Quantcast
Channel: ZAMAN-YAZARLAR
Viewing all 11844 articles
Browse latest View live

Necati Kola - Endişeden yarı finale

$
0
0

Maçın 15. dakikası… F.Bahçe'nin dev forveti Fernandao, köşe gönderinde. Hücum için değil, savunma için.

Genç kaleci Ertuğrul'u saymazsak o an en gerideki isim. Sol köşede diğer savunma oyuncularıyla üçgen yaptıktan sonra topu bir libero gibi orta sahaya doğru uzaklaştırıyor. Bu manzara, daha önce Türkiye Kupası'nda küçük takımlara karşı kazalara uğrayan F.Bahçe'nin dün geceki endişesini gösteriyordu. Diyarbakır'daki ilk maçın 3-3 bittiği göz önüne alınırsa, Fernandao'nun bile savunmayı düşünmesi gayet normaldi.

Vitor Pereira da kadroyu ona göre oluşturmuştu. Bir taraftan rotasyona gidip lig ve Avrupa maçlarında fazla şans bulamayan isimlere yer vermiş, bir taraftan da her türlü ihtimali düşünüp tedbiri elden bırakmamıştı.

Maç beklendiği gibi F.Bahçe'nin üstünlüğüyle başladı. İlk 11'ler farklı olsa da Beşiktaş derbisindeki ikili, üçlü sıkıştırmaları bu maçta da yaptı Sarı-Lacivertli oyuncular. Ev sahibinin özellikle Nani ile gole yaklaştığı, Amed kalecisi Levent'in devleştiği ilk yarım saatte konuk ekip sadece 18 civarına gelebildi. Ancak bir kontratakta Yusuf kaleci Ertuğrul ile karşı karşıya kaldı ki ilk ciddi hücumda golü bulabilirdi Amed.

Dakikalar golsüz ilerledikçe konuk ekibin güveni arttı. Başta Sıddık olmak üzere Amed'in teknik oyuncuları hünerlerini göstermek istercesine topla daha fazla oynamaya başladı. 31. dakikada F.Bahçe presinin de etkisiyle Sıddık takım arkadaşıyla çarpışıp topu kaptırınca Mehmet Topuz cezaalanının dışından güzel bir vuruşla faturayı kesti.

Bu dakikadan sonra Amed oyun disiplininden koptu. F.Bahçe daha rahat oynamaya başladı. 9 dakika sonra gelen Meireles-Nani-Fernandao yapımı gol, ev sahibinin endişelerini iyice sıfırladı. Pereira'nın sevincini top toplayıcı çocukla paylaşması ise gecenin güzel anlarından biriydi.

2-0 geriye düşse de Amed elinden geleni yapmaya kararlıydı. İkinci yarıda toparlanıp F.Bahçe'nin oyunu rölantiye almasından da yararlanarak ataklar geliştirmeye çalıştı. 77. dakikada kornerden gelen topa çok iyi yükselerek genç kaleci Ertuğrul'u mağlup eden Kamil durumu 2-1'e getirdikten sonra oyun yeniden canlandı. Nani'nin 88'de gelen golü, F.Bahçe'nin üç kulvarda birden yoluna devam ettiğini ilan etti.

Türkiye Kupası'na renk kattığın için teşekkürler Amed.


Sevgi Akarçeşme - Trump neden başkan adaylığına yürüyor?

$
0
0

Müteahhit Ali Ağaoğlu'nun üstüne biraz Melih Gökçek sosu ekleyin ve bu karakterin ülkenin en yüksek koltuğuna göz diktiğini hayal edin.

Amerika'da Cumhuriyetçiler'in başkan adaylığına en yakın isim olan emlak milyarderi ve ‘reality show' yıldızı Donald Trump, onu tanımayanlar için böyle tarif edilebilir.

Gerçi Türkiye siyaseti döner dağıtarak kalabalıkları meydanlara toplayan işadamı örneğini de gördü, ama Donald Trump gibi adeta karikatürü andıran bir ismin tüm rakiplerinin önüne geçip Hillary Clinton'ın kasımda rakibi olma ihtimali Amerika'nın seçkinlerinin en büyük kâbusu şu günlerde. Hele de ‘Süper Salı' adı verilen toplu ön seçimlerde “Amerika'yı tekrar büyük yapacağız.” diyen Trump'ın, Ted Cruz ve Latino kökenli favori adaylardan Marco Rubio'yu geride bırakması karşısında…

Peki, Trump'la ilgili tek sorun para görünce dayanamadığını söylemesi, zengin bir aileden gelmesine rağmen görgüsüzlüğü ve cahilliği mi? Maalesef Amerika'nın ‘okumuş' kesimini ürküten tek bu değil. Trump, izlenme rekorları kırmak, TV showlarında kullanmak için iyi bir malzeme olabilir ama söz konusu ciddi meseleler olunca tam bir felaket. Zaten Başkan Obama da tam da bu nedenle, “ABD başkanlığı bir televizyon showu değil, Amerikan halkının sağduyusuna güveniyorum.” dedi.

Donald Trump kampanyasını, illegal göçmenleri ülkeden atma sözü üzerine inşa ediyor ama Amerika gerçeklerini bilen herkes bu vaadin ya da Meksika sınırına duvar örmenin hayatın akışına ters olduğunun farkında. Müslümanların ülkeye girişinin yasaklanmasını önermesi en dudak uçuklatan vaadi oldu ve İngiltere'de bile karşı kampanyalara yol açtı.

Trump, kadınlara yönelik seviyesiz cinsiyