28 Şubat (1997) postmodern darbesi Türkiye'de dindar kesimin üzerine bir kâbus gibi çökmüştü. Başörtülüler üniversitelerden atıldı. İmam hatiplilere katsayı haksızlığı yapıldı. İşadamları ‘yeşil' sermaye diye fişlendi. Partiler yasaklandı. Esad Coşan ve Fethullah Gülen gibi kanaat önderleri sürgün edildi, haklarında idam talebiyle davalar açıldı.
Sonra devran değişti. İmam hatiplerin önü açıldı. Başörtüsü sorunu aşıldı. Dün zenci muamelesi gören insanlar iktidara geldi. 28 Şubat öncesi demokrasiye mesafeli duran, hatta onu tramvay gibi gören zihniyet, ilk dönemlerde yaşadıklarından ders çıkardıklarını ve demokrasinin önemini anladıklarını söylüyorlardı. Eski gömleklerini çıkardıklarını söylemeleri ve demokrasi yönünde attıkları adımlarla içerde ve dışarda birçok demokratın desteğini kazandılar. İslami değerlerle demokrasiyi sentezleyen bu yaklaşım beni de umutlandırmıştı. Karanlık ve zulüm dolu günler geride kalacak, Türkiye Avrupa standartlarında bir demokrasi olacak, yolsuzluklar bitecek, ülke kalkınacak, Türkiye dünyada hak ettiği ağırlığa kavuşacak diye düşünüyorduk.
Heyhat, tam da özgürlükleri ve daha demokratik bir Türkiye'yi hayal ederken, iktidardakiler öyle bir dönüşüm yaşadı ki, ülke 28 Şubat'tan beter zulümlere maruz kaldı. Erdoğan ve yakın çevresi gibi düşünmeyen, en küçük yanlışlarını dile getirenler, Abdullah Gül, Arınç, Yaşar Yakış gibi kurucular bile olsa anında hain diye yaftalandılar.
Can Dündar'dan Fehmi Koru'ya, Gülay Göktürk'ten Hidayet Karaca'ya, Etyen Mahçupyan'dan Hasan Cemal'e her gün genişleyen bir düşman listesi söz konusu. 28 Şubat'ta başörtülü öğrenci ve öğretmenler okullara alınmazken, şimdi ellerine kelepçe vurulup hapse atılıyor.
Şubat ayının soğukluğunu iliklerimize kadar hissettiğimiz o darbe sürecinde okullar ve yurtlar sık sık irtica teftişinden geçirilirken şimdi okullara kayyım yoluyla el konuluyor. Yurtlar kışın ortasında mühürlenerek 20 gün sonra üniversite sınavına girecek öğrenciler sokağa atılıyor. Yargı kararlarına rağmen dershaneler mühürleniyor.
Evlerinde sohbet için toplanan insanların fişlenip baskıya maruz kaldığı o günlerden, 91 yaşında hasta yatağındaki bir hayırseveri sırf okul yaptırdığı, öğrenciye burs verdiği için gözaltına almaya kalkıldığı günlere geldik.
İsmailağa cemaatine ait Mahmud Efendi Külliyesi'ndeki binaların yıkılması üzerine Marifet Derneği Başkanı Muhammed Keskin, dün ile bugün arasındaki farkı şöyle anlatıyordu: “28 Şubat'ta böyle yıkılmıyordu, mühür vuruluyordu. Başka bir kapıdan tekrar giriyorduk.” İşte Doğu Perinçek'e en mutlu günlerini yaşatan tablo bu.
Dünün zencilerinin eliyle yaşanan bu zulümler için 28 Şubat sürecinin başörtüsü mağduru milletvekili Hüda Kaya, “28 Şubat'ın bugün daha vahşi şekilde devam ettiğini” söylüyor. 28 Şubat sürecinde kapatılan Fazilet Partisi'nde milletvekili olan Mehmet Bekaroğlu da bugün kendisi gibi düşünmeyenlere yaptıklarıyla AK Parti'nin 28 Şubat'a rahmet okuttuğunu vurguluyor.
28 Şubat sürecinde Fethullah Gülen'i o gün darbecilerin kontrolündeki medyanın iftiralarına dayanarak idamla yargılamışlar ve bu dava 2008'de beraatle sonuçlanmıştı. Şimdi de paralel safsatası ve terörist yaftasıyla Hocaefendi'yi bu kez müebbet talebiyle yargılıyorlar.
