Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Büşra Erdal - Yargının yol ayrımı

$
0
0

Geçen hafta Çağlayan Adliyesi'nde Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca ve polislerin yargılandığı 14 Aralık medyaya operasyon davasının duruşması vardı.

Adliyede, Ergenekon davasının önemli asker sanıklarından birinin avukatı ile karşılaştık. Selamlaşmadan sonra, ‘Bak geçmişte yapılanlara da karşıydım, bugünkülere de karşıyım. Ama bugünkü hukuksuzluk daha fazla' dedi. Geçmişten kastettiği Ergenekon davaları, bugünkünden ise malum ‘paralel' adı altındaki cadı avı süreci.

Yaşanan hukuksuzlukların artık küçük azgın bir grup dışında kabul edildiği (görmezden gelme, önem vermeme olsa da) bir süreçteyiz. Ancak özel kurulmuş mahkemeler ve sulh ceza hakimlikleri hukuksuz, nobranca tutuklamalara, mülkiyet hakkı ihlali olarak holdinglere, ‘silah sağlama' iddiasıyla okullara, okul binalarına el koymaya varan akla hayale gelmedik zulümlere imza atmaya devam ediyorlar. Mesela Hidayet Karaca'nın davasında mahkeme başkanının “Tahliye taleplerine gerek yok, biz zaten re'sen nazara alıyoruz” dedi. Beşinci duruşmanın sonunda da tüm sanıkların tutukluluğunun devamına dediği kararını sanıklar ile avukatlarının yüzüne dahi okumadı. Bu hukuksuz metinler dosyalar içinde duracak.

Çağlayan Adliyesi'ni, raflardaki hukuksuzluklarla dolu dosyalarla birlikte yaksalar ortadan kaldırılamayacak yargı suçları işleniyor. Peki yargı mensuplarını bu konuda motive eden ne? Mesela Anayasa Mahkemesi (AYM) Genel Kurulu'nun Can Dündar ve Erdem Gül hakkındaki ‘hak ihlali' kararı için ‘uymuyorum, saygı da duymuyorum' diyenler mi motivasyon sebebi? Anayasa'ya uymayarak meşru hukuki zemini kaybedenlere dayananlar nasıl meşru olabilir? Nasıl meşru kararlar verebilir? Hukuksuzluklara imza atanlar yarın o paçavra metinlerle baş başa kalacak. O nedenle yargı keskin bir yol ayrımında. Ya AYM'nin çağırdığı hukuk zemini seçecek ya da gayri meşru zemini? Karar yargının.

Yalancı çoban ve darbe

28 Şubat askeri darbesinin yıldönümündeyiz. İktidar ve uzantıları mutat, alışılmış darbe lanetleme işlerini yaptı. Günün anlam ve önemine dair beyanatlar 13 yıllık bir iktidarın ezberi olarak tekrarlandı. Ama bu ‘darbe mağduriyeti ve darbecilikle mücadele' giysisi üzerlerinde 2002 ya da 2007'de söylendiği gibi durmuyor artık.

Ergenekon davasının baş sanığı Doğu Perinçek ile iş tutup, o soruşturmalarda görev almış polisleri, hakimleri hapse tıktıktan sonra ‘Türkiye Ergenekon, Balyoz, Kafes darbe teşebbüslerine sahne olmuştur' diyerek darbecilikten şikâyet etmek hiç gerçekçi değil. Darbecilik eylemlerinde askeri bile sollayıp geçmiş bir iktidar, istediği kadar ‘darbe edebiyatı' yapsın artık tarihe ‘darbecileri aklayan iktidar' olarak geçti. Bütün bunları yapan iktidar uzun zamandır algı operasyonları ile bu kez her muhalife ‘darbeci' diyor. Türkiye'de ‘darbe' söylemi Gezi olayları ile asıl mecrasından çıkarıldı ve akabinde 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasında görev alanları ‘darbeci' ithamıyla yargılıyorlar. Cumhurbaşkanı, en son Artvin Cerattepe'de ‘madene dur' diyenlere ‘Yavru Gezici' ithamında bulundu. Yani Artvin halkı da ‘darbeci' buna göre. İktidar ve uzantıları, güçlerini devam ettirmek için gerçek darbecilerle işbirliği yapıp, bütün muhaliflere ‘darbeci' yaftası yakıştıracak kadar ikiyüzlü bir politika izliyor.

Özetle 28 Şubatçı akademisyeni danışman yapıp, 28 Şubat taktiklerini yine dindar insanlar üzerinde uygulayıp buna karşılık senenin bir gününde darbeyi lanetliyorlar, 364 gün ise kendileri darbeci. Hikâyedeki yalancı çobana döndüler iyice. Bir gün gerçekten darbe olsa kimse onlara inanmayacak.


Abdülhamit Bilici - 28 Şubat'ta demokrasiyi öğrendiler sanmıştım

$
0
0

28 Şubat (1997) postmodern darbesi Türkiye'de dindar kesimin üzerine bir kâbus gibi çökmüştü. Başörtülüler üniversitelerden atıldı. İmam hatiplilere katsayı haksızlığı yapıldı. İşadamları ‘yeşil' sermaye diye fişlendi. Partiler yasaklandı. Esad Coşan ve Fethullah Gülen gibi kanaat önderleri sürgün edildi, haklarında idam talebiyle davalar açıldı.

Sonra devran değişti. İmam hatiplerin önü açıldı. Başörtüsü sorunu aşıldı. Dün zenci muamelesi gören insanlar iktidara geldi. 28 Şubat öncesi demokrasiye mesafeli duran, hatta onu tramvay gibi gören zihniyet, ilk dönemlerde yaşadıklarından ders çıkardıklarını ve demokrasinin önemini anladıklarını söylüyorlardı. Eski gömleklerini çıkardıklarını söylemeleri ve demokrasi yönünde attıkları adımlarla içerde ve dışarda birçok demokratın desteğini kazandılar. İslami değerlerle demokrasiyi sentezleyen bu yaklaşım beni de umutlandırmıştı. Karanlık ve zulüm dolu günler geride kalacak, Türkiye Avrupa standartlarında bir demokrasi olacak, yolsuzluklar bitecek, ülke kalkınacak, Türkiye dünyada hak ettiği ağırlığa kavuşacak diye düşünüyorduk.

Heyhat, tam da özgürlükleri ve daha demokratik bir Türkiye'yi hayal ederken, iktidardakiler öyle bir dönüşüm yaşadı ki, ülke 28 Şubat'tan beter zulümlere maruz kaldı. Erdoğan ve yakın çevresi gibi düşünmeyen, en küçük yanlışlarını dile getirenler, Abdullah Gül, Arınç, Yaşar Yakış gibi kurucular bile olsa anında hain diye yaftalandılar.

Can Dündar'dan Fehmi Koru'ya, Gülay Göktürk'ten Hidayet Karaca'ya, Etyen Mahçupyan'dan Hasan Cemal'e her gün genişleyen bir düşman listesi söz konusu. 28 Şubat'ta başörtülü öğrenci ve öğretmenler okullara alınmazken, şimdi ellerine kelepçe vurulup hapse atılıyor.

Şubat ayının soğukluğunu iliklerimize kadar hissettiğimiz o darbe sürecinde okullar ve yurtlar sık sık irtica teftişinden geçirilirken şimdi okullara kayyım yoluyla el konuluyor. Yurtlar kışın ortasında mühürlenerek 20 gün sonra üniversite sınavına girecek öğrenciler sokağa atılıyor. Yargı kararlarına rağmen dershaneler mühürleniyor.

Evlerinde sohbet için toplanan insanların fişlenip baskıya maruz kaldığı o günlerden, 91 yaşında hasta yatağındaki bir hayırseveri sırf okul yaptırdığı, öğrenciye burs verdiği için gözaltına almaya kalkıldığı günlere geldik.

İsmailağa cemaatine ait Mahmud Efendi Külliyesi'ndeki binaların yıkılması üzerine Marifet Derneği Başkanı Muhammed Keskin, dün ile bugün arasındaki farkı şöyle anlatıyordu: “28 Şubat'ta böyle yıkılmıyordu, mühür vuruluyordu. Başka bir kapıdan tekrar giriyorduk.” İşte Doğu Perinçek'e en mutlu günlerini yaşatan tablo bu.

Dünün zencilerinin eliyle yaşanan bu zulümler için 28 Şubat sürecinin başörtüsü mağduru milletvekili Hüda Kaya, “28 Şubat'ın bugün daha vahşi şekilde devam ettiğini” söylüyor. 28 Şubat sürecinde kapatılan Fazilet Partisi'nde milletvekili olan Mehmet Bekaroğlu da bugün kendisi gibi düşünmeyenlere yaptıklarıyla AK Parti'nin 28 Şubat'a rahmet okuttuğunu vurguluyor.

28 Şubat sürecinde Fethullah Gülen'i o gün darbecilerin kontrolündeki medyanın iftiralarına dayanarak idamla yargılamışlar ve bu dava 2008'de beraatle sonuçlanmıştı. Şimdi de paralel safsatası ve terörist yaftasıyla Hocaefendi'yi bu kez müebbet talebiyle yargılıyorlar.

Kabataş yalanı tescillenen ve Sümeyye suikastı iftirası yüzünden Umut Oran'a tazminat ödemek zorunda kalan iktidar medyası, ahlaksızlıkta sınır tanımayarak 28 Şubat sürecinin hâlâ mağduriyetini yaşayan Fethullah Gülen'i, postmodern darbeden de sorumlu tuttu. Kuru fasulyenin fiyatının artmasını ve turizmdeki gerilemeyi bile paralele bağlayan iflas etmiş zihniyet için çok normal ama peşinden gittikleri liderin ne dediğinden bile habersiz olmaları tuhaf. Bu iftirayla ilgili olarak dönemin başbakanı Erdoğan, Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu'na şöyle demişti: “İmkânlarını ve zamanlarını ülkemizin sosyal sorunlarının giderilmesine hasreden, manevi çalışmalar yürüten grup, camia ve kanaat önderlerinin geniş halk kesimlerini koruma duygusuyla ve sorumluluk hissiyatıyla ortaya koydukları söylemler, kesinlikle postmodern darbe sürecinin bir parçası olarak yaftalanamaz. Nitekim bu kesimler gerek yaşadıkları haksızlıklarla, gerek uğradıkları takibat ve yargılamalarla, bu sürecin mağduru durumuna düşmüşlerdir.”

Hemen her konuda dün dediklerini bugün inkâr edişleri ve her açıdan yerlerde sürünen demokrasimiz, 28 Şubat'ta yaşadıklarından demokrasi dersi çıkardıkları iddiasını bir göz boyamadan ibaret kılmıyor mu?


Bir ekran daha karartıldı

Demokrasi, çok seslilik ile devam eden bir yönetim şeklidir. Medya da demokrasinin 3 önemli kuvvetini kontrol eden, kamu adına bunları denetleyen dördüncü kuvvettir. Ancak öyle bir dönem yaşıyoruz ki, ne demokrasiden bahsedebiliyoruz ne de hukuk devleti ilkelerinden. Demokrasiyi yaşamayı bırakın, en aşağı standartlarının bile her gün tek tek yok edilişini izliyoruz.

Görüşlerine katılırsınız veya katılmazsınız, sürecin son kurbanlarından biri İMC televizyonu oldu. Özgürlüklerine kavuşan Can Dündar ve Erdem Gül ile röportajın ortasında televizyon Türksat'tan indirilerek ekranı karartıldı. Ortada bir mahkeme kararı yok. Bu konuya bakan RTÜK'ün bir kararı yok. Bir savcının talebi üzerine ekran karartıldı. Aynen daha önce Bugün ve Samanyolu kanallarının, bir savcının yazısı üzerine Digiturk ve Türksat'tan atılarak karartılması gibi. Aynı tehdit her ekran için geçerli. Oysa TV kanallarının yayın çizgisinde sorun varsa bunun muhatabı RTÜK. Yasa dışı bir şey varsa uyarı yapılabilir, ceza kesilebilirdi.

