tesis etmek için Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, kurulup yola çıkmıştı. Ruhundaki sulh-i umumî; düşüncesi, diğer din mensupları ile diyaloğun zarurî; olduğunu gösteriyordu. Kısa zamanda dünyadaki bütün din mensuplarının liderleriyle irtibata geçilip diyaloglar başlatılmıştı. a.aymaz@zaman.com.tr


Mustafa Ünal - M.S. 28 Şubat 2016

$
0
0

28 Şubat olmasaydı AKP olmazdı. AK Parti'yi 28 Şubat'ın şartları doğurdu. Sürecin aktörleri ‘Milli Görüş'ü siyasi tehdit ve tehlike olarak belledi. Kırmızı Kitap'a yazdı. Refah Partisi legal bir partiydi. Ancak devletten uzak tutulması gereken ‘illegal siyasi yapı' olarak gördü.

Sandıktan birinci çıkmasına rağmen RP'yi kapattı. Siyaset yasağı Erbakan ve arkadaşlarını pes ettirmedi. RP'nin külleri üzerine Fazilet Partisi'ni kurdu. Erbakan'a bayrak açan ‘yenilikçi hareket' FP'de yeşerdi, gelişti. AK Parti'nin temellerini atan yenilikçi gruptu. 28 Şubatçıların da işine geldi. Ana hedef Milli Görüş hareketini bölmekti.

Eğer 28 Şubat süreci siyasi alanı yeni bir parti için hazırlamasaydı AK Parti olmazdı. Belki ayrılanlar olurdu. O günlerin yakından tanığıyım, kütle halinde kopuş yaşanmazdı. 28 Şubatçılar Erbakan ve arkadaşlarının elini kolunu bağladı. Meydan boş kaldı. AK Parti o zeminde vücut buldu. Yoksa Erbakan'a rağmen ne yeni parti ne de başarı mümkündü.

FP'nin kapatılması, Erbakan'ın siyasetten uzaklaştırılması, yenilikçilerin partileşmesini kolaylaştırdı. AK Parti'nin, 28 Şubat sürecinin en büyük siyasi eseri olduğunu söylemek yanlış olmaz. AKP çevrelerinin bakmayın bugün Erbakan güzellemesi yapmasına, Erbakan siyasi hayatının en ağır darbesini içeriden aldı.

Bugün 28 Şubat. Postmodern darbenin sene-i devriyesi. Süreci geçmişte kalan tarihe bir vakıa olarak değerlendirmek yanlış. Bütün dinamikleriyle yaşamakta. ‘1000 yıl süreceğini' söyleyen general haklıymış. Mevcut siyasi iklimden bağımsız 28 Şubat'ı yorumlamak doğru olmaz. M.S. 2016 yılında sadece 28 Şubat değil, bu toprakların ‘darbe ruhu' hortladı. Ülkenin dört bir yanında 27 Mayıs'tan, 12 Eylül'den, 28 Şubat'tan zulüm sahneleri yaşanmakta. Yine MGK, yine Kırmızı Kitap, yine olağanüstü şartlar, yine hukuksuzluklar, yine yargısız infazlar, fişlemeler... Ve ‘cadı avı'. Zulüm 28 Şubat'ı aratacak türden.

Bugün kara propaganda ve algı operasyonlarının üslubu ve içeriği çok daha bayağı. 28 Şubatçılar de benzer iddianameler hazırladı. Ama ‘FETÖ' demedi. ‘Fethullah Hoca', ‘Esat Hoca' gibi daha saygılı ifadeler kullandı.

AKP mahkemeleri ve AKP zindanları masum ve mazlum insanlarla dolu. Kurban, yardım, bağış suç sayıldı. 28 Şubat, kurbanın derisiyle ilgilendi yalnızca. Kimin nereye kurban vereceğine karışmadı. Bugün eğitim kurumları hedefe konuldu. Ev hanımlarına kelepçe takıldı. Erzurum'a 91 yaşındaki yaşlı ve hasta vatandaşa ‘gözaltı' kararı çıkarıldı. Evinde arama yapıldı. Suçu mu? Çok büyük (!) eğitim kurumlarına yardım. Örnekler yanıltmasın zulme muhatap olan tek bir grup değil. Bütün sivil toplum. Büyük bölümü havuç ve sopa ile susturuldu, biata zorlandı. Üstad Bediüzzaman, AKP mahkemelerine düşseydi, daha ağır cezalar alırdı. AKP zindanlarından zor çıkardı. Bugün Türkiye'de 28 Şubat'tan daha beter vahşi bir düzen hüküm sürmekte. AKP ve yandaşlarının 28 Şubat'a söyleyecek lafları yok. Ne fişlemeden şikâyet edebilirler, ne zulümden ne de hukuksuzluklardan. 28 Şubat'ın kudretli generali Çevik Bir mahkemede sordu: ‘Şimdi MGK eliyle oluşturulan çalışma gruplarının bizim 28 Şubat'ta kurduğumuz BÇG'den ne farkı var?' Olmaz olur mu? Farkı çok. Daha ötesi yürürlükte. Gerçek şu ki AKP'nin icraatları 28 Şubat'ı akladı, meşrulaştırdı.

Bugün 28 Şubat... 1997 değil M.S. 2016. 28 Şubat'ın siyasî; şartlarında doğmuş AKP'leşmiş AK Parti iktidarda. Geçmişin zulümlerini unutmayalım ama asıl bugünün zulümlerini, AKP'nin SS'lerini, ağzına kadar dolu AKP zindanlarını konuşmak lazım. m.unal@zaman.com.tr

Hilmi Yavuz - Siyasal İslam, İslam'a karşı!

$
0
0

Öyle görünüyor ki, sadece Türkiye'de değil, Ortadoğu'da da yaşanan olaylar İslam'la siyasal İslam arasında büyük farkların, boşlukların, uzlaşmazlıkların, hatta ne yalan söylemeli, büyük çelişkilerin oluştuğunu ortaya koyuyor.

Aslına bakılırsa bu, bugüne mahsus da değildir. Siyasal İslam, doğası gereği, dünyevî;leşmeyi, dünyevî; iktidarı öne çıkarmış, bu iktidarı, İslam'ın kendisini araçsallaştırıp tahkim etmeyi başarmıştır. Kısaca siyasal İslam'ın ürettiği dünya görüşü, İslam'ı dünyevî;leşmenin her alanında araçsallaştırarak kullanmak üzerine inşa edilmiştir: Siyasal İslam, İslam'ı, ahlakî;, entelektüel, estetik ve hatta insanî; muhtevasından tecrid etmiş; araçsallaştırma işini, İslam'ı kamusal alanda görünür olma bağlamında bir şekil'e indirgemiştir. Bugün gelinen durum aslında, İslam'la siyasal İslam'ın birbirlerine karşıt konumda yer aldıklarını göstermesi bakımından vâhî;m ve düşündürücüdür: Siyasal İslam, İslam'a karşı!

‘Siyasal İslam' kavramı, yanıltıcı olabilir ve iktidarın sadece siyasal alanda amaçlandığı gibi, dar bir anlama gönderme yapıyor olmak şeklinde anlaşılabilir. Öyle değil! Siyasal İslam, siyaset dışında dünyevî;leşmeyi, gündelik hayata ilişkin mikro-iktidarları da kuşatıp içine alacak geniş bir iktidarlar alanını işaret eder. Daha açık bir ifadeyle, siyasal İslam ideali, gündelik hayatın her alanında iktidar olmaktır. Bu alanlardan biri, Kur'an-ı Kerim'de ‘metau'l-gurur' diye nitelendirilerek eleştirilen gündelik hayatta para ve mal düşkünlüğünün görüldüğü alan!

Dünyevî;leşme ilişkisinin zenginlikle sağladığı iktidarı 17. yüzyılın büyük şairlerinden biri olan Bağdatlı Ruhî;'nin Terkib-i Bend' i üzerinden okumak mümkündür. [Bu konuda zihin ufkumu açan merhum Prof. Dr. Sabri F. Ülgener Hoca'ya şükran borcum vardır]. Ülgener Hoca'nın deyişiyle, ‘ Pre-kapitalist toplumun, sömüreni ve sömürüleni ile portresini çizgi çizgi gözler önüne seren' Terkib-i Bend, ‘ Emek ve zahmetin bir taraf sırtına yüklenip öbür tarafın zevk ile dünyayı yediği sınıflı bir toplum[u]' anlatır: Sömürenler ‘âyân-ı cihân' ve ‘sahib-i kudret'tirler.

Peki, ya ‘sahib-i kudret' olmayanlar? Onlar da dünya malının peşindedirler. Ruhî;'nin, Terkib-i Bend'de anlattığı bir hikâye bu bakımdan ilginçtir: Ülgener Hoca'nın ‘Zihniyet, Aydınlar ve İzm'ler'inden alıntılıyorum:

‘[Bağdat'lı Ruhî;] Sabahın alaca karanlığında ibadet için mescide varmıştır. İçerisi bir kalabalık ki, iğne atsan yere düşmeyecek. Cemaat diz dize. Ama konuşulana kulak kesilir. Herkesin dilinde bir akçe hesabıdır yürüyüp gider. Şair nihayet dayanamaz:

‘Dedim ne sayarsız ne alursuz ne satarsız

Ki âsla dilinizde ne Nebî; var ne hod Allah'

Cemaat mescidde oturmuş, sürekli olarak para'dan [akçe] konuşmaktadırlar. Ne Peygamber'in ne de Allah'ın adını anan vardır. Cami, dünyevî;leşmiş ve İslam'ın muhtevasından tecrit edilmiş Şekil'ine dönüşmüştür. Ruhî;, sözünü şöyle bağlar:

‘Kim sizden ırağ oldu ise, Hakk'a yakındır

Zirâ ki dalâlet yoludur, gittiğiniz râh'

Ruhî;, mescidde Allah'ın adını anmadan paradan söz edenler için ‘kim sizden ne kadar uzak olursa Hakk'a o kadar yakın olacağı'nı ve tuttukları yolun, ‘dalâlet [sapkınlık] yolu olduğunu' bildirir:

Ülgener Hoca, bu bölümü şöyle bitiriyor:

‘Ruhî;'nin gerçeklik payından hiçbir şey kaybetmeyerek ertesi yüzyıllara, hatta neden saklamalı, günümüze yadigâr bıraktığı sözlerden birini burada aramak yanlış olmayacaktır.'

Ruhî;'nin öfkeyle yuhaladığı, aslında, siyasal İslam'ın gündelik hayatı dünyevî;leştirerek zihinlerde inşa ettiği mikro- iktidar modelidir. Dünya malının iktidarına, İslam'ı araçsallaştırarak talip olmak!

Bugün Ruhî;'nin sözleri elbette geçerlidir;- ama bir farkla: Bugünküler, Allah'ın adını anıyorlar!

Mümtaz'er Türköne - Yandaş sosyolojisi

$
0
0

Üsküdar'da Mihrimah Sultan Camii'nde, cuma namazı öncesinde genç vaiz didaktik bir üslupla tane tane, bazen kelimeleri tekrarlayarak anlatıyordu.

İnsanlar ikiye ayrılıyormuş: Tabi olunanlar, tabi olanlar; yönetenler, yönetilenler; liderler, liderlerin peşinden gidenler. “Şayet sizi yanlış yola götüren birine tabi olursanız, birlikte cehenneme gireceksiniz, sonra ona yalvaracaksınız “gücünü kullan da bizim azabımızı hafiflet”; o ise cevap verecek “benim gücüm burada işe yaramaz”. Vaiz bu sözlerle hangi liderleri kastediyor? Kim Cennet'te altından saraylarda, kendisine tabi olanları bolluk ve zenginlik içinde ağırlayabilir, kim cehennemde yoldan çıkarttığı takipçileri ile çaresiz bu konuşmayı yapabilir?