Kabataş yalanı tescillenen ve Sümeyye suikastı iftirası yüzünden Umut Oran'a tazminat ödemek zorunda kalan iktidar medyası, ahlaksızlıkta sınır tanımayarak 28 Şubat sürecinin hâlâ mağduriyetini yaşayan Fethullah Gülen'i, postmodern darbeden de sorumlu tuttu. Kuru fasulyenin fiyatının artmasını ve turizmdeki gerilemeyi bile paralele bağlayan iflas etmiş zihniyet için çok normal ama peşinden gittikleri liderin ne dediğinden bile habersiz olmaları tuhaf. Bu iftirayla ilgili olarak dönemin başbakanı Erdoğan, Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu'na şöyle demişti: “İmkânlarını ve zamanlarını ülkemizin sosyal sorunlarının giderilmesine hasreden, manevi çalışmalar yürüten grup, camia ve kanaat önderlerinin geniş halk kesimlerini koruma duygusuyla ve sorumluluk hissiyatıyla ortaya koydukları söylemler, kesinlikle postmodern darbe sürecinin bir parçası olarak yaftalanamaz. Nitekim bu kesimler gerek yaşadıkları haksızlıklarla, gerek uğradıkları takibat ve yargılamalarla, bu sürecin mağduru durumuna düşmüşlerdir.”
Hemen her konuda dün dediklerini bugün inkâr edişleri ve her açıdan yerlerde sürünen demokrasimiz, 28 Şubat'ta yaşadıklarından demokrasi dersi çıkardıkları iddiasını bir göz boyamadan ibaret kılmıyor mu?
Bir ekran daha karartıldı
Demokrasi, çok seslilik ile devam eden bir yönetim şeklidir. Medya da demokrasinin 3 önemli kuvvetini kontrol eden, kamu adına bunları denetleyen dördüncü kuvvettir. Ancak öyle bir dönem yaşıyoruz ki, ne demokrasiden bahsedebiliyoruz ne de hukuk devleti ilkelerinden. Demokrasiyi yaşamayı bırakın, en aşağı standartlarının bile her gün tek tek yok edilişini izliyoruz.
Görüşlerine katılırsınız veya katılmazsınız, sürecin son kurbanlarından biri İMC televizyonu oldu. Özgürlüklerine kavuşan Can Dündar ve Erdem Gül ile röportajın ortasında televizyon Türksat'tan indirilerek ekranı karartıldı. Ortada bir mahkeme kararı yok. Bu konuya bakan RTÜK'ün bir kararı yok. Bir savcının talebi üzerine ekran karartıldı. Aynen daha önce Bugün ve Samanyolu kanallarının, bir savcının yazısı üzerine Digiturk ve Türksat'tan atılarak karartılması gibi. Aynı tehdit her ekran için geçerli. Oysa TV kanallarının yayın çizgisinde sorun varsa bunun muhatabı RTÜK. Yasa dışı bir şey varsa uyarı yapılabilir, ceza kesilebilirdi.
Aslında kararan her ekran ve susturulan her gazeteci, halkın haber alma özgürlüğüne ve demokrasiye vurulan ayrı bir darbe. Hiçbir toplum tek tipçi bir yapıyla doğrulara ulaşamaz. Eğer Türkiye'de bu gibi uygulamalara devam edilecekse bir an önce rejimin adını da bu adımlara uygun hale getirmeli. Çünkü bu yapılanlara demokrasi denilemez.
Umut nöbetine devam
Geçtiğimiz hafta 3 aylık esaretlerden birisi bitti. Sırf haber yaptıkları için 92 gün tecritte tutulan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül, Anayasa Mahkemesi'nin özgürlük yanlısı ve gazeteciliğin suç olmadığını ortaya koyan kararıyla özgürlüklerine kavuştu. AİHM üyesi yargıç Işıl Karakaş'tan Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Sami Selçuk ve Ceza Hukuku Profesörü Ersan Şen'e hukukçular, bu kararın halen hapiste bulunan diğer 31 gazeteci için de emsal olması gerektiği görüşünde.
Can Dündar, Mehmet Baransu, Gültekin Avcı gibi gazetecilere yapılan hukuksuzluk için CIA ajanı Snowden örneğine sığınanlar, ikisinin aynı konu olmadığını Wikipedia'dan bile öğrenebilirler. Snowden veya Assange'ın sızdırdığı belgeleri ABD ve Avrupa'da onlarca gazeteci kamu yararı gördüğü için haber yaptı. Hapse atmayı bırakın, hiçbirisine dava açılmadı. Hatta bu belgeleri Washington Post'ta yayınlayan kıdemli gazetecilerden biri olan Douglas Frantz, ABD dışişleri bakan yardımcılığına getirildi.
Can Dündar ve Erdem Gül'ün serbest kalması gerçekten önemli ama iş bitmiş, medya özgürlüğüne kavuşmuş gibi bir havaya girmek doğru değil. Hâlâ kayyımla yönetilen 2 gazete, 1 radyo, 2 televizyon varken, hâlâ televizyon ekranları karartılırken ve halen iktidara her şeyiyle kalemini, ekranını, kamerasını teslim etmiş medya mensupları varken ve en önemlisi hâlâ 31 gazeteci hapisteyken, devletin en tepesindeki Erdoğan, AYM'nin özgürlükçü kararı için, "Ne saygı duyuyorum, ne uyguluyorum." derken bu havaya girmek yanlış olur.
Belki de bu özgürlük nöbetini tekrar başlatan isimler, içeriyi en iyi bilen ve geride kalan meslektaşlarına karşı insani sorumluluk hisseden Can Dündar ve Erdem Gül olmalı.