Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Reha Çamuroğlu - General Galtieri'yi kim hatırlar?

$
0
0

İnsan hafızası tuhaftır. Bir an bir koku duyarsınız mesela size komşu bahçeden erik çaldığınız çocukluğunuzu hatırlatır. Ne de masum bir suçtur! Bir müzik duyarsınız sizi alır yıllar öncesinin bir hüznü ya da neşesine götürür.

Velakin hafıza her zaman bireysel olaylarla meşgul olmaz. Bazen içinde yaşadığınız toplum da hafızanızı yıllar öncesine üstelik çok ama çok uzak mekânlara da götürebilir. Tarihler farklıdır, kültürler, dinler, toplumsal yapılar çok farklıdır ama ülkelerin belirli anları şaşılacak şekilde birbirlerine benzeyebilir.

Yakınlarda seneler öncesinde seyrettiğim bir Arjantin filmini tekrar seyrettim. İnternet sağ olsun, eski filmleri ve onların hatırlattıklarını yüreğiniz dayanırsa kısa bir sürede yaşamanız mümkün. 1985 yapımı bu filmin adı “Resmi Tarih” izlemeyenlere ve kalbi sağlam olanlara öneririm. Bu filmin çağrışımları beni Leopoldo Galtieri ismine götürdü tekrar.

Sözü uzatmayalım, 1926'da fakir mi fakir bir ailenin çocuğu olarak doğan General Galtieri, Arjantin'in genelkurmay başkanı ve aynı zamanda devlet başkanıydı. Daha açıkçası hüküm sürdüğü süre zarfında “ol mülk-i Arjantin'in” adeta sahibiydi. Tüm siyasi partilerin, sendika ve derneklerin kapatıldığı, muhalefet gösterilerinin şiddetle bastırıldığı, on binlerce insanın gözaltlarında kaybolduğu bir ülkeydi beyefendinin Arjantin'i. Devletin acımasız şiddeti ve işkencesi sıradan olaylardı. Ekonomi özellikle Ronald Reagan ABD'sinden alınan desteklerle bir süre parlar gibi olmuşsa da kısa sürede bu parlamanın yerini büyük bir durgunluk almıştı. Galtieri hızla popülerliğini kaybediyordu. Bütün diktatörler gibi onun da pek zeki danışmanları vardı. Bunlar aynı zamanda fena halde “milliyetçi” idiler.

“Bize bir savaş lazım başkanım, o da bu gece lazım” dediler. İyi de kime karşı savaşacaklardı? Danışmanlar çaresini hemencecik buldular.

“İngiltere'nin bize ait olan şu Malvinas adalarında ne işi var, o adalar bizimdir” deyiverdiler. Ki “İngiliz Emperyalistleri” bu adalara Falkland Adaları derlerdi.

“İyi de” dedi generalimiz, “Şaka değil bu adamlar İngiliz, ya savaşırlarsa?”

Danışmanlar o parlak beyinleriyle pek çok “beyin fırtınası” yapmışlardı.

“Beyefendi” dediler, “Ne işi var İngiltere'nin burada. Üstelik devir eski devir değil, kuruşun hesabını yaparlar, buralara kadar binlerce kilometre gelip bir de bizle mi savaşacaklar, kıpırdamazlar bile. Biraz bağırırlar o kadar.”

Beyefendi'nin aklı yattı. Gerçi adalar kayalıktı, bir doğal zenginlik tarafı filan yoktu ama dünyanın her tarafında “fetih” geçer akçeydi. İsterse adaların tek zenginliği keçiler olsundu. Keçiler de sevimli hayvanlardı hani. En azından binlercesini öldürttüğü komünist ve muhalifler gibi münafık değillerdi.

1982 yılında emir verdi. Tez adalar işgal edildi. Hayret! O da ne? İngiltere'nin başbakanı Margaret Thatcher nam bir hatun, “Adalar bizimdir almaya geliyoruz” deyu koca Arjantin'e binlerce kilometre uzaktan savaş ilan ediverdi.

Evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Danışmanlar sıçan deliği bin altın derler ya, aynı o misal yok oluvermişlerdi. Şimdi ne olacaktı? Kahraman Arjantin ordusu üzerine doğru gelen uzaylılarla savaşacaktı! Uzaylıydılar çünkü iki ordu arasında muazzam bir deneyim ve teknoloji farkı vardı. Galtieri'ye uyku artık haramdı. Oysa ülkenin içini temizledikten sonra nasıl da rahat uyuyordu.

Arjantin kendi kıyılarının burnu dibinde utanç verici bir yenilgi yaşadı. Galtieri iktidardan düştü. 2003 yılında hapishanede kalp krizinden öldü. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlarından ötürü müebbet hapse mahkûm edilmişti. Yine de Arjantinlilerin bir talihli tarafı vardı. Bereket versin ki İngiltere, komşuları değildi.


A. Turan Alkan - Ahlâk kavramında yiv-set sorunsalı!

$
0
0

Böyle yazıları pek sevmiyorsunuz farkındayım. Yazarınızdan şöyle yüreğe çölde buzlu limonata gibi değen, vurunca göçerten, dostlarda muhabbet, düşmanda haşyet hissi uyandıran jilet gibi şeyler bekliyorsunuz ama sonuna kadar okuyunca, ‘ha, bu da önemliymiş' diyeceksiniz zannındayım!

Mesele ahlâk; hayır bildiğimiz ahlâk değil, yeni bir kavram atıyorum ortaya: Muhasebe ahlâkı!

Yazarınız, fakülteden sonra üç yıl kadar muhasebeci çıraklığı yaptığı için vergi mükelleflerinin muhasebe kavramına nasıl baktığını az-çok bilir ve bu bakış açısı şöyle özetlenebilir: “Ahlâkı karıştırmayalım kâtip efendi. Bu vergi çok, azaltmanın yoluna bak!”

Muhasebe ahlâkından anlaşılması gereken şudur: Aile, bakkal, şirket veya kamu bütçesi değişmez; gelirle giderleri azbuçuk denk olmalı. İktisadi büyüme kavramı, verimli borçlanmayı mubah sayar; borç döndürüldüğü sürece sıkıntı çıkarmaz. O ayrı.

Eğer mahkeme kararıyla bir şirkete veya bir küçük işletmeye kayyım olarak atandıysanız bu karar şöyle bir mantığa dayanır: “Bu işletme muhasebe ahlâkına ve mantığına aykırı işletiliyor ve diğer ortakları zarara uğratılıyor. Bak kayyım efendi, kamu adına bu işletmeyi sen yönetecek, zarara yol açan kalemleri ortadan kaldıracak ve işletme kâra geçince görevi bırakıp eski işine döneceksin!”

Bizdeki uygulama ise şöyle: İktidar, kendine düşman bellediği bazı işletmelerden intikam almak için bir yerlerden kayyım bulup polis zoruyla şirketin başına getiriyor. Kayyım şirketi ele alıp dört ay içinde rekor seviyede bir güzel (!) zarar ettirdikten sonra kapısına kilit vuruyor ve tabii bu esnada ömründe göremediği ekstra maaşla nimetleniyor. Kayyım kârda, yönettiği şirket zararda, iktidar mest!

İki ihtimâl var: a) Kayyım, bırakın muhasebeyi filân, -tıpkı yazarınız gibi- ticari işletme yönetmekten tamamen habersiz ve bu açıdan niteliksiz bir adamdır; çünkü kendisine emanet edilen şirketi hızla batırmıştır! b) Kayyım aslında gerekli nitelikleri haizdir fakat kötü niyetlidir. Bütün amacı zaten şirketi kapatmaktı!

Bazı işletmelerden intikam almak için başına kayyım atamanın ticaret hukukuna, muhasebe ahlâkına ve nihayet Müslümanlığa sığar tarafı yok. Kayyımlığın bu türü, bundan sonra pekâlâ ‘sebepsiz zenginleşme' olarak nitelenebilir; buna, ‘talan ekonomisi' veya herkesin anlayabileceği yeni bir tâbirle kısaca ‘çökü' de diyebiliriz. Gasp diyemiyoruz çünkü kayyım devletin legal görünümlü fakat illegal yaptırım gücüyle, normal hayatında önünden bile geçemeyeceği şirkete yönetici atanmıştır. Ganimet kavramı da yakışık almaz çünkü ganimet'in nasıl helâl sayılacağı fıkıh kitaplarında inceden inceye anlatılmıştır; erbâbı gayet iyi bilir! Bu çökü'dür veya talan.

Soru şu: Bu elemanları kayyım diye atayan siyasi ve hukuki irade, aynı kişilere babalarının bakkal dükkânını bir saatliğine olsun emanet eder mi; elli lira olsun borç verir mi veya iş bitip şirketler kapatıldıktan sonra bunlara dönüp bir selâm olsun vermeyi mideleri kaldırır mı?

Doğrudan el konulup kapatılamadığı için iktidara ‘kayyım atama' yolunu tavsiye eden danışmanlara koca bir âferin, fakat bu yolun mahzuru şurada; gıcık olduğunuz kurumlara kayyım atayacak bir mahkeme ve teslim aldığı emânete hıyânetiyle mâruf birkaç kayyım bulduğunuz takdirde ‘çökü'ye uğratılmayacak şirket yoktur. Şu an itibarıyla içtiğim kahvenin telvesinde, ilerideki günlerde başına kayyım atanacak bu gibi yandaş şirketleri ayan-beyan görüyorum fakat fal bakmak caiz olmadığı için söyleyemem; onlar bilirler.

Ahmet Kurucan - Cihat teolojisi (1)

$
0
0

Mevlânâ'ya atfedilen “Aynı dili konuşanlar değil aynı hissi paylaşanlar anlaşır” tarzında değil; tam aksine rasyonel aklın ve zihni melekelerin bütünüyle aktif olması gerektiği inancıyla söylüyorum aşağıdaki cümleyi: “Ben ne anlatıyorum sen ne anlıyorsun?” Halkımız arasında çok söylenen bu sözün pratik hayatımız içinde bir gerçekliği vardır. Bu açıdan çok doğrudur bu söz. Sahih bir zemine oturur.

Tam burada neden sorusunun sorulması gerekir. Konuşan ya da dinleyen herkes, “Neden?” sorusunu kendisine ve muhatabına sormalı ve doğru cevabı bulmaya çalışmalıdır. Benim buna verdiğim cevap; konuşurken ya da yazarken kullandığımız kelime ve kavramlara farklı anlamlar yüklediğimiz hakikati üzerine kurulu. Aynı dili ve aynı mevzuyu konuştuğumuz halde anlaşamamamızın en büyük nedeni bence burada gizli.

Hemen konuya gireyim; cihat. Cihat bugünkü dünyada anlam kaymasına maruz kalan kavramların başında gelir. Yaptığım okumalar ve sosyal hayat içindeki gözlemlerim bana göstermiştir ki bu anlam kayması doğusundan batısına, siyasisinden akademisyenine ve sokaktaki insanına kadar herkesin zihnini karıştırmış ve karıştırmaya da devam etmektedir. Böyle giderse netice değişmeyecek ve bu karışıklık ülkelerin dış politikalarına, uluslararası kuruluşların anlaşmalarına kadar uzanan çizgide küresel köy olan dünyamız üzerinde yaşayan her şeyi etkilemeye devam edecektir. Sebep meydanda; cihadın hem kelime hem de kavram olarak üzerinde anlaşılan bir tarifinin ve anlam çerçevesinin olmayışı.

B urada yeniden “Neden?” sorusuna ihtiyaç var. Neden? Cihat Arapça bir kelime. Arapça ise bir tek kelimeye birçok anlamlar yükleyen oldukça zengin bir dil. Dolayısıyla karışıklığın ilk nedeni bu. Çünkü cihat kelimesi Arapçada birçok manaya geliyor ve bu manaların bazıları arasında illiyet bağı kurmak mümkün değil. Kimsenin suçu yok, Arapçanın zenginliğinden kaynaklanıyor bu ama burası oldukça önemli bir nokta, çünkü ilerleyen satırlarda göreceğiniz üzere Davud ez-Zahiri ile başlayıp İ. Hazm ile zirve yapan ve 4 mezhep imamında da olmakla beraber İ.Şafii'de daha ağırlıklı olarak gördüğümüz literalist/zahiri yaklaşımlarda bu anlam zenginliğinin payı büyük. Cihat üzerine yapılan yorumlarda söz konusu farklı manaların esas alınması tabii olarak farklı neticelerin doğmasına sebebiyet vermiştir.

Neden sorusuna verilecek ikinci cevap cihat kelimesinin geçtiği ayet ve hadislere getirilen izahlar, şerhler, yorumlar, değerlendirmeler ve nihai olarak verilen hükümlerdir. Ayet ve hadislerin sebeb-i nüzul ve sebeb-i vürudundan bağımsız olarak ele alınması, gâî; yaklaşımın bir kenara konularak Kur'an ve hadislerin sunduğu bütünlükten uzak zahiri/literalist yorumlar ya da gâî; yaklaşım sergilenerek sosyal, ekonomik, siyasi, kültürel arka plan şartlarının nazara alınması yazının başından beri bahsini ettiğimiz cihat kavramı üzerindeki kargaşa ve anlam kaymasının sebeplerinden birini oluşturmaktadır.

Bu kadar mı? Hayır daha devamı var. Onun için giriş mahiyetinde ifade ettiğimiz bu noktaları bir kenara koymak ve yeri geldiğinde geri dönmek şartıyla temel düşüncem şu: Cihat kavramının İslam tarihi boyunca –tabir caizse- yapmış olduğu yolculuğu tek tek, dönem dönem ele almak gerektiğine inanıyorum. Aksi halde ne dün ne de bugün kameti kıymetine uygun bir şekilde anlaşılamayacak, olan ile olması gereken arasındaki uçurum kapanmayacaktır.