Dikkat ederseniz vaizin mübarek cuma günü kürsüden göstere göstere yaptığı propaganda bir tür partizanlık değil, çok daha kötüsü: Prensipleri, kurumları, esasları değil, gündelik politika içinde her zaman hata yapabilen ve toplumun yarısını da bu hatalardan dolayı kendine düşman etmiş fani birini yüceltiyor, camiye siyasetten daha kötü bir şeyi sokuyor: Allah'a şirk koşup imanın ve inancın ölçüsü olarak onun yerine lider kültünü yerleştiriyor.

Diyanet Sendikası'nın, Diyanet İşleri Başkanı'nın önüne koyduğu raporda yer alan dindarlığın, din adamlarına güvenin azalmasının sebeplerinin başında, ucuz totaliter diktatörlük propagandasının camilerde bu kadar ölçüsüz yapılması geliyor olmalı. Vaizin liderler ve liderin peşine takılanlar ayırımını, Kitab'ın hiçbir yerinde bulamayınca ne yapacaksınız? Ya bu vaizlerden uzak durmak için cumaları terk edecek ya da etliye-sütlüye karışmayan, ilmihal bilgileri tekrarlayan vaizlerin nasihatte bulunduğu camiler arayacaksınız. O zaman da dindarlığın görünür tezahürlerinden biri olan “cumaya gitme” oranı düşmüş olacak.

Üzerinde uzun uzun durulması gereken bağımsız bir yandaşlık sosyolojisi gelişiyor. Diyanet mensuplarının, resmen Müslüman'ı siyasî; tercihi ile imanı arasında bırakıp dinden çıkartacak “lider kültü yaratma” gayretleri, bu sosyolojinin önemli bir boyutuna işaret ediyor. Din görevlileri, propagandasını yaptıkları liderleri sayesinde, maaş ve özlük hakları açısından tarihlerinin en parlak dönemini yaşıyorlar; buna karşılık toplumdaki itibarları ve güvenirlikleri hızla düşüyor. Neticede devletin müesses din anlayışı ile camiler etrafında bütünleşen bir yandaş sosyolojisi gelişiyor. Tekrarlayalım, bu yandaş sosyolojisi partizanlık anlamına gelmiyor, tek bir kişinin ismi ve bu isim etrafında inancın ve imanın rüknü gibi oluşturulan “liderlik kültü”nü esas alıyor. Sorsanız siyaset yapmıyorlar, partiden, parti politikasından bahsetmiyorlar, “zı'lullah-i fi'l arz”a, (Allah'ın yeryüzündeki gölgesine) dolayısıyla Allah'a metbuiyeti anlatıyorlar. Müminlerin imanını, dini siyasete en ucuzundan meze ederek yapılan bu saldırılarından koruyabilmek adına, laikliğin en kaba biçiminin bile şu durumdan daha ehven olduğuna ikna olabilirsiniz.

Dün, rahmetli Erbakan'ın beşinci ölüm yıldönümü idi. Doğrudan saraya bağlı medyanın hiçbirinde bu yıldönümü hatırlanmadı. Çıkartabileceğiniz birbirine bağlı iki sonuç var. Sarayın da çevresini saran yönetici elitin de Milli Görüş geleneği ile bağları kalmamış. İkinci sonuç için tersinden bakmanız lâzım. Saray iktidarı arkasındaki birikimi, birlikte yola çıktığı arkadaşlarının başına geldiği gibi tasfiye ederek, kendisine yepyeni siyasî; kadrolar ve ideolojisi olmayan bir lider kültü oluşturmuş. Devlette, iş dünyasında ve medyadaki iktidar şebekesi içinde Millî; Görüş'ün dindar damarını temsil eden kimsenin kalmamasına, lider kültü için bir “zorunluluk” olarak bakmayı deneyin.

Yandaş sosyolojisi, gördüğünüz gibi zengin bir alan; artık bir partiye değil lider kültüne dayanıyor, bu yüzden anlayabilmek için faşizmin karanlık dünyasına bakmak gerekiyor.

Ahmet Selim - Anayasa konusu

$
0
0

Sayın Burhan Kuzu, “plebisite benzeyen bir genel siyasî; anket”ten söz ediyor. Yâni referandum değil de, bu yolla halka başkanlık sistemini isteyip istemediği sorulacak.

“Evet” çıkar ise, bunun oluşturacağı “siyasî;-manevî;” baskıya dayanılamayacağını ve başkanlık sistemine gidilmesi yönündeki reddiyelerin etkisiz kalacağını düşünüyor. Anayasada plebisit anketi diye bir şey yok ama bu konuda bir kanun çıkarılmasını engelleyen bir durum da ona göre yok; düzenlenecek kanunla böyle bir “genel anket”in nasıl bir kurum tarafından yapılacağı da belirlenebilir, diye düşünüyordur herhalde.

İktidarın çok büyük ve çok ısrarlı bir arzusu, hattâ ihtirası var. Sanmıyorum ki demokrasi tarihinde böyle bir yaptırımsız “plebisit-anket” uygulaması var olsun… Vikipedi de “plebisitçi demokrasi” diye bir fasıl açılmışsa da hiç de iyi şeyler yazılmamış.

Neden bu kadar ısrarlı olunduğunu tutarlı bir izah tarzına bağlamak bence mümkün değil. Bizde parlamenter sistem için aksama sebebi olarak gösterilen haller, başkanlık sisteminde çok daha fazladır. Herkes bilir ki, başkanlık sistemi Amerika'daki uygulama bütünlüğüyle, Amerika'ya has bir durumdur ve Amerikan tarihinin ortaya koyduğu bir modeldir. Adı üstünde: Amerika Birleşik Devletleri… Öyle gelmiş o noktaya varmıştır ve benzeri yoktur; ayrıca, hep konuşulur ama Amerika'daki sistemin ayrıntılarını pek fazla kimse de bilmez. Haddizatında Amerika başkanlık sistemiyle idare ediliyor değil; asıl başkanlık sistemini Amerika idare ediyor!

Biz parlamenter sistem ile demokrasiyi işletmek için gerekenleri yaptık da sistem mi işlemedi?! Bilakis, aksaması için ne mümkün ise onları yaptık. İlk aklıma gelen olarak söyleyeyim: AP ile CHP bir kriz çözme(onarım) koalisyonu karabilselerdi 12 Eylül olmazdı. Hatta şunu da söyleyebilirim: Demirel “başkan” olsaydı 12 Eylül daha erken ve daha kolay olurdu. Aynı şey 27 Mayıs için de geçerlidir; çünkü başkanlık sistemi daha kolay istismar ve ihlâl edilecek bir yapıya sahiptir. Bana öyle geliyor.

Fakat AK Parti çok ısrarlı ve angaje. Amiyane sayılabilecek bir tâbirle bu işin peşini bırakmayacaklar ve sonuna kadar bastıracaklar. Kendi seçmenlerini çok büyük ölçüde iknâ edecekleri belli oluyor; çünkü bu mesele, AK Parti için bir anayasa meselesi olmaktan çok, partinin geleceği ve istikrarı meselesi olarak algılanıyor. Bunun şöyle bir sakıncası var: başkanlık sistemi karşısında, “AK Parti ve diğerleri” şeklinde bir sert ayrışmanın oluşması; meselenin objektif ve normal tercihlere-tartışmalara konu teşkil etmesini engeller, bir kutuplaşma gerginliğine sebebiyet verir. Bu durum ise, anayasa meselesinin dışındaki önemli meselelerimizi de zora sokar. Bizim içte dışta terör gibi bir musibetli sıkıntılar yumağımız var ve bu musibetler sarmalını mutlaka çözmek zorundayız. Böyle bir çözüm için de siyasî;-toplumsal-entelektüel dayanışma üslubuna ve tavrına muhtacız. Gerginlikler ve kutuplaşmalar, kavgacı ve diyalogsuz tartışmalar, “anayasa yapımı” konusunda hiç de elverişli olmayan bir verimsiz ortam meydana getirirler.

“İçinde bulunduğumuz meseleler başkanlık sistemini getirmeden çözülemez” kanaati AK Parti'de ve Sayın Erdoğan'da kesinleşmişse, bunun mefhum-u muhalifinden “bu meseleler parlamenter sistemle çözülemez” kesin sonucu çıkar. O zaman da, AK Parti'nin yeni bir erken seçimi göze alabileceği anlaşılır; bu bir tahmin değilse, tasavvurdur yahut tahayyüldür; ama farz-ı muhal değil. “Plebisitimsi” bir şey ise farz-ı mûhal'dir.

Rasyonel üsluplu, mutedil tavırlı, fikrî; zenginlikli bir yeni anayasa yapımı ortamına inşallah kavuşuruz.

Bekir Salim - Alaattin Öksüz dayı

$
0
0

Doksan yaşlarında, yaşatma sevdasıyla yaşayan ‘mökkem' bir dadaş… Ona ruhum feda olsun… Haaa! Dadaş dedim de; öyle, her Erzurum'da doğup büyüyeni dadaş sanmayın... İkisi çok farklı şeyler…

Alaattin Dayı, kusura bakma,

Zulüm gelip senin başına düştü.

Bunlar son demleri; canını sıkma,

O yüzden, iş, doksan yaşına düştü…

Bir tür canlılar var, kini bitmeyen,

Menfaatten gayri dava gütmeyen…

Gerçek teröriste gücü yetmeyen,

Hayırseverlerin peşine düştü.

Günde birkaç öğün tekme ve tokat,

Vuran incindiyse işin çok sakat!

Biz devlet babadan beklerken şefkat,

Şansımız granit taşına düştü.

Bu zorba düzene vatandaş neyler?

Kesilir ağaçlar, yıkılır köyler.

Serveti hesaba gelmeyen beyler,

Milletin üçüne beşine düştü.

Vicdanın yerini almış insiyak?

Kimine tasallut, kimine kıyak…

Hele şu dünyanın cevrine bir bak,

Paçamız kimlerin dişine düştü!

Herkes kendisine bir yer peyledi.

Âlimler susunca eçhel söyledi

“Esbap bi'l-külliye sukut eyledi”,

Umut gözümüzün yaşına düştü.

Âşık Salim, artık uzatma sözü,

“Mus'ab”lık isteyen yapar mı nazı?

Zayi etmeyecek Yaradan bizi;

Zalimler yollara boşuna düştü…

CÜBBESİ DÜĞMELİLER…

Şahinoğlu, en ağır hakaretlerden incinmedim de, yetkili bir hukukçunun, adetâ bir partinin, bir anlayışın sözcüsü gibi beyanatlar vermesi beni perişan etti. Kime güveneceğiz yahu!

BEKİR SALİM:

Hâkimler, savcılar düşmez zillete;

Hukuk adamının düğmesi olmaz.

Tutulup hubb-u câh denen illete,

Güce karşı boyun eğmesi olmaz.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Siyaset, yürütme-yasama işi,

Yargıya elinin değmesi olmaz.

Bir dem emaneten tutsa da başı,

Sütü hep kendine sağması olmaz.

BEKİR SALİM:

Adâlet ehline benden bir çağrı;

Kimse taşımasın karnında ağrı.

Eğriyse eğridir, doğruysa doğru;

Hâkimin mücrimi öğmesi* olmaz.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Eğri ise insan ters yöne sapar.

Hukuk bittiğinde kıyamet kopar.

Kuvveti olanlar her işi yapar;

Tavşanın aslanı boğması olmaz.

BEKİR SALİM:

Hâkimin lâf gelmez namus, arına,

Hak korkusu siner her kararına,

Onun, değil gücün avuçlarına,

Koca gökyüzüne sığması olmaz.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Bu işin belki de en güzel yanı,

Herkesin menzili kürkçü dükkânı,

Nasıl kurtarırsın orda yakanı?

Ahrette hukukun yağması olmaz

BEKİR SALİM:

Ey Salim sen söyle gene sen işit,

Ne vakit olacak adâlet reşit?

Padişahla çoban kanunda eşit;

Yağmurun bir yere yağması olmaz.