Aslında kararan her ekran ve susturulan her gazeteci, halkın haber alma özgürlüğüne ve demokrasiye vurulan ayrı bir darbe. Hiçbir toplum tek tipçi bir yapıyla doğrulara ulaşamaz. Eğer Türkiye'de bu gibi uygulamalara devam edilecekse bir an önce rejimin adını da bu adımlara uygun hale getirmeli. Çünkü bu yapılanlara demokrasi denilemez.


Umut nöbetine devam

Geçtiğimiz hafta 3 aylık esaretlerden birisi bitti. Sırf haber yaptıkları için 92 gün tecritte tutulan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül, Anayasa Mahkemesi'nin özgürlük yanlısı ve gazeteciliğin suç olmadığını ortaya koyan kararıyla özgürlüklerine kavuştu. AİHM üyesi yargıç Işıl Karakaş'tan Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Sami Selçuk ve Ceza Hukuku Profesörü Ersan Şen'e hukukçular, bu kararın halen hapiste bulunan diğer 31 gazeteci için de emsal olması gerektiği görüşünde.

Can Dündar, Mehmet Baransu, Gültekin Avcı gibi gazetecilere yapılan hukuksuzluk için CIA ajanı Snowden örneğine sığınanlar, ikisinin aynı konu olmadığını Wikipedia'dan bile öğrenebilirler. Snowden veya Assange'ın sızdırdığı belgeleri ABD ve Avrupa'da onlarca gazeteci kamu yararı gördüğü için haber yaptı. Hapse atmayı bırakın, hiçbirisine dava açılmadı. Hatta bu belgeleri Washington Post'ta yayınlayan kıdemli gazetecilerden biri olan Douglas Frantz, ABD dışişleri bakan yardımcılığına getirildi.

Can Dündar ve Erdem Gül'ün serbest kalması gerçekten önemli ama iş bitmiş, medya özgürlüğüne kavuşmuş gibi bir havaya girmek doğru değil. Hâlâ kayyımla yönetilen 2 gazete, 1 radyo, 2 televizyon varken, hâlâ televizyon ekranları karartılırken ve halen iktidara her şeyiyle kalemini, ekranını, kamerasını teslim etmiş medya mensupları varken ve en önemlisi hâlâ 31 gazeteci hapisteyken, devletin en tepesindeki Erdoğan, AYM'nin özgürlükçü kararı için, "Ne saygı duyuyorum, ne uyguluyorum." derken bu havaya girmek yanlış olur.

Belki de bu özgürlük nöbetini tekrar başlatan isimler, içeriyi en iyi bilen ve geride kalan meslektaşlarına karşı insani sorumluluk hisseden Can Dündar ve Erdem Gül olmalı.

Ahmet Çakır - Utanç dizisi…

$
0
0

Daha maçın başında evsahibinin golünün geldiği pozisyonda Larsson'un topu elle almış olması çok dert edilecek bir durum değildi çünkü bu olmasa da Galatasaray ne yapıp edip gol yemeyi başarıyordu.

Üstelik artık ip kopmuş, çözülme başlamıştı… Donk, Carole ve Denayer'i kenarda tutabilecek lüksünüz olsa da kadronuz hep eksikti. Hele Sneijder ve Podolski yoksa maç kazanmanın lafı bile edilemezdi… Ortaalan tek top kazanamıyor, savunma hep rakibi seyrediyor ve baskıda helva gibi dağılıyor, forvet de basit dokunuşları bile beceremiyordu…

Lazio karşısındaki ikinci ve üçüncü gollerin nasıl bir perişanlık içinde yenildiğini elbette ki Gaziantepsporlu futbolcular da görmüştü. Aradaki en az 5 kat maliyet farkına karşın evsahibi takım sanki amatör bir rakiple Türkiye Kupası maçı oynarmışçasına rahattı! Bunca yıldır tanıdığım Denizli'nin, oyuncuları üzerinde en küçük bir etkisinin bile bulunmadığı böyle bir dönemi hiç hatırlamıyorum. Devrinin dolduğu bu kadar acı biçimde ortaya çıkmamalıydı.

Ligin ilk yarısında istediğini elde edip en iyi futbolcusunu satmış yani bir bakıma dükkanı kapatmış bile olsalar Gaziantepsporlular Cim Bom'u rahatlıkla yenebileceklerini biliyorlardı. Bitmedi, golün hemen ardından Bilal'in kullandığı iki köşe atışında küçük bir dokunuş golü getirebilecekti ama Sarı Kırmızılı futbolcular adeta bundan kaçınır gibiydi. Hele kaptan Selçuk'un 3 metreden ayak içiyle ağlara bırakacağı topa fiyakalı vurma derdine düşüp dışarı atmasına inanmak çok zordu.

Chedjou'nun daha yarım saat bile olmadan kasık sakatlığını gösterip çıkması, bu tür durumların klasikleri arasında sayılırdı. Çözülme bir başlayınca artık en güvendiğiniz adamlar bile sahada olmak istemez… Yasin ve Bilal'in attığı nefis şutlar da böyle durumlarda girmez! Futbol böyledir, o ayarı bir kaybettiğin zaman bir daha ne yapsan olmaz! Sarı Kırmızılı takım rakip kale önünde çırpınıp dururken rakip tek çıkışında topu güle oynaya ağlara bırakır..

Bu bir utanç dizisi… Futbolla ilgili durumların bu kadar büyütülmesinden yana değilim ama başka nasıl anlatılır ki… Galatasaraylı futbolcular bu yenilgilerin, birkaç hafta sonra 8.liğe demir atma ve ne yapsan oradan çıkamama anlamına geldiğini umursamaz gibiler. Oynuyormuş gibi yapmayı yeterli görebiliyorlar. Birkaç adam çırpınıp duruyor, ötekiler de teknik direktörleriyle birlikte bu faciayı seyrediyor. En çok çırpınanı protesto eden taraftar da bu utanç tablosunu tamamlıyor… Maç iyi ki Arena'da değildi. Neler olabileceğini kolaylıkla tahmin edebilirsiniz ama o gün de pek uzak gözükmüyor….

Abdullah Aymaz - Nevbahar mesajı

$
0
0

Bir müjde verip geçenler sadece gönüllere su serptiler: Tohum ekenler, toprak altındakilerin nasıl korunacağını, fidanlara nasıl ihtimam gösterileceğini, gül endamlıların nasıl yetiştirileceğini fısıldayıp gittiler:

Maşeri vicdan, uyanış içinde; şehirde, köyde, çölde, badiyede... Bahar sadece bahçelere bağlara gelmez; dağlara, dağlardaki yamaçlara, hatta kuş yavrusu gibi ‘tüylenen kayalara', havaya, suya toptan gelir.

Mabed, mekteb ve kışlada letaif, derinliğince bir uykudan uyananlar gibi gerine gerine, esneye esneye de olsa silkinip kendine gelmektedir. Sanki tozu dumana katarak gelen biri var, müjdesini sağa sola mesajlar halinde tebliğ edip geçiyor; bahar müjdesi kulağına üflenmiş bülbüllerin, cırcır böceklerinin mukaddes vazifelerini durup dinlenme bilinmez bir şevkle eda etmeleri gibi...

Kapısında duramadığımız kalelerin içinde nutukhanlarımızın sadasını işitiyoruz. Andeliblerimiz sanki maristanda şakıyor. Ayak basamadığımız dikenlikte güllerimiz gülümsemeye başladı.

Siz hiç kış uykusundan kalkanları gördünüz mü? Bahar müjdesinin dağda, tepede, mağarada kulaklara nasıl fısıldandığına şahid oldunuz mu? Zindanların dehlizlerinde gözü karanlığa alışmış, hayali kanla lekelenmiş uzun bir kış gibi sadece kefen düşünmüşlerin kulaklarına, nevbahar mesajının üflendiğini hissetiniz mi? Dönüş ve uyanış tevbesinin, vicdanlara, yüzlere, gözlere aksedişini sonra da buhar buhar semaya yükseliş ve yüceliş sahnesini hiç olmazsa hayalinizde tablolaştırabildiniz mi? Kaplanın, arslanın tırnaklarını söküp atarak dişlerini fırlattıktan sonra ot ile teğaddiye başladığını gördünüz mü? Dört beş hasmını, gözünü kırpmadan yok eden bir câninin karıncaya ayak basamaz bir şefkat-i mücesseme kesb ettiğini duydunuz mu? İşte bizim baharımız bu keyfiyette, buhurdan gibi burnumuzda kokusunu tüttüre tüttüre, kendini hissettire hissettire ağır adımlarla geliyor. Haberini kâh kırdaki bir çiçekten, kâh dehlizdeki bir çiğdemden, kâh kışladaki bir defneden, kâh mektebteki bir gülden bir nergizden kâh hastanedeki bir papatyadan alıyoruz. Teker teker gözlerini ve gönüllerini açtıkları için bazılarını camekânda saklamak bazılarını erken doğmuş çocuk gibi oksijen çadırına almak icab ediyor. Çöl ve kır çiçekleri gibi kışa ve tufana karşı dirençli olanları bıraktık kendi hallerine...

Bir ilmi, bir denizi bir de yeşil fıtratı görsün ve kendi öz fıtratına dönsün diye çadırlarına çekilenler de var.

Başına bela yağmur gibi yağarken, sırtındaki yumurta küfesini düşünen, hizmet karakterinin kati prensiplerini tavırları ile tespit etmiş.. Bu mevzudaki bakış derinliğini, geleceğin ufkunu bütünüyle aydınlatacak kadar muhteşem görüyoruz. Sulh ve salahımız için fedakâr ve cefakâr neslimize öyle bir miras bırakılmış ki, kendileri kargaşaya vesile olmaları şöyle dursun, kasten körükleyenleri bile potalarında eritecek bir güçte. Masum olmalarına rağmen, kendilerini hürriyetten mahrum edecek dehlizlere götürenlere bile şefkatle bakıp salahları için el açıp yalvarmak var, gönülden dil dökmek var... Dosta düşmana, yara ağyara kavl-i leyyin esas... Yumuşak kökler taşları çatlatamaz diyemezsin ki... Dil kılıçtan keskin olur da lisan-ı hal lisan-ı kalden geri mi kalır? Bir masum ve mazlum zaten belli olan halini sana arz etmese bile, yüreğin yanıp kalbin atom zerratı halinde parçalanacak gibi olmuyor mu? Bu sükûttan feryadı, az mı görüyorsun?

Yalnız biz, baharı müjdeleyen kış sonu günler gibiyiz. Halimize bakıp “Nerde bunlarda bahar nişanı!” diye yanılarak ümitsizliğe düşme... Ey Yakub misal! Biz sana gömlek getirdik Yusuf'tan, sakın bizi cennet baharlarının kokusunu yüklenmiş Yusuf sanıp aldanma! Hem de Mısır, Kenan iline gelmez... Sen o azizin saltanat mülküne sefere hazırlan... Ve ey bağban bekleyen! Bahçeni sürüp, tohumlarını ekerek hiç ona hazırlık yaptın mı? Bahar gelir geçer de bahçende bir çiçek bile bitmeyebilir!.. (Sızıntı Dergisi 1980)

Şimdi de 36 sene sonra, diyorum ki: Yusuflara müjdeler olsun!..

Atıf Keçeci - Sadece maç kaybedildi

$
0
0

Fenerbahçe için de Beşiktaş için de üç puan şartı olmazsa olmazlarıydı.

Beşiktaş farkı dörde çıkaracak, Fenerbahçe zor olan lideri kovalamak durumunda kalacaktı. Düşünülen Şenol Güneş'in her ne kadar “Atak futbol oynayacağız” açıklamaları olsa da tedbiri elden bırakmayacağı futbolun fıtratında olan bir taktik anlayıştı. Rakibin iyi işler yapan iki kenar beki kontrol altında tutulması önemliydi. Ön liberoları da oyunu göbekten başlatmakta ve rakibi önde karşılamada başarıları biliniyordu.