Ben bu ve devam eden yazımda buna ait bir denemede bulunacağım ama bunun kolay bir şey olmadığını baştan bilmek lazım. Zira karşımızda 15 asırdan hatta ondan önce başlayan ve bugüne kar topu misali büyüye büyüye gelen dev bir hamûle ve kocaman bir miras vardır. Bu miras, kelam, fıkıh, hadis, tefsir, tarih başta olmak üzere onlarca ilmi disiplinle irtibatlı olan, teolojik ve siyasi parçalanmışlıkların temel malzemesi haline gelmiş, yapılmış onlarca master-doktora tezleri ve müstakil yazılmış kitaplarla kütüphanelerimizi dolduran bir miras. Dolayısıyla gazete köşesinde yerini alan bir makalede bizim yapabileceğimiz ancak okuyucuya fikir verici mahiyette olabilir.

C ihat kavramının tarihi yolculuğunu ve bu yolculuk içindeki kavramsal alanda kazandığı anlamları –anlam çeşitliliğini demek daha uygun olur sanıyorum- 7 aşamada ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Maddeler halinde ele alalım.

1-Cahiliyye döneminde cihat kavramı. Buna kısmen yukarıda temas ettim. Kastım, cihat kelimesinin Arapça bir kelime olarak İslam'ın nüzul sürecinden önce de var oluşu ve cahiliye Araplarının da kullanması. Aslında çok tabii bir şey bu ama oklarımızın zihni bu konuda net değil. Özellikle bazı kişiler cihadı hem kelime hem de kavram olarak İslam ile başlatıyorlar ki başka yanılgıları da tetikleyen oldukça büyük bir yanılgıdır bu. Bu açıdan cihat dendiği an cahiliye Arap'ının ne anladığı ve zihninde yaptığı çağrışımların bilinmesi lazım. Hatta daha ileri gidilerek şu bile söylenebilir; cahiliye dönemindeki Arapların bu kelime/kavramı nasıl anladığı ve anlamlandırdığı bilinmeden ne Kur'an'daki ne de hadis-i şeriflerdeki cihat kelimesine doğru mana vermek mümkün değildir. Çünkü Kur'an'ın ilk muhatabı Müslüman olsa da olmasa da cahiliye döneminin insanıdır ve Kur'an onlara onların anladığı dille hitap etmektedir. Dolayısıyla Kur'an'ın ya da Efendimiz'in (sas) cihat dediği yerde Hz. Ebu Bekir'in de, Ebu Cehil'in de zihninde şekillenen bir mana vardır ve işte bu mana cahiliye dönemindeki kullanımla birebir irtibatlıdır.

Y alnız buradan Kur'an veya Efendimiz (sas) cihat kelime/kavramı etrafında cahiliyede oluşan mana ve muhtevayı olduğu gibi kabullendi anlamı çıkmasın. Ayet ve hadisiyle İslam dini, cahiliyeye ait inançları, değerleri, kültürü ve pratik hayattaki olguları inşa, ıslah ve ret üzerine kuruludur. Cihadın hem kelime hem de kavram olarak İslam ile yeni bir çerçeve kazandığı tartışmasızdır. En basitinden, birçok Batılının yaptığı gibi cihadı sadece askeri bakış açısıyla ele alıp “savaş” manası verseniz dahi, savaş hukuku ve ahlakı adına İslam'ın getirdiği kaideler onun İslam ile nasıl yeni bir boyut kazandığını görmeye ve göstermeye yeter. Daha açık ve net bir ifadeyle, İslam'da cihat, hem amacı hem de şekli itibarıyla cahiliyedeki çöl bedevilerinin amacının da, çapulculuk ve haydutluk şeklinde vücut bulan şeklin dışında ve üstündedir. Nerede “Savaş, ya savaş ya fazilettir; savaşta fazilet olmaz!” düşüncesi, nerede “Savaşta kadınları, çocukları, din adamlarını öldürmeyin; çevreye zarar vermeyin.” türü ilerleyen dönemlerde hukuki kural ve kanun haline gelecek ahlaki nasihatler.

Son bir husus; rivayet, dirayet ve ahkam tefsirlerinde ayetler ele alınırken, tefsiri yapılan ayette geçen kelimelere/kavramlara cahiliyede ne mana verildiği, nesir ve nazımda nasıl kullanıldığı sayfalarca anlatılır. Hatta kelimenin İbranice, Nabatça, Süryanice, Habeşçe, Berberice, Kıptice, Farsça, Rumca, Hintçe gibi dillerden gelmiş olabileceği varsayımı üzerine etimolojik tahliller yapılır. Hatta bu yönleri itibarıyla ehl-i ilim nezdinde öne çıkan Taberi, Zemahşeri gibi tefsirlerin ayrı bir yeri vardır. Bunlara müracaattaki amaç açıktır; Kur'an'ın ilk muhataplarının zihin dünyasına girerek Allah'ın muradını daha iyi anlamak.

Devam edeceğiz…

Sevgi Akarçeşme - Egeli soruyor: Hendekler kazılırken hükümet neredeydi?

$
0
0

Güneydoğu'da neredeyse olağan hale gelen şehit ve ölüm haberleri ülkenin batı yakasında nasıl algılanıyor? Sorunun cevabını İzmir'de aradım. Can kayıpları Ege'de üzüntü ve kaygıya sebep olurken sokağa çıkma yasaklarının gerekli olabileceğine dair bir inanç var. İzmir Esnaf Odaları Birliği Başkanı Zekeriya Mutlu, “Bu kadar hendek kazılırken devlet neredeydi?” diye soruyor.

Güneydoğu'da sokağa çıkma yasakları ve ölüm haberleri neredeyse olağanlaşmış ve kanıksanmışken Türkiye'nin batı yakasında tablo nasıl algılanıyor? Bu sorunun cevabını almak için Ege'nin kalbinin attığı İzmir'de vatandaşlarla görüştüm. Hayatın normal akışında, hatta cıvıl cıvıl seyrettiği İzmir'de ülkenin ortalamasına göre daha ‘milliyetçi' tepkiler bekliyordum, İzmir, beklentimde beni pek yanıltmadı. Şehit haberleri, ölümler ve oradaki sivil vatandaşın acısı Ege'de üzüntü ve kaygıya neden olurken sokağa çıkma yasaklarının gerekli olabileceğine dair bir inanç da var. Vatandaş genel olarak çözüm sürecine inanmamış, bu süreçte PKK'nın güçlenmiş olduğunu düşünüyor. Çözüm masası neden 7 Haziran seçimlerinden sonra devrildi diye sorgulama ise ülkeyi saran baskı atmosferi nedeniyle önce cılız biçimde yapılıyor, vatandaş kayıt bittikten sonra rahatça konuşuyor. Başkanlık sistemi ile terörün artışı arasında bağlantı kuruluyor. Yeni bir sistemin gerekli olduğuna inanan neredeyse yokken, ekonomiye ve geleceğe dair endişeler de yüksek.

‘Süreçte PKK güçlendi'

Zaman İzmir Temsilcisi Vahit Yazgan ile şehirde ekonominin kalbi olan Kemeraltı'nda esnaf ve vatandaşlarla ılık bir kış gününde sohbet ediyoruz. Gazeteci olduğumuzu duyanların çoğu temkinli yaklaşıyor. Bazıları konuşmaya çekinirken bazıları sohbet ilerledikçe dillerindeki kilidi kısmen açıyor. Kuyumcu Eyüp Erkan, daha bir ay önce çarşıdan Necati isimli bir şehit verdiklerini anlatırken morali bozulduğu için haberleri çok takip etmediğini belirtiyor. “Çözüm sürecine inanmıyorum, PKK'ya çok taviz verildi.” diyor ve HDPli vekillerin dokunulmazlığı keşke kaldırılsa yorumunu yapıyor.

İzmir'de vatandaş PKK ile sivil Kürtlerin ayrımının iyi yapılması gerektiği görüşünde. 52 yaşındaki esnaf Veli Girgin'e göre çözüm sürecinde PKK değil, vatandaş muhatap alınmalıydı. Veli Bey, insanların düşüncelerini açıkça ifade ederken korktuğunu belirtirken medyaya güvenmediğini de ekliyor. Hükümete hâlâ güçlü destek verilmesini ise “Herkes borçlu, bunlar giderse ekonomi bozulur diyor, korkuyor.” şeklinde açıklıyor. Veli Bey, HDP Meclis dışında kalırsa başkanlığın bir seçim sonucunda gerçekleşeceğini düşünüyor. Dokunulmazlıklar ise herkes için kalksın görüşünde.

İzmir'de kadınların fikir belirtme konusunda çok daha çekingen olduğunu gözlemliyorum. Konuşanların başına ‘kötü şeyler' geleceğine dair inanç yerleşmiş. Ancak not almayınca herkes içini döküyor. Az konuşan ve sadece ‘herkes kendi derdinde' diyen kadınlardan biri de 33 yaşındaki esnaf Ece Hanım. Şehit cenazelerinin kanıksandığını düşünüyor. Sadece İzmir haziran ayından bu yana 15 şehit vermiş. Sivil toplum temsilcisi olarak görüşlerine başvurduğumuz İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Mutlu ise, “Bu kadar hendek kazılırken devlet neredeydi?” sorusunu yöneltiyor. Ekonominin durgun olduğunu ama işleri iyi gitse bile Doğu'dan gelen haberleri gördükçe kendilerinin mutlu olamayacağını aktarıyor. “Bu süreçte terör örgütü yığınak yaptı.” diyen isimlerden biri de Aydın Şehit Aileleri ve Gaziler Dayanışma Derneği Başkanı ve Kıbrıs gazisi İsmail Ece. Bu görüşünü ise Cumhurbaşkanı'nın kendi demeçlerine dayandırıyor: “Biz göz yumduk dedi. Valilere talimat verdik laflarının olduğunu hatırlıyorum.”

Askerliğin Doğu'ya çıkmaması nimet sayılıyor

Aileler için oğullarının askerliğinin Doğu'ya çıkmamasının artık nimet sayıldığını aktaran Zekeriya Mutlu ise bölgede neler olduğunu tam bilememekten şikâyetçi. “PKK ile [halkın] işbirliği var mı yok mu bilemiyoruz.” diyen Zekeriya Bey, yayın yasaklarını eleştiriyor. Ege'de görüştüklerimiz arasında çözüm sürecine başta inanan tek isim olan Zekeriya Bey, seçimden sonra ‘masa devrildi' dediler hatırlatmasını yapıyor.

‘Seçimden sonra ne değişti?'

“Çözüme hiçbir zaman inanmadım.” diyen isimlerden biri de İsmail Bey. Ateşin düştüğü yeri yaktığını belirten İsmail Bey, polis ve askerin ‘hain'leri ortadan kaldırması gerektiğini söylüyor. Kısmî; sokağa çıkış yasağını ise destekliyor. Başkanlık sistemi ile artan terör olayları arasında ise ‘dili varmasa' da bağ kuruyor gazi İsmail Bey. “Kesin konuşmak istemiyorum ama haziran seçimlerinde neler değişti?” diye sorguluyor. Çözüm sürecine dair olan bitenin halktan, hatta Meclis'ten bile gizlendiği kanaatinde. İsmail Bey, “90 yıllık Cumhuriyet rafa kalktı sözleri var. Bunları da hazmedemiyorum. Parlamenter sistemde bir sorunun olduğuna asla ve asla inanmıyorum.” diyerek serzenişini ifade ediyor.

‘Kürtler PKK'dan zulüm görüyor'

Lokanta işletmeciliği yapan Rıza Yurum ise ne çözüm sürecine ne de ‘Kürt sorunu'nun varlığına inanıyor. Kürtlerin PKK'dan zulüm gördüğünü düşünen Rıza Bey, oradaki Kürt esnafa çok üzüldüğünü belirtiyor. Bu tür konuların kendi lokantasında ise ‘münakaşa olmasın' diye pek konuşulmadığını ifade ediyor. Rıza Bey de hendeklere tepkili ve sokağa çıkma yasaklarının gerekli olduğuna inanıyor. Atatürk dövmeli genç kadın Necla ise, gencecik insanların ölmesine içinin sızladığını belirtiyor. Çözüm süreci konusunda konuşmak istemiyor. Başkanlık sistemini ise ‘saçma' buluyor. “Atatürk uygun görseydi öyle başlatırdı.” diyerek sözlerine son veriyor.

Mehmet Çetingüleç - Hani petrol 10 dolar düştüğünde cari açık 5 milyar dolar azalacaktı?

$
0
0

‘Son 6 yılın en düşük seviyesi' olarak sunulan 32 milyar 192 milyon dolarlık 2015 yılı cari açığı başarı mı, değil mi?

Başarıdan söz etmek için cari açığın yapısal tedbirlerle düşürülmüş olması gerekirdi. Oysa bırakın yapısal tedbirleri, petrol fiyatlarındaki gerileme bile cari açığa tam olarak yansımış değil. Eğer petroldeki düşüşe yapısal önlemler eşlik etmiş olsaydı, bugün böyle bir sorunumuz kalmayacaktı. Ama petrol yüzde 75, cari açık sadece yüzde 25 geriledi.

Hesap ortada:

Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, 2014 yılında, 'petrolde 10 dolarlık gerilemenin cari açığı 5 milyar dolara kadar düşüreceğini' söylemişti.