NURİ ŞAHİNOĞLU:

Şahinoğlu, her yer boran, fırtına,

Kimse uymaz kanunların şartına,

Karakuşî; binmiş, yazık, sırtına,

Herkese yeni gün doğması olmaz.

*Övmesi şeklinde yazılır ama burada ayağa uydurmak için telaffuz edildiği şekliyle, öğmesi diye yazdık.

USTA SÖZÜ

Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,

Gelmesin, reddeylerim, billâh, öz kardaşımı.

Gözlerim ebnâ-yı âdemden o rütbe yıldı kim,

İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı…

Şair Eşref

DÖRTLÜK TAMAMLAMA

İbrahim Uludağ çifte ayağın

hakkını vermiş. Tebrikler…

Üç nefeslik zaman, dünya dediğin,

Dikkat et üstüne toz bulaştırma.

Tamamla, kalmasın eksik gediğin,

Ahiret yurduna köz ulaştırma.

Melih Arat - 'Show Business'

$
0
0

Türkiye'de bazı tiyatrolar, oyunu yeniden tanımlamaya çalışırken bazısı da geleneksel tiyatro oyun formatlarını dahi hakkıyla sunamıyor. Bir de eskimiş tartışmalar var: “Para için sanat yapılmaz.

Bizim amacımız izleyiciyi eğlendirmek değil, mesaj vermek. Sanat, sanat içindir, toplum için değildir.” Yapılan işler de bu tartışmalarda tercih edilen argümanın mantığına uygun ortaya çıkıyor.

Amerikalılar özellikle tiyatro ve müzikal dünyası için “Show Business-Gösteri İşi” ifadesini kullanıyorlar. “Business” kelimesi, İngilizcede insanların para kazandığı iş olarak kullanılır. Dolayısıyla Amerikalılar, tiyatro ve müzikalleri, müşterisi olan bir pazarlama işi olarak görürler ve müşterilerini her anlamda mutlu etmeye çalışırlar. New York'un Broadway şovları tüm dünyada ün yapmıştır ve her oyuncu için bu gösterilerde rol almak bir prestij sayılabilir. Bu şovların her unsuru müşteriyi etkilemek için kullanılır. Örneğin, tiyatrolarda gösteri başlamadan önce “Lütfen cep telefonlarınızı kapatınız ve görüntü almayınız.” anonsu yapılır. Amerika'da bunu söylemenin bin değişik eğlenceli yolunu bulmuşlar. “Gösteri sırasında cep telefonuyla çekim yapanlar, bir lazer ışınıyla yok edilecektir.” “Gösteri sırasında cep telefonu çalanların koltukları, kendilerini uzay boşluğuna atacaktır.” “John, Facebook'ta az önce telefonunla ‘check-in' yaptın. C sırası 11 No'lu koltuktaki John, lütfen kalk ve suçunu itiraf et.” (Bütün izleyiciler C sırası 11 No'lu koltuğa bakarlar, adam koltuğun içine gömülerek kaybolmaya çalışır). “F15 koltuğundaki Mary, bir saniye önce attığın Twitter mesajından telefonunun hâlâ açık olduğunu tespit ettik. Seni uyarmıştık. Şimdi telefonunu bir lazer ışınıyla patlatarak cezalandıracağız.” (Bir kırmızı ışık huzmesi görünür ve aslında bir oyuncu olan seyircinin telefonundan bir patlama sesi gelir ve dumanlar çıkar.)

Bu hafta İstanbul'da üç oyuna gittim. Önce Cem Karaca'nın hayatının işlendiği “Ömrüm” oyununun muhteşem olduğunu söylemek istiyorum. Renan Bilek, muazzam eğlenceli ve düşündürücü bir iş çıkarmış. Bir yandan da Türkiye'de son 50 yılda hiçbir şeyin değişmediğini Cem Karaca'nın hayatı üzerinden fark etmek üzücü. Üç saatlik gösteri bittiğinde hemen herkes ayakta alkışladı. Renan Bilek, bu uzun oyuna tempo kazandırmak için Cem Karaca'nın “Ceviz Ağacı” ve “Raptiye Rap Rap” şarkılarını dahil etmeyi ve arka fonda bazen projeksiyonla Cem Karaca'nın fotoğraflarını kullanmayı düşünebilir.

Ece Temelkuran'ın kitabından uyarlanmış ‘Bütün Kadınların Kafası Karışıktır' tiyatro oyunu, iddialı oyuncu kadrosundan oluşan bir komedi tiyatrosu, bu hafta izleyicilerle buluşan başka bir oyun. Selen Uçer'in yönetmenliğini yaptığı oyun, farklı baskılar altındaki farklı kadınların kafalarındaki karışıklıkları vurguluyor.

Oyundan anlaşıldığına göre kadın, eşinin söylediği her şeye ‘tamam' derse sorun çıkmıyor. Ama düşüncelerini söyleyerek tepki gösterirse işler ve kafalar karışıyor.

İskender Altın'ın yönettiği Vurgun isimli oyun, aynı otel odasında farklı zamanlarda kalan insanların kendi başlarına yaptıkları itirafları ele alan üç hikâyeden oluşuyor. Birinci hikâyede tek başına otel odasında kalan bir adam, tek kişilik yatakta uyuyor. Aynı dekorun kullanıldığı ikinci hikâyede bir çift, aynı otel odasında tek kişilik yatakta uyumaya çalışıyor ve bunun için mantıklı bir gerekçe de sunulmuyor. Dekor için çift kişilik bir yatağın bile lüzumlu görülmediği bir oyunda Broadway'in detay kalitesi standartları tutturulamıyor. Üç oyunda da telefon uyarı anonslarının da son derece sıradan bir şekilde yapıldığını eklemeliyim. Türkiye'de tiyatrodan para kazanmayı hedeflemek önemli çünkü büyük kazanç hedefleri, izleyiciyi etkilemek için yapılan işlerin kalitesini yükseltecek. m.arat@zaman.com.tr

Selim Işıklar - Piyasalar korku tüneli gibi

$
0
0

Üç yıl önce 1,75 lira seviyesinde olan dolar bu süre zarfında yüzde 70 oranında değer kazanarak 3 lira sınırında hareketini sürdürüyor.

Piyasalar, adeta korku tünelinde gibi hareket ediyor. Borsa, döviz, tahvil piyasaları, vadeli piyasalarda iyimserliğin dip yaptığı ve endişenin kol gezdiği bir süreç yaşıyor. Borsa aynı günde 2.000-2.500 puan arasında bir oynaklık gösterirken dolar bir günde yüzde 3 aralığında dalgalanabiliyor.

Elbette kayıplar yanında ciddi kazançları da beraberinde getirebilen düzen. Ama genelde uzun vadeli bakış açısı ve sermaye yapısı zayıf olan Türk yatırımcılar için tanımlanabilecek korku tüneli benzetmesi yanlış olmayacaktır. Öyle ki cuma günü Avrupa piyasalarının ortalama yüzde 2 yükseldiği bir ortamda Borsa İstanbul önce 76 bin puana ulaştı. Ama kısa süre sonra Suudi savaş uçaklarının İncirlik Üssü'ne ulaştığı haberleri, sonrasında başkanlık ve anayasa referandumu yapılacağı açıklamaları ve olası bir erken seçim tartışmalarının gündeme gelmesi ile iyimser hava çabuk dağıldı.

Türkiye, yaklaşık 3 yıldır çok enteresan bir kimliğe büründü. Bundan önce 2003-2013 yılları arasında yatırımcılar Türkiye ekonomisi ve siyasetine güven duyarak uzun vadeli düşünebilirdi. 2008 yılında iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kapatma davasına rağmen ‘geleceğine yatırım yapılabilecek potansiyeli çok güçlü Türkiye' imajı son yıllarda iyice kaybolmuş durumda maalesef.

Elbette küresel piyasalarda başka ülkelerde de böylesi gelişmeler olabiliyor. Güney Afrika, Brezilya, Arjantin, Rusya hatta Çin piyasalarında bu dönemde ciddi çalkantılar yaşanıyor. Ancak ucuz enerji fiyatlarından yararlanabileceği bir sırada Rus uçağının düşürülmesi ve sonrasında yaşananların Türkiye'nin çok menfaatine uygun olup olmadığı tartışılır. Türkiye son 8 aydır artan terör olayları ve siyasi gerginliklerin gündelik hayata etkileriyle zorlanıyor. Çatışma korkusu yaşanan bir ülke konumuna doğru sürükleniyor görüntüsü vermekten bir an önce kurtulmalı.

Geçen hafta yabancı bir banka raporunda Türkiye'nin not görünümünün durağandan negatife çevrilebileceği ihtimali olduğu yazılmış çizilmişti. Fitch dün not görünümünü değiştirmediğini açıkladı. Ancak bazı önemli tespitler yaptı. Seçim vaatlerinin Türkiye'nin malî; pozisyonunu kötüleştirmesini beklediklerini vurguladı. Ayrıca dış finansmanda kırılganlık, siyasi istikrarsızlıkta derinleşme ve jeopolitik gerilimlerin ekonomik performansı etkileyebilecek düzeyde olduğunu kaydetti. Bu açıklamanın piyasalarda görünümün negatife çevrilmediği için açılışta bir miktar pozitif etkisi olmakla birlikte diğer gelişmelerin piyasaları bir parça dengeleyebileceğini düşünüyorum. Orta ve uzun vadede Türkiye ekonomisi için son 10 yılın en kritik karar, nisan ayında Merkez Bankası başkanı seçimi ve bankanın geleceği hakkındaki karar olarak gözükmekte.

Doların seyri

Hafta boyunca sakin bir seyir izleyen döviz kurları cuma günü birdenbire harekete geçti. Özellikle dolar 2,92 seviyelerine kadar düşmüşken 3 lira sınırına kadar bir atak yaparak piyasalarda yeni bir endişe yaşanmasına yol açtı. Bu yükseliş hareketinin arkasındaki gelişmelere bakacak olursak, öncelikle siyasi gündemin yeniden hareketlenmesinin yattığını görüyoruz. Başkanlık tartışmalarının ufukta bir referandum ile alevlendirilmesi ilk hareketi başlatırken, insansız bir hava taşıtının düşürüldüğü haberleri sonrasında dolar 2,95 lira seviyesine ulaştı. Diğer bir neden ise gelişmekte olan ülke para birimlerinin başta Güney Afrika Randı olmak üzere dolar karşısında yüzde 3'e yakın kayıp yaşamaları oldu. Sonuç olarak 2015 yılında petrol ve emtia fiyatları ve gelişmekte olan ülkelerin para birimleri çok önemli kayıplar yaşayarak 2003 yılı seviyelerine geriledi. Bu aşamadan sonra kayıpların yavaşlaması 2016 yılı için öngördüğüm gelişme olmasına karşılık, çok kısa ama sert hareketler elbette yaşanmaya devam edecektir. Türk Lirası için en kritik dönem nisan ayı sonundan itibaren başlayacaktır. Mart sonu ve nisan aylarında Merkez Bankası görev değişimi etkisiyle faiz ve Merkez Bankası tartışmaları piyasalar üzerinde sıkıntı yaşatacak ve en üst düzeyde dile getirilen enflasyon ile faiz ilişkisi bu dönemde döviz üzerinde sert yukarı yönlü baskılar oluşturabilir.

YATIRIMCI TAKVİMİ

29 Şubat Pazartesi: Japonya sanayi üretimi verileri, Türkiye ocak ayı dış ticaret verileri, Euro Bölgesi TÜFE verisi

1 Mart Salı:Çin şubat ayı imalat PMI verisi, Türkiye şubat ayı imalat PMI verisi

2 Mart Çarşamba: ABD şubat özel sektör istihdam verisi

3 Mart Perşembe: Türkiye şubat ayı TÜFE verisi

4 Mart Cuma: ABD şubat tarım dışı istihdam verisi, ABD işsizlik verisi


Ali Yurttagül - Dolmabahçe ve Oslo'yu konuşmak

$
0
0

Başlığı gören okuyucularım, bu çocuk iyice gündemin ipini kaçırdı diye düşünürse, haksız değiller.