Beşiktaş tarafı bu görüntüye cevap olarak ilerideki çizgi adamlarına rakip beklerin kontrataklarında ilk karşılayan olmaları görevini verecekti. Konuk takım beklenen onbirle oyuna başladı, ev sahibinde ise Nani kulübeye çekilmiş, oyunu iki yönüyle de oynayan Alper Potuk'a görev verilmişti. Oyuna tempolu başlayan Fenerbahçe daha 3. dakikada Siyah-Beyazlı defansın unuttuğu Volkan Şen'in ayağından kazandığı golle oyuna avantajlı, dolayısıyla moralli başladı.

Beşiktaş, ilk yarıda oyun kurmada sıkıntılar yaşadı. İkinci topları kazanmadaki eksiklik kanat hücumlarına hiç denecek kadar teşebbüs etmemesi haliyle pozisyona giremedi. 26'da şans Quaresma'ya geldiyse de baskı altında olmamasına rağmen vuruşunda çerçeveyi ıskalayarak önemli bir şansı yitirdi. İkinci yarıya Beşiktaş, Olcay-Gökhan Töre değişikliği ile başladı. Bu defa oyuna hızlı giren taraf konuk takımdı. 48'de Sosa topa doğru ayağıyla vursa skora eşitlik gelebilirdi.

Oğuzhan'daki durgunluk Sosa'ya daha çok yük binmesini getirdi. Buna rağmen bu dakikalarda Sosa, Marcelo ve İsmail Köybaşı ile yakaladığı fırsatları sayıya çevirememek skoru eşitleme şansını da kaybettirdi. 61'de Lopes Pereira skoru önce koruyup sonrasında artırmak düşüncesinden olacak iki değişiklik birden yaparak Diego ve Alper Potuk'u hızlı atak oyuncusu Nani ve orta alanda taze kuvvet Ozan Tufan'la değiştirerek sonrasında getirisini elde ettiği değişikliğe gitti.

Bu iki oyuncunun kombinasyonundan 83'te Ozan'ın pası ile gene Beşiktaş defansının adam kaybetmesinden istifade Nani durumu 2-0 yaptı. Şenol Güneş, oyunun seyrine etki yapacak müdahalelere başvursa da dün daha çok kazanmak isteyen rakibine mani olamadı.

Şahin Alpay - Anayasa Mahkemesi'ne çağrı

$
0
0

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Batı Afrika ziyareti öncesi yaptığı açıklamada Can Dündar ile Erdem Gül'ün tahliye olmalarına yol açan Anayasa Mahkemesi kararı hakkında şunları söyledi: "Mahkeme'nin kararını kabul etmek durumunda değilim. Verdiği karara uymuyorum da saygı da duymuyorum. Bu bir beraat kararı değildir, tahliye kararıdır. Aslında onlarla ilgili karar veren mahkeme kararında direnebilirdi… Ben gidiyorum, ortalık çalkalanabilir…”

Cumhurbaşkanı'nın bu sözleri etmesine şaşıran oldu mu, sanmam. Erdoğan, 2011 yılı başından bu yana, gayet kararlı bir şekilde, “genlerimizde var” dediği türden bir tek adam rejimi, alaturka başkanlık rejimi tesis etmenin peşinde. Kuvvetler ayrılığının kendisine engel olduğunu söyleyerek başladı, üzerine yemin ettiği anayasayı “bekleme odasına” aldığını, kendisinin de “fiilen başkan” olduğunu ilan ederek devam etti. Kendi eliyle başbakan yaptığı Ahmet Davutoğlu'na dahi güvenmediği, bütün iktidarı kendi ellerinde toplamak istediği ayan beyan ortada. Bunun için ne gerekiyorsa, fütursuzca yapacağı muhakkak. Aksi takdirde partinin, dolayısıyla ülkenin denetimini elinden kaçıracağı kaygısını taşıdığı çok açık.

Erdoğan, Meclis'teki AKP çoğunluğuna komuta ederek, yargıyı kendine bağımlı hale getirerek, iktidara göbek bağıyla bağlı işadamlarına yandaş medya kurdurarak, muhalif medyayı elinden gelen her yolla susturarak, yalnız partisi değil ülke üzerinde sulta kurmuş durumda. Erdoğan iktidarının önünde, cılız muhalefet dışında hemen hiçbir denge ve fren mekanizması kalmadı. Anayasa Mahkemesi'nin Can Dündar ve Erdem Gül için aldığı karar, bu nedenle hemen ilk kez ciddi bir “dur,” fren işareti anlamını taşımakta.

Anayasa Mahkemesi, bugüne kadar çok karışık bir performans gösterdi. Sulh Ceza Hakimlikleri'nin kurulmasına onay vererek, hukuk devletinin tahribine yeşil ışık yaktı. Hidayet Karaca'nın, Gültekin Avcı'nın, Mehmet Baransu'nun başvurularına cevap vermedi. Bunları biliyoruz. Yine de bir umut ışığı yaktığı için Anayasa Mahkemesi'ni kuruluş amacına bağlı olarak önüne gelen bütün davalarda insan haklarına dayalı hukuku üstün tutmaya, böylelikle bütün yargıya yol göstermeye çağırmalıyız.

Ergun Özbudun, Baskın Oran, Binnaz Toprak, Gencay Gürsoy, Levent Köker, Metin Günday, Murat Belge, Mustafa Erdoğan, Niyazi Öktem, Oktay Uygun, Turgut Tarhanlı, Yücel Sayman gibi saygın akademisyenler başta olmak üzere özgürlük ve çoğulculuk yanlılarından oluşan bir grup, dün kamuoyuna şu açıklamayı yaptı: “Darbe anayasasının yapıldığı tarihten bu yana, toplumda yeni anayasa arayışları eksik olmamış, farklı siyasal anlayışlara dayalı değişik anayasa önerileri gündeme gelmiştir. Bu çerçevede çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasa talebi en zor şartlarda bile savunulmuştur. Anayasa tartışmaları bir süredir yeniden canlanmış, kamuoyunun gündemine girmiştir. Çatışmaların sürdüğü ve mevcut anayasadaki hakların fiilen askıya alındığı bugünkü ortamda yeni anayasa sürecinin demokrasi dışı yönelimlere alet edilmesinden endişe duyuyoruz. Bu sürecin, otoriter bir rejime hukuki statü oluşturma ihtimaline karşı, tüm toplumsal kesimlerin evrensel demokratik değerler çerçevesinde etkili bir irade ortaya koymaları hayati önem taşıyor. Çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçü değerlere dayanan demokratik bir anayasa sürecinin şartlarını oluşturmak için, duyarlı herkesi ortak bir çabada buluşmaya davet ediyoruz.”

Çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir anayasa yapmanın şartları ne yazık ki mevcut değil. Ne var ki, etkin bir muhalefetle otoriter rejime anayasal statü verilmesini önleyebiliriz.

Bülent Korucu - 28 Şubat'ın konuşulmayanları

$
0
0

28 Şubat postmodern darbe süreci hâlâ doğru dürüst bir analize tabi tutulmuyor.

Mahkemelerdeki son düzenlemelerden sonra neredeyse kadük bırakılan yargı safahatı bir yana siyasi ve sosyal tahlil bile yapılmıyor. Pek çok konuda olduğu üzere farklı hesaplaşmaların zemini olarak kullanılıyor. Rahmetli Başbakan Necmettin Erbakan'ın yaşadıkları bile çarpıtılarak kullanışlı hale getiriliyor. ‘O gün dik durulsaydı' diye söze başlayıp bugünkü muktedirlere methiyeler dizenler haksızlık ediyor. O zamanki kurmaylarından Şeref Malkoç, yıllar sonra suç duyurusunda bulunurken ortamı şöyle tasvir etmişti: ''O dönemi hatırladığımızda Genelkurmay Karargâhı'nda, dönemin Başbakanı Erbakan'a omuz atan askerler vardı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Başbakanı'na ağır hakaretlerde bulunan, devlet geleneğine ve terbiyesine uymayan sözler söyleyen paşalar vardı.”

Erbakan iki endişe ile alttan alıyor ve gerilimi yükseltmiyordu. Birincisi muhtemel çatışma halinde hem ülke hem de kendi tabanının büyük zarar göreceğini düşünüyordu. Hâlâ ödenmeye devam edilen bedellerle geriletilen askeri vesayetin arkasından kahramanlık taslamak kolay. Nihayetinde bir koalisyon hükümetinin başkanıydı. Ortağı DYP, bütünlüğünü koruma sorunu yaşıyordu. Denk güçlerle bir mücadele ortada yoktu. Hoca'nın ikinci endişesi ise şuydu: partisiyle ilgili ‘seçimi kazansalar bile bunlara iktidar verilmez' algısı vardı. Bu algı pekişirse siyaseten bitmiş bir harekete dönüşme riski oluşabilirdi. Onun için Genelkurmay'ın “Rejim düşmanlarıyla aynı fikirde olamayız.” açıklamalarına rağmen "TSK ile aramızda hiçbir sorun yok." demeyi sürdürüyordu.

Erbakan'ın süreçteki tavrı birçok eleştiriyi tetikliyordu. Bugün sadece Fethullah Gülen'in eleştirileri gündeme getiriliyor. Oysa sadece Gülen değil, pek çok isim benzer eleştiri ve önerilerde bulundu. Gülen, Hz. Ebubekir ve Ömer bin Abdülaziz'in görevden çekilme taleplerini hatırlatarak bunun gocunulacak bir durum olmadığını vurguluyor ve şöyle diyordu: “Büyüyen bir Türkiye, dünya ile entegrasyona giden bir Türkiye, çok problemi olan Türkiye, iktisadî;, siyasî;, kültürel ve dünya ile münasebetleri açısından kocaman, büyük dev bir Türkiye ve gelecekte dev olmaya müsait bir Türkiye. Bunu idare edememiş olabilirler. Bu açıdan da tamamen yetersiz dememeye çalıştım. Fakat öyle de olsa Türkiye'nin bahis mevzuu olduğu bir yerde milletimizin geleceği bahis mevzuu olan bir yerde, bizim şahsî; onurumuz, şahsî; gururumuz hatta siyasetten beklediklerimiz bahis mevzuu olamaz. Aslında, iyi bir Seçim Kanunu, umum Türk toplumunun benimseyeceği bir intihap hususiyeti ve keyfiyeti ve -belki benim haddimi aşan bir husus, maksadı da aşmışlık sayılabilir- erken bir seçime gidilmesi çare olabilir.” Gülen, ‘seçime gidin' demek için kırk dereden su getiriyordu.

Seçimi çıkış yolu olarak gören başka isimler de vardı. Ali Bayramoğlu, Korkut Özal'dan şu cümleleri aktarıyordu: “Koşulları uygulamak zorunda kalırsa Erbakan ve RP biter. Direnmek de pek kolay görünmüyor. Yapılması gereken DYP ve RP'nin birlikte seçim kararı vermesidir.” (4 Mart 1997, Yeni Yüzyıl Gazetesi)

Ahmet Taşgetiren de benzer eleştiriler kaleme almıştı: “Başbakan sakil kaçacağını bile bile neden Genelkurmay Başkanı'yla görüşmesini atom bombası patlatmaya benzetti? Neden protokole aykırı şekilde Başbakanlık'ın kapısında karşıladı? Neden kendisini TSK mensuplarına, tüm toplum kesimlerince garipsenen ve adalet hislerini ayağa kaldıran bir zam vermek zorunda hissetti? Ve neden sık sık orduyla problemimiz yok mesajı verme ihtiyacı hissetmektedir?” Aynı Taşgetiren daha sonra ‘Fazilet'i gelin ettik, dul çıktı' diye yazdı. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan da tenkitçiler arasındaydı. Parti grup toplantısındaki çıkışı Erbakan'ı kızdırmış ve “Kabadayılığa lüzum yok.” azarı yemişti. Keşke objektif araştırmacılar 28 Şubat'ın kapağını kaldırsalar ve gerçek bir yüzleşme yaşansa…

Sevgi Akarçeşme - Seçici adalet, adalet değildir

$
0
0

Nuri Bilge Ceylan'ın ifadesiyle ‘yalnız ve güzel ülke'mizde nadir de olsa sevindirici gelişmeler olabiliyor.