Petrol fiyatlarındaki tırmanış 2011 yılında başladı. 2014 yılına kadar devam eden yükseliş sürecinde varil fiyatı 130 doları gördükten sonra hızla geri çekilmeye başladı. Haziran 2014'te 115 dolar seviyesindeyken 2015 sonunda 30 dolara indi. Böylece 1,5 yılda petrol fiyatı yaklaşık yüzde 75 gerilemiş oldu.

Mehmet Şimşek'in söylediği gibi petrol fiyatındaki her 10 dolarlık düşüş cari açığı 5 milyar dolar aşağı çekseydi, 85 dolarlık düşüşün cari açıkta 42,5 milyar dolarlık gerilemeye yol açması beklenirdi. Bu hesaba göre, 2014 sonunda 43 milyar dolar olan cari açığın 2015 sonunda 500 milyon dolara inmesi gerekirdi.

Şimşek'in '5 milyar dolara kadar' sözünü, ihtiyati bir rakam olarak algılayıp başka bir hesap yapalım. Petrol uzmanları, varil fiyatındaki 10 milyar dolarlık geri çekilmenin cari açıkta 5 değil, 4 milyar dolar etki yarattığını söylüyorlar.

Bu hesaba göre, petroldeki 85 dolarlık geri çekilmenin son 1,5 yıl içerisinde cari açığı 34 milyar dolar aşağı indirmesi gerekiyordu. Yani 2014 yılındaki 43 milyar dolarlık cari açık, 2015 sonunda 9 milyar dolara gerilemeliydi.

Peki gerçekleşme ne oldu?

Cari açık, 2014'te 43 milyar dolar seviyesindeyken, 2015 yılında 32 milyar dolara geriledi. Sadece 11 milyar dolarlık düşüş gerçekleşti.

Hesapların neden tutmadığına gelince…

Yerli tasarruf oranı düşük olduğu için Türkiye'nin dövize bağımlılığı yüksek. Dolayısıyla yeterince yatırım yapılamıyor, büyüme ivmesi artırılamıyor.

Bakın AK Parti hükümetleri 14 yıldır tek başına iktidarda bulunduğu halde, büyüme ortalaması yüzde 4'lerde seyrediyor. Hatta son 7 yılın büyüme ortalaması yüzde 3,4. Oysa Cumhuriyet tarihi ortalaması yüzde 5'in üzerinde.

Yeterince büyüyemediğimiz için kendi ayaklarımızın üzerinde duramıyoruz. Dışarıdan döviz gelmeden çarkları çeviremiyoruz.

Üzüntü verici olan, Türkiye'ye dönük beklentilerin giderek bozulması. Kötü bir dış politika ile ülkenin yalnızlaştırılması ve bu yüzden ticaretin darbe yemesi, güvenlik sorunlarının giderek büyümesi, yerli ve yabancılarda yatırım iştahının azalması, turizm gelirlerinin düşmesi…

Bütün dünya 2008 krizinden çıkmaya başladı. Ama biz hâlâ 2008 öncesindeki 22 milyar dolarlık yabancı yatırım seviyesini yakalayamadık.

Türkiye'nin cari açığı hızla 2009 yılındaki 11 milyar dolar seviyesine indirip, büyümenin temposunu artırması gerekiyor. Ama Suudi Arabistan; Rusya, Venezuela gibi petrol üreten ülkelerin üretimi sabitleme kararı Türkiye için iyi bir gelişme değil. Kısa sürede 30 dolardan 36 dolara çıkan petrolün varil fiyatı bu tempoyla tırmanmaya devam ederse Türkiye'nin 2016 yılında 32 milyar dolarlık cari açık seviyesini koruması bile zor görünüyor…

Nurullah Öztürk - YPM'lerin (yalan propaganda merkezleri) finans kaynakları

$
0
0

Ömrümüzün en verimli çağında ‘olağanüstü anormal' bir tarihin içinde vesayet altındaki bir ülkede yaşamadan yaşlanmak düştü kaderimize.Anormal olan her şeyin normal olduğu günlerden bu yana, normal geçen hiçbir günümüz olmadı bizim...

Ülkenin tüm kamu ve özel kurumları da bireyleri de büyük bir çöküntü ve döküntü içerisinde.

Medya bu sürecin hem etkileneni hem de etkileyeni olarak ayrı bir konumlandırmayı hak ediyor.

Türkiye'de hakiki ve esaslı bir medyanın varlığı her daim şüpheliydi, lakin artık bağımsız ve güçlü bir medyanın kalmadığı ve olmadığı şüphe götürmez.

İktidara köle olmayı ve kendisine giydirilmek istenen deli gömleğini reddeden herkes, iktidar için en büyük tehdit ve yok edilmesi gereken bir hedeftir artık. İpek Medya Grubu boyun eğmediği ve köleleştirilemediği için malına mülküne el konulmuş ve dört ay gibi kısa bir sürede bilerek ve isteyerek iktidar tarafından batırılmıştır.

Türkiye'de medya; sahibi belli olan ve sahibi belli olmayan, emanetçide duran medya olarak ikiye ayrılır. Sahibi belli olan medya, ticari kurallara uygun bir şekilde yönetilip asli görevini yapmaya çalışırken maddi ve manevi olarak iktidardan büyük baskı görüyor, horlanıp hırpalanıyor.

Kâğıt üstündeki göstermelik sahip isimleri sık sık değişen sahipsiz medya gruplarının asli görevi sahiplerinin iktidarını temin ve devamını sağlamaktan ibarettir.

Bu nedenle tüm faaliyetlerinin temelini propaganda esasları belirlemektedir. Bu nedenle bunların en küçüğünden büyüğüne hepsi aynı merkeze bağlı olarak çalışan birer Yalan Propaganda Merkezi'dir (YPM).

YPM'lerin kâğıt üstünde gözüken sahipleri buralara kendi öz sermayelerinden sermaye koymadan sahiptir… Örneğin E.Sancak ilk gelişinde sadece iki milyonluk bir kredi kullanılması için aracı olmuş, kredi ödemesinin son taksiti bittiği gün, yönetim ve gazete panosundaki ismini sildirmiştir. İkinci gelişinde de durum farklı değildir… Diğer YPM'lerde de manzara aynıdır.

YPM'lerin finans kaynakları:

Millete ait kaynakların, iktidar avantaj ve gücünün kullanımı.

Örneğin, Socar Petkim özelleştirmesi sonrası bir süre Star Medya Grubu'nun ortağı olarak gözükmüş fakat yönetimde hiçbir söz hakkı olmamıştır.

Devlete ait kamu kurumları, banka, belediye vb. ile TMSF'nin el koyduğu şirketlerin reklam bütçelerinin tamamına yakınının sponsorluk ve reklam bütçesi adı altında buralara aktarılması.

Belediye destekleri

Mega ve çılgın projelerin çılgın destekleri.

Örneğin Star Medya Grubu'nun UZAN'a ait olan binası TMSF tarafından adrese teslim Cengiz grubuna verilmiş, Cengiz de gönülsüz olsa da binayı medya grubuna tahsis etmiştir.

Türkiye'nin yarıya yakınının elektrik dağıtım işinin sahibi olan CLK şirketinin, Limak'ının sahibi Nihat Özdemir'e Kandilli kulüpte misafir işadamı olarak konuşmacı olduğu gün medya yatırımlarını sorulduğunda; 'Medya alanına isteyerek girmediklerini bunun bir zorunluluktan kaynaklandığını' söylemiştir.

YPM'lerin en son sahibi kimdir ve en son kimde kalır bu bilinmese de, kesin olan bir şey var ki, önceden her ay personel maaşlarını ödemek için para arayan bu kurumlar, adına havuz denilen sürekli ilave edilen hortumlarla nehire dönüşen kaynaklarıyla finans ihtiyaçlarına çözümü bulmuştur.

YPM'lerin ortak özellikleri

Tamamı ‘ağlayanın malıdır' TMSF eliyle el konulmuş, İktidar propagandası için birilerine devredilmiştir.

En çok satanının gerçek tirajı ortalama 65-70 bin civarındadır. Diğerleri de 3 bin 500 ile 15 bin arasıdır. Tamamının toplamı Sözcü gazetesinin tirajından daha azdır. Basın İlan Kurumu'ndan daha fazla reklam parası almak için tirajlarını 100 bin bandına kilitlemişlerdir.

Tirajlarını şişirmek için önemli siteler, otel, kafe, otogar, belediye, hastane ve postane gibi yerlerde ücretsiz dağıtım yapmakta ,bir kısmı da devlet kurumları tarafından alınmaktadır.

Yazarlarına ödedikleri ücretler gazete maliyeti ile yarışmaktadır.

Entelektüel bir makale ve yazara nadiren rastlanan bu kurumlarda; iyi küfürbaz, iftiracı, fitne fesat çıkarıcı, çok yüzlü, kendi el ve yüzlerindeki kiri pası başkasının üstüne sürerek kara çalmayı iş edinen kara propagandacılar doludur.

Yukarıdan gelen emir ve komutlara 'patron her zaman haklıdır ve 'emredersiniz' denir ve 'La yüs'el' olarak itaat edilir.

Haber kaynağı diye bir şey yoktur, propaganda kaynağı vardır. TV ve gazetelerde kimin görüneceği, yazacağı ve yazmayacağı yukarıdan talimatla belirlenmektedir. Yayın yönetmeni kukladır ve bu rolde tek amacı su akarken depoları doldurmaktır.

İlk defa TMSF harici bir medya oluşturma 'Karar'ının ne kadar başarılı olacağı geçmiş referans alınarak anlaşılabilir.

YPM propagandistlerinin her biri ortalama bir şirketin aylık kârından daha fazla para kazanmaktadır.

Küçük orta ölçekli bir gazetenin ortalama aylık maliyetinin 3,5-4 milyon TL olduğu, bu rakamın da belirtilen rakamı basmadan oluşan bir gider olduğu düşünülürse ve rakamın TV'ler için minimum yüzde 25 daha fazla olduğundan hareketle tüm YPM'lerin aylık giderini siz hesap edin.

3. Dünya ülkeleri demokrasilerinde! rastlanılan yöntemlerle oluşturulan ve parasını milletin ödediği bu düzende propaganda milleti ikna ve kandırmak için yapılmaktadır.

Mustafa Ünal - Ülke çalkalanırken...

$
0
0

Cumhurbaşkanı Afrika'ya giderken “Ben şimdi yola çıkıyorum, ortalık çalkalanabilir.” dedi.

Çalkalandı da. Bir kehanet değil bu. Zaten ‘durgun, sakin' bir gündem yoktu ki. Ülke sürekli dalgalarla boğuşan gemi gibi; oradan oraya savrulmakta. Erdoğan'ın, Can Dündar ve Erdem Gül'e tahliye yolunu açan Anayasa Mahkemesi'nin kararı hakkındaki ağır sözlerinin ses getirmemesi imkânsızdı.

‘Çalkalanabilir' demesi boşuna değil. “Tanımıyorum, uymuyorum, saygı duymuyorum.” dedi. Daha öte söylenecek söz yok. Bu ülkede yargı kararları sert ifadelerle çok eleştirildi. Bir devlet adamının ağzından ilk kez ‘tanımamak, uymamak' gibi kavramlar çıktı. Bu kesinlikle olağan eleştiri sınırları içinde değerlendirilemez.

Erbakan, Anayasa Mahkemesi RP'yi kapattığında bu tepkiyi vermemişti. İşte iki cümle: “Anayasa Mahkemesi Türkiye'nin kuruluş itibarıyla en yüksek mahkemesidir. Almış olduğu kararlara herkesin riayet etmesi gerekir.” Bir siyasetçi için partisinin kapatılmasından daha ağır karar olabilir mi?

Erdoğan'ın MİT TIR'ları ve Can Dündar meselesini fazla kişiselleştirdiği herkesin malumu. Hukuka havale etmekle yetinmedi. Bizzat ilgilendi. Bir gazeteciyi doğrudan hedefe oturttu. “Yanına bırakmayacağım.” dedi. AYM'nin kararını kendisine dönük yorumladı. Sert çıkışının nedeni bununla sınırlı değil elbette.

AKP ve hükümet beklediği tepkiyi göstermedi. Bir parti yöneticisi Dündar ve Gül'ün tahliyesini ‘sevinçle' karşıladı. Hükümetten ise hiç ses çıkmadı. Üstelik Davutoğlu birkaç kez Dündar ve Gül'ün tutuksuz yargılanması yönünde görüş belirtti. ‘Sahipsizlik ve yalnız bırakılmışlık' öfke patlamasının en büyük nedeni.

Bir de ipin ucu kaçarsa nerede duracağı belli olmaz. Bir düşman, sıkıyönetim ve alan daraltma Erdoğan yönetiminin karakteri. Gevşeklik veya esnekliğin ne tür sonuçlar doğuracağını kestirmek zor. İki gazetecinin tahliyesi tutuklular için pekala emsal olabilir. Daha o akşam olumlu hava oluştu. AYM'nin kararı diğer gazetecileri niye kapsamasın? Hukuk Can Dündar'ı, Hidayet Karaca'dan niye ayırsın?

Saray ve AKP bu ülkeyi ancak ipi ‘sıkı tutarak' yönetebilir. Sürekli pedal çevirmek gibi. Erdoğan'ın neden sert konuştuğunun sebepleri az çok belli. Ama bu o sözleri meşru ve haklı kılmaz. Anayasa'yı takmamak bir hukuk devletinde en ağır suç. İstisnası yok. Kim olursa olsun. İster en üst düzeydeki yönetici ister sokaktaki vatandaş. Devlet çarkının dönmesi kuralların işlemesine bağlı. Bugün itirazlarla sınırlı kalan tepkiler yarın mutlaka karşısına çıkacak Erdoğan'ın.

Cumhurbaşkanı'nın dediği gibi ortalık çalkalanmakta. AKP ve troller ‘İlk hedefiniz AYM' komutunu aldı. Ve atışa başladı. Hükümet sözcüsü Kurtulmuş, Erdoğan'ın sözleri için ‘Kişisel görüşü' değerlendirmesini yapmakla yetindi. Gecikerek sahneye çıkan Adalet Bakanı Bozdağ, AYM'ye yüklendi. Erdoğan'ın açtığı yoldan yürüdü. Kararı ‘Yargıya baskı ve müdahale' olarak yorumladı. Aynı Bozdağ daha önceki AYM'nin ‘hak ihlali' kararlarına sessiz kalmıştı.

Hızını alamayan bir AKP milletvekili kesin çözümü gösterdi ‘AYM kapatılsın' dedi. AYM'nin bu ağır bombardıman karşısında sessiz kalması mümkün değildi. Başkan Arslan çok yönlü mesajlar verdi. ‘Kararlar herkesi ve her kurumu bağlamaktadır' cümlesinin adresi Cumhurbaşkanı.

Evet, ortalık çalkalanmakta. Ankara dalgalı deniz gibi. Başbakan Davutoğlu ortalıkta yok. Ne bir ses, ne bir seda. Çalkantı yüzeyle sınırlı değil. Aslolan dipteki dalga…

Joost Lagendijk - Başbakan'ın zehirli popülizmi

$
0
0

Başbakan Ahmet Davutoğlu geçen cumartesi Kürt yoğunluklu Bingöl'de sivil toplum kuruluşlarıyla düzenlenen bir toplantıda konuşurken ne düşünüyordu acaba?

Beklendiği üzere iktidar partisinin lideri dinleyicilere ilk önce Türkiye'de yaşayan Kürtlerin durumunu iyileştirmek konusunda AKP'nin kaybettiği pek çok ilerlemeyi hatırlattı. Fakat ardından son derece kışkırtıcı bir söyleme dönerek, Ermenileri aşağıladı ve Kürtleri tehdit etti. “Onlar” şeklinde belirsiz bir sıfat kullanan Davutoğlu, şunları söyledi: “Sur'da olanları, Silopi'de olanları istismar ediyorlar. Ermeni çeteler gibi Rusya'yla işbirliği yapıyorlar. Gidip Moskova'da temsilcilik açıyorlar. Bölgeyi silah deposu haline getiren kim? Keskin nişancıları yerleştirenler kim? Gencecik çocukları kandırıp ölüme götürenler kim?.. Halep'te neler olduğunu gördünüz... Bizim kentlerimizde de bunu yapmak istiyorlar... Onlar bunları yapacaklar, sizin de oy verdiğiniz devlet seyredecek. Buna rıza gösterir misiniz?”

Korkarım ki kamusal söylem dahilinde Ermenilere ve Kürtlere yönelik yıllardır sürekli kullanılan saldırgan dil, Türklerin büyük çoğunluğunun bu tür bir kaba popülizme (aynı fikirde olunmayan insanları Ermeni kökenli olmakla suçlamak veya PKK'ya kızınca bütün Kürtlere ağır hakarette bulunmak) karşı duyarsızlaşmasına yol açmış halde. Fakat bu kez durum farklı ve pek çok nedenden dolayı Davutoğlu'nun Bingöl'deki konuşması gözden kaçırılmamalı veya yorumsuz bırakılmamalı.

Birincisi bu sözler özel bir konuşmada, kızgın biri tarafından sarf edilmedi. Bunlar Türkiye'nin önde gelen siyasetçilerinden birinin, önceden dikkatle yazılan ve kamuoyu önünde dile getirilen sözleri. Üstelik sadece bir yıl önce, Türkiyeli Ermeni gazeteci Hrant Dink'in katlinin sekizinci yılında ve Ermeni soykırımının 100 yıldönümünün hemen öncesinde, Türkiye'nin acılara ortak olmak, yaraları sarmak ve tekrar dostluklar kurabilmek istediğini söyleyen, “Ufkumuz dostluk ve barıştır” diyen birinin sözleri.

Bir yıl sonra aynı şahsın, Türkiye'nin Kürt vatandaşlarına göz dağı ve korku vermek için 1915'teki bednam Ermeni çetelerine atıfta bulunmasına bakınca, o sözlerin samimiyetine inanmak zorlaşıyor. Davutoğlu 1915'te bazı Ermenilerin Osmanlı devletine karşı silaha sarılmasının ve Ruslarla işbirliği yapmasının Jöntürkler tarafından Osmanlı topraklarındaki bütün Ermenilere karşı bir katliam harekâtını devreye sokmak için bahane olarak kullanıldığını gayet iyi biliyor. En nihayetinde ne olduğunu ise hepimiz biliyoruz: yaklaşık 1 milyon Ermeni'nin öldürülmesi.

Başbakan'ın Ermeni çetelere yaptığı atıf, mesele Ermeni soykırımı olduğunda Türkiye devletinin güttüğü standart inkâr politikasının kilit unsurlarından birini tekrarlamakla kalmıyor. Türkiye içindeki ve dışındaki Ermeni toplumunun bütün eski yaralarını deşiyor. Onun da ötesinde, Kürtlerin aynı kaderle yüz yüze kalabileceğine dair üstü incelikle örtülmüş bir tehdit anlamına da geliyor, ki söz konusu kıyaslamanın taşıdığı vahametin ikinci sebebi de bu.

Davutoğlu, azami tehdit tesiri yaratmak için, bütün Kürt gruplarını ve partilerini alenen aynı sepete koyuyor. Moskova'da temsilcilik açan HDP değil, Suriyeli Kürtlerin PYD'siydi. Terör eylemlerinde bulunanlar HDP değil, PKK ve onunla bağlantılı Kürt gençler. Davutoğlu'nun Bingöl konuşması, AKP'nin Türkiye ve Suriye Kürtleri arasında veya seçilmiş Kürt siyasetçilerle silahlı Kürt militanlar arasında fark gözetmemek yönünde gayet iyi hesaplanmış stratejisinin ilk örneği değil elbette. Fakat bu konuşması ziyadesiyle endişe verici bir vaka haline getiren şey, Ermeni soykırımı ile kurduğu bağ. 1915'te bazı Ermenilerin şiddet içeren direnişi, bütün Ermenilerin tehcir ve katledilmesini meşrulaştırmak için kullanıldı. Davutoğlu'nun geçen cumartesi esas olarak ima ettiği, aynısının Kürtlerin de başına gelebileceği. Başbakan, “Türkiye'deki Kürtlerin küçük bir azınlığı terörist yöntemler kullandığı için, Türkiye devleti bütün Kürtleri hedef almak konusunda her hakka sahip,” demiş oluyor.

Bu tür bir zehirli popülizm, Bingöl'deki söylemin hem utanç hem de zarar verici olduğunu bilmesi gereken akademisyen kökenli bir siyasetçiye yakışmıyor. Bu söylem Türkiye nüfusunun hatırı sayılır bir kısmını korkutuyor ve birleştirmekle görevli olduğu bir ülkedeki bölünmeleri derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.


Hilmi Yavuz - Necatigil ve şiirlerarasılık [2]

$
0
0

XX. yüzyılın büyük şairlerinden biri olan sevgili hocam Behçet Necatigil'in kendi şiirleri arasında birbirlerine yapılan ‘şiirlerarası' göndermelerden birini daha ortaya koymuş ve onun ilk kez Varlık dergisi'nde [Sayı: 571,1 Nisan 1962] yayımlanan ‘Nilüfer' şiiri ile yine Varlık dergisi'nde [Sayı: 845, Şubat 1978] yayımlanan ‘Kara Kehribar' şiiri arasındaki ilişki üzerinde durarak bu ilişkinin, ‘Nilüfer'in ilk dörtlüğü ile ‘Kara Kehribar'ın son dörtlüğü arasında kurulduğunu göstermiştim.

[Bundan önce de Necatigil'in ‘Solgun Bir Gül Dokununca' şiiri ile ‘Sandılar' şiiri arasındaki ilişkiyi de, yine bu sütunlarda ortaya koyduğumu okurlarım hatırlayacaklardır. Bu yazı, Zaman'da, 8 Mayıs, 2013 tarihinde ‘Kültür Sayfası'nda yayımlanmıştır.]

Geçen hafta başladığım ‘Necatigil ve Şiirlerarasılık'[1] başlıklı yazımda da belirttim: Aşağıda [A]'nın nümerik türevleri ‘Nilüfer' şiirinin, sırasıyla son dörtlüğünün dizelerini; [B]'nin nümerik türevleri ise, ‘Kara Kehribar'ın, sırasıyla son dörtlüğünün dizelerini işaretlemektedir.

Her iki şiirin ilk dizeleri bir şeyin ‘alındığını ve ne olduğu bildirilmemiş o şey'in [A1]'de ‘oraya' olarak belirtilen mekan konumu, [B1]'de ‘bir yere' olarak değiştirilmişse de, mekan, tıpkı o şey gibi, belirsizliğini korumakta, fakat bu mekansal belirsizlik, o şeyin [A2]'de ‘sıkışık saatler'in “arasına”', [B2]'de ise, ‘gözlerle sözler' “arasına”‘ yerleştirilmiş olduğu belirtilerek bir ara-konuma işaret edilmektedir.[A3] ve [B3]'te belirsizlik, bu defa mekan üzerinden değil, kişiler üzerinden sorunsallaştırılmış ve [A3]'te ‘kimseler “yokken”e ,[B3]'te ‘biz' “yokken”e dönüşmüştür.[A4] ise, ilk üç dizede birilerinin ‘aldığı', fakat ne olduğu belirsiz o şeyin , bir metafor olarak ‘ayna' olduğu açıklanırken, [B4]'te o şey yine belirsizliğini korumakta, fakat [B3]'den anlaşıldığı kadarıyla bir işe yararlı olabileceği düşünülmektedir.. Kısaca, [A4]'teki ‘almışlar' [B4]'te ‘almış olsunlar'a dönüştürülmüştür.

Burada bir tespitte bulunmakta yarar var:[A3]'te özne orada'dır ve yalnızdır [‘kimseler yok'tur]; [B3]'te başkaları orada'dır, fakat özne orada yok'tur. [A4]'te, metafor olarak ‘ayna' neyi imliyorsa, onun birilerince alınmış olması öznede bir eksikliği gösterip olumsuzlanırken, [B4]'te o şeyin başkalarınca alınması bir dilek olarak ‘almış olsunlar' biçiminde dile getirilmektedir.

Necatigil, ‘saklamalar' ve gizlemeler'e ilişkin ipuçlarını genellikle şiirlerinin adlarında verir. ‘Kara Kehribar' da bir metafor olarak, okurun, metnin niyetini alımlamasında yardımcı olacaktır.

‘Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar'da Ahmet Talat Onay, ‘Kehrüba' [Kehribar'] maddesinde, saman çöplerini ‘cezb [çekim] kuvvetini hâiz kömür cinsinden bir maden ‘olduğunu; ‘siyah' [kara] cinsinin Erzurum'dan geldiğini bildirir.

‘Kara Kehribar', ‘Nilüfer' şiirini tamamlayan bir şiirdir. ‘Nilüfer'de ‘almışlar'ın metaforik olarak imlediği ‘ayna[mdı]', ‘anlam[dı]', ‘lamba[mdı],' Kara Kehribar'a da, kara kehribarın çekim gücüyle geri çağırılmakta, şiirin ilk dörtlüğünde [‘Gözler, çekmeler ona göre/ Zaten dar/ Kalmasın geldiğinde/ Hepsi dolmuş olsunlar'] ifade edildiği gibi, kara kehribarın mıknatıs gücüyle ‘çekme[ce]'lerin dolmuş olması istenmektedir.[‘Çekme' kelimesi, hem ‘çekmece'nin kısaltılmışı hem de ‘çekmek' fiilinden fiilimsi olarak tevriyeli kullanılmaktadır.] ‘Nilüfer'de, orada ‘arasına sıkışık saatlerin' konulduğunda ‘kimseler yokken' çıkarıp bakılan neyse o veya onlar, ‘Kara Kehribar' aracılığı ile geri çağrılmış, ‘çekmeler'i doldurmuştur. Şimdi artık anlatıcı özne orada değildir [‘biz yokken'] fakat orada olanların, ‘belki işlerine yarar' diye, ‘çekmeler'i dolduran o şeyleri almış olmaları beklenmektedir.

‘Kara Kehribar', Necatigil için kendi şiirinin çekim gücünün metaforudur. Oşeyler de, Necatigil'in şiirleridir.

Lale Kemal - PKK, HDP'yi kıskanıyor

$
0
0

Kürt meselesine silahsız çözüm makyajı dökülünce amacın, bu tarihsel sorunu çözmek değil, başkanlık sistemini tesis etmek için gerekli matematiksel çoğunluğu Kürtlerin desteğiyle almak olduğu ortaya çıktı.

Ne zaman ki HDP, “Seni başkan yaptırmayacağız,” dedi işte o zaman bu partinin itibarsızlaştırılması süreci de başlatıldı. 13 yıldır anamuhalefet görevini yürüten CHP değil ama HDP, Türkiye'de yalnızca Kürtleri değil tüm demokrat kesimleri kucaklayan gündemiyle 7 Haziran seçimlerinde, yüzde 10 barajının çok üstüne çıkmakla kalmayıp kökü çok daha eskilere dayanan MHP ile vekil sayısını bile eşitlemişti.

MHP liderliği ne yaptı? Haziran seçim sonuçlarının daha mürekkebi kurumadan koalisyon kurmayacağını ilan edip, AKP'nin, tekrarladığı kasım seçimlerinde yeniden tek başına iktidara gelmesini sağladı. Sağladı sağlamasına ama hem oylarının önemli ölçüde AKP'ye kayması hem de seçmenin koalisyon iradesini hiçe sayma pahasına. HDP de barajın üstüne çıktı ama haziran ivmesini yakalayamadı, matematiksel oyunu bozduğundan kasımda oyları düştü.

Kasım sandığının en büyük kaybedeni MHP'de aylardır sular durulmuyor, lider Bahçeli'yi olağanüstü kurultayı toplamaya ikna edemeyen muhalif kanat mahkemelik oldu.

Bu noktada sorulması gereken şu; MHP demokrasi mi arıyor? Belki Meral Akşener başkanlığında bir MHP, ülkenin demokratikleşmesine katkı sağlayabilir ama bir yere kadar. Türkiye'nin özlemini duyduğu gerçek bir hukuk devletini tesis edecek, mevcut kötü gidişatı durdurabilecek potansiyele sahip değil bu parti, kimi zaman doğası gereği zararlı olan aşırı milliyetçi ideolojisi nedeniyle.

MHP'nin varoluş nedeni, Kürt meselesini çözmemek üzerine kurulu. Eh bu görevi de artık iktidar partisi üstlendi, “Senden daha milliyetçiyim,” diyor.

HDP'ye gelince; Meclis dışına itilerek tabanının bu yasama organında temsilini kaybetmesi gibi Türkiye açısından büyük riskleri barındıran gelişmelere ilave izlediği kucaklayıcı siyasetinin dolayısıyla yıldızının parlamasını açıkçası PKK da kıskandı.

Ankara'da PKK'nın kolu TAK'ın üstlendiği katliam eylemini kınayan HDP Eş Başkanı Demirtaş'ın, partisinin terörle arasına mesafe koyan politikaları silahlı kanat nezdinde de rahatsızlık veriyor.

Profesör Ümit Cizre, İngiltere merkezli Open Democracy için 24 Şubat'ta kaleme aldığı yazısında şu önemli tespitleri yapıyor:

“HDP, PKK'ya destek verdiği gerekçesiyle milletvekilliği dokunulmazlıklarının kaldırılması ya da partinin kapatılması riskiyle karşı karşıya. PKK şiddetinden dolayı huzursuz olan HDP'nin Türk seçmenleri, parti ile aralarına mesafe koyuyorlar. (Çatışmaların yarattığı yıkım ortamı nedeniyle) fiziksel olarak ayakta kalma mücadelesi veren bölgedeki Kürt taraftarları ise HDP'nin, mağduriyetlerini giderici önlemlerin alınmasında zayıf kalmasına kızgınlar.”

Cizre, diğer yandan, HDP'nin yeni küresel imajından rahatsız olduğu izlenimi veren PKK'nın, bölgede ‘oyun değiştirici', bir rol kazanmakta olduğuna işaret ederek, “Dolayısıyla, HDP'nin PKK'dan bağımsız etkin bir Kürt yanlısı gündem yaratmasının zayıf olduğu söylenebilir.” diyor.

Ne var ki Cizre'nin de vurguladığı üzere, yine de çözüm sürecinin yeniden başlatılması -ki bu yönde ümitler çok zayıf- halinde HDP'nin, görüşme masasına oturacak ve anlaşmazlığın insani ve entelektüel yönüyle Kürt hareketini temsil edebilecek tek hareket olduğuna vurgu yapıyor.

Ankara ve PKK arasında sıkışan HDP, tüm kesimleri kucaklayan haziran ivmesini yeniden kazanabilirse çıkış yolu bulabilir. Milliyetçilik söylemi gibi varoluş nedenini AKP'ye kaptıran MHP'nin işi çok daha zor.

Ahmet Çakır - Yarı finali Douglao getirdi

$
0
0

İlk 45 dakikada gerçekten bambaşka bir Galatasaray vardı. Aslında yapılanların çok da büyütülecek bir yanı yoktu.

Bugüne kadar kapasitelerinin çok altında bir verimle idare etmeye çalışan oyuncular artık oynamaya karar vermiş gibiydi. Ancak arıza bütünüyle giderilmiş sayılmazdı. Çok iyi mücadelenin yanında başarılı paslarla girilen pozisyonları gol yapmama konusunda gösterilen inat sürüyordu!

Neyse ki Douglao vardı ve sorunu da o çözdü. Bu oyuncunun katkılarıyla ilgili olarak artık Cim Bom ona özel bir armağan verse yeridir! Grup maçında Umut'a attırdığı gol, ilk maçta topu kendi ağlarına göndermesi ve bu karşılaşmada da aynı işi yapması doğrusu az rastlanır bir durumdu. Pozisyondaki hamlesiyle Umut kendi atamadığını ona attırmış gibiydi. Bu maçlarda 3 gol atan Galatasaraylı bir oyuncu yok ama Douglao bunu Cim Bom için yapmış oldu…

Bunca çaba ve iyi oyuna karşın ikinci yarının başında yenen gol, Olcan'ın savunma konusundaki yetersizliğinin getirdiği sayısız yıkımın son halkasıydı. Sonrasında bu işin bir faciaya döndüğünü genç hoca göremedi. Olcan tehlikeli yerde gereksiz faulüyle golü başlattı. Oradan yapılacak bir ortaya Sarı Kırmızılı savunmadan kimsenin engel olmayacağı ve topun ağlara gideceği konusunda rahatlıkla bahse girilebilirdi. Birkaç dakika sonraki köşe atışında yine herkes seyretti ve Rodallega vurdu, dışarı gitmesi şanstı. Sonrasında da bu durum hep tekrarlandı.

Yenen golün hemen ardından Sneijder'in boş kaleye atamadığı top yine azap dolu dakikaların yaşanacağını ortaya koyar gibiydi. Güya ilk yarıda pas yaparak rakibini yormuştu Cim Bom ama ilerleyen dakikalarda fizik olarak daha sağlam görünen yine rakipti. Üstelik peşpeşe akılalmaz hatalarla kupaya da havlu atacak ortam doğmaya başladı. Olcan'ın hatasında Sabri olmasa o işkence başlayacaktı. Bazılarının bir türlü beğenemediği bu oyuncunun sakatlık pahasına kurtardığı pozisyon yarı finali getirdi. Sakatlayan da kendi arkadaşı oldu.

Sadece 45 dakikalık oyun, yine değerlendirilemeyen sayısız fırsat ve ikinci yarıda düpedüz sahadan siliniş, Galatasaray'ın bu sezonki dikiş tutmaz halini bir kez daha tekrarlaması anlamına geliyordu. Sadece Yasin'in son dakikada götürdüğü top alkışlanacak bir beceri ürünüydü. Orada da golü pek çok pozisyonda olduğu gibi kaleci Fatih önledi... Şiddetli yağış altında tribündeki bir avuç taraftarın çırpınışı da görülmeye değerdi. “İşte gerçek taraftar bu!” denilebilecek performanslarıyla takımlarını ayakta tutma çabası gösterdiler.

M.Nedim Hazar - Bir 28 Şubat yazısı

$
0
0

Biraz gecikmeli oldu. Fakat şimdi bakıldığında 28 Şubat süreci İsviçre çakısı gibi, herkesin elinde işlevsel bir mağduriyet oyuncağı oldu adeta.

Bizzat sürecin aktörleri olan medyanın kalemleri bile o dönemin figürleri sanki kendileri değilmiş gibi, toplumun hafızasıyla alay edercesine yazıp çizmeleri ayrı bir enteresanlık oluyor tabii…

Ne günlerdi oysa…

Devrin muktedirleri, iktidarlarının hiç bitmeyeceğini düşünüyor, akla hayale gelmedik uygulamaları ve zulümleri millete reva görüyor, üstelik bunu vatan/millet adına yaptıklarına inanıyor ve inandırmak istiyorlardı. Ne günlerdi…

Muktedir, kendisi gibi olmayan herkesi hain olarak görüyor ve iç düşman konseptiyle nefes aldırmıyordu. Fişleme, damgalama, adam kayırmanın haddi hesabı yoktu.

İmtihanlarda yüksek puan alan memur adaylarına mülakatlar düzenleniyor ve başarı buna göre belirleniyordu. Kadrolaşma, torpil şaha kalkmış, fişlemenin, yaftalamanın şahikası yaşanıyordu…

Düşman olarak görülenler, ekonomik ve idari baskı altına alınıyor, bunlardan alış veriş yapanlar takibata uğruyor, alenen tehdit ediliyordu.

Böyle günlerdi işte…

Suçsuz insanlar proje mahkemelere çıkarılıyor, dava bombardımanları ile sindirilmek isteniyor, hukuk bir silah olarak kullanılmaya çalışılıyordu.

Okullar, yurtlar, hatta kreşler basılıyor, çocukların yatak altlarında terör materyalleri aranıyor, olmadı mevzuat bir silah gibi kullanılarak, kapının genişliğinden çöp sepetinin çapına kadar bir dolu gerekçe ile muktedirin hoşlanmadığı kurumlar kapatılmak isteniyordu. Çocuklar hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanıyor, masum kadınlara kelepçe takılıyordu. Dua kitapları suç delili sayılıyor, kurban vermek terör eylemi olarak kabul ediliyordu.

Zor zamanlardı ve akıl tutulması bir şekilde ülkeyi esir almıştı adeta.

Nefretin zehirli buğusu solundukça, toplum daha da çok kamplara ayrıştırılıyor, ‘bizden değilsen hainsin' diskuru dilden dile geziyordu.

Muhalif olarak görülen yayın organlarına baskı yapılıyor, olmadı el konuluyor, yine olmadı kapatılıyordu. Bir tek muktedirin hoşuna gidecek yayınlara sınırsız özgürlük tanınıyordu. Gazeteciler, televizyoncular, bırakınız muhalif tek kelime etmeyi, güç sahiplerini övüp, biat etmedikçe potansiyel hain olarak görülüyor, dış güçlerle işbirliği yaptıkları söyleniyordu.

Doğru her gün değişebiliyordu yine o günlerde. Bırakınız birkaç yıl önce yapılıp, söylenenlerden U dönüşü yapılmasını, sabah denilen akşam inkâr edilebiliyor, doğru ve yanlış birilerinin tekelinde efektif olarak konumlanıyordu.

Suç ve suçlu kavramı da iğdiş edildi o süreçte. Dürüstlük sürülme, kovulma, hapse atılma sebebi olabiliyordu mesela. Buna karşılık yıkama, yağlama, övme, abartma, yanıltma kahramanlıkla eş olarak görülüyordu ayrıca. Doğruyu söyler gibi olanlar, anında linç ediliyor, ne hainlikleri kalıyordu, ne casuslukları.

Kanunlar, bizzat uyması gerekenler tarafından fütursuzca çiğneniyor, bizzat yetkililer, ‘tanımıyorum' diyebiliyor ve hatta mülki amirlere, ‘siz de tanımayın' şeklinde nasihat veriyordu o dönemde.

Bitmek bilmeyen bir iç ve dış düşman bereketi vardı o vakitler. Bütün dünya işini gücünü bırakmış ülkemizi batırmaya uğraşıyor, zaten yerli işbirlikçiler de buna dünden teşne olmaya hazır erketede bekliyordu misal.

Her gün ölü haberi gelmesi vaka-yı adiyedendi. Şehirlerde bombalar patlıyor, masum insanlar katlediliyor, buna karşılık kimse sorumluluğu üstlenmediği gibi, bu konuda endişesini ifade edenler hainlerin ta kendileri oluveriyordu.

Ne günlerdi o günler!

Ali Bulaç - Mazlumun kalb gözü!

$
0
0

Ebû Hüreyre (ra), Hz. Peygamber (s.)'in şöyle bir olay anlattığını rivayet eder:

“İsrâiloğulları içinde biri ala tenli (abraş), biri kel, biri de kör üç kişi vardı. Yüce Allah onları sınamak istedi, bir melek gönderdi.Melek, ala tenliye;

– 'En çok istediğin şey nedir?' dedi. Ala tenli,

– 'Güzel bir ten rengi ve insanlara itici gelen şu halin benden giderilmesi.' dedi. Melek onu sıvazladı, ala tenlilik gitti, rengi güzelleşti. Melek bu defa;

– 'En çok sahip olmak istediğin mal nedir?' dedi. Adam,

– 'Deve.' dedi. Ona on aylık gebe bir deve verildi. Melek,

– 'Allah sana bu deveyi bereketli kılsın!' diye dua etti.Sonra kel adama gelerek;

– 'En çok istediğin şey nedir?' dedi. Kel adam,

– 'Güzel bir saç ve insanları benden uzaklaştıran şu kelliğin giderilmesi.' dedi. Melek başını sıvazladı, kelliği kayboldu, gür ve güzel saçları oldu. Melek sordu:

– 'En çok sahip olmak istediğin mal nedir?' Adam,

– 'İnek…' dedi. Ona da gebe bir inek verildi. Melek ona da dua edip körün yanına gidip

– 'En çok istediğin şey nedir?' dedi. Kör,

– 'Allah gözlerimi açsın.' dedi. Melek gözlerini sıvazladı. Gözleri açıldı. Bu defa Melek,

– 'En çok sahip olmak istediğin şey nedir?' dedi. O da,

– 'Koyun…' dedi. Bunun üzerine ona döl veren bir gebe koyun verildi.