Ankara'da verdiğimiz 29 terör kurbanı, Güneydoğuda yüzlerce insanımızın hayatını kaybettiği, öldürüldüğü bu günlerde Oslo veya Dolmabahçe terimleri ile simgeleşen “çözüm sürecini”, diyaloğu konuşmak pek gerçekçi gelmiyor. Ama ülkemizi on yıllardır kana bulayan Kürt meselesinin yakın tarihine kısa bir göz atmak bile, tarafların masaya oturmaktan başka alternatifi olmadığını söylüyor. Oslo ve Dolmabahçe süreçlerini kıymetli yapan da bu gerçek. Bu iki süreç “sonuçsuz” kalsa da Kürt meselesinde mesafe almamızda önemli etken oldu. Oslo ile ilk defa devlet PKK ile masaya oturdu ve iki taraf için de siyasi çözüm kapısı açılmış oldu. Dolmabahçe, Oslo da ulaşılmayan, Kürtlerin “program”, devleti temsil eden Akdoğan'ın “taslak” dediği, üzerinde konuşulabilir bir uzlaşma projesi masada idi. Ama masa yıkıldı.

Masa Oslo ve Dolmabahçe'de niçin yıkıldı, sorusu sadece siyasi tarihimiz açısından değil, geleceğimiz açısından da çok önemli. Sadece masayı yıkan irade, faktörleri anlamamız, masa tekrar kurulduğunda bu etkenlere karşı tedbir almamız açısından değil. Masanın kompozisyonu, siyasi mimarisi, yeri ve çalışma takvimi için de Oslo ve Dolmabahçe süreçlerindeki birikim çok değerli olduğu için.

Zaten bu günlerde yaşadığımız süreci de “masa kavgası” olarak görmek mümkün. Diyarbakır, Cizre ve diğer beldelerde devlet PKK'nın belini kırmak, kendi deyimleri ile “yok etmek” amacı ile 90'lı yılları andıran bir baskı politikası uyguluyor. Örgütün hendek ve barikatlarla simgeleşen etkinliğine son vermek, inisiyatifi ele geçirmek için devletin en sert eli devrede. Tekrar masaya oturduğu zaman beli kırılmış, perişan bir muhatap arayışında.

PKK ise “yenilmemekte” direniyor. “Yenilmemek” gerilla mücadelesi veren bir örgüt için zor değil. Devlet de bunu biliyor. Nerede ise kırk yıldır süren bu kavgada PKK'nın zayıfladığını söylemek gerçekçi değil. PKK Özal'ın uzattığı eli tutmadığı için derin pişmanlık duygusundan kaynaklanan bir bilinçle, en küçük diyalog, siyasi çözüm arayışını kaçırmak istemiyor. Ama dayak yemiş köpek gibi kuyruğu bacakları arasında masaya oturmak niyetinde de değil.

Dış etkenler de şüphesiz önemli, doğrudan veya dolaylı devredeler. İki tarafın tutumunda, hesaplarında dış etkenlerin yeri var. Özal el uzattığında PKK'nın yan çizmesinde Suriye etkeni belki belirleyici idi. Bugün bu etken çok daha bariz ve önemli bir etken oldu. PKK otuz yıldır Türkiye'de başaramadığı “kurtarılmış bölgeyi” Suriye'de buldu. Tüm olanakları ile bu bölgeyi savunuyor ve elden çıkarmak niyetinde değil. Barzani'ye diş göstermesi de, bu tarihî; şansın bilincinde olmasından kaynaklanıyor. Suriye gerçeği tabii masa kavgasına da yansıyor. Türkiye'nin “Fırat'ın batısı” ile müttefiklerini de karşısına alan tutumu bu açıdan tesadüf değil.

Dış etkenler ve Suriye gerçeği PKK kurmaylarına son yıllarda gerçekçi bulmadıkları için unuttukları rüyaları hatırlatmış olabilir. Boydan boya Suriye sınırının kuzeyi de “Kürdistan” değil mi? Ayrıca “Afrin” nehri de biliyorsunuz Akdeniz'e akıyor. “Madem kavga etmek zorundayız, o zaman kavga sathını Türkiye şehirlerine taşıyalım.” Veya “Türkiye'yi kazanması mümkün olmayan, güçlü konumda olduğumuz Suriye bataklığına çekelim” demiş, birileri sırtlarını sıvazlamış olabilir. Kürt meselesini uluslar arası bir soruna dönüştürmek zaten PKK'nın devamlı hedefi idi. Ayrıca Ankara-Rusya çelişkisi, Moskova'nın tutumu bu beklentileri rüya olmaktan çıkarmış bulunuyor. Sur, Cizre'de süren direnişi başka türlü kavramak mümkün değil.

Büyük bir ihtimalle Ankara tekrar masa kurulduğunda Oslo ve Dolmabahçe masalarını arayacaktır. Oslo'da konuşulurken Ortadoğu çok farklı durumda idi. Bölgede Rusya yoktu, “Arap baharı” zemheriye dönüşmemişti. Kürt meselesinde de şantiye başlatıp, bina yapamamak AKP için büyük bir zaaf.

Oslo ve Dolmabahçe'yi müzakere tekniği ile de tartışmakta yarar var. Benzerlikleri ve eksikleri ile bu iki süreci mercek altına almak, üçüncü masanın mimarisinde benzer hataları tekrarlamamak için önemli.

Nevin Halıcı - Yabancı on yemek kitabım

$
0
0

Yabancı yemek kitaplarıyla dostluğum, 1985 yılında, Brighton'da bir devlet kolejinde, bir yıl süren yemek eğitimi almam sırasında gerçekleşti.

Brihton ve Londra'da satış yapan büyük kitaplıklardaki yemek katlarını ve dünyanın her yerinden yemek yayınlarını nasıl kıskanarak görmüştüm. O yıllarda benim de kitaplarımın onların arasında yer alacağını düşünemezdim bile… Türkiye'ye bir yığın kitapla döndüğümü hatırlıyorum. Sonrasında da dostlarımın gönderdikleri kitaplarla zenginliğim fazlalaştı.

Seçtiğim kitapların isimlerini sırasıyla İngilizcesinden veriyorum… Sonra onları hangi nedenle seçtiğimi açıklayacağım.

1. Mediterranean Seafood Alan Davidson

2. The New Book of Middle Eastren Food-Claudia Roden

3. Le Guide Culinaire-Auguste Escoffier

4. The New Penguin Cookery Book-Jill Norman

5. Encyclopedia Food&Cookery- Margaret Fulton

6. Larusse Gastronomique-Prosper Montaigne

7. English Food- Jane Grigson

8. Hamlyin All Colour Cookbook-Mary Beny

9. Labanese Cousine-Anissa Heleou

10. Indonesian Food and Cookery-Sri Owen

Listede yer alan Margaret Fulton ve Mary Beny'nin kitapları okuldaki derslerde çok yardımcı olmuştu. Escoffier ve Montaigne'nin kitapları yemek dünyasının alfabesi kabul edilen kitaplar… Anissa Heleou ve Sri Owen ülkelerinin yemeklerini mükemmel veren çalışmalar… Jane Grigson günümüz İngiliz mutfağını çok iyi anlatan bir yazar. English Food, Türkiye'ye her gelenin bana hediye olarak getirdiği elimde iki-üç tanesi bulunan bir çalışma.

Jill Norman'ın editör olarak kendi hazırladığı kitaplarının da her biri mükemmel özellik taşır. Baharat kitabı da kusursuzdur. Roden, Norman ve Davidson için bütün eserleri demek isterdim.

Davidson'un The Penguin Companion to Food kitabı her an elimdedir. Bir numaraya yerleştirdiğim Mediterranean Sea Food ise Akdeniz balıklarını, Türkiye dâhil, Akdeniz ülkelerindeki isimleriyle vermesi açısından da yazarın en beğendiğim eseridir. 1990'lı yıllarda Erdemli'de balıkçıların getirdiği tanımadığım birçok Akdeniz balığını bu eserle tanıdım. Balıkçılarla onun verdiği isimler birebir örtüşüyordu.

Claudia Roden'i sizlere yazılarımda çok anlatmışımdır. Sıcak, samimi, içten anlatımıyla bütün eserleri birer başyapıttır. Yukarıdaki eserinde Türkiye ile ilgili geniş bir bölüm de yer almaktadır. Kahve kitabı da çok sevdiğim eseridir.

İngilizceye çevrilmemiş bir eser de istiyorlardı. Osman Güldemir'in Oğlak'tan çıkan Kitabüt Tabbahin'ini verdim.

Sevgili okuyucularım, en güzel dostluk kitaplarla olandır, desem kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. İstatistiklere göre, biz ne kadar fazla okumayan bir toplum olsak da… Gelecek haftalarda ülkemizden bir on kitap seçelim diyorum. Bakalım hangi kitaplar çıkacak.

Bu hafta Konya'ya özgü nefis bir tatlı yapalım. Eskiden, hazırlanan tatlı tepsisi sacın üzerine konur, ocağa oturtulurdu. Üzerine ikinci bir sac kapatılır ve o sacın üzerine ocaktan alınan meşe odununun korları döşenirdi. Böylece tatlı tepsisi iki sac arasında pişerdi. Çoğunlukla pudra şekerle sunulurdu. Baklava kestirmesi dökülerek de sunulduğu olurdu. Tatlımızı aslına uygun olarak hazırlayalım ve Lokmahane'den resimleyelim.

Sac arası

(4 kişiden fazla)

Pişme süresi: 35 dakika

Fırın ısısı: 200 derece

Tepsiyi yağlamak için: 2 yemek kaşığı tereyağı

Hamuru için:

2 yumurta

1 yemek kaşığı tereyağı (eritilmiş)

½ su bardağı su

1 tatlı kaşığı tuz

5 su bardağı un (ikinci kalite ev unu)

1 su bardağı un (açma payı)

250 gr tereyağı (eritilmiş)

250 gr kaymak

1 su bardağı pudra şeker

Yapılışı:

Tepsiyi yağla. Bir kapta yumurta, tereyağı, su, tuz ve alabildiği kadar unla kulak memesi yumuşaklığında bir hamur yoğur. Yumurta büyüklüğünde bezeler yap, yaş bez ört, 30 dakika dinlendir. Çok ince aç, eritilmiş yağdan bir kaşık serperek yağla, ikiye katla. Orta kısmına kaymak koyarak çubuk şeklinde sar. Tepsinin dışından başlayarak içe doğru döşe. Yufkalar bitince kalan yağı kızdır, üzerine serperek gezdir. Fırında pembeleşinceye kadar pişir. Yüzüne pudra şeker serp.

Ali Aydın - Aydınus, tecrübesini konuşturdu

$
0
0

FIFA kokartlı hakem Fırat Aydınus, tecrübe ve deneyimiyle son derece başarılı müsabaka çıkarttı.

Oyunun her anında kontrolü elinde tutmasını bildi. Ceza alanının içinde ve dışındaki topun ele çarpmalarına ya da topun omuz bölgesiyle doğal konumda olmayan kollarla temas edip etmemesini doğru değerlendirdi. Penaltı beklentilerindeki verdiği kararlar yerindeydi. Gösterdiği kartlarda haklıydı. Yasin Öztekin'in gördüğü sarı kart, belki tartışılabilir. Bu futbolcunun rakibine bir kol darbesi var. Tamamen topu kazanma adına yapılmış ve skordaki geri kalmanın psikolojisiyle olmuş bir hamleydi. Yardımcı hakemler, görev ve sorumluluk alanlarında hata yapmadılar. İkinci yarıda Sabri'nin köşe çizgisinin üzerinde rakibi yerdeyken sırtına basması var. Bu pozisyonda hiçbir şekilde art niyet yok. Yere basacak olan destek ayağı rakibinin sırtına geldi. Çok kısa ve hemen kaldırılan bir ayak var. Art niyetli olduğunu düşünmüyorum. Bu pozisyona kırmızı kart da çıksa kabul edilebilir bir durum olurdu. Zaten hakemin tecrübesi ya da tecrübesizliği böylesine pozisyonlarda verdiği kararlarla belli olur.

