Onunla ilk, Kur'an-ı Kerim'de Yâsin Sûresi'nde karşılaşıyor, isminin Habib-i Neccar olduğunu farklı kaynaklardan öğreniyoruz. “Neccar” marangoz anlamına gelen bir kelime.
Hikâyesi Hz. İsa'nın iki havarisinin bir şehre (muhtemelen Antakya) gelerek halkı iyiliğe ve doğruluğa davet etmesiyle başlıyor. Sonra o iki elçi, bir üçüncüsü ile takviye ediliyor. Tefsir âlimleri bize isimlerinin Yuhanna, Pavlus ve Şemûnü's-Safâ (Simun Petrus) olduğunu söylüyorlar.
O kutlu elçiler, zulmedenleri adalete, tecavüz edenleri hadde, cehaletin karanlığında boğulanları aydınlığa çağırıyor. Henüz Habib-i Neccar sahnede yok.
Tahmin edeceğiniz gibi bu çağrının mukabelesi kabalık ve zorbalık oluyor.
Kent halkı, kendilerine davet ulaştığı andan itibaren mazuriyetlerini yitiriyor. İradenin hakkını vermek ya da vermemek arasında bir tercihle baş başa bırakılıyorlar. “Dün”e geri dönemeyecekleri, bundan sonra da hayat karşısında aynı insan olarak kalamayacakları için öfkeleniyorlar. Elçilerin kendilerine uğursuzluk getirdiği iddiasında bulunuyor ve eğer söylemlerini sürdürürlerse onları taşa tutmakla tehdit ediyorlar.
Düşüşleri tam da bu noktada başlıyor:
Dediler ki: “Biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık, eğer vazgeçmezseniz sizi taşlarız ve bizden size acı bir azap dokunur.” Elçiler: "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi uğursuzluğa uğruyorsunuz? Hayır, siz aşırı giden bir milletsiniz,” diye karşılık verdiler. (Yâsî;n Sûresi, 18, 19)
Amacı göz ardı eden anlamı da göz ardı eder
Şehir halkı böylesine hırçınlaştığına göre, sadece düzenlerini değil çıkarları da tehdit altında hissediyor olmalılar. Zira muktedirler, hedefleri şaşma, planları bozulma riski altındaysa vahşileşir. Jung'un penceresinden bakarsak, insan davranışları geçmişten getirdiği sebeplerden olduğu kadar geleceğe dönük maksatlardan da etkilenir.
Kötülükte sınır tanımazlık, bir topluluğun vasfı haline gelmişse toplumsal paranoya had safhaya ulaşır. Dünyevi imkânları ellerinde bulunduranlar bütün duygu, meleke ve kabiliyetleri ile menfaatlerini korumaya odaklanır. Her muhalif ses susturulur, her adalet davetçisi “düzen bozucu” olarak damgalanır. Halkı doğruluğa çağıran hakikat elçileri de uğursuz (paralel, haşhaşi, vatan haini vs.) olmakla suçlanır, azap dokundurmakla (itibarsızlaştırma, işten atma, hapis, gasp, iftira vs.) tehdit edilir.
Taşa tutma, toplumsal bir galeyan hali olduğu için kitle psikolojisine işaret eder. Konumu, makamı ve çevresi elverişli olan her zorba ya da oligark, yığınları kör kütük arkasından sürükler, kendi sesini halk korolarına tasdik ve tekrar ettirir. Arenaları dolduran Roma halkının tek ses ve tek nefes halinde kan ve ölüm istemesi gibi...
Gerçekte, uğursuzluk onlara ancak “kendilerinden” gelmektedir.
Şehrin en uzak ucundan koşarak gelen adam
Habib-i Neccar tam bu gerilimin ortasında çıkar sahneye. “Şehrin en uzak ucundan” ve “koşarak” gelir.
O, Kur'an tipolojilerinden biridir. Kadın ya da erkek, her asırda karşımıza çıkabilecek bir kahraman. İhtiyaç duyulduğu anda, tam zamanında gelen. Elçileri desteklemek, hakka şahitlik etmek, “doğru söylüyorlar” diyebilmek için ölümü göze alan bir hakperest.
Konumunun “şehrin en uzak ucu” olarak belirtilmesi, bir aşkınlıkla maddeten ve manen şehrin (dünyanın) uzağında kalabilmesindendir. Elçiler gibi “bir vazife ile gönderilmiş” değildir. Karye halkındandır, fakat “onlardan” da değildir. İçinde neşet ettiği toplumun düşündüğü gibi düşünmeyen, inandığı gibi inanmayan, yaşadığı gibi yaşamayan biridir. Kendini ahlaki çözülmelerin dışında tutabilmiş, menfaat çarkının içerisine girmemiştir.
Gelişi koşarak olduğuna göre sırtına yüklenmiş bir minnet yükü, bu kadar cesur bir çıkış yapabildiğine göre de ayağına takılacak bir yanlışı yoktur. İmam-ı Rabbanî; Hazretleri'nin dediği gibi, “Lâ” süpürgesiyle yolları temizleyebildiği için “illellah sarayı”na varabilmiştir.
Yolun sonuna gelindiğinin farkındadır. Son sözleri o söyleyecek, nihaî; uyarıyı o yapacaktır. Heyecanı ve samimiyeti beyanına yansır. Hakikate aşinalığın baş döndürücü derinliği ile kurar cümlelerini. Uçurumun kıyısında dolaşan birilerini, kendilerini boşluğa bırakmasınlar diye, ikna etmeye çabalıyor gibidir. “Ey kavmim” diye sahiplenerek seslenir muhataplarına. Akla, kalbe, hisse ve vicdana birlikte hitap eder. Hidayette oluşlarına yaptığı vurgu ile elçilerin hakikate adanmışlıklarını, ücret istemeyişlerine dikkat çekerek de beklentisizliklerini imler.
“Ey Kavmim, kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun!” (Yâsî;n Sûresi, 21)
Kahraman
Habib-i Neccar'ın, elçileri linç etmek üzere toplanmış, galeyan halindeki halkın önüne atılırken başına gelecekleri bilmediğini düşünmek safdillik olur. O, tarihi bir fırsatı değerlendirmiş, iradesinin hakkını vererek varlığını İlahi bir lütufla gaybî; olmaktan çıkarıp ölümsüzleştirmiştir.
Thomas Carlyle, Kahramanlar adlı meşhur kitabında utilitaire (faydacı) telakkilerden nefret ettiğini ve hayatın kökünde yalnız uluhiyet ve kahramanlık bulduğunu söyler.
Belki Antakya halkının içerisinde elçilere reva görülen zulmü desteklemeyen birileri vardı. Ama durumun ciddiyetini kavrayamadıkları, birtakım mülahazaların arkasına saklandıkları ve nihayetinde kendilerini var kılmayı başaramadıkları için onları tanımıyoruz. Akıbetleriyle de zulmedenlerle beraber oluyorlar.
Bir bilselerdi
Kıssanın sonu beklendiği gibidir. Elçilerin Antakya halkında uyandırdığı nefret Habib-i Neccar'a yönelir. Ayetin gelişinden onun kavmi tarafından katledildiğini öğreniyoruz.
Oysa o, kendisine “Buyur cennete gir!” denildiğinde bile halkını hatırlayarak:
“Ah halkım bir bilseydi!” diyecektir.
“Ah bir bilselerdi, Rabb'imin beni affettiğini, beni ikramlara gark ettiğini!..” (Yâsî;n Sûresi, 27) e.eroglu@zaman.com.tr