Kiralık medyanın iddia ettiği casusluk safsatasının aksine, tamamen gazetecilik faaliyetleri nedeniyle sindirme amaçlı hapse atılan Can Dündar ve Erdem Gül'ün 92 gün sonunda tahliye edilmeleri gibi. Her ne kadar gazetecilerin özgürlüklerine kavuşmasını sağlayan Anayasa Mahkemesi (AYM) kararını anayasayı koruması en çok beklenen kişi tanımadığını ilan etse de karar, mutluluğa hasret insanımıza ilaç gibi geldi. Doğrusu, insan, zirveden yapılan açıklama karşısında “Anayasanın 138. maddesini ihlal ederek açıkça mahkemelere talimat vermek, sessiz kalmaksa acaba sessiz olmamak nasıl olurdu?” diye merak ediyor…

AYM'nin hak ihlali kararı 92 gün boyunca özgürlükleri gasp edilen Dündar ve Gül'ün çalınan zamanlarını geri getirmez, ama öyle bir ülke haline geldik ki artık adaletin bu kadarcık tecelli etmesine bile sevinir olduk. Sonuçta mahkemelerin siyasetin ağır vesayeti altında olduğu bir sistemden bahsediyoruz. AYM'nin çok daha önce başvuru yapan bir diğer tutuklu gazeteci Mehmet Baransu'nun başvurusunu beklettiği göz önüne alınırsa adaletin seçici davrandığını iddia etmek yanlış olmaz. Baransu'nun başvurusunu görmezden gelen AYM, muhtemelen yurtiçinden ve dışından yükselen baskı üzerine Dündar ve Gül'ün başvurusunu değerlendirmeye aldı. İyi de yaptı, ama bu seçici adaletin adalet olmadığı gerçeğini değiştirmeye yetmiyor. Bu karar, Can Dündar kadar ünlü ve popüler olmayan diğer tutuklu gazeteciler için de emsal teşkil etmeli. Ne var ki, Hidayet Karaca'nın tiyatro gibi bir mahkemede yargılanıyor oluşu, Mehmet Baransu ve Gültekin Avcı'nın Kafka'nın Dava romanından beter keyfi süreçleri, adalet adına çok da umut veremiyor.

AYM kararı, uluslararası baskının tahmin edilenden öte bir gücü olduğunu göstermesi açısından önemli. Fakat tıpkı AYM'nin kararı gibi, uluslararası baskı da medya özgürlüğü konusunda seçici olduğu izlenimi veriyor. Joe Biden'ın Hidayet Karaca'nın oğlunun mücadelesini es geçip Can Dündar'ın oğlu ile görüşmesi yeterince açık bir mesaj. Yine de, bu karardan sonra uluslararası camia, Türkiye'nin baskıcı rejimi üzerinde yeterli kaldıracı olmadığı varsayımını gözden geçirmeli.

Türkiye'de medya ve ifade özgürlüğü alanındaki tek engel seçici, ayrımcı, keyfi adalet ve uluslararası baskı değil. Ne yazık ki toplumdaki dayanışma eksikliği ve mahalle baskısı da önemli engeller. Dündar ve Gül'e dair tahliye kararı vermesi beklenen mahkeme, Hidayet Karaca'yı bir dizi senaryosundan yargılarken, kamuoyuna açıklama yapanlar mahkeme sanki medyayı değil de adi bir suçu yargılıyormuş gibi Hidayet Karaca'yı görmezden geldiler. Cemaat, geçmişten aldığı dersle samimi bir biçimde tüm mağdurlara sahip çıkarken bu kez öteki mahalle, medya özgürlüğü sınavında kısmen sınıfta kaldı. Neyse ki Can Dündar, özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz yaptığı konuşmada, hapisteki tüm gazetecilere vurgu yaptı ve ‘umut nöbeti'nin devam etmesi gerektiğini söyledi. Türkiye'ye despotizmin daha da hasar vermemesi için olması gereken, farklı kesimlerin ortak evrensel demokratik paydada buluşmasıdır. Medyanın ezici kısmı rejimden bolca nemalanırken, geride kalan bağımsız medyanın dayanışma göstermeme lüksü yok.

Kararı tanımayanlara rağmen, her bir gazeteci özgürlüğüne kavuştuğunda kutlama yapmalı, mutlu olmalıyız, ama seçici ve keyfi adaletin adalet olmadığını, yargının siyasetin vesayetinden kurtulmadan baskıdan kurtulamayacağımızı akıldan çıkarmadan…


Mümtaz'er Türköne - 'Şeriat devleti'nden 'yandaş teolojisi'ne

$
0
0

Cumhurbaşkanı'nın Ensar Vakfı'nda söyledikleri, Can Dündar hakkındaki AYM kararı için "tanımıyorum", "saygı duymuyorum" sözlerinin gölgesinde kaldı ve hak ettiği ilgiyi pek göremedi.

Gerçi biraz dağınık, muhakemesi aksayan, muhtemelen bir metinden değil irticalen yapılan hamaseti ağdalı bir konuşmaydı; ama yine de "hedefimiz dindar nesildir" mesajı güneşli bir gökyüzü kadar aydınlıktı. Yıllar önce Erdoğan başbakan sıfatıyla bu sözü söylediğinde yer yerinden oynamış, uzun tartışmalara yol açmıştı. Şimdi ne bu söz, ne de imam-hatiplerin genel eğitim kurumlarına dönüşmesi yadırganıyor. Milli Eğitim Bakanlığı'nın işi büyütüp bütün liselerde imam-hatip sınıfları açması üzerinde ise hiç durulmuyor. Türkiye'de çok şeyin değiştiği aşikâr. En azından Kemalistler, laikler, ulusalcılar hem "dindar nesil hedefi"nden, hem de "profesör imam hatip müdürü" profilinden ve -eğitim kalitesi çok düşse de- bu okullarda öğrenci sayısındaki patlamadan şeriat devletinin adım adım kurulduğu sonucunu artık çıkartmıyorlar.

Zaman gerçekten değişti; Anayasa Mahkemesi'nin AK Parti kapatma davasının (Esas: 2008/1) iddianamesi de kararı da "şeriat devleti" veya "din devleti" kurma suçlaması üzerine inşa edilmişti. Peki bugün "dindar nesil hedefi" neden "şeriat devletinin esaslı bir adımı" olarak görülmüyor? Cevap çok sade: Şeriat devleti diye bir hedef yok; onun yerine diktatörlüğe giderken lider kültüne uygun bir teoloji oluşturma çabası var. İmam-hatiplere dindar nesil değil, totaliter bir diktatörlüğü benimseyecek nesiller yetiştirme görevi veriliyor. İlahiyat fakültelerine, Diyanet görevlilerine, imam hatiplere müdür olarak atanacak profesörlere şeriat esaslarına dayalı bir devlet düzeni kurma değil, bir yandaş teolojisi oluşturma ve bunu genç nesillere aşılama görevi veriliyor. Bu iddianın amprik bir dayanağı var: Türkiye'de dindarlık Erdoğan'ın liderliğinde hızla geriledi. Son olarak Diyanet Sendikası'nın Başkan'a sunduğu rapora bakmak bu iddiayı kanıtlamak için yeterli.

Son yazımda, cuma namazı kıldığım Mihrimah Sultan Camii'nde genç vaizin, cehennem azabıyla korkutarak nasıl "lider kültü" propagandası yaptığını aktarmıştım. Bunun tam karşılığı Ensar Vakfı konuşmasında bulunuyor. Erdoğan vesayetçileri, paralelcileri, bölücü örgütü, yedi düveli ve "kifayetsiz muhteris" sıfatıyla kendisine muhalefet eden eski yol arkadaşlarını "düşmanlar" olarak tek tek sıraladıktan sonra, yiğitçe hepsine "hodri meydan" çekiyor. Sonra? Bu kadar düşmanın hakkından gelmek üzere lafın bağlandığı hüküm, işte bu teolojinin iman sahiplerini gerçekten rahatsız edecek bir misali: "Çünkü biz, 'lâ galiba illallah' emrine boyun eğmiş, galip olanın sadece Allah olduğuna inanmış insanlarız." Bir dakika durun ve lafın bütünü hakkında düşünün: Özne kim, Allah mı, yoksa düşmanlarına galebe çalacak olan siyasetçi mi? Allah'ın her daim galip gelmesi, neden siyasetçinin galip gelmesi anlamına geliyor? Vekâlete dair bir senet mi var elinde?

Geçen sekiz sene zarfında Türkiye'de laik-Kemalistlerin öcü gibi korktuğu bir "şeriat devleti" ihtimalinin bulunmadığı, bu yandaş teolojisi marifetiyle ispatlanmış olmalı. Machiavelli'nin ortaya koyduğu gibi iktidarlar halka boyun eğdirmek için dini, bir meşruiyet aracı, bir payanda olarak tereddüt etmeden her fırsatta kullanır. İktidarlar ve politikacılar gücün sınırına dayandıkları zaman kendilerini tanrılaştırmaya, dolayısıyla kendi teolojisini üretmeye, hakkında dinî; duygular uyandırmaya çalışır. Carl Schmitt'in "siyasî; ilahiyat" kavramına müracaat edebilirsiniz.

Yandaş sosyolojisinin işleyişini çözebilmek için önce işte bu yandaş teolojisini deşifre etmemiz gerekiyor.

Herkül Millas - Farklı yalnızlıklar Tosun Terzioğlu'nun ardından

$
0
0

Bir yanda normaldir, insanlar yaşlanır ölür diyorum, öte yanda arkadaşlarımdan birini kaybedince çok acı duyuyorum.

Bir ihtimal onları yaşlı olarak görmememdir. Onların bir kısmı benim için ortaokul, bir kısmı üniversite öğrencisi yaşında hep. Hep de öyle kalacaklar gözümün önünde. Yeni öğrendim sayılır; biz insanlar öyle “programlanmışız”, yaşlının ölümüne dayanabilir, çocukların ve gençlerin zamansız ayrılışına zor katlanabilirmişiz. Arkadaşlar eskiyse, çocukluk ve gençlikten gelenlerdir ve onları hep o halleriyle algılarız demektir.

Onlar için gözyaşı dökerken hangi oranda kendi gidişimize de ağlarız acaba? Onlar benim yaşamış olduğuma şahitlik edenlerdi bir bakıma. Onlar yok olunca varlığımın kanıtları da eksilir gibi oluyor. Yokluklarıyla benden de bir parça gitmiş oluyor. Onlar olmadan dünya da artık aynı dünya değil. Etrafım yok oluyor. Bu duygular bana hep unuttuğum bir şeyi hatırlatıyor. Hayatın gerçek boyutunu, anlamını, zamanın değerini ve kısalığını. Bir de kendi ölümüm başkalarında bu tür duygulara neden olacaksa yakınlarımdan peşin özür dileme gereğini.

Bunları Tosun Terzioğlu'nun ölümü yazdırdı. Tosun aklımda, gazetelerin yazdığı gibi Prof. Dr., Sabancı Üniversitesi kurucu rektörü, TÜBİTAK başkanı, ve başka değerler taşıyan biri olarak değil; ortaokul ve lisedeki sınıf arkadaşım, birlikte yarışlara katıldığım, hayatî; gençlik tartışmaları yaptığım, sonra ailece dostluğumuzu sürdürdüğüm ve anlaşabildiğim yakın genç arkadaşım olarak kalmış. Benim kaybım bu yüzden biraz farklı, biraz özel. İnsanın hiç arkadaşı olmamış olması acaba daha mı iyi olurdu? Bu durumda acı kayıpları da olmaz belki.

Siyasî; kayıplar

Siyasi bir şeyler yazıyorum sanılmasın; siyasetin sebep olduğu insanî; bir durumdan da söz etmek istiyorum. Eski arkadaşlarımın bir kısmını da, ülkenin kutuplaşması yüzünden kaybettim. Onlarla bir arada olmaktan kaçınıyorum, yolda karşılaştıklarımızda en azından selamlaşabilelim diye. Onlarla tartışmak, hatta konuşmak bile zor. Farklı siyasi görüşteysek onların da beni nasıl gördüklerini tahmin edebiliyorum: Ben onların gözünde kullanışlı aptal, uluslararası bir komplonun parçası, çıkarı için ahlaksız, hatta hangi nedenden olduğu bilinmese de, bilerek veya bilmeyerek hain. Umudum, kimilerinin beni anlamamakla yetiniyor olmaları!