Mehmed Niyazi - İkisi bir bütündür

$
0
0

Necip Fazıl şiirde neyse Peyami Safa da nesirde odur. Bugün bile konu edilemeyen meselelere altmış yıl önce el attıyor.

Balpour'un ‘İnancın Temelleri' adlı kitabındaki şu satırları Peyami Safa'nın ‘Doğu-Batı Sentezi'nden alıyorum: “İlme hayranız, fakat artık o, uğruna her şeyi kurban ettiğimiz müstebit bir put değildir. Hizmetlerinden faydalanıyoruz ve ona minnettarız; fakat artık ona bütün ümitlerimizi bağlamıyoruz. O daima bir kudret ve kuvvettir; fakat onun her tarafı sarmasına rağmen bir tek en tesirli kudret olduğunu kabul etmiyoruz. Onun gözünden kaçan meseleler olduğunu biliyoruz. İlim bize kainatın kabule değer bir izahını veya tefsirini yapmaktan acizdir. Bir ahlak tesis etmekten acizdir. İnsanlığın sosyal evriminde dinin veya dinlerin yerini almaktan acizdir.”

Geçmişte Batı'nın düşünce sistemi kilisenin emrindeydi. Akıl yavaş yavaş hayatlarında yer almaya başladı; iş bir noktaya gelince Kilise ile akıl arasında yüzyıllar süren kanlı mücadeleler yaşandı; engizisyon mahkemeleri çalıştı. Akıl hayatlarında yer aldıkça Batı eşyaya hakim olmaya, böylece düşmanlarına galebe çalmaya başladılar. Bu başarılar onları kiliseye, metafiziğe tamamen sırt dönmeye zorladı. Bu yol Batı'nın düşünce sistemini pozitivizme götürdü. İnsanın tecrübe ve müşahedesi dışında kalan, ölçülmesi mümkün olmayan, belirli sebepler ve sonuçlar zincirine bağlanmayan hiçbir gerçek yoktur. Bu telakki ‘doğa'yı ilmin baş ilkesi haline getirdi. Peki ama şuursuz olan doğa, şuurlu şeyleri nasıl yaratır; bunu anlamak ilim dünyası için mümkün değildir.

Bu kabulün doğru olmadığı yine Batılılar tarafından ileri sürüldü. Zira Batı belli bir seviyeye gelmişti. Fakat Kant'ın pozitivist görüşü sarsması Batı dünyasında yayıldı; ardından Bergson'un sezgiyi bilginin kaynakları arasına katması pozitivizmin yetersiz olduğunu Avrupalılara gösterdi. İlmin baştacı olan süreklilik ilkesini Planck yıktı. Einstein, Newton fiziğinin dayandığı zaman ve mekan kavramını altüst etti. Heisenberg “Karanlık Prensibi” olarak anılan buluşuyla çekirdek fiziğin dünyasında realitenin her türlü ölçülerden kaçtığını ispatlayınca tabiat bilimlerini ve maddeci felsefeyi sarstı. Batı ilminin benimsediği determinizm, yani sebeplerle sonuçlar arasındaki değişmez ilke yanlışlandı.

Batı bilim dünyasının göklerden bağını koparması Batılının gururunu okşadı; kendisini de kainatın merkezine oturttu. Ne yazık ki çok geçmeden nefsi ile aklı karşı karşıya geldi. Ona kontrol imkanını verecek olan iç dinamikleri zayıfladığı için nefsi aklına ağır bastı; o da aileyi, geleneksel olan her unsuru hayatın ayrıntısı kabul etti.

Dâhiler diyarı Avrupa'da, bize şahsiyet veren her şey bombardımana tabi tutuldu. O günden itibaren de tüm dünyaya hitap eden bir beyin yetiştiremediler. Maneviyatın eksikliğini duyanlar onu ele geçirmek için büyük gayret sarf etmeye başladılar. Ne yazık ki metafizik eksikliği yeniden tesis edebilmek sanıldığı kadar kolay değildir.

Ne yapalım ki biz de Avrupa'nın peşinde gidiyoruz; bizim de ilim dünyamızda metafiziğin ilimle birbirine zıt oldukları zannedilirdi. ‘Doğa nedir?' diye sorduğumuzda adeta yaratıcının yerine konulduğunu görüyoruz. Halbuki İslam dünyasında ‘Ne akılla olur ne de akılsız' denirken aklın gereğine işaret ediliyor; ama akıl putlaştırılmıyor; zira aklın ötesinde daha çok şeyler çıkabileceğine ihtimal veriyoruz. Allah'tan başka her şeyin fani olduğuna inanılması, ilme tapılmasını engelliyor; ancak yanlışlanıncaya kadar doğru olduğu kabul ediliyor. Böylece özümüz metafizikten beslenirken yitik malımız olan ilmi de hayatımıza katarız, milletimize ve insanlığa hizmet etmiş oluruz.

M.Nedim Hazar - Müezzin vs. müzevir

$
0
0

Galiba en çok Hüseyni makamında duyardım. Çocuktuk ve çok sakindi küçük şehirler. Minarelerden ruhani bir sadâ yayılırdı evlerin üzerine. İnancın musiki ile birleşip hayata dair bir manzumesiydi faraçlıklar.

Evet faraçlık; ölüm döşeğindeki hastaların rahat ruhunu teslim etmesi, zor geçen hamile kadının rahat doğum yapması ya da kader mahkûmlarının çıkması için okutulurdu faraçlıklar.

Duyanlar, “Allah yardım etsin, Allah kurtarsın” gibi dualarla karşılık verirdi müezzinin faraçlığına. Ve biliyor musunuz hâlâ devam ediyor bu gelenek Şanlıurfa gibi şehirlerde. Hem tüm şehrin sıkıntıda olanlardan haberi oluyor, hem dualarla paylaşılıyor sıkıntılar.

Bir de ‘salâ' var halen çok yaygın olarak devam eden. Perşembe geceleri ya da cuma günü namazdan yaklaşık 1 saat önce okunan salavat-ı şerif… Vefat haberinin duyurulması içinse her vakit namazında ezandan önce okunur salâ.

Muazzam bir iletişim, yardım ve paylaşım modelidir faraçlık ve salâlar.

Şimdi bir mektubun bir ayda gittiği mesafelere birkaç saniyede ulaşabiliyor artık insanlar. Dijital çağ, mesafeler ile beraber birtakım hisleri de rafa kaldırıyor maalesef. Bazı merhaleler, basamaklar, duygu eşikleri yok edildi hızla.

İnterneti açtığınızda, bir anda sizi şok eden bir ölüm haberiyle irkilebiliyorsunuz.

Sosyal medyanın icadından beri en fazla –Allah selamet versin- Münir Özkul için icra edildi sanırım. Bir insan kaç kez öldürülür bilemiyorum ama onlarca kez yayıldı usta oyuncunun vefat ettiği haberi.

Teknolojinin bu kadar ilerlemiş olduğu, bir haberin saniyeler içinde bayatladığı bir devirde, böylesi bir doğru/yalan karmaşasını ancak ‘kirlilik' kelimesi karşılıyor. İnsanlığın milyonlarca kilometre uzaklıktan canlı olarak görüntü alabildiği bir devirde, birkaç kilometre uzaklıktaki hastanede yatan bir hastanın sağlığıyla ilgili malumat kirliliğinin olması günümüz insanının trajedisi olsa gerek.

Ölüm çeşit çeşit... Tıbben ölüm var, dinen ölüm var, hukuken ölüm var, bedenen ölüm var, ruhen ölüm var. Bu listeye bir de sosyal medya bağlamında ölümü eklemek gerekiyor galiba. Üstelik bir değil, birkaç kez ölebiliyorsunuz sosyal medyada. Hayatı trollemek mi demeli, ne demeli bilmiyorum ama galiba herkes ölmeden önce en az bir kez sosyal medyada ölüyor artık.

En son Kenan Işık'ı öldürdü(!) dijital âlem. Yeri gelmişken, insanların duydukları herhangi bir şeyi bu kadar hızlı yayma aşkına hayretler ettiğimi de belirtmek isterim. Usta tiyatro oyuncusu ve sunucu Kenan Işık için çıkarılan ölüm haberi bir virüs gibi yayıldı bilgisayarlardan cep telefonlarına. Herkesin ekranında #KenanIşık ‘hashtag'i… Teknoloji insanları garip birer müzevire dönüştürdü nedense! Yalan bu kadar sık tekrarlanınca, bir noktadan sonra hakikatin yerini alıyor ve klasik medya da haber olarak paylaşıyor bunu. Bazı TV kanalları alt yazı geçiyor, pek çok gazetenin internet sitesi haber olarak giriyor.

Bir süre sonra yalanlandı haber ve Kenan Işık'ın ölmediği açıklandı. Anlaşılacağı üzere bir kişinin daha sosyal medya ölümünü gerçekleştirmişti modern çağın müzevirleri! Minarelerinden müezzinlerin salâ ya da faraçlık okuduğu bir dönemden, ekranlarından müzevirlerin ölüm asparagası yaydığı bir çağa geçtik artık.

Kenan Işık'a şifa duasıyla…

A. Turan Alkan - Yoksul çocuklarının eti

$
0
0

Rus Dışişleri sözcüsü Zaharova, “Bu olay bizim için büyük facia. Ankara'nın bunu anlaması lâzım” diyerek sayın Cumhurbaşkanımız'ın ‘Rusya iki pilot yüzünden iyi dostu Türkiye'yi kaybetti' sözlerini eleştirdi.

Zaharova haklı ve haksız: Haklı, çünkü iki ülke arasındaki ilişkinin, nitelikleri ne olursa olsun ‘iki insan' yüzünden bozulduğu yorumunda, insanı sayıya indirgemenin inciticiliği var. Meselâ ‘Rusya-Türkiye ilişkileri iki portakal veya iki otomobil yüzünden bozuldu; değer miydi?' cümlesini herkes anlayabilirdi. Portakal veya otomobil insandan daha değerli değildir. Peki insandan daha değerli olan nedir? Cevabı azzz sonra...

Zaharova haksız, çünkü politikacılar bunu hep yaptılar, yapıyorlar ve bundan sonra da yapacaklar; haksız çünkü ‘Milli menfaatler, ülkenin bağımsızlığı, birlik ve bütünlüğü, selâmeti, barışı, milli gurur vb.' gibi gerekçelerle politikacılar çok kolayca, adeta hiçbir insânî; hesaplaşma ve vicdan kaygısı çekmeksizin ‘başkalarının' çocuklarını ölüme sürerler. Bu olgunun en berrak ifâdelerinden biri Ulusalcı takımının popülerleştirdiği, ‘Mevzû vatansa gerisi teferruattır' vecî;zesidir. Kısa okuması şöyledir bu vecî;zenin, ‘Vatana nisbetle vatandaşlar birer hiçtir!'

Millî; devletler dönemi başlamadan önce politikacılar, aynı ‘espri'yi, din veya kilise aşkına, imparator veya kral adına, hatta Tanrı nâmına tekrarlıyordu. ABD, kendi çocuklarının uzak ülkelerde ölmelerini ‘Demokrasi, hürriyet, evrensel değerler' gibi farklı kelimelerle izah etti ve mâkulleştirdi. Politikacılar bunu hep yaparlar ve yapacaklar. Politikacıların asla yapmayacakları şey, bizzat kendi evlâtlarını adı ne olursa olsun ‘ulvî;' bazı amaçlar uğruna savaşmaya ve ölüme göndermektir. Mevzû evlâtsa gerisi teferruattır çünkü!