Deve ve sığır yavruladı, koyun kuzuladı. Neticede her birinin vâdi dolusu devesi, sığırı, koyun sürüsü oldu.

Daha sonra melek, ala tenliye, yoksul insan kılığında geldi ve;

– 'Yoksulum, yoluma devam edecek imkânım yok… Rengini ve cildini güzelleştiren Allah aşkına senden bir deve istiyorum.' dedi.Adam,

– 'Mal verilecek çok insan var.' dedi. Melek,

– 'Ben seni tanıyor gibiyim. Sen insanların kendisinden iğrendiği, yoksulken Allah'ın zengin ettiği abraş değil misin?' dedi. Adam,

– 'Bana bu mal atalarımdan miras kaldı.' dedi. Melek,

– 'Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin.' dedi.

Sonra melek, kelin yanına geldi. Ona da abraşa söylediklerini söyledi. Kel de abraş gibi cevap verdi. Melek ona da;

– 'Yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin!' dedi.Sonraeskiden kör olan adama gitti ve;

– 'Fakir ve yolcuyum. Yoluma devam edecek imkânım kalmadı… Sana gözlerini geri veren Allah aşkına senden bir koyun istiyorum.' dedi. Adam,

– 'Ben kördüm. Allah gözlerimi iâde etti. İstediğini al…' Melek,

– 'Malın senin olsun. Bu sizin sınavınızdı. Allah senden razı oldu, arkadaşlarına gazap etti.' dedi." (Buhari, Enbiya, 51, Müslim, Zühd, 10.)

Rahmetli babam, küçükken bize İsrailiyat olduğu anlaşılan bir hikaye anlatırdı: Birgün Hz. Musa'nın yolu gençlerin eğlenerek yüzdüğü bir havuza düşer. Herkes yüzüp eğlenirken kenarda bir genç elindeki çakıyla kalınca bir sopayı yontmaktadır. Hayli üzgün olduğunu suratına bakan anlıyordur. Hz. Musa ona “neden yüzüp eğlenmediğini” sorar. Genç, acıyla kör olduğunu söyler. Hz. Musa, ona acır ve Yüce Allah'tan bu gencin gözlerini açması için yalvarır. Derken, duası kabul olunur, gencin gözü açılır. Bu sırada diğer gençler havuzdan çıkmış, giyinip gitmişlerdir. Gözleri açılan genç hemen sevinçle havuza atlar, dakikalarca yüzer. O da bıkıp havuzdan çıkınca bu sefer yonttuğu sopayı sivri ucu yukarı duracak şekilde havuzun dibine çakar. Hz. Musa, niçin böyle yaptığını sorunca genç, “Herkes bu havuzda çok yüzdü, ben hep mahrum kaldım, bundan sonra benden başka kimse yüzmesin. Kim havuza atlarsa kalbine saplanacak.” der. Hz. Musa, ellerini havaya kaldırır “Rabb'im! Bunun gözlerini kör et, demek ki körlüğe müstahakmış.” diye yalvarır.

Vücuttaki araz ve hastalıklar gibi yoksulluk, başka sıkıntı ve musibetler de birer sınav vesilesidir. (2/Bakara, 155-156.)

Hadiste sözü edilen abraş, kel ve meselde zikri geçen genç sınavı kaybetmekte, üçüncüsü kazanmaktadır. Sınavı kazananın adamın iki gözü kördü ama “kalb gözü” açıktı. Belli ki geçmişte yaşadıklarına, sonra sahip olduğu nimetlere bakıp gerekli dersleri çıkarmasını bilmiştir.

Şu veya bu musibete, mahrumiyet ve zulümlere maruz kalanlardan kiminin kalb gözü kapalı, kimininki açıktır. Kişi takva sahibiyse kalb gözü görür, değilse kör olur; geçmişini unutur, kazık çakan genç gibi “Herkes havuzdan çok istifade etti, sıra bende!” der. Bunun bir açıklaması olmal!

Ahmet Selim - Ufuklara bakmak

$
0
0

Bir merhaleye, bir sahile ulaşana kadar, bilgi, düşünce ve gelişme gururuna kapılabilirsiniz. Arkanıza baktığınızda epeyce mesâfe aldığınız kanaati sizi etkileyebilir. Kendinizi bir şey zannedebilirsiniz.

Fakat bir merhale vardır ki, size bilmedikleriniz ne kadar çok olduğunun şuurunu kazandırır; bir sahil vardır ki, önünüzde sonsuz bir deryanın bulunduğu hakikatini gösterir. İşte orada gerçek tevazu doğar. Bir başka deyişle: “Ufuk perspektifi” tevazuu getirir. Önünüzde kimler vardır kimler.

Dereleri tepeleri, gölleri gölcükleri geçmişsiniz. Bazen bir su birikintisi üzerindeki çöpe konan sivrisinek gibi kendinizi kaptan-ı derya sanmışsınız; bütün bunlar başlangıç noktasıyla mukayeseden doğan neşeler, gururlar verebilir insana. Ufuk perspektifinde ise, önünüzdeki ile elinizdekini mukayese imkânı doğar ve o zaman kendinize gelirsiniz. Newton ne demiş: “Kendimi sonsuz bir okyanusun kıyısında çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuğa benzetiyorum.”

Kendini bilmek, işte bu noktada erişilemeyecek-kuşatılmayacak enginleri, kendimizle mukayese etmemiz sonucunda uyanan bir şuurdur, halidir. Asıl tekamül, bu şuurun kazandırdığı tavırla, üslupla, metotla başlar. “Tevazu” o tezahürleri yaşayanın tabiî; duruşudur. Kendini bilen elbette ki mütevazı olacaktır. Tevazu, iddia ile falan bağdaşmaz. Bir merhaleye kadar olması gerekenler olmuşsa o da olur; ve yeni merhalelere yönelmenin ufku, o kıvamla açılır.

“Efendim bu adam kibirli.” Kibirli de olabilir, aşağılık kompleksiyle malûl de olabilir; ikisi sık sık dönüşerek bir arada da bulunabilir. “Kendini bilmek” yok ise, tevazu da yoktur vakar da; samimiyet de yoktur, ciddiyet de; sabırlı çileler de yoktur, aydınlık umutlar da.

Kendini bilmekle mütevazı ve vakur olan, yolunu bilmekle de mutedildir. Tekamül yolunun ifrat ve tefrite kapalı sadece itidale açık olduğunun şuurundadır.

Kendini bilmenin bir başka ifadesi, kesrette vahdet sırrını sezmektir; hayatın ve hakikatin bütünlüğü içinde layık olduğu yeri bulmanın, kendi şahsiyet bütünlüğüne kavuşmakla mümkün olduğunu, bunun da ancak sevginin ışığında gerçekleşebileceğini kavramaktır.

Yolculuk meziyetleridir bunlar, yalnız başlarına izah olunamazlar; bir manzume teşkil ederler. Ya beraberce vardırlar, ya da hiçbirisi yoktur. Mizaç farkları ayrı bir bahis. Tekamül, “yolcu olabilmek” özelliklerini ve meziyetlerini nefis terbiyesinin vazgeçilmez ön şartları halinde önünüze çıkarır. Burayı aşamazsanız, sonrası gelmez. “Ön şartlar” merhalesinin kazandıracağı ruhtan mahrum kalırsanız, biçimselliklerle boşuna uğraşırsınız. Böyle biri için vaktiyle şöyle denildiğini duymuştum: “Adam tasavvuftan tekebbüre varmış!”

Bazen gençlere, “O kulübeye fazla takılma, oradaki gölcüğü geç artık, şu pırıltı gözünü kamaştırmasın, berideki oyuncakla yeter oyalandığın…” diyorsak, bu acelemizi tevazu yokluğuna bağlanmasınlar. “O tecrübeleri yaşadık, fazla vakit kaybetme, gel buraya da sahilden beraberce ufuklara bakarak hayretimizi, sorumluluğumuzu, heyecanımızı paylaşalım.” demek istiyoruz. Aslen yardım rica ediyor, “tevazu-vakar-itidal” çağrısı yapıyoruz.

Ufuk bakışına kavuşmadan insan kendi içine de iyi bakamaz ve yanıltıcı mukayeselerin cazibesine kapılıp “kendini bilme, tevazu, itidal, bütünlük şuuru, sevgi” gibi yol şartlarından mahrum kalır. Bırakın bir yere gelmeyi, gerçek yolculuğa başlayamaz bile.

Mümtaz'er Türköne - Güç biterse?

$
0
0

Anayasa Mahkemesi'nin Can Dündar-Erdem Gül kararına kazan kaldıranlar, ortalığı velveleye verenler aklın-mantığın sınırını aşıp bayırdan aşağıya tostoparlak yuvarlanıyorlar.

Tek sesli bir koronun içinde yer kapanların gözü sadece orkestra şefini takip eder. Yine de ortaya tam bir kakafoni çıkıyor. Anayasa Mahkemesi kararı aslında tek cümle: "Tutuklu yargılamanı doğru bulmuyorum." Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru hakkı kapsamında temel bir insan hakkı ihlali olup olmadığına bakıyor ve sonuçta tutukluluk kararını yanlış buluyor. Bu bir beraat kararı değil, davanın özüne dair bir karar da değil. Öyleyse Cumhurbaşkanı dahil, ortalığı ayağa kaldıranlar sadece serbest bırakılmalarına ve tutuksuz yargılanmalarına itirazda bulunmuş oluyorlar: "Bu gazeteciler mutlaka tutuklu yargılansınlar." İyi güzel de, neden? Tutuklu yargılanmalarında bu kadar ısrarın sebebi ne? Tutuksuz yargılansalar ne kaybedersiniz?

"Tutukluluk" yargılama düzeninde bir tedbir olmaktan çıktı ve iktidarın yargı eliyle kullandığı bir cezalandırmaya dönüştü. Sonunda beraat etmenizin, edeceğinizi bilmenizin hiçbir anlamı yok. Hidayet Karaca'ya, Gültekin Avcı'ya, Mehmet Baransu'ya bir bakın. Bu gazeteciler, Saray'ın sopa olarak kullandığı sulh ceza hakimlikleri aracılığıyla "tutuklanarak" cezalandırılmış oldular. Şimdi de tutuklanma veya açığa alınma ve yahut sürülme korkusu yaşayan yargıçlar marifetiyle "tutuklu kalmak"la cezalandırılıyorlar.

Can Dündar-Erdem Gül kararını ve bu kararı veren mahkemeyi yaylım ateşine tabi tutanlar, tutuklu yargılanmayı bu kadar hararetle savunmalarına başka bir gerekçe bulabilirler mi? "Can Dündar-Erdem Gül tutuklu kalmalıydı". Tamam da neden?

Gücün başkaları tarafından sınırlanmasa bile yine de doğal bir sınırı var. Akıl, mantık ezbere tekrarlanan argümanlarla yürümüyor. Sabah Gazetesi, Anayasa Mahkemesi Başkanı'nı itibarsızlaştırmak için 2008'deki çok doğru bir sözünü hatırlatıyor. Başkan, sadece anayasa hukuku profesörü unvanıyla tam da AK Parti kapatma davasına karşı itirazlarını sıraladığı günlerde Anayasa Mahkemesi'nin iptal karalarını "gerekçesiz" açıklamasını eleştirmiş. Sabah Gazetesi gibi Saray habercileri "evreka" diye bağırıyor. Tamam da Can Dündar-Erdem Gül kararı bir iptal kararı değil ki. Anayasa Mahkemesi, 2010 referandumu ile açılan "bireysel başvuru hakkı" yoluyla önüne gelen bir insan hakkı ihlali başvurusunu karara bağlıyor. Gerekçeyi yazana kadar tutuklu mu tutacak?

Adalet Bakanı Anayasa Mahkemesi'ni "yargıya müdahale" etmekle suçlayarak, bu mahkemeye, yani yargıya alenen müdahale etmiş olmuyor mu? Cumhurbaşkanı'nın "tanımıyorum, saygı da duymuyorum" orkestrasyonunda yükselen seslerin tamamı gelip aynı yere dayanıyor: "Biz bu iki kişinin tutuklu kalmasını istiyoruz." Neden? "Çünkü onlar casus". Ama Anayasa Mahkemesi casus olup olmadıklarına dair bir karar vermiyor ki. Olsun, tutuklu yargılansınlar.

İşte bu ısrar ve mantık hem yargı düzeni ile Saray arasındaki ilişkinin neye göre tanzim edildiğini, hem de mantığının gelip nasıl çöktüğünü gösteriyor. Diktatörlüğün yürütülmesi için bir cezalandırma tekniği olarak "tutuklama"nın devam etmesi lâzım. Etmiyorsa, güç ile yürüyen mantık da dikta arayışları da sınıra gelip dayanmış ve çökmüş görünüyor. Sonuçta iki kişi tutuklu değil tutuksuz yargılanacak. Bu kadar fazla gürültü çıkartılmasının, Anayasa Mahkemesi'nin bu kadar ağır bir saldırı altında bulunmasının sebebi dikta düzeninin çöküşünde aranmalı.