Bir kavgada iki tarafın olduğunu düşünür, acaba ben de “hasım” saydığıma aynı şeyi yapıyor, birilerini benzer biçimde ötekileştiriyor muyum diye kendime soruyorum. Sanırım ben kimseyi hain ve düşman bir lobinin üyesi görmüyorum. Tek bir kişiyi bile bu tür yakıştırmalarla aklıma getirmiyorum. Komplo teorilerini paranoya sayıyorum. Benim hayal yolu ile oluşturduğum senaryolarım yok. Mümkün olabilecek durumları muhtemel durumlar olarak ele almıyorum. Ama itiraf ediyorum, bazı insanların ahlakını, çıkarcılığını ve akılsızlığını düşünmüyor değilim. Ancak bu insanları böyle değerlendirsem ve böyle olduklarından şüphe etsem de onlar için alenen böyledir demiyorum – görüşlerimi yalnız yakın dostlarıma söylüyorum! Kapalı kapılar ardında ve güvendiklerimle dertleşme dedikodusu yapmakla yetiniyorum.

Diyalog kuramamanın formülü

Hangi insanlarla (siyaset, felsefe, ahlak konularını) konuşamıyorum, diyalog ve iletişim kuramıyorum? Anlaşmak veya anlaşmamak farklı bir şey; ve bu o denli önemli değil. Beni kaygılandıran karşılıklı oturup konuşma olanağının bile artık olmaması. Kimleriyle aramda böyle bir duvar var! Bu konuda bir formül düşündüm. Şu özellikleri taşıyan insanlarla bazı konuların konuşulması hemen hemen imkânsız oluyor: 1) Söz konusu bir alanda bilgisiz olanlar, temel veri ve ilkelerden habersiz olanlar. 2) Belli bir ideolojiye veya inanca bağlı olduklarından, inançlarına ters gelecek her görüşe tahammül edemeyenler; 3) Kişisel çıkarlarına ters gelecek görüşleri, bir refleksle peşin reddedenler; 4) İç dünyaları yüzünden (kişisel fobiler, kompleksler, saplantılar ve psikolojik eğilimler, vb. gibi) tepki koyanlar; ve 5) düşük IQ, yani düşük zekâ dereceleri yüzünden bazı görece karmaşık durumları anlama sıkıntısı yaşayanlar. Bu testi Tosun kadar başarılı geçecek ancak bir iki kişi geliyor aklıma.

Bir dostun ölümü…

Aslında bu beş sorundan bir tanesi bile sağırlar diyaloğunu başlatabilir. Ama ilk ve son kategoride bulunanlar aşılmaz bir sorun olmuyor. Bir konuyu bilmeyene, pek zeki olmasa da, o konu karmaşık olsa da, basit bir dil kullanarak anlatmak, bu konuda dertleşmek, meramını anlatmak her zaman olanaklıdır. Ama ideolojik saplantıları olan, çıkarlarına öncelik vererek gerçekleri görmek istemeyenler veya karmaşık iç dünyaları yüzünden farklı görüşlere tepkili olanlarla diyalog pek olanaklı değil. Belli bir yaştan sonra insanın sabrı ve dayanaklığı da azaldığı için bu tür eski arkadaşlardan biraz uzak kalmada yarar görüyorum.

Yani ayrılık ve yalnızlık farklı biçimlerde yaşanabiliyor. Biri zoraki ve kaçınılmaz; ölümlerle geliyor. Ötekisi bir tür bilinçli kişisel seçimle. İkisi de acı, ama ölümlü olanı daha acı, öğretici de. Bir dostun ölümü bizi daha akıllı kılıyor. Değerlerimizi dengeliyoruz. Kaybın büyüklüğü karşısında küçük hesaplar, kaprisler, alınganlıklar yüzünden geçimsizliklerin ne kadar gereksiz olduğunu o an anlıyoruz. Bir an için kaçınılabilecek sürtüşmelerin gereksiz olduğunu anlıyoruz. Pişmanlık duyuyoruz ve keşke arkadaşlıklar hep sürseydi diyoruz. Masum çocukluk ve gençlik yıllarımızın şahidi arkadaşları keşke daha sık görseydik, onlarla daha uzun sohbetler etseydik, sinemaya, gezilere gidip kitaplar okumak yerine onlarla bir arada bulunsaydık diyoruz. Yanlışlarımızı anlıyoruz. Tabii iş işten geçtikten sonra. Dostlarımın ölümü böyle bir şey.

Gökhan Bacık - Muhafazakârlar ve çevre

$
0
0

Türkiye gündeminin ortasına sık sık oturan iki konu, her defasında bizlere “seçtiğiniz kalkınma modelinde bir sorun var” diyor.

Bunlar “maden kazaları ve çevre tartışmaları”. Artvin'de süren çevre tartışmalarında bir kere daha çevre konusu ortaya çıktı. İstisnalar hariç memleketin neresinde bir çevre yürüyüşü varsa bu olay çok aleni “sol bir atmosferde” vuku buluyor. Dolayısıyla Türkiye'de dindarların, muhafazakarların hatta geniş açıdan Türk sağının “çevre ile olan münasebetini” tartışmak gerekiyor. Türkiye muhafazakarlığı için çevre ne anlam ifade ediyor? Diyelim ki “ah bu solcular çevre işini suiistimal ediyor” peki o zaman bu işin doğrusu nedir?

Bir şeyin teorisinde olmayan şey pratiğinde olmaz. Kabul etmek gerekiyor ki içinde dini gruplar da olmak üzere Türk muhafazakarlığının kurucu metinlerinde çevre diye bir konu yoktur. Şimdi bazıları “efendim ‘elinizdeki fidanı kıyamet kopsa dikiniz' hadisi var” diyecekler biliyorum. Elbette bunlar önemli lakin bu tip bölük pörçük çevre üzerine güzel sözler olduğu gibi kalmış bir muhafazakar çevre felsefesi üretilememiştir. Maalesef bu tip güzel sözler -hadisler de dahil- “olur mu canım bakın bizim değerlerimizde neler var” demek için kullanılmıştır. İslami hareketin hiç bir fraksiyonunda bir “çevre risalesi” yazılmamıştır. Çevre konusuna önem veren bu işe kafa yormuş pek çok muhafazakâr vardır ancak bunların hassasiyetini kendi tabanları birincil konu olarak hiçbir zaman görmemiştir.

Türk sağında elbette vatan kavramı hayatidir ve kutsaldır. Ancak, garip biçimde vatan kavramı Türk sağında ve muhafazakârlığında “çevre kavramı” ile örtüşmemiştir. Türk sağında vatan düşmanlardan korunur. Halbuki çevrecilik, vatanı kendi insanlarından korumayı öngörür. Bir ülkenin yani bir vatanın çevresini genelde kendi vatandaşları mahveder. Nitekim İstanbul'un eşi benzeri olmayan tarihî; dokusunu Türkler, mahvetmiştir. Bugünkü Anadolu binlerce yıldır yerleşim yeri olmakla birlikte üzerinde tarihî; dokusu ve güzelliği korunmuş Prag, Viyana gibi bir tane şehir kalmamıştır. Geçmişi ile övünen ancak tatilinin bir kısmını Prag'da, Viyana'da yahut başka bir Batılı şehirde geçiren orta üst sınıf bütün muhafazakârlar o nedenle biraz “yutkunarak tatil yaparlar.” Çünkü kutsadıkları geçmişin kendilerine bir tane Prag gibi derli toplu mimari doku bırakmadığını bizzat görürler.

Bir diğer önemli konu ise gündelik İslam fıkhıdır. Pek çok Müslüman gündelik hayatını İslami kurallara göre yaşamaya azami önem gösterir. “Şunu yesem helal midir?”, “acaba şu çikolatanın içinde helal olmayan bir şey var mı?” gibi konulara çok önem verilir. Mesela “filan iş abdesti bozar mı?”, “mesh ederken ne yapmalı?” gibi konular neredeyse bin yıldır günlük hayat fıkhını istila etmiştir. İslam'ın 16. yüzyılında hâlâ bu konular öncelikli konulardır. Ümmet, 1500 yıl gibi uzun bir süre sonunda hâlâ “doğru dürüst nasıl sahura kalkılır” konusunu tartışmaktadır. Ancak daha kötüsü bu “gündelik fıkhın” içine çevre konuları girmemiştir. Çok dindar bir Müslüman “öğle namazını kaçırmak konusunda” gösterdiği hassasiyete benzer bir tepkiyi “ağaç kesilmesine” asla göstermez. Eğer Müslümanların büyük bir kesimi gündelik hayatta fıkha önem vermeye devam edecek ise, fıkhın dönüşmesi elzemdir. “Kırmızı ışıkta yayaya yol vermek en az namaz kılmamak kadar yanlıştır” şeklinde bir algıyı İslami fıkıh üretmeye razı gelir mi? Yahut “kırmızı ışıkta yayaya yol vermemek onun geçiş hakkını gasp etmektir ve haramdır” diyecek bir fıkıh üretilebilir mi? Böyle bir yaklaşımın çevre için de sağlanması mümkün olur mu? Yoksa bir 1500 yıl daha “ezanı duymadan orucu açtım tekrarı mı şart?” gibi tartışmalar devam mı eder? Bu tartışmalara önemsiz denilemez ancak bu ayrıntılar, dinin asıl amacını sağlamaktan kopmuş ve sanki bu ayrıntıları yerine getirmeyi marifet sanan bir yanlış yaklaşımı üretmiştir. Daha açık yazayım: Ailede, Kur'an kursunda, sohbette, hutbede öğrenilen günlük İslam fıkhından bir çevre bilinci çıkmıyor. Bunun çıkmadığını anlamak için bulunduğunuz şehirde yarım saat yürüyün yeter. Mesela bir kitapçıdan alacağımız kaç İslam ilmihalinde iş ahlakı veya çevre ahlakı (yahut trafik ahlakı) bölümleri vardır?

Yaşar Yakış - Valdai toplantısı (1)

$
0
0

Geçen hafta Moskova'da Rusya'nın prestijli kurumlarından biri olan Valdai Düşünce Kulübü'nün Ortadoğu ile ilgili bir toplantısına katıldım.

Kulüp adını, Moskova ile St.Petersburg arasında göl kıyısındaki bir kasabadan alıyor. Türkiye'deki Abant Platformu ile birçok benzerlikleri var. İkisi de kendi ülkelerindeki en önemli iki metropolün arasında, her ikisine de takriben aynı mesafede bir yerde bulunuyor. İkisi de göl kenarında. İkisi de ülkelerinin en ciddiye alınan tartışma platformlarından biri. İkisi de birbirlerine en zıt düşüncelerin dile getirilebildiği birer forum. Belki tek fark Abant Platformu'nun 1998'de, Valdai Düşünce Kulübü'nün ise 2004 yılında kurulmuş olması.

Geçen haftaki Valdai toplantısının başlığı “Ortadoğu: Şiddetten Güvenliğe” idi. Ortadoğu ülkelerindeki en güçlü düşünce kuruluşlarının temsilcileri toplantıda idiler. En canlı tartışmalar, bekleneceği üzere, Suriye krizi etrafından cereyan etti. Bunlar arasında Türk kamuoyunun ilgisini çekebilecek görüşmelerin bir bölümünü bu yazımda, geri kalanını gelecek yazımda özetleyeceğim:

Ateşkes kalıcı olacak mı?