Sayın Cumhurbaşkanımız ‘iki pilotun ölümü, onbinlerin ölümünden, kitlelerin yoksullaşmasından, ırzın, canın, malın orta malı olmasından daha iyidir' demeye getirdi aslında. Bütün savaşların kökünde bu reddedilemez mantık vardır. Çokluğun selameti için bazı insanların ölümü tercih edilebilir; bu mantık, yeri geldiğinde en dindar, en hümanist, en demokrat ruhlara bile diz çöktürür. İnsanlığın en büyük çelişkisi; öyle olmasa, savaş denilen millî; cinnet hâlini en güçlü insanlık geleneği olarak devam ettiremezdik.

Eeyy Zaharova bacı, seen Çarlık Rusya'sında yüzbinlerce Mujik'i, Sovyet iktidarında sayısız proleteri cephelerde sırf birer kemiyetten ibaret sayarak kırdıran bir siyasetin şimdiki sözcüsü değil misin? Rejimini pekiştirmek için milyonlarca muhalifi sürgüne uğratan, diri diri rejim kamplarına gömen, açlıktan inim inim inleten biz miydik? Şimdi kalkıp hangi suratla bize iki pilotun hesabını soruyorsun?

Öğrencilerim hatırlayacaktır, yeri geldiğinde, ‘Sizleri onbeş dakikada kısa bir nutukla ölmeye ve öldürmeye yönlendirebilirim. Bunun mekanizması basittir; bütün milli tarih ve edebiyatımız, bizi bazı şeyler uğruna ölmek ve öldürmeye hazırlayan parlak cümlelerle doludur' derdim de, kaç kişi anlardı bilmiyorum.

Bütün savaşlar yoksul çocuklarının etiyle pişirilir; geride kalanlar ‘Çocuklarımız yüksek bir gaye uğruna canını verdi' tesellisiyle hayata tutunur; politikacılar, ‘Ülkeyi sahipsiz mi sandınız, gerekirse bin mislini yine yaparız' diye efelenir dururlar.

Toplama briketlerle çatılmış derma-çatma gecekondu damlarına çekilen, o evden büyük bayrakları düşünüyorum; acısının derinliğinden sesi çıkmayan yoksul şehit yakınlarını... İki noktada birleşiyorlar: Evlâtları şehit, hâlleri yoksul.

Politikacılar mesleğe girerken, ilk savaşta cepheye gitmeye hazır on yakınının adı yazılı bir liste vermeye zorlanmalı. Servet beyannamesi gibi bir şey: Ailemden ölmeye hazır çocukların listesi. O zaman savaşlar rasyonel bir zemine oturacaktır ancak.

Ali Ünal - Diktatör

$
0
0

Kelime, Latince dictare (yazdırmak) fiiline dayanır. Diktatör, eski Roma'da olağanüstü hallerde ülkeyi yönetmek için Senato'nun görevlendirdiği yargıca denirdi.

Kelime modern zamanlarda menfî; manâya bürünmüş olup, “güce dayanan, hürriyetleri kısıtlayan, kanunları dikte eden, gayr-ı hukukî; yollarla rakiplerini ezmeye çalışan ve daha çok megalomani ve kişi kültüyle ön plana çıkan idareci” için kullanılmaktadır. Eisenhover, “İnsanlara saygısızlık, diktatörün birinci vasfıdır.”; Tomas Masaryk, “Diktatörler son dakikaya (diktalarını hakim kılıncaya) kadar daima iyi görünürler.” der.

Kolorado Üniversitesi'nden psikolog Coolidge ve Segal, kendilerine en yakın olmuş kişilerin haklarında verdikleri bilgiye dayanarak Hitler, Saddam ve Kim Jong-il'i incelemişler ve bu üç şahsın da sadist, anti-sosyal, paranoyak, şizofren, narsist, şizoid ve şizotipal (kendiyle meşgul) olduğu sonucuna varmışlardır. (American Scientist, 19.12.2011) Kaliforniya Üniversitesi'nden profesör James Fallon, diktatörlerin karizmatik, ben merkezci, usta yalancı, sadizm derecesinde acımasız, psikopat, tatmini imkânsız megalomani ve güç şehveti içinde olduklarını belirtir.

Bilhassa klasik çağlar filozofları mutluluk ve ahlâkî; fazileti bir arada ele almış ve bunları insana verilen akıl, şehvet (cismanî; tutku) ve öfke (savunma mekanizması) gibi melekeleri adalet veya itidal dedikleri orta noktada kullanabilmekte görmüşlerdir. Meselâ Eflâtun, ruhun akıl, hareket ve cismanî; tutku bölümlerinden söz eder ve bunlar etrafında hikmet, cesaret, itidal ve adaleti dört temel fazilet olarak değerlendirir. Aristo da, benzer şekilde insanda olur-olmaz öfkelenme (tehevvür) ile korkaklık arasında cesareti, cismanî; tatmin düşkünlüğüyle (fücur) iştihasızlık (hümudet) arasında itidali, harcamada israf ile cimrilik arasında cömertliği, başkalarıyla münasebette dalkavuklukla geçimsizlik arasında dostluğu, kendine bakışta gurur ile ürkeklik arasında mürüvvet ve tevazuu faziletler olarak değerlendirir. Müslüman ahlâkçılar, meselâ İbn Miskeveyh ve Hz. Bediüzzaman da benzer yaklaşım içinde olup, insanda başlıca akıl, şehvet ve öfke mekanizmalarından ve bunların ifrat, tefrit ve fazilet olarak orta noktalarından söz ederler. Akıl melekesinin ifratı demagoji/diyalektik, şehvetin fücur, öfkenin tehevvür; aklın tefriti ahmaklık, şehvetin hümudet, öfkenin korkaklık; her biri temel fazilet olan orta noktalar ise akılda hikmet, şehvette iffet, öfkede cesarettir. İşte bu üç orta noktadan ifrat ve tefrit yönlerinde her sapma, derecesine göre ahlâk ve karakterde erozyon demektir. Diktatör, özellikle öfke mekanizması tehevvür cihetinde en uç sapma içinde olan kişidir ki, Hz. Bediüzzaman, böylesi sapmanın Firavunları, Nemrutları, Şeddatları ürettiğini ifade eder.

Hz. Bediüzzaman, “Kibrin kaynağı aşağılık kompleksidir; gururun madeni kalbî; zayıflıktır; tahripçi tenkit ve muhalefet, âcizlikten doğar.” tespitinde bulunur; yani, insanda bahsi geçen faziletlerden her sapma, bir boşluğun, kompleksin aksi yöndeki yansımasıdır. Öyleyse diktatör, zâtında zayıftır; âcizdir; dolayısıyla ve benliğini kaplamış kıskançlık ve aşağılık kompleksi sebebiyle kindardır, kibirlidir; kavga ve şiddetten beslenir; kendini halkın “rabbi” sanır ve insafsız da olduğundan, hak ve hakikate tahammülü yoktur; baskı ve zulümde güç arayan, fakat, yine Bediüzzaman ifadesiyle, güçlü önünde ayak yalayan bir zelildir; dolayısıyla, Kur'ân'da Firavun hakkında geçtiği üzere, onun üzerinde hükmeden güçler vardır. Yine Kur'ân'da Firavun için buyrulduğu üzere, insanların fıskından, korkusundan, menfaat ve hayat düşkünlüğünden istifade eder ve onları korkutarak ve bölerek yönetir. Evet, Buckminster Fuller de, “Diktatörlere diktatörlük imkânı veren, kendileri değildir.” der.


Ali Bulaç - Mazlumun zulmü

$
0
0

Kur'an'da, ahirette kitleleri peşinden sürükleyenler ile onların arkasından sürüklenenler birbirleriyle çetin bir tartışmaya girişeceklerken tasvir edilir.

Kimi zaman sitem ve sorgulama, kimi zaman karşılıklı suçlama şeklinde olan tartışmanın esası şudur: İktidar seçkinlerinin peşine takılanlar, “Madem siz dünyada bizim liderlerimizdiniz, bizleri size tabi olmaya çağırıyordunuz –ki biz de size uyduk- o halde şimdi de bize sahip çıkın!” diyeceklerdir.

İki taraf için de trajik bir durum! Karşılıklı suçlama ve atışmalardan ister hakim güç, ister zayıf kitleler olsun, hayatlarını İlahi rıza, hak, hakkaniyet ve adaletin dışında geçirenler arasında fark yoktur. Kişinin zayıf ve yoksul olması, onu içinde yer aldığı cürümden kurtarmaya yetmez. Karl Marx, emeğe sahip olan işçi sınıfının sadece bundan dolayı üstün değeri temsil ettiğini düşünüyordu, ama salt emek her işte kullanılabilir.

Ahzab Sûresi'nde (33/67-68), yoksul ve yoksun oldukları halde, zorbalara ve suçlulara tabi olanların, ahirette şöyle yalvaracakları anlatılır: “Rabb'imiz, biz efendilerimize ve büyüklerimize tabi olduk, böylece onlar bizi yoldan çıkarmış oldu; Rabb'imiz, onlara azaptan iki katını ver ve büyük bir lanet ile lanet et!” Zulmedenlerle birlikte hareket eden güçsüz kitlelerin bu retoriğinin iki sebebi olabilir: Biri onları yanıltan liderlerine olan kızgınlıkları, diğeri iştirak ettikleri veya ses çıkarıp itiraz etmedikleri zulüm dolayısıyla geçerli olur düşüncesiyle mazeret beyan etmeleri. Fakat her ikisi de fayda sağlamaz.

Tartışma sırasında güçsüz kitleler, onları etkisi altına alan hakim güçlere “Sizler olmasaydınız, biz doğru yolda olurduk” dediklerinde, onlardan aldıkları cevap şu olur: “Hayır, siz zaten mücrimdiniz.” (34/Sebe', 31-33) Başka bir deyişle siz zaten suç ve günah işlemeye, hak ve hukuk ihlal etmeye, haram yemeye, hırsızlık ve yolsuzluk yapmaya meyilli idiniz, istekliydiniz. Siz bu cürümleri işlemiyor idiyseniz, gücünüz yetmediği, fırsat ve imkanı elinize geçiremediğiniz içindir. Bizi lider kabul etmenizin sebebi de buydu, çünkü biz suç ve günahlarımızla sizlere örnek teşkil ediyorduk, daima içinizden bizim gibi olmak geçiyor, bize özeniyordunuz. Biz sizin başarmış kişilikleriniz idik!”

Saffat Sûresi'nde (37/20-34) bir resim, dünyada nice mazlum ve mağdurun aslında birer zalim olmaya aday olduğunu ortaya koymaktadır: “Kimi kimine yönelmiş olarak birbirlerine soruyorlar: “Gerçekten sizler bize sağdan (sağduyudan ve haktan) yana gelip yanaşıyordunuz.” derler. (Diğerleri de:) “Hayır” derler. “Zaten sizler inanmış kimseler değildiniz. Bizim üzerinizde zorlayıcı bir gücümüz yoktu; hayır siz (kendiniz) azgın bir topluluk idiniz.”

Bu trajik sahneden çıkarılması gereken dersler var: Yeryüzünde Allah'a, O'nun elçilerine ve hakikate karşı kibirlenenler (müstekbirler), davalarının kanıtı olarak peşlerine kitleleri takmakta, onlardan güç ve meşruiyet elde etmekte, kitlelerin veya onlara tabi olmayı kabullenmiş zayıfların emeğini, zaaflarını, beklentilerini ve desteğini sömürmektedirler. Kitlelerin liderlerin peşinde olması onların haklı ve meşru işler yaptıkları anlamına gelmez. Zayıf kimseler de Allah'ın kendilerine büyük nimet olarak verdiği vicdanlarını ve akıllarını kullanmayıp zorbaların ve haktan sapmış kimselerin peşine takıldıkları, dünyevi menfaatler umdukları için onlar da sınavı kaybederler. Bu demektir ki, maddi yönden zayıf veya yoksul olan herkes “iyi” değildir. İyilik doğruluktan şaşmamak, gayrı meşru kazanca tevessül etmemek, zorba ve zalimlerin safında yer almamaktır. Nice yoksul ve muhtaç var ki, zorbalar ve zalimler gibi olmaya can atar. Ve nice mazlum var ki, kendi ölçeğinde güç ve imkan elde ettiğinde, işlediği zulüm diğerlerinin zulmünden beter olur. Paradoksal gibi görünür ama çoğu zaman tabi olanlar ve kendilerine tabi olunanlar birbirlerinin suç ortağıdırlar.