Asıl çöküş Anayasa Mahkemesi'nin kararından değil, bu kararın hemen uygulanmasıyla ortaya çıktı. HSYK'nın kontrolü ile ve Adalet Bakanı'nın "neden serbest bırakıyorsunuz, tutuklu yargılansınlar" diye alenen yargıya müdahalesiyle baskı altına alınmış yargıçlar Anayasa Mahkemesi'ne uygun bir karar verdiler ve tahliyeler bu şekilde gerçekleşti. Kararı kim verdi? Tahliyeler nasıl mümkün oldu, bilen var mı? Cumhurbaşkanı neden "mahkeme direnmeliydi" dedi?

Anayasa Mahkemesi kararı hakkında değil, iktidarın sınırlanması ve denetlenmesi, haksız tasarruflarının ve zulmünün engellenmesi üzerine bir gündemi takip ediyoruz. Öyle anlaşılıyor ki güç kendi sınırlarına dayanmış durumda, hükmünü artık yürütemiyor


Melih Arat - Başarıda güven faktörü

$
0
0

En iyi performansın ortaya çıkması, önemli ölçüde insanlara güvenmemizle ilgilidir.

Bugünlerde internette dolaşan bir videoda bir spor salonunda Uzakdoğulu bir grup küçük çocuk birer birer 10 adet tuğlanın üstünden sıçramaya çalışmaktadır. Çocuklardan biri, sıçramayı dener ve başaramaz. Tuğla setinin yanı başında mükemmeliyetçi bir anne bulunmaktadır. Oğluna bir daha denemesini söyler, çocuk bir daha dener ve yine başaramaz. Anne çocuğa birkaç kez daha denemesini söyler ve çocuk her seferinde başarısız olur. Sonunda çocuğun sınıf arkadaşları çok şaşırtıcı bir şekilde yarışma sahasına inerler, arkadaşların çevresinde hilal şeklinde yüzleri tuğla setine bakacak şekilde dururlar ve ‘yaparsın' diye bağırıp geri yine yerlerine otururlar. Çocuk tekrar koşarak tuğla setine yaklaşır ve şiir gibi bir sıçrayışla daha önce dört kez geçemediği tuğla setinin üstünden deyim yerindeyse uçar. Çocuğu burada başarılı yapan nedir? Annenin sözleri videoda anlaşılmamaktadır. Ama arkadaşlarının sözleri, gayet nettir. Çevremizdekilerine ‘yapabileceklerini' ve ‘başarabilecekleri' mesajını vermek, onlara güvenmek en iyi performansı ortaya çıkmasına yardım etmektedir.

Shall We Dance isimli (yönetmen Masayuki Suo ve Peter Chelsom) filmde profesyonel bir dansçı kadın, dansın kontrolünü elinde tutmaya çalıştığı için uluslararası bir yarışmada pistte partneriyle birlikte kaza yaparlar. Profesyonel dansçı kadının, dansın kontrolünü erkek partnerine bırakmamasının nedeni, kendine çok güvenirken partnerine güvenmemesidir.

Bütün işler istisnasız işbirliğini gerektirir. Dolayısıyla bir iş yaparken çevremizdekilere güvenemiyorsak işi yapmak çok zorlaşır. Elbette güvene layık olmak da çok önemlidir. Sözlerini tutan insanlara, işlerine özenle yaklaşan insanlara daha çok güvenilir. Dolayısıyla bizim belirli düzeyde iş ve eylemlerimizde özenli olmamız, güvenin ortaya çıkmasına yardım eder.

Çevremizdekilere güvenmezsek ve bunu onlara hissettirirsek onlar da strese girer ve stres beklenen başarısızlığı doğurur. Özellikle çevremizdekilerin bizim hakkımızdaki olumsuz düşünceleri, bizi adeta kilitler. Yapabileceklerimizi de yapamaz hale geliriz. En iyi performansın anahtarı, bu anlamda güvendir.

Eğer yukarıdaki çocuğun hikâyesinde olduğu gibi, önce başarısızlık ortaya çıkarsa bize inancını kaybetmeyen dostlar, arkadaşlar, aileler sayesinde zamanla nasıl başarılı olacağımızı öğreniriz. Onun için güven, aynı zamanda çevremizdekilerin başarısızlıklarını da hoş görmeyi ve onlara zaman tanımayı da içerir.

Ali Yurttagül - Sığınmacıları kazanmak

$
0
0

Brüksel'de EPC'nin (European Policy Center) düzenlediği “sığınmacıların entegrasyonu” meselesine eğilen toplantıdayım.

Küçük grupların buluştuğu bu tür toplantıdan eser yok. Salon tıklım tıklım. AB kurumları, üye ülke temsilcileri, kiliseler, sendikalar ve önemli sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri salonda. Avrupa sığınmacılar sorununu tartışıyor. Türkiye'de “ahlak” soruşturması ile karşı karşıya olan Avrupa sadece sorunu değil, çözümleri de tartışıyor.

Her konuda olduğu gibi sığınmacılar meselesinde de tek “Avrupa” yok. Sığınmacıları istemeyen, kaldıkları binaları kundaklayan ırkçılar da var Avrupa'da. Polonya, Macaristan hükümetleri gibi yüz kızartıcı politik tavırlar da var. Ama, sığınmacılara kucak açan, tren istasyonlarında sıcak çorba, giyecek ve çocuk oyuncakları ile karşılayan bir Avrupa da var. Çok daha önemlisi; milyonlarca Suriye, Afganistan gibi ülkelerden kaçan insanı topluma nasıl kazandırırız, entegrasyonlarını nasıl sağlarız sorusuna eğilen insanlar da var. Salondalar ve derinlemesine tartışıyorlar.

Rakamlar küçük değil. Almanya 2015 yılında 1 milyona yakın sığınmacı kabul etmiş. Ocak 2016 rakamının 80 bin civarında olduğunu öğreniyoruz. Türkiye ile yapılan anlaşma ile sayının biraz da olsa azalacağını varsaysalar da, bu yıl yine 1 milyona yakın sığınmacı bekleniyor. Şehirler, çözümü kolay olmayan birçok sorunla karşı karşıya. Konut sorunu en acil ve en büyük sorunlardan biri. Zaten sınırlı konut kapasitesi yüz binlerce yeni talebi karşılayacak durumda değil. Kaynak yaratılsa bile, kısa zamanda yapmak mümkün değil. Entegrasyon, topluma kazandırmanın ana sorunu iş ve ekonomi meselesi, masada. Sığınmacıları konut sorunu olmayan, ama iş bulma şansları da olmayan bölgelere yerleştirmenin anlamı olmadığı için, “yerleştirme” politikası çok boyutlu.

Suriyeli sığınmacılar kim ve geri dönerler mi sorusu irdeleniyor. Almanya iş ve işçi bulma kurumundan bir konuşmacı bu konuya ilginç bir boyutu ile eğiliyor. “Bosna'dan kaçan sığınmacıların %75'i kriz sonrası geri döndü.” diyor. Aynı şeyi Suriye ile yaşar mıyız? Sanmıyor. Suriye krizinin ne kadar süreceği meçhul olduğu gibi, “çözümün” de ne getireceği meçhul. Gelenlerin profili bu konuya ışık tutucu veriler içeriyor. Almanya'da kayda giren sığınmacıların nerede ise %80'i 35 yaş altı bir sosyal grup. Yaş ortalaması 25 olanlar %50 civarında. Genç bir nesil, topluma uyum sağlamaları çok daha kolay. Kadınların oranı oldukça düşük, %30 civarında. Bu insanların İsveç veya Almanya'da tartışıldığı gibi bir gün geri dönmesini beklemek pek gerçekçi değil. Bu sorun belirleyici de değil, diyor konuşmacı. Dönüp dönmeleri entegrasyon politikamız açısından önemli değil. Kalırlarsa eğitim, meslek ve çalışma hayatına kazanmamız bir zorunluluk, toplumsal barışın gereği diyor ve ekliyor. Dönerlerse elleri boş dönmemiş, meslek, tecrübe ve dil kazanmış olurlar. Olumlu baktıkları bir Almanya da verebilirsek, dönenlerin ekonomik getirisi de olur diye ekliyor ve gülüyor.

Türkiye'de durum biraz daha farklı. Türkiye'de bulunan, 2,5 milyon civarında sığınmacının profili Avrupa yollarına düşenlerle örtüşmüyor. Kadınlar ve çocuklar çoğunlukta, yaşlılar da var. Bu yüzden Türkiye'nin entegrasyon politikası da bu gerçeklere göre şekillenmeli. Özellikle çocuklar üzerinde durmak zorundayız. Çocukların dil öğrenme yetenekleri daha yüksek olduğu gibi, meslek edinme ve eğitim almaları da daha kolay. Almanya'ya sığınan genç sığınmacılar bile meslek eğitimine sıcak bakmıyor diyor uzmanlar. Para kazanmak istiyorlar. İnsan tüccarlarına ödedikleri, çoğu borç parayı ödemek zorunda olmaları gerekçelerden biri. Türkiye'de bulunan çocuklarda bu sorun yok. Eğitimlerine harcanacak her kuruş, altın değerinde. Türkiye'de kalırlarsa toplumsal uyumlarını kolaylaştırıcı bir etken olur. Dönerlerse Suriye'nin kalkınması için bir altyapı.

Önümüzdeki pazartesi planlanan ikinci AB-Türkiye zirvesi, sorunun bu boyutuna eğilir mi bilmiyoruz. Her halde bir kez daha harabeye dönmüş Schengen kale duvarları gündemdir. Türkiye milyonları sığınmaya zorlayan sorunlar ile olayın insanî; boyutunu gündeme taşırsa, sığınmacılar da, Türkiye de kazanır.

Yusuf Keleş - Vergi affı herkese 'iyi gelir'

$
0
0

Son iki-üç yıldır, seçim ve siyaset konuşmaktan, ekonomi ve bütçe politikaları ile uğraşılamaz oldu.

Özellikle ülke içinde ve dışında yaşanan çalkantılar kişi ve ülke gelirlerini ciddi manada düşürdü. Başta Ortadoğu olmak üzere ticari ilişkiler içerisinde olduğumuz ülkelerle yaşanan sıkıntılar ve ticaret yollarındaki güvenlik problemi sebebiyle ihracat gelirlerimiz oldukça düştü. Ayrıca Rusya ile yaşanan uçak krizi ve ülkedeki asayiş sorunu turizm gelirlerini vurdu. Kredi faizlerindeki artışın fon maliyetini artırması ve gayrimenkul satışlarını durduracak seviyeye getirmesi de inşaat sektörünü daralttı. Bütün bunlar yaşanırken geçen hafta bahsettiğim üzere vergi yükünün ağırlığı, asgari ücretteki zorunlu artış sebebiyle SGK primlerinin radikal şekilde artması işletmelerin iflaslarını tetikledi. Mahkemelerde iflas erteleme davalarından geçilmiyor. Vergi ve primlerini ödeyemeyen firma sahipleri yeni projelere de başlayamıyor. Artvin Cerattepe'de çevreye sahip çıkan vatandaşları dinleyip onları rahatlatan Sayın Başbakan Ahmet Davutoğlu 80 milyonu ilgilendiren bu konuyla da ilgilenirse piyasayı ferahlatır.

Piyasayı ve şirketleri rahatlatacak bir vergi affı ihtiyacı, taraflı tarafsız, herkesçe kabul edilmiş durumda. Üstelik bu borçların gecikme faizlerinin silinmesi ve taksitli ödeme planı çıkarılması halinde devlete ciddi bir gelir akışı sağlanmış olacak. Bu kaynağın başka bir şekilde elde edilmesi mümkün değil. Devletin giderlerini karşılamak için borçlanma yoluna gidilirse bunun ekonominin en sağlam dayanağı olan kamu finansman yapısını bozacağını en iyi ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek bilir.

Özelleştirmeden gelir elde etmek de artık eskisi gibi kolay değil. Yeni vergilerin konulması, zaten ağır hissedilen vergi yükünü iyice artıracak ve vatandaşların tepkisine sebep olacak. Birikmiş alacakların tahsili için haciz ve icra uygulamasına gidilecek olursa hem mükelleflerin ekonomik faaliyetleri sekteye uğramış olacak hem de hatalı uygulamalar sebebiyle daha önce örneğini gördüğümüz mağduriyetler yaşanacak. Bu yüzden vergi affının bir an önce kanunlaşması gerekiyor.

Ülkemiz tarihinde ortalama 2-3 yılda bir vergi affı çıkarılır. Bu derece vergi affının çıkarılmasında; vergi borçlarının çokça artmış olması sebebiyle tahsil imkânı kalmaması, mahkemelerin vergi uyuşmazlıklarına ait davalarca tıkanması, yaşanan ekonomik krizler sebebiyle, mükelleflerin vergilerini zamanında ödeyememesi, zamanında ödenmeyen vergilere uygulanan faizlerin borçları ödenmeyecek derecede artırması ve kamu faydası gibi gerekçeler etkili olmuş.

SINIRLI BİR AF OLMAMALI

Son dönemlerde görev alan tüm Maliye bakanları gibi, müfettişlikten daire başkanlığına, oradan bakan danışmanlığı ve genel müdürlüğe, akabinde Maliye Müsteşarlığı yaparak iş hayatının ve kariyerinin tamamını Maliye Bakanlığı'nda yapmış Sayın Naci Ağbal da göreve başladıktan sonra piyasayı rahatlatacak bu kararı hızlıca devreye alır diye düşünüyorum. Sayan Bakan da Financial Times'a verdiği röportajda ekonominin iyi gitmediğini söylemişti.