ABD ile Rusya arasında varılan ateşkes mutabakatı, toplantının bittiği cuma gününü cumartesiye bağlayan gece, Şam saatiyle gece yarısı yürürlüğe girecekti. Katılımcılar arasında ateşkesin kalıcı olup olmayacağı konusunda görüş birliği yoktu. Kalıcı olmasına ihtimal vermeyenler, görüşlerini şu iki nedene dayandırıyorlar:

Birincisi, Suriye'de savaşan taraflar çok bölünmüş durumda. Aralarında, bir köyün veya kasabanın güvenliği için çarpışan küçük mücahit gruplar da var. Bunlar El Nusra Cephesi, Ahrar-ı Şam, Fatih Tugayları gibi büyük muhalefet grupların şemsiyesinde çarpışıyor görünseler dahi birçok yerlerde bu büyük kuruluşlardan bağımsız da hareket ediyorlar. Bazen yerel koşullar, yukarıdan gelen emrin uygulanmasını zorlaştırdığı için böyle hareket ediyorlar, bazen de yukarıdan gelen emirleri kendi eğilimlerine ters buldukları için farklı davranıyorlar. Bu nedenle ateşkes yerel düzeyde veya bir köy yahut kasaba ölçeğinde zaman zaman bozulabilir. Bunu genel ateşkesin çöktüğü şeklinde algılamak doğru olmaz. Ancak bu küçük ateşkes ihlalinin kısa zamanda büyüyerek daha geniş bir ateşkes ihlali haline dönüşme ihtimali her zaman mevcuttur.

Ateşkesin kalıcı olmasına ihtimal vermeyenlerin ileri sürdükleri ikinci neden şu: Belki IŞİD veya El Nusra Cephesi gibi muhalefet örgütlerinin tutumlarının ne olduğu konusunda tereddüt olmayabilir. Fakat küçük mücahit gruplarının, bağlı oldukları şemsiye kuruluşlara sadakatleri o kadar güçlü değil. Bu küçük gruplar, zaman içinde, bağlı oldukları büyük kuruluşlara sadakatlerinde de değişiklikler yapabiliyorlar. Başka bir deyişle, bugün Ahrar-ı Şam bünyesinde savaşan bir muhalefet grubu, yarın başka bir muhalefet grubu bünyesinde savaşmaya başlayabiliyor. Bu değişken sadakat ortamında, ateşkesi ihlal eden küçük bir mücahit grubunun eylemleri nedeniyle çatı kuruluşları ateşkesi ihlal etmiş sayılacaklar mı, belli değil.

Ateşkesin bozulmayacağını düşünen veya temenni eden katılımcılar ise kırılganlıkları kendilerinin de gördüklerini ancak, bugünkü koşullarda atılabilecek daha olumlu başka bir adımın bulunmadığını; bu nedenle ateşkesin desteklenmesi için uzaktan yakından ilgili her kesimin, elinden gelen her türlü katkıyı vermesi gerektiğini belirttiler.

Rusya'nın Suriye'deki varlığı

Rusya'nın Suriye'deki uzun vadeli amacının ne olduğu tüm yabancı katılımcıların en çok merak ettikleri konu idi. Fakat toplantıdaki Rus katılımcılar, çok ketum davrandılar ve uzun sürede Rusya'nın Suriye'de yerleşmek amacını güttüğü şüphesini uyandıracak beyanlardan özenle kaçındılar. Rusya'nın Suriye'deki askeri varlığının IŞİD'le ve Suriye rejiminin düşmanları ile savaşmakla sınırlı olduğunu vurgulamakla yetindiler. Ancak Rusya dışından katılanların, verilmek istenen bu izlenime ikna olduklarını gösteren hiçbir emare yoktu.

Valdai toplantısında Türkiye-Rusya ilişkileri, Kürt konusu ve ABD-Iran ilişkileri konularında görüşülenleri gelecek makalemde özetleyeceğim.

Turhan Bozkurt - Kayyımlar millî sermayeyi yok ediyor

$
0
0

Son senelerin en etkileyici başarı hikâyesini yazan Koza İpek Medya Grubu artık yok.

İki gazete, iki televizyon kanalı ve bir radyo istasyonu kayyım başı Hasan Ölçer ve arkadaşlarının elinde 4 ayda battı. Daha doğrusu batırıldı. Yüzlerce meslektaşımız (kayyım kontenjanından masa sandalye kapanları kastetmiyorum) işsiz kaldı. Bugün TV gibi haber televizyonculuğunun çevik atleti, iş bilmez insanların elinde katledildi.

Ticari sebeplerle, patronun inisiyatifi ile gelmedi bu hazin son. İktidarın 'ya havuza girersin ya da yok olursun' tehdidine pabuç bırakmayan müstağni işadamı Akın İpek'e diz çöktürebilme ümidi ile kast ettiler Koza İpek Medya'ya. Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun 'Basın hürriyeti kırmızı çizgimdir.' dediği günlerde TOMA ordusu ile geldiler gazete ve TV'lerin bulunduğu binaya. Kapıları kırdılar, meslektaşlarımıza ters kelepçe vurdular. Tarık Toros'un can siperane yayıncılığını kesmek için naklen yayında Bugün TV'nin ekranını siyaha düşürdüler.

Kayyım tayini, zulmün kılıfıydı. O güne dek kayyıma devredilen hangi şirkete böylesine vahşice muamele yapıldı? Tıkır tıkır işleyen bir gruba devlet niye el koyar? Tıpkı Bank Asya'nın yönetiminin TMSF'ye geçmesinde ve Kaynak Holding zulmünde olduğu gibi talimatı Saray'dan verilen bir işlemde makuliyet veya hukukî;lik aramak abesle iştigal.

Ortada ne bir suç ne de bitmiş bir dava vardı. Dolandırıcılıktan sabıkalı, madenciliğin m'sini bilmeyen bir adamın bilirkişi sıfatı ile imzaladığı düzmece raporla tek kişilik proje mahkemeden alınmış bir kararın arkasına sığınanlar bir gün hür ve tarafsız mahkemelerde hesap verecek.

Gelirken maksatlarının yok etmek, batırmak olduğu ayan beyan biliniyordu. Kendi onayladıkları 2015 bilançosu Kamuyu Aydınlatma Platformu'na (KAP) gönderildi. İmzaladıkları bilançoda kanun dışı tek kuruş yok. Sudan bahaneleri de kendi imzaları ile çöpe atıldı. Kayyımların hâlâ holdingde kalması tek kelime ile zulümdür.

Türkiye'den 123 milyar dolar kaçırıldığını iddia eden savcı, 4 aydır bunun belgelerini bulamadığına göre mahkemeden sermaye gaspına son verilmesini niye talep etmiyor? Savcı, Koza'nın bu kadar mükemmel bir muhasebe ve kayıt sisteminden şüphe ettiği için bütün bu hukuk cinayetlerine imza atmıştı. O imza ile ipe giden ilk kurbanlar Bugün ve Millet gazeteleri, Kanaltürk ve Bugün TV ile Kanaltürk Radyo oldu.

17/25 Aralık 2013'te ayakkabı kutularından milyon dolarlık para balyaları ile suçüstü yakalanan 4 bakanı mahkemeden kaçırmak için hazırlanan tezgâha itiraz eden birkaç medya grubundan biri idi Koza İpek. Kayyım elinde, milletin gözü önünde boğazlandı. Can vermesi 4 ay sürdü. Hani büyüteceklerdi, hani gelirini artıracaklardı bu grubun? "Bu gasptır" diyenleri böyle ikna etmeye çalışıyordu AKP hükûmeti.

Kayyımlar, 200'e yakın gazeteciyi geldikleri gün tazminatsız kapının önüne koydukları halde Koza İpek Medya'yı malî; açıdan çökerttiler. Tirajlar 100 binlerden 10 binlere geriledi. Borsa'daki 3 grup şirketinin hisse fiyatı yarı yarıya düştü. Zira yaşatmaya değil batırmaya gelmişlerdi. Tek bir dertleri vardı; o da batırmak üzere gönderildikleri gemide son ana dek sefa sürmek. Bu kısa saltanatı kendilerine bahşedenlere diyet borcunu ödemek için de senelerin emeğini yerle bir ettiler.

Akın Bey'in parası ile onun gazetesinde Melek İpek anneye, sevip hürmet ettiği insanlara, Can Dündar ve Erdem Gül'e, muhalefet partilerine iftiralar yağdırdılar. Kayyım, gazeteleri batırdıkları son güne kadar ballı maaş ve harcamalardan geri durmadı.

Akın İpek anasının ak sütü kadar helal şirketleri yağmalanırken hukuktan, nezaketten ve sabırdan ayrılmadı. Ağır bedeller ödeme pahasına hak ve hürriyet mücadelesi nasıl yapılır herkese gösterdi. Bugün bazılarına kaybetmiş gibi gelebilir. Oysa Akın İpek nesiller boyu anlatılacak yiğit işadamlarından biri olarak tarihe geçti. İstila devrinde saltanatlarının bâki kalacağını zanneden kayyımlar ise külliyen kaybetti.

Akın İpek, mütevekkil ve kendinden emin bir eda ile ne güzel hülasa etti olup biteni:

"İpek Medya, Türkiye'nin en değerli, en etkin medya gruplarından biriydi. Özgürdü. Demokrasiyi, evrensel hukuku, evrensel insan haklarını, düşünce ve ifade hürriyetini savundu. Vuruldu. Şimdi kapatılacak. Yurdumun insanına benzer, boynunda tasma ile yaşayamazdı zaten."

Nuriye Akman - Robot hakları

$
0
0

İnsansı robotlar geliştiren Boston Dynamics, bir yıl önce Spot adlı irice bir köpeğe benzeyen robotu tanıtmıştı. Geçen hafta ise Atlas adlı robotun geldiği son aşamayı gösteren bir video yayınladı.

Atlas, sadece engebeli arazide yürümek, koşmak, merdiven çıkmak, yük taşımakla kalmıyor, etrafındaki bazı nesneleri tanıyıp hareketlerini duruma uygun hale getirebiliyor.

Atlas'a tıpkı daha önce Spot'a yapıldığı gibi daha yetkin bir robot olabilmesi için verilen eğitim çok ilginç. Atlas'ın eğitimcileri onu sopayla ittirip düşürüyor, tekme atıp dengesini bozuyor, tam rafa yerleştirilecek paketleri almak üzere eğildiğinde paketleri görüş istikametinden kaldırıp şaşırtıyor.

Atlas'ın “Benimle dalga mı geçiyorsunuz?” diyecek hali de yok, “Zulmetmeyin bana, adam gibi davranın” diye kükreyecek durumu da. Nitekim sessiz bir şekilde hemen yeni vaziyete ayak uyduruyor. Fakat siz her şeyin robotu geliştirmek adına yapıldığını bildiğiniz halde Atlas'ın yerine öfkeleniyorsunuz. Oysa aynı eğitimden geçen Spot, hayvana benzediği için kamuoyu bu hislerle ayaklanmamıştı.

Videoyu teknolojinin geldiği son nokta olarak hayranlıkla izleyebilecekken, içinizden “Hadi oğlum Atlas, al şu sopayı hocanın elinden indir kafasına” diye geçiriyorsunuz. Sergilenen “şiddet”, amacı ne olursa olsun Atlas'ın cansızlığını unutturuyor ve onun tarafında konumlanmanızı sağlıyor.

Robotların halen deneme evresindeki güvenlik görevlisi, hemşirelik ve getir götür hizmetleri gelecekte yaygınlaşacak muhakkak. Robotlar insansılığa ne kadar yaklaşırlarsa onlardan doğal afetlerde yararlanma imkânımız o kadar artacak. Henüz o aşamada değiliz ama önünde sonunda robotları deprem enkazı altından, çökmüş maden ocaklarından, uçurumların dibinden veya dağ başlarından kazazedeleri kurtarmak için kullanabileceğiz.

Robotların savaş sürecinde asker olarak değerlendirilmesi de olası tabii, yalnızlara ve yaşlılara yarenlik yapması ve hasta bakıcılık yapması da. Atlas'ın eğitim videosu ise şimdiye kadar düşünmediğimiz etik problemleri gündeme sokuyor. Kendi çocuğunu bile dayakla eğitmekte mahsur görmeyen, her fırsatta kadın erkek demeden şiddeti bir sorun çözücü araç olarak kullanan insan, hizmetkâr robotları da hor kullanacak, üstelik bunu yaparken üstün bir gerekçeye dayanabilecek:

“Bu robot zaten ezaya alışkın olarak büyüdü. İttirip kakılmak onun doğasında var. Hem canı da yanmıyor nasılsa. Döverim abi onu ben! Mal benim değil mi? Kırılırsa atar yerine yenisini alırım.”