Bu çerçevede yapılması gereken, mazlum ve mağdurlara, hak ve hukuklarını aramaya kalkışırlarken, onları ahlaki eğitimden geçirmek; hak, hakkaniyet ve adaletin ne olduğunu öğretmek, kuvvetli hukuk bilinci vermek olmalıdır. Takvası olmayan mazlum zalim olur; eline imkan ve iktidar geçtiğinde mağdur iken bu sefer kendisi gadretmeye başlar. Bu, tarihte el değiştiren zulüm saltanatının sürüp gitmesini sağlayan önemli sebeptir.

Kerim Balcı - İran seçimleri, değişimden çok krizi haber veriyor

$
0
0

İran'da cuma günü yapılan çifte seçim Hasan Ruhani'nin ılımlı denilen listesinin görece zaferiyle sonuçlandı.

Görece diyoruz, çünkü hem nihai sonuçlar henüz açıklanmış değil hem de Tahran'daki Uzmanlar Konseyi sandalyelerinin neredeyse tamamını kazanan ılımlılar, aynı başarıyı taşrada gösteremediler. Bu da İran siyasetinde köklü bir değişimden daha ziyade köklü bir krizin habercisi. Çevre ile merkez arasındaki bu muhafazakar–ılımlı kırılması Ruhani'nin işini bir hayli zorlaştıracağı gibi Anayasayı Koruma Konseyi (Şûra-yı Nigehban) ile Meclis arasında da esaslı bir çatışmanın başlayacağı haberini veriyor.

İran'da devrimin sürekliliğini bir adam ve bir konsey sağlıyor: Ruhani lider Ayetullah Hamaney ve 12 üyesinin yarısını direkt, diğer yarısını da dolaylı olarak Ruhani liderin atadığı Şûra-yı Nigehban. Ruhani lider bu şûra üyelerinin üyeliklerine istediği anda son verebildiği gibi, bu şûra da Meclis'in yaptığı yasaları istediği anda veto edebiliyor. Şûra-yı Nigehban seçimlerde aday olan kişilerin adaylıklarını da onaylıyor. Cuma günü yapılan seçimlerde aday olan 12.000 civarında adayın, neredeyse yarısını, bu arada kadın adayların tamamını, Şûra-yı Nigehban haklı haksız gerekçelerle reddetti. Ayetullah Humeyni'nin torunu Hasan Humeyni'nin Uzmanlar Konseyi için adaylığı bu şûra tarafından reddedildi mesela. Seçime katılabilmiş olan iki yüz kadar ılımlının tamamı bu şûranın onayladığı ılımlılar. İngiltere'de muhalefetin ‘Majestelerinin muhalefeti' şeklinde adlandırıldığı gibi, İran'da ılımlılar da ‘Ruhani liderin ılımlıları'dır.

Sonuçları üç aşağı beş yukarı belirginleşmiş olan Uzmanlar Konseyi seçimleri 86 üyeli konseyin 80 tanesini yeniden seçti. Bu seçilen üyeler 2024 yılına kadar görev yapacaklar ve seksenine yaklaşmış ve sağlığı bir hayli kötüleşmiş olan Hamaney'in bu süre içinde ölmesi veya görevini yapamayacak hale gelmesi durumunda ülkenin yeni Ruhani liderini seçecekler. Ruhani ve Haşimi Rafsancani'nin başını çektikleri ılımlıların Uzmanlar Konseyi'nde ağırlığı ele geçirmiş olmaları bu açıdan önemli elbette. Ama ılımlıların kazanımlarının kalıcı hale gelmesi Şûra-yı Nigehban'ın üyelik yapısının değişmesine bağlı.

Bizdeki Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Seçim Kurulu'nun görev ve yetkilerinin hepsini elinde tutan Şûra-yı Nigehban'ın üyelerinin büyük kısmı muhafazakâr gruptan. Bu seçimlerde ciddi bir oy ve prestij kaybına uğrayan Ahmet Cennetî;, Muhammed Mü'min, Mahmud Haşemi Şahrûdî; ve Muhammed Yazdî; hem Uzmanlar Konseyi hem de Şûra-yı Nigehban'da üyeler. Muhammed Yazdî; halihazırda Uzmanlar Konseyi'nin başkanlığını yürütüyor. Daha önce Haşimi Rafsancani'yle yarışarak kazandığı bu pozisyonu muhtemelen tekrar Rafsancani'ye devredecek. Ama Şûra-yı Nigehban'daki konumunu kaybetmesi beklenmiyor. Aksine ılımlılara karşı aldıkları görece yenilginin bundan sonra Şûra-yı Nigehban'la Uzmanlar Konseyi ve tabii Meclis arasında bir çatışmayı tetikleyeceği muhakkak.

Ankara'ya bakan yönüyle bu seçim sonuçları dünyaya ‘çalışılabilecek bir İran' mesajı verecektir. Bu da İran'ın ülke ekonomisini derinden sarsmış olan yaptırımların etkisinden hızla kurtulması demek. Bundan sonraki dönemde İran'ın daha bir barış ve Batı'yla entegrasyon gündemli dış politika yapacağını söyleyebiliriz. Bu, İran'ın demokratlaşmakta olduğu gibi naif bir düşünceye itmemeli Ankara'yı. Aksine İran'ın Batı'yla yeni köprüler kurmasının ne kadarının Türkiye'nin faydasına ve ne kadarının Türkiye'nin rağmına olduğunu sorgulamalı Ankara. İran'ın Azerbaycan'la olan ilişkilerinde yaptığı açılım, beş yıl önce Türkiye'nin başarısız bir şekilde yürüttüğü komşularla sıfır sorun politikasının habercisi ve İranlılar diplomasiyi bizden daha iyi yapıyorlar.

İran'ın izolasyonundan kurtulması rahatsız etmiyor beni. O izolasyon konumunda kendimizi bulabileceğimiz ihtimali ürkütüyor…

Ali H. Aslan - Yalancı bahar olmasın

$
0
0

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül'ün Anayasa Mahkemesi kararıyla Silivri Cezaevi'nden tahliyesi, yurtta ve dünyada demokrasi, insan hakları ve basın özgürlüğünü önemseyenleri mutlu etti.

Temel özgürlük sorunları hâlâ yerinde duruyor ama kış ortasında tatlı bir bahar esintisi yaşamak güzeldi.

Demek ki Türkiye'nin Avrupa hukuk sisteminden kopmasını istemeyen, global sinyallere duyarlı ve o duyarlılığı eyleme dönüştürme cesareti gösterebilen devlet kurumları da hâlâ var. Bu, gelecek adına bir nebze olsun ümit verici. Tahliyelerde uluslararası toplumdan, özellikle ABD'den gelen baskıların etkisi de yadsınamaz.

Obama yönetimi Ankara'ya basın özgürlüğü konusunda eleştirilerini özellikle 1 Kasım seçim sürecinden bu yana gözle görülür şekilde yoğunlaştırdı. AKP'li fanatiklerin Hürriyet'e saldırısı, gazeteci Ahmet Hakan'a darp, İpek Medya Grubu'na gasp ve gazetecilere yağmur gibi yağan davalar, ABD gözünde seçim güvenliğine gölge düşürdü. Yönetim sözcüleri, Türk-Amerikan ilişkileri yakın tarihinde ilk kez bir seçime ilişkin ‘özgür ve adil' ifadelerini kullanmadı. Türk muhataplarını tebrikten kaçındı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın (AGİT) resmi raporunu bekleyeceklerini ifade ettiler.

DÜNDAR VE GÜL'ÜN TUTUKLANMALARI ABD İÇİN MİLAT OLDU

Yolsuzluk dosyalarını kapatmak ve başka bazı karanlık icraatları örtbas etmek için 17-25 Aralık 2013'ten bu yana bağımsız medyaya uygulanan sistematik yıldırma ve baskılar, uluslararası camianın dikkatini ve tepkisini çekiyor. Can Dündar ve Erdem Gül'ün kasımda tutuklanmasıyla o hassasiyet zirveye tırmandı. Sürecin başlarındaki nispeten ilgisiz ve düşük profil tavrını değiştiren Washington için de Dündar ve Gül tutuklamaları bir çeşit milat oldu. Tutuklu yargılanan 30'u aşkın gazeteciden hiçbiri için gösterilmeyen oranda sert ve yoğun tepkiler geldi ABD başkentinden. Bu, bir yönüyle sabır taşının çatlaması ve son damlanın bardaktan taşmasıydı. Diğer yönüyle ise Türkiye'de laik çizgisiyle temayüz eden köklü basın kuruluşlarından Cumhuriyet Gazetesi'ne ve özellikle sembol isimlerinden Can Dündar'a gösterilen sempati, saygı ve itibarın ürünüydü.

ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nin olumlu referansları, kırmızı alarm veren uluslararası basın meslek kuruluşlarının güçlü telkinleri ve Washington'daki önde gelen Türkiye uzmanlarının özellikle kapalı toplantılardaki analizleri, Obama yönetiminin üzerinden ölü toprağını biraz atmasına vesile oldu. Başkan Yardımcısı Joe Biden, ocakta Türkiye'ye yaptığı resmi ziyarette Amerikan makamlarından uzun süredir görülmedik derecede yüksek perdeden demokrasi ve basın özgürlüğü sorunlarına işaret eden beyanlara ve temaslara imza attı. Bunlar arasında Can Dündar'ın eşi Dilek Dündar ve oğlunu kabul de vardı.

Dilek Dündar, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün (RSF) oldukça üst düzey bir mesleki dayanışma etkinliğine katılmak üzere geçen hafta ziyaret ettiği Washington'da, başta ABD Dışişleri'nin iki numarası müsteşar Antony Blinken olmak üzere yönetimin önde gelen isimleriyle de görüştü. Bütün bunların ‘Dündar ve Gül'ü Erdoğan'a yedirtmeyiz' mesajı anlamına geldiğini idrak için, uluslararası ilişkiler uzmanı olmaya gerek yok. Her şey son derece açık.

İNCİRLİK'İ KAYBETME KORKUSU AZALINCA

Peki ne oldu da İncirlik'teki askeri imtiyazlarını kaybetmeme uğruna Ankara'nın özgürlük günahlarına şimdiye dek büyük ölçüde göz yuman Obama yönetimi tavır değiştirdi? İnsan hakları ve basın özgürlüğü sorunlarına neden daha bir dikkat, özen ve cesaretle yaklaşıyor olabilirler? Cevabı Center for American Progress (CAP) uzmanı Alan Makovsky'den alalım: ‘Türkiye-Rusya ihtilafı, Türkiye'nin bizi İncirlik'ten sürmeyeceği yönünde daha fazla güven aşılıyor'. Yani, Rusya'nın tehditleri Ankara'ya ABD ve NATO'yla askeri ittifakın vazgeçilmez avantajlarını tekrar hatırlattı. Artık İncirlik'i Amerikalılara kapatma kozunu eskisi kadar etkili kullanamıyorlar.