Vergi affı sayesinde borçlarını yapılandıracağı için hem şirketler hem de Maliye bütçede olmayan bir gelir sağlandığı için kamu bütçesi de rahat bir nefes almış olacak. Bu reçete daha önce uygulanmış ve başarı yakalamış bir reçetedir. Üstelik bunun olumsuz bir yan etkisi de yoktur. Zamanında vergi ödediğini söyleyen mükelleflerin mağdur olduğunu düşünmesini gerektirecek bir durum da yok. Ekonomideki iyileşme ve hazineye gelir sağlayacak bu paketin faydası onlara da yansıyacak. Hem müşterilerinin ödeme kabiliyeti artacak hem de zamanında vergisini ödemiş kişi ve şirketler ilave vergi ödeme yükünden de kurtulmuş olacaklar.

Ancak bu affın son vergi affında olduğu gibi kısır çıkarılmaması gerekir. Alacaklar tahsil edilmek isteniyorsa yeni af paketi kapsamlı olmalı. Mesela borçlardan kaynaklanan faizlerin tamamı silinmeli. Bu alacaklardan kaynaklanan vergi ve idari para cezaları da silinmelidir. Borcunu bir defada ödeyeceklere borcun aslında belli oranda indirim yapılmalı. Borcunu def'aten ödeyecek durumu olmayanlar için taksitlendirme imkânı tanınmalı.

Ayrıca vergi affı sadece kesinleşmiş borçlar için düşünülmemeli. Tıpkı 4811 sayılı kanunda olduğu gibi sonraki yıllar için matrah artırımı, vergi mahkemelerine gitmiş davalar için indirim, farklı idari cezalarda borcun tamamen silinmesi gibi uygulamalar yapılmalıdır.

Bunun yanı sıra stok ve sabit kıymetlerin değerlerinde oluşan hataların düzeltilmesi, inceleme aşamasındaki mükelleflere tanınan uzlaşma imkânı ve dava aşamasında olan alacaklarla ilgili belirli oranlarda anlaşma fırsatı tanınmalı. Bütün bu alternatifli düzenlemeler çıkarılan aftan geniş bir kitlenin faydalanmasını, vatandaş-devlet arasındaki uyuşmazlıkların ve vergi mahkemelerinde oluşan aşırı iş yükünün sona ermesini sağlayacaktır. Muhatap olunan kitle geniş ve faydalanılan uyuşmazlıklar çeşitli olunca tahsil edilen vergiler de çok fazla olacaktır.

Seyfettin Gürsel - Sanayide rekabet erozyonu

$
0
0

2012'den bu yana Türkiye ekonomisinin parlak bir seyir izlemediğini biliyoruz.

Çok yüksek (yıllık yüzde 9'a yakın) aynı zamanda da aşırı dengesiz (cari açık-GSYH oranı yüzde 10'u bulmuştu) ekonomik büyümenin gerçekleştiği iki yılın ardından son dört yılda ortalama GSYH artışı yüzde 3,2 (2015'te yüzde 4 büyüme kabulüyle) olarak gerçekleşti. Bu dönemde toplam reel GSYH artışı yüzde 13,4 ile, kişi başına gelir artışı da yüzde 8 ile sınırlı kaldı. Üretim yönünden başı çekmesi gereken sanayi üretim artışı yüzde 14'ü bile bulmadı. Net ihracat ise (ihracat artışı-ithalat artışı) kimi zaman pozitif, kimi zaman negatif oldu. Oysa iktidar bir yandan büyüme oranını yüzde 5'e yükseltmeyi, diğer yandan da net ihracatı sürekli pozitif kılmayı umuyordu.

Ekonomik büyümeyi genelde harcamalar (talep kalemleri) yönünden tartışmaya alışığız. Geçen cuma TÜİK'in yayınladığı 4. çeyrek sanayi istatistiklerine (istihdam, çalışılan saat ve ücret-maaş endeksleri) biraz yakında bakınca büyüme tartışmasını bir de sanayi firmaları odaklı ele almakta yarar olduğunu düşündüm. Gelişmeleri aktarırken sanayinin çok büyük bölümünü kapsayan ve rekabet gücü açısından esas alınması gereken imalat sanayi rakamlarını kullanacağım. Zaten toplam sanayi ile imalat sanayi rakamları arasında dikkate değer bir fark görülmüyor.

Son dört yılda imalat sanayi üretim artışı toplamda yüzde 13,9. İstihdam artışı ise yüzde 12,8. Çalışan başına üretim artışı, diğer ifadeyle emek verimliliği artışı yok gibi bir şey. Ancak verimliliği çalışılan saat itibarıyla değerlendirmek daha doğru olabilir. Bu açıdan durum o kadar kötü değil ama vasat. Çalışılan saat toplamda yüzde 8,3 artmış. Çalışılan saat verimliliği artışı yılda ortalama yüzde 1'i biraz geçmiş.

Buna karşılık ortalama reel ücret artışı oldukça yüksek görünüyor. Son dört yılda toplam nominal ücret artışı yüzde 77,6. Üretici fiyatları itibarıyla imalat sanayiinde ortalama fiyat artışı (Haziran 2011'den Haziran 2015'e) yüzde 32,7. Demek ki imalat sanayi firmaları açısından ortalama reel ücret artışı yüzde 45. Doğrusu reel ücretlerde bu ölçüde bir artış olduğunun farkında değildim. Bu arada bir parantez açarak bu dönemde TÜFE artışının yüzde 38 olduğunu, dolayısıyla çalışanlar açısından reel ücret artışının yüzde 40'ı bulduğunu not edelim. Kalifiye işgücünün payının artması nedenlerden biri olmalı, ama diğer nedenler de araştırılmaya değer.

Son dönemde bir düzeltme var mı diye 2014'ten 2015'e değişimlere de baktım. Dikkate değer bir düzeltme göremedim. Üretim artışı yüzde 3,5. Çalışılan saat ise yüzde 0,6 azalmış. Kabaca emek verimliliği yüzde 4 kadar artmış. Yüksek sayılır. Ancak reel ücret artışı daha yüksek. Nominal ücret artışı yüzde 14,2 olurken, imalat sanayi üretici fiyatları yüzde 7,4'te kalmış.

Bu gelişmeler sanayinin rekabet gücünde son dört yılda bir erozyon meydana geldiğine işaret ediyor. Reel kur açısından da imalat sanayi pek destek görmüş sayılmaz. 2012 başında 102 olan (2003=100) Yurtiçi ÜFE Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi inişli çıkışlı bir yol izledikten sonra 2016 başında 98 düzeyinde. Yani TL'de çok sınırlı değer kaybı söz konusu.

Verimlilik-reel ücret dengesinde bozulmanın bu yıl daha da artma ihtimali oldukça yüksek. Asgari ücrete yapılan yüksek zammın özellikle düşük ücretleri önemli ölçüde artırması bekleniyor. Bu artışlar kısmen yükselen enflasyon ile telafi edilse bile esasen yüksek verimlilik artışları ile telafi edilmek zorunda. Aksi takdirde Türkiye sanayiinde rekabet erozyonunun devam etmesi kaçınılmaz, Yüksek verimlilik artışları ise kısa dönemde işgücü piyasasında, uzun dönemde de eğitimde yapılacak köklü reformlara bağlı. Umarım yanılıyorumdur ama bu konuda doğrusu fazla umutlu değilim.

Şahin Alpay - Kızgınlığımız aklımızın önüne geçmesin

$
0
0

PKK'ya da muhalefet eden radikal milliyetçi bir Kürt örgütünün 17 Şubat'ta Ankara'da düzenlediği intihar saldırısında çoğu asker 29 yurttaşımız can verdi.

Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar'ın “17 Şubat Şehitlerini Anma” törenindeki şu sözleri dikkat çekiciydi: “Üzgünüz, sinirliyiz, kızgınız, ama hiçbir zaman kızgınlığımız, asabiyetimiz aklımızın önüne geçmeyecek…” Akar'ın sözleri düşündürdü: Üzüntümüz ve öfkemizin aklımızın önüne geçmemesi ne anlama gelebilir? Bu soruya cevabım aşağıdaki gibi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “çözüm süreci”ne son vermesinden sonra güvenlik güçleriyle PKK militanları arasında çatışmalar yeniden başladı ve bu defa Kürt çoğunluklu bölgenin şehir ve kasabalarına yayıldı. Genelkurmay Başkanlığı'nın yaptığı açıklamalara göre, 7 Haziran 2015'ten 20 Şubat'a kadar asker, polis ve korucu tam 316 güvenlik görevlisi şehit oldu. Diyarbakır'ın Sur ile Şırnak'ın Cizre ve İdil ilçelerinde toplam 951 terörist “etkisiz hale getirildi.” Sivil toplum kuruluşlarına göre çatışmalarda en az 300 sivil can verdi; yaklaşık 400 bin kişi göç etti.

Şehitleri tek tek, geride bıraktıkları yakınlarıyla, eşleriyle, kimi henüz yeni doğmuş çocuklarıyla tanıyoruz; içimiz kan ağlıyor. Onları şehitliklerde, merasimle toprağa veriyoruz. Çoğunun çok yoksul ailelerden geldiklerini öğreniyoruz. Onlar bunu görev bildikleri, meslekleri bunu gerektirdiği için canlarını veriyor; belki bazıları savaşmaya hiç gönüllü olmadıkları, bunu bir kardeş kavgası olarak gördükleri halde… Bazılarının yakınları çatışmaların sürmesine isyan ediyor, bir an önce son bulmasını istiyor.

Ya PKK buyruğuyla savaştıkları için “etkisiz hale getirilen” gençler? Çoğumuz onların isimlerini bilmiyoruz, ailelerini tanımıyoruz; hangi koşullarda yaşayıp nasıl öldükleri, nereye, nasıl gömüldükleri hakkında hemen hiçbir bilgimiz yok. Tek bildiğimiz onların bilerek ve isteyerek, bir dava, bir ideal uğruna can verdikleri. Evet, bir terör örgütü tarafından beyinleri yıkanmış, öldürmeye ve ölmeye adanmış olabilirler, ama onlar da birer insan, bizim yurttaşlarımız, bizim gençlerimiz… Onların da genç yaşta hayata veda etmeleri halkımız, ülkemiz, vatanımız, devletimiz için büyük birer kayıp. Ülkeye barış hakim olsaydı, ölmeselerdi, belki hepsi topluma değerli katkılar yapacaktı.

Zengin tecrübelerle sabit ki onların “etkisiz hale getirilmesi” silahlı isyanın, terörün, şiddetin sonunu getirmiyor. Aksine! “Etkisiz hale getirilen” her birinin ardından belki onlarcası dağlara çıkıyor, birer asi, terörist oluyor. Şiddet şiddeti tetikliyor; şiddet sarmalı ülkeyi kana boğmakla kalmıyor; Kürtler arasında “psikolojik kopuş”u artırarak, ülkenin bölünmesi tehlikesini giderek büyütüyor. Kızgınlıklarımız aklımızın önüne geçmeden, vakit çok geç olmadan, silahlı isyanı, terörü etkisiz hale getirmenin doğru, gerçekçi, çıkar yolunu bulmak zorundayız.

Bana göre çıkar yol şu: 1) Kürtleri yok sayarak bir yere varılamayacağını MHP dahil hepimiz öğrendik. Kürtleri asimilasyona tabi tutarak, dillerini – kültürlerini baskı altına alarak da bir yere varamayız. İsteyen Kürtler anadillerini serbestçe kullanabilmelidir. Türkçe zorunlu ortak, resmi dildir; Kürtçe bölgesel resmi dil olabilir. Yerinden yönetim, özerklik ülkeyi bölmez, aksine ülke bütünlüğünün, gönüllü birliğin güvencesi olabilir. Halklar zorla bir arada tutulamaz.

2) Ülke bütünlüğünün korunması Türk, Kürt, bütün halkımızın ortak çıkarıdır. Evet, bunun için PKK'nın etkisizleştirilmesi gerekir. Ne var ki, PKK öldürerek etkisizleştirilemez. Silahı ve isyanı temsil eden PKK'yı etkisizleştirmenin yolu, barışı ve demokrasiyi, ülkenin bütünlüğünü temsil eden, ülkenin üçüncü büyük partisi haline gelen HDP'nin PKK'ya karşı güçlenmesinin yolunu açmaktır. HDP'nin “Türkiyelileşmesi” elbette ki Kürtlerin temel taleplerine sırt çevirmesi anlamına gelemez. HDP'yi baskı altına almak, milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmaya, liderlerini hapsetmeye, partiyi kapatmaya kalkışmak, muhakkak ki Türkiye'ye yapılacak en büyük kötülük olur. Onca yıl, Kürt siyasi hareketinin onca partisi kapatıldı da ne oldu? Türkiye bütünlüğünü koruyacak, barış içinde yaşayacaksa, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi hakim kılmak zorundayız.

3) Onyıllarca boyunduruk altında tutulan Irak Kürtleri ile yakınlaşmanın hem ekonomi hem de güvenlik açısından yararlarını ziyadesiyle gördük. Onyıllardır boyunduruk altında tutulan, vatandaşlık hakkı bile tanınmayan Suriye Kürtlerini düşman görmek yerine onlara da dostluk elini uzatmak, kendilerine başka dostlar aramak zorunda bırakmamak aklın emrettiği politikadır. DAEŞ'le PKK'yı, PKK ile PYD'yi, PKK ile HDP'yi aynı kefeye koyan bir zihniyetle Türkiye'yi yıkıma götürmekten vazgeçin. Kürtlerle “bin yıllık kardeşliği” canlandıran Türkiye uçar.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live