Çok merak ediyorum, 22'nci yüzyılda robot hakları diye bir meselemiz olacak mı?

Ahmet Çakır - İyi olan kazandı

$
0
0

Maç öncesi konuşmaların yüzde 90'ının boş laf olduğunu bizzat bunu yapanlar da itiraf eder.

Ancak bazen yüzde 10 da çok sıkı değerlendirmeler olur ve hatta karşılaşma bu öngörülere uygun biçimde geçer. Bunu Fenerbahçe'nin eski teknik direktörü İsmail Kartal yaptı. Kendi görev döneminde Beşiktaş'ı yenebilmek için nasıl bir analiz yaptıklarını ve sonrasında ona uygun oyun oynadıklarını anlattı. Sonuç da istedikleri gibi olmuştu.

Beşiktaş'ın ortaalandaki etkili adamlarına top aldırmamak ve bu baskıyla kazanılan toplarla hemen hücuma kalkmak. Ayrıca savunmayı da ikinci bölgede kurup Beşiktaş'ı kaleye yaklaştırmamak… Temel hedefler bunlardı ve Pereira'nın da bu yönde dersini iyi çalışmış olduğu ortadaydı. Ortaalana savunmacı adamları doldurmak yerine Alper, Diego ve Volkan Şen tercihleri Portekizli hocanın bugüne kadar uğradığı eleştirileri pek de görmezden gelemediğini ortaya koyuyordu.

Maçın başında Beşiktaş savunmasının cezaalanı içinde boş bıraktığı Volkan Şen'in vuruş becerisi Sarı Lacivertli takıma istediğini çabuk getirdi. Bundan sonrası daha kolaydı. Sosa ve Oğuzhan'ın bir türlü oyuna giremeyişi, Atiba'nın baskı karşısında sezon boyunca ilk kez bu kadar çok top kaybetmesi, kanatlarda Quaresma ve Olcay'ın etkisiz kalışı, Beşiktaş'ın işini güçleştiren etkenlerdi. Bunlara Gomez'in etkisizliği de eklenince Siyah Beyazlı takım tıkandı.

İkinci yarıda Olcay'ın yerine Gökhan Töre'nin durumu biraz değiştirdi. Köşe atışı sonrası Marcelo'nun kafa vuruşunda direkten dönen topları talihsizlikti, 1 dakika içinde buldukları 3 pozisyonda Volkan Demirel'e takılmalarında ise biraz beceri eksikliği vardı. İlk yarıdakinin 3 katı şutun 15 dakikalık bölümde atılmış olması Beşiktaş'ın artan hücum etkinliğinin en açık kanıtıydı. Ancak golü bulamayınca bunun bir anlamı olmadı. İkinci golü yedikten sonra oyuna giren Cenk'in değerlendiremediği fırsat, Fenerbahçe'nin son dakikaları rahat oynamasını sağladı.

Oyunun 1 saatlik bölümü geride kalırken yaptığı değişikliklerle Pereira'nın bildiği düzene dönmeye başladığı gözlendi. Diego-Ozan anlaşılır gibiydi ama Nani girerken Alper'in değil de Volkan Şen'in çıkması daha yerinde olur gibiydi. Nitekim daha sonra bu oyuncu biraz da sakatlık zorlanması yoluyla çıktı. İkinci golü atarak kazandıktan sonra bunlar elbette ki çok düşünülecek durumlar değil. Van Persie'nin takımını 10 kişi bırakan etkisizliği bile görmezden gelinebilir.

Bu sezon ilk kez doluya yakın tribünler de Fenerbahçe için önemli bir itici güçtü. Destek 90 dakika boyunca sürdü, takım da onların coşkusuna karşılık verdi. Sarı Lacivertliler liderliği yeniden ele geçirirken yarışın son maça kadar süreceğini de gösterdi. Beşiktaş içinse hem onların nasıl durdurulacağının göründüğü hem de iki stoperin uyum sürecinde başka kayıplar da olabileceğinin göründüğü bir maçtı.


Nurullah Öztürk - Fener de, Çakır da iyiydi

$
0
0

Maç öncesi varyasyonlarıyla başlarsak; Beşiktaş'ın kazandığı zaman çok şey, kaybettiğinde de yoluna devam edeceği, Fenerbahçe'nin kaybettiğinde çok şey kaybedeceği fakat kaybetmemek için her yolu deneyeceği bir Kadıköy muharebesi Cüneyt Çakır'ın düdüğü ile başladığında, bir an bu statta son on beş yılda tanık olduğum bütün maçlara hakemin mührünü vurduğu aklıma takılıverdi.

Dışarıda yönettiği maçlarda maçın önüne geçmeyen Cüneyt Çakır, içeride ne hikmetse yönettiği tüm önemli maçlarda maçın yıldızı (!) olmayı başarıyordu.

Maç öncesi kazanmaya daha çok ihtiyacı olduğu ve evinde ne olursa olsun zor maç kaybettiği için bazı otoritelerin favorisi Fenerbahçe'ydi, bana göreyse favorisi olmayan bir maçtı. 2. dakikada hakemin uydurduğu faulle gelen şok gol Fenerbahçe'nin moral motivasyonunu artırmakla kalmadı, stresini de aldı. Cüneyt Çakır'ın hediye faulü sonrası, Arsenal-Barcelona maçında Mesut Özil'in tepkisinin haklılığını düşünen çok kişi olduğundan yüzde yüz emindim.

FB golün moraliyle oyunu Beşiktaş yarı sahasına yıktı ve özellikle ilk yarıda Beşiktaş'ı resmen sahadan sildi.

25. dakikada Q7'nin yayın üzerinden topu dışarı attığı dakikadan sonra Beşiktaş, oyunda denge kurmaya çalışsa da Fenerbahçe sanki Beşiktaş olmuş gibi adeta rakibinin oyun stili ile oynuyordu, bu da Beşiktaş'ın ataklarının başlamadan bitmesine sebep oldu. Beşiktaş'ın etkili orta saha ve forvet hattını hiç bu kadar dağınık ve kendini bilmez bir halde görmemiştik. Onlar sahne almayınca FB oyunu istediği şekle sokmakta zorlanmadı. Mehmet Topal yerinde müdahaleleri ile maçın görünmez kahramanı olurken, hakemlerin dokunulmazlık apoleti taktığı Caner, önceki maçlarda olduğu gibi bu maçta da Çakır'ın prensi gibiydi.

Hakem ne kadar kötüyse FB o kadar iyiydi. Hatta sezonun en iyi futbolunu oynadı. Beşiktaş kendi ortalamasının çok altında bir oyun oynayarak kazanmayı gerektirecek hiçbir eylemde bulunamadı. Beşiktaş, sadece maçı değil büyük bir avantajı kaybetti. Fenerbahçe kritik bir maçı kazanarak çok şey kazandı ve lig yarışı adeta yeniden kızıştı.

Bu maçta hakem konuşulmasın, sadece futbol konuşulsun isterdim. Lakin öyle kritik dokunuşlarda bulundu ki, alışkanlığını yine yenemedi.

Cüneyt Çakır'ın ne büyük bir eyyamcı olduğunu biliyorsunuz, hatırlamanız için 58. dakikada Sosa'ya yapılan faulü önce görmezden gelmesini, 2. dakikada gol öncesi FB'li futbolcunun kendini yere atmasında hiç tereddüt etmemesini iyi izleyin. Fenerbahçe kazanmayı çok istedi ve bunu eyleme dönüştürerek adeta ligi yeniden başlattı.

Bundan sonra artık her şey mümkün...

Ali Aydın - Cüneyt Çakır hatasız tamamladı

$
0
0

FIFA kokartlı hakem Cüneyt Çakır, psikolojik yönü daha ağır basan maçı skora, sonuca ya da takımları eksik bırakacak hatalara imza atmadan tamamladı.

Kendine olan özgüveni, pozisyonlardaki yorumlamaları bu maça özgü çok iyiydi. Belli ki iyi hazırlanmış. Futbolcuların kendisini kabullenmeleri ve verdiği kararlar, bu maçla ilgili adaleti tartışılmayacak. 28'de Beşiktaş ceza alanı içinde Marcelo-Van Persie mücadelesi var. Devam kararı doğruydu. 33'te Fenerbahçe ceza alanı içinde yüksekten yere doğru inen topta Olcay rakibine bakıyor, hava topuna çıkma gibi hiçbir niyeti yok. Dolayısıyla Mehmet Topal kendisine faul yapıyor gibi görünüyor. Devam kararı doğruydu. 42'de Caner'in Beck'e yaptığı bir faul var. İkinci sarı kart gerekmezdi. Yine doğrusunu yaptı. 66'da Volkan Şen-Sosa yakınlaşmasında kırmızı kart çıkar mıydı? Hayır çıkmazdı. Burada da her iki futbolcuya gösterdiği sarılar doğruydu. 1 No'lu yardımcı hakem Bahattin Duran ve 2 No'lu yardımcı hakem Tarık Ongun, görev ve sorumluluk alanlarında hata yapmadan maçı tamamladılar.

Zeki Çol - Kadıköy büyüsü

$
0
0

Ayrı bir büyüsü var bu derbilerde Kadıköy'ün. Farklı bir atmosferi ve değişmesi zor gibi gözüken zor bir geleneği.

Bu sahada, çok uzun bir zamandır bileği bükülmüyor Fenerbahçe'nin. Hangi koşulda olursa olsun en iyi döneminde gelen bile kaybediyor. Dün de Beşiktaş yaşadı Kadıköy hüsaranını. Bu kez de yenildi. Ve liderliği Fenerbahçe'ye devretti.

Daha üçüncü dakikaya girerken A planı ters düz oldu Beşiktaş'ın. Soldan Caner'in kullandığı faul atışında Volkan Şen sağ çaprazda unutuldu. Pas nefis, vuruş temiz, gol ise beklenmedik ölçüde erkendi. Henüz oyuna bile ısınamadan yenik duruma düşen Beşiktaş, ihmalle gelen hatanın bedelini bir de oyun disiplininde yaşadığı dalgalanmayla ödedi. Fenerebahçe sadece skor avantajını değil, moral ve güvende bulmuştu. Baskısı yoğunlaşmış, çoşkusu ve temposu artmış, soldan Caner ve Volkan Şen, sağdan Alper'in taşıdığı toplarla rakip kaleyi adeta ablukaya almıştı.

Quaresma'nın destek vermediği Beck, sağ tarafta sürekli birebir ya da ikiye birlere yakalanıyor, Fenerbahçe hele de bu kanattan etkili ataklarla Beşiktaş'ı sürekli yıpratıyordu. Artı, Josef de Souza ile Mehmet Topal'ın ikinci bölgedeki defansif başarılarıyla Atiba, Oğuzhan ve Sosa arasındaki pas bağlantısı da kesilmişti. O bilindik pas trafiğini de uygulayamayınca Beşiktaş, iyice düştü. Ve oyun tümüyle Fenerbahçe'ye döndü. Atak oynayan, baskı uıygulayan, pozisyon üreten, gol kovalayan ve oyunu istediği gibi yönlendiren Fenerbahçe idi ilk yarıda. Beşiktaş yalnızca bir kez gole yaklaşmıştı. O da Fenerbahçe'nin hücuma çıkarken kaptırdığı topun sonrasında. Gomez'in mükemmel pası ile bir anda Queresma, Volakan Demirel ile karşı karşıya kalmış ama bu çok önemli fırsatı topu auta atarak harcamıştı.