İnsan hakları ve demokrasi konularında ABD'nin Ankara'ya daha fazla bastırması lazım diyenlere Beyaz Saray çevrelerince şimdiye dek genelde ‘Elimizde manivela (baskı gücü) yok' karşılığı veriliyordu. Suriye'de sıkıştıkça sıkışan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Davutoğlu hükümeti, Rusya'yla kafa kafaya gelerek o manivelayı kendi elleriyle ABD'ye teslim ettiler. Amerikalılar, ‘Baskı yapsak bile zaten Ankara'dakiler bizi dinlemezler' mazeretine de sıkça sarılıyorlardı. Bu baştan beri bana hiç inandırıcı gelmiyordu. Dündar ve Gül'ün serbest bırakılması olayı da gösterdi ki, uluslararası telkinler, özellikle de ABD'den gelenler pekala sahada farklılık yaratabiliyor.

DÜNYA AYRIM GÖSTERMEKSİZİN TÜM GAZETECİLERE SAHİP ÇIKMALI

Uluslararası camia, basın özgürlüğü ve demokrasi konularında telkinlerini çekinmeden sürdürmeli. Basit pragmatik hesaplara kurban etmemeli. Hapisle ve taciz edici davalarla özgürlükleri elinden alınan, patron ve hükümet baskısına maruz kalan, kendini sansürleyen, işten atılan ve mesleki onuru çiğnenen tüm gazetecilere ayrım yapmaksızın aynı derecede duyarlılıkla sahip çıkılmalı. Dünyadaki hassasiyet düzeyi daha da yükselmedikçe Dündar ve Gül'ün tahliyesi yalancı bahardan öteye geçemez. Erdoğan'ın Anayasa Mahkemesi'nin tahliye kararına saygı duymadığı ve uymadığı yönündeki ifadesi, bunun en açık delili.

Gönül isterdi ki Türkiye'nin kendi iç hukuku ve demokratik gelenekleri, basına ve özgürlüklere tasallutlara karşı etkili bir savunma geliştirebilsin. Ve Türkiye halkı, seçtiği idarecilerin özgürlük gasplarına yeterli tepki gösterebilecek eğitim ve duyarlılık seviyesine sahip olabilsin. Bu avantajlardan maalesef büyük ölçüde mahrum olan Türkiye, demokrasisini ayakta tutabilmek için uluslararası camiadan koltuk değneğine muhtaç. Ülkeyi bu hale düşürenler utansın.

Selçuk Gültaşlı - Önce tekbir, sonra happy birthday

$
0
0

T24 haber sitesinde okudum. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yaş gününü kutlamak için toplanan AK Gençlik üyeleri önce tekbir getirmişler, coşku artınca arada ‘happy birthday Reis' tezahüratları da yapılmış.

Gezi ve özellikle 17 Aralık'tan sonra her türlü melanetin dış güçlerden geldiğine inanan kitlenin ‘ülkenin ve ümmetin kurtarıcısı' olarak gördükleri liderlerine ‘happy birthday'li tempo tutmaları biraz kafa karıştırıyor. ‘Tekbir' anlaşılıyor da ‘happy birthday'i tevil pek kolay değil.

Bu toprakların son birkaç asırdır içinde debelendiği ihtilafın tarafları aslında ‘tekbirci'lerle ‘happy birthday'ciler. Kemalizm tekbiri kovup, herkesi happy birthday demeye zorladı. Oysaki strateji doğruydu, taktikler sorunluydu. Batı'ya ülkeyi yönlendiren Mustafa Kemal değildi ki. III. Selim'den beri Avrupa örnek alınıyordu.

Sevindiklerinde ‘tekbir' getirenler ile en mutlu günlerini ‘happy birthday' ile kutlayanların hem dem olacağı ülke; ideali işaretlemeliydi. İkisi arasında bir denge üretme, bu çatışmadan bir sentez çıkarma gayretlerini desteklemek gerekiyordu. Bunu başaracak lidereydi, hasretimiz.

Asırların ihtilafını çözmeye, iki uç arasında anlamlı bir birliktelik üreterek bu ülkeyi huzura kavuşturmaya en çok Erdoğan yaklaştı. Seçimlerle işbaşına geldi ve gelir gelmez Milli Görüş'ün şedid Batı düşmanlığı yerine kendisine Avrupa Birliği'ni pusula yaptı. Erdoğan, kendisi ve partisi ile ilgili şüpheleri dağıtmak için 2002'nin sonbaharında daha siyasî; yasaklı iken yani başbakan olmamışken, o zaman 15 üyeli AB'nin 14 başkentini gezerek, Avrupalılara ‘Biz değiştik. Bizi Müslüman Demokrat olarak değerlendirin. Aynen sizdeki Hıristiyan Demokratlar gibi' dedi.

12 Eylül 2010 referandumu ‘tekbir' ile ‘happy birthday'in barışması için bir milat oldu. ‘Türkiye'de köklü reform olabilmesi için illa da dış muharriklere ihtiyaç var' tezi ilk defa referandumla birlikte ‘iç muharriklerle de bu iş olabilir'e döndü. Avrupa'nın bütün kurumlarının –Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Venedik Komisyonu, Avrupa Parlamentosu– 12 Eylül referandumunu desteklemesinin sebebi Avrupa standartlarının yerleştirilmesine yönelik bu en büyük adımı muhafazakâr bir iktidarın atmasıydı.

12 Eylül 2010'u milat olarak görmemin sebebi budur. Erdoğan, adını tarihe altın harflerle yazdırabilecek eşiğe geldiğinde, kendince bir hesap yaparak uzlaşma yerine kendi gündemini dayatma yolunu tercih etti. Yakın zamana kadar ‘ikinci Atatürk', ‘büyük reformcu', ‘büyük devrimci' olarak anılan Erdoğan'a artık ‘embriyonik diktatör' denmesinin sebebi bu inanılmaz U-dönüşüdür. Bugün açıklanan ve iki yılda bir yayınlanan Bertelsmann Vakfı'nın değerlendirmesi bu dönüşüme işaret ediyor: “Erdoğan'ı Müslüman demokrat bir lider olarak görmektense kendi tasavvuruna göre adım adım Türkiye'yi inşa etmek isteyen güce susamış bir aile reisi olduğunu düşünenlerin çekinceleri teyit edilmiş gibi görünüyor.”

AK Partili gençler Gezi ve 17 Aralık'tan önce ‘tekbir'li ve ‘happy birthday'li bir yaşgünü kutlaması yapsalardı, bunu Erdoğan'ın Doğu ile Batı'yı meczeden büyük liderliğine delalet olarak yorumlayabilirdik. Ama köprünün altından çok sular aktı. Ergenekon-Balyoz davaları ile cuntacılardan, 12 Eylül referandumuyla yargı vesayetinden kurtulduktan sonra İslam dünyasını demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi ilkelerle tanıştırarak ümmetinin makus talihini yenmek için bütün enerjisinin açığa çıkaracağını umduğumuz Erdoğan, tipik Ortadoğulu otoriter liderlere döndü. O da şimdi ‘tekbiri' dayatmaya çalışıyor, Kemalistlerin ‘happy birthday'i dayattığı gibi. Demek ki tek sorunumuz Kemalizm değilmiş.

Seyfettin Gürsel - Ekonomik büyümede farklı öngörüler

$
0
0

Bu yıl Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) artışı ne olacak? Geçen yılın artış oranının en az yüzde 4 olarak kesinleşmesi bekleniyor.

Bu yıl geçen yılın devamı mı olacak yoksa ekonomik büyüme son 4 yılın ortalaması olan yüzde 3 civarına mı gerileyecek? Geçen hafta önde gelen uluslararası kuruluşları IMF ve Dünya Bankası'nın küresel ekonomiye dair öngörüleri açıklandı. Bu vesileyle bu kuruluşların Türkiye'ye ilişkin son büyüme tahminlerini de öğrenmiş olduk. Dünya Bankası'nın raporunun tanıtıldığı konferansı izleyen panelde analizlerine değer verdiğim meslektaşım Murat Üçer'in de büyüme tahminini tartışma fırsatım oldu. Büyüme beklentileri ve tahminleri arasında farklar ekonomi politikalarında, özellikle para politikasında tercihleri etkileyecek kadar kritik düzeyde. Bildiğiniz gibi revize edilen Orta Vadeli Program'da hükümet ekonomik büyüme beklentisine 0,5 puan ekleyerek yüzde 4,5'e çıkardı. Net ihracat ve yatırımlar dâhil tüm alt kalemlerde olumlu gelişmeler öngörüyor. Bu iyimserliği de esas olarak ilan ettiği yapısal reform programını hızla uygulayacağı iddiasına dayandırıyor. Bu iddiayı fazlasıyla iyimser bulmakla birlikte GSYH artışını 2016'da yüzde 4 gibi nispeten yüksek düzeyde tahmin ettiğimi daha önce açıkladım. Ancak büyümenin özel tüketim ağırlıklı olacağı öngörüsüyle dengesiz, dolayısıyla da sürdürülemez olduğunu düşünüyorum.

Dünya Bankası'nın 2016 büyüme tahmini yüzde 3,5. Küresel raporunda gelişmekte olan ülkelerde son üç yıldır gözlemlenen büyüme yavaşlamasının bu yıl da devam edeceği görüşünde. Türkiye'nin ayrışmasını beklemiyor. IMF ise yüzde 2,9 olan bir önceki tahminini yüzde 3,2'ye revize etti. GSYH artışının yüzde 3,5 civarına gerilemesi bile siyaseten yeterince sorunlu olur. Ama daha da beteri var. Murat Üçer, büyümenin yüzde 2,5-3,0 arasına gerilemesini bekliyor. Yüzde 3'ün altında kalacak bir büyümenin zaten yeterince yüksek olan işsizliği kalıcı bir artış eğilimine sokması kaçınılmaz. Bugüne kadar emek verimliliğinin yerinde sayması pahasına aşırı yüksek istihdam artışları ile idare edildi. İşgücü yüzde 3'ün üzerinde artarken istihdamın büyümeden daha hızlı artmaya devam edebileceğini sanmıyorum. Dahası kişi başına gelir artışı açısından da yüzde 4 ile yüzde 3 büyüme arasında büyük fark var. Nüfus artışı yüzde 1,3. Yüzde 4 büyüme ile kişi başına gelir artışı yüzde 2,7 olur. TL'de bir miktar reel değerlenmeyi de eklersek yaklaşık 20 yılda kişi başına gelirimizi 20.000 dolara çıkarmayı umabiliriz. Yüzde 3 büyümeyle kişi başına gelir ancak yüzde 1,7 artar. 20 yılda 15.000 doları zor buluruz.

Böyle bir gidişata başta Cumhurbaşkanı olmak üzere AKP iktidarının tahammül edebileceğini düşünemiyorum. Başta başkanlık rejimi tutkusu olmak üzere büyük vizyon iddiaları bu vasatlığı kaldırmaz. Bu koşullarda Cumhurbaşkanı'nın tüm ağırlığını koyarak faiz konusundaki iddialarını uygulamaya sokmaya çalışması beklenir. Sonrası hakkında ne düşündüğümü bu köşede defalarca dile getirdim. Tekrarlamaya gerek görmüyorum.

Bugün için tartışmamız gereken büyüme tahmini konusunda Murat Üçer ile aramdaki farkın nedenleri. Murat, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da büyümeyi ücret artışları nedeniyle özel tüketimin ve artan kamu harcamalarının taşıyacağını söylüyor. Dahası, yatırımlardaki zafiyetin reformlar yapılmadıkça devam edeceğini net ihracatın da negatif katkı yapacağını öne sürüyor. Buraya kadar tamamen hemfikiriz. Peki, nasıl oluyor da yıllık büyümeyi benden çok daha düşük tahmin ediyor? Tartışma bölümünde bu soruyu sorduğumda Murat iç talebe dayalı büyümenin sürdürülebilir olmadığını, bu nedenle yılın ikinci yarısında para ve maliye politikalarında düzeltmelerin kaçınılmaz olarak devreye gireceği yanıtını verdi. Anlaşılan aramızda zamanlama farkı var. Ancak enflasyonda, bütçe ve cari açıklarda ortaya çıkacak dengesizliklere ekonomi yönetiminin vereceği yanıtın yönünden emin olmadığımı da hatırlatmak isterim.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live