İkinci yarıda roller tamamen değişti oyunda. Olcay-Gökhan Töre değişikliğinin de katkısıyla Beşiktaş etkili bir başlangıç yaptı. 48 ile 57 arasında biri direkten auta giden 4 önemli pozisyon üretti. Bu defa orta alanda oyundan düşen Fenerbahçe, üstünlüğü, üstelik de o bilindik pas trafiğini sağlayarak kuran Beşiktaş'tı. Volkan Demirel'in de kritik müdehaleller yaptığı bu bölümde, çok iyi oynamasına rağmen maçı elinden kaçırdı Beşiktaş! Yalnızca beraberliği sağlayacağı değil, öne bile geçeceği fırsatları değerlendiremedi. Fenerbahçe savunmasının yerleşme ve hamle eksikliklerinden kaynaklanan hatalarından yararlanamadı. Ardından Pereria'nın, takımı biraz olsun toparlayan hamleleri geldi. 61'de Diego ve Alper'i Ozan ve Nani ile değiştirdi Pereria. Diego'nun oyundan alınması doğruydu. Ancak Alper iyi oynarken çıkarılmış ve bu değişiklik biraz tuhaf kaçmıştı. Futbol bazen eğri gemilere de doğru seferleri yaptıran bir oyun! Orta alanda yavaş yavaş oyunu dengelemeye başlayan Fenerbahçe yine de golün Beşiktaş'tan beklendiği dönemde o iki değişiklikle 2-0'ı buldu. Ozan'ın başarıyla taşıdığı topla ceza alanı içinde bom boş durumda Nani buluştu. Ve Beşiktaş'ın gardını düşürdü.

Kadıköy cephesinde yine değişen bir şey yoktu. Tıpkı Galatasaray gibi, Beşiktaş'ın da uzun yıllardır devam eden galibiyet özlemi bir kez daha makus talih zincirine eklenen halka olmuştu. Zirvedeki mücadele, nefes nefese giden yarış belliki devam edecekti. Gerçi Beşiktaş'ın maç eksiği vardı. Ama Fenerbahçe çok önemli bir adımı atmış ve son iki deplasmanda 5 puan yitirerek teptiği kısmeti bu keyifli derbide avantaja dönüştürmüştü.

Can Bahadır Yüce - Çocukluğun kitapları

$
0
0

Çocuklar ideal okurlardır. Gerçekle düş arasındaki çizgi zihninde tam belirmediğinden, bir çocuk okuduğu ya da dinlediği kitabın dünyasına kolayca girer.

Mesela Alice'in Harikalar Diyarındaki Maceraları'nın büyüsü biraz da buradan geliyor: Sonunda her şeyin bir rüya olduğunu öğrendiğimizde pek azımız hayal kırıklığı yaşamışızdır. (Alice'in rüyasının peşinde kaybolan minikler masalı öyle benimsemişlerdir ki, sahaf A. S. W. Rosenbach'a göre kitabın ilk baskısının çok nadir bulunmasının sebebi çocukların bazı sayfaları koparıp yemeleridir.)

Çocuklar eğlenmek için, heyecanlanmak ya da korkmak için, can sıkıntısını gidermek için okur. Faydacı bir okuma değildir bu, henüz saftır. O yüzden çocukluk okumaları, biz farkında olmadan, zihnimizi ve duygularımızı biçimlendirir. J. G. Ballard, 60'lı yaşlarındayken şöyle yazmış: “Beş on yıl önce hangi kitapları okuduğumu unuttum ama çocukken okuduklarımı hiç unutmuyorum.”

Belki de bütün okuma serüvenimiz, çocukken okuduklarımızın lezzetini yeniden bulabilmek için hayat boyu süren bir arayıştır. Bir yaz ikindisinde bir Jules Verne romanına dalıp gitmenin ya da karlı bir kış akşamı Sherlock Holmes'un maceralarında kaybolmanın lezzetini bir daha tadabilen kaç yetişkin var?

Yazarların çocukluk okumalarını anlattıkları yeni bir derleme* ilk kitapların imgelemde nasıl iz bıraktığını açık seçik ortaya koyuyor. Doris Lessing'den Margaret Atwood'a, kırktan fazla yazarın okumayı keşfediş serüvenlerine göz gezdirirken, ilk kitapların bazen bütün bir hayatı etkilediğini anlıyoruz. (Benzer bir tasarıyı Kitap Zamanı'ndaki “Benim Kitaplarım” sayfasında gerçekleştirmiştik. Yazarların kendileri için vazgeçilmez yapıtları anlattığı o denemelerden bir seçki yakında kitaplaşacak.)

Örneğin A. S. Byatt, yazarlığını bir anlamda erken yaştaki astım hastalığına ve yatakta kitap okuyarak geçen günlerine borçlu. (Yıllar sonra Proust'u okuduğunda, yedi ciltlik başyapıtını yatarak kaleme alan Fransız romancının dünyasındaki birçok şey Byatt'a tanıdık gelmiş.) 14 yaşındayken okulu bırakan Doris Lessing dünyayı keşfetmek için insanın tek bir şeye ihtiyacı olduğunu söylüyor: Kütüphane kartı. Nobelli yazar edebiyatın büyülü dünyasına “yeryüzünün en demokratik mekânı” dediği bir halk kütüphanesinden açılmış. John Fowles ise harflerin anlamını çözer çözmez (ki bu aslında bir mucizedir) okumadan geçecek bir hayatı tahayyül etmenin bile imkânsız olduğunu düşünmüş.

Büyü bozulmasın diye çocukken okuduğu kitaplara bir daha dönmeyenlere rastladım. Ruth Rendell gibi tam tersini düşünenler de var: Polisiye ustası, kitaplarındaki cinayetleri tasarlarken arada çocukluk kitaplarını karıştırmayı ihmal etmezmiş. Gerçekten de 10 yaşına dönmek için, diyelim Mercan Adası'nın sayfalarını açmaktan daha kısa bir yol olamaz. O kalın, lacivert kapaklı, unutulmaz kitap... Çocukluğa ait kitapların hikâyesinden önce kokusunu ve duygusunu hatırlarız.

Çocukluk çağındayken dünyadaki en güzel yer bir kitabın sayfalarıdır. Çocuk, saf okurdur: Rüyaya dalmak ve rüyasını sürdürmek için okur. Çok geçmeden eğitim sistemi ona “gerçekleri görmek” için okumasını telkin edecek, büyüyü bozacaktır.

Çocukluğun kitapları yücegönüllü bilgelere benzer, size yol gösterdiğini ve yaptığı iyiliği çok sonra fark edersiniz. Size düşen, geç de olsa bir teşekkürdür — şu yazı biraz da bu yüzden yazıldı.

Edip Cansever, “gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / hiçbir yere gitmiyor” demişti. İlk kitaplara hâlâ o gökyüzünün ışığı vuruyor.

* The Pleasure of Reading, Ed.: Antonia Fraser, Bloomsbury, 2015.

Necati Kola - Tarladaki elmas

$
0
0

Köyümüzde Fethi diye bir arkadaşım vardı. Oldukça saf ve zeki biriydi. Biraz antika merakı vardı ama en büyük tutkusu futboldu.

1990 Dünya Kupası maçlarını kahvehanede birlikte izlerken o, bütün takımların 11'ini TRT spikerinin ses tonuyla ezbere sayıyordu. Kahvehaneyi dolduran köyün gençleri, maçlar başlayana kadar ona 11 saydırıyordu:
-Fethi, Kamerun'u saysana.”
-Kalede N'Kono; geri dörtlüde Massing, Ebwelle, Kunde ve kaptan Tataw; orta alanda Akem, M'Bouh, M'Fede ve Makanaky; ileride ise Kana Bıyık ve Omam Bıyık.
Fethi'nin 11'ini saymayı en çok sevdiği ülke Almanya'ydı. Bütün ülkeleri saydıktan sonra maç saati gelirdi. Herkesin maça odaklandığı anda Fethi şöyle derdi: “Almanya'yı bir daha sayayım mı?”
Futbolu bu kadar çok seven arkadaşımın en büyük hayali Beşiktaş'ta oynamaktı. Kendini Metin Tekin'e benzetirdi. Bir gün bana dedi ki; “Çok önemli bir sır söyleyeceğim ama burada olmaz. Duyan muyan olur.”
Birlikte köyden epey uzaklaştık. Kimsenin olmadığından emin olduktan sonra şöyle dedi: “Bizim filan yerdeki tarla var ya. Yüzde 99 eminim, orada elmas var.”
-Madem o kadar eminsin, hemen kazıp çıkarsana.
-Şimdi olmaz. Tarlada şu an patates var. Kazarsam babam kızar.
Biraz düşündükten sonra “Kazıp çıkarsam ne kadar eder?” diye sordu. Ben de öylesine attım: “3 trilyon eder!”
Yine biraz düşünüp şöyle dedi: “1 trilyonu kendim alsam, 2 trilyonu da Beşiktaş'a versem beni oynatırlar mı?”
Tabii o zaman Metin-Ali-Feyyaz'lı dönem. Ben de şöyle cevap verdim: “İlk 11'e girmen çok zor ama kesin yedekler arasında yer alırsın.”
Saf saf devam etti: “Olsun oğlum, Metin-Ali-Feyyaz ile idmana çıksam bile bana yeter.”
Süper Lig'deki bazı oyuncuların performansını görünce bu hikâye aklıma geliyor. Para vermeyi bırakın, üstüne para kazanmalarına rağmen bazı oyuncular işlerinin gereğini yerine getirmiyor. Koşmuyor, mücadele etmiyorlar. Çoğu zaman doğru düzgün pas atamıyorlar, orta yapamıyorlar. Topu bindirme yapan arkadaşının gerisine atıp atağı öldürüyorlar. Hepsinden önemlisi, bu oyunu sevmiyorlar ve futbola ihanet ediyorlar.
Bunun birçok örneğini hemen her maçta ve takımda görmek mümkün; ama ben G.Saray ve Trabzonspor üzerine yoğunlaşmak istiyorum.
Önce G.Saray… Tamam, şampiyonluk yarışından kopmuş olabilirsiniz. Ama lig daha bitmedi. Kulübünüz de borç içinde. UEFA, Avrupa kupalarından men cezası verebilir. Kazanacağınız her maç kulübün kasasına takviye demek. Ama siz -birkaç isim haricinde- sahada yürümeye, vurdumduymaz davranmaya devam ediyorsunuz. Mustafa Denizli de çare olamadı bu kötü gidişatınıza. Kendinize de, kulübünüze de, taraftarınıza da, futbola da yazık ediyorsunuz. G.Antep yenilgisi sonrası Hakan Şükür'ün tweetini hatırlatalım: “G.Saray forması çok değerli ve milyonların hayalidir. Zor günler yaşanır, maddi dara düşülür, yenilgiler alınır ama mücadelesiz olmaz.”
Ve Trabzonspor… Tamam, sakat arkadaşlarınız var. Bunlara bir de kırmızı kart cezalıları eklendi. Hakem hataları en çok sizi etkilemiş olabilir ayrıca. Ama en çok bu dönemde mücadele etmeniz gerekmez mi? Taraftarınız Osmanlı maçında bağırıyor: “İsyan! İsyan!” Kastettikleri, mevcut futbol düzeni. Ama asıl isyanı, Hami Mandıralı'nın devre arasında size söylediği gibi, ortaya koyacağınız mücadeleyle sizin başlatmanız gerekmez mi? Onur Kıvrak olmasa fark yiyecektiniz uzun bir aradan sonra tribünleri kısmen dolduran seyircinizin önünde. En azından Onur'u örnek alsanız… Ya da istendiği zaman nasıl mücadele edileceğinin en güzel örneğinin verildiği F.Bahçe-Beşiktaş derbisini tekrar tekrar izleseniz… Sözlerim, profesyonelliklerinin gereğini yerine getirmeyen tüm oyunculara aynı zamanda.
Eğer arkadaşım Fethi dünyaya 15 yıl geç gelse ve şu an aranızda olsaydı, en az sizin kadar oynar, üstelik para almaz, üstüne para verir ve hazirandaki 2016 Avrupa Şampiyonası'nda milli formayı giymek için çırpınırdı!
Tribünlerin genelde boş olması, boşuna değil yani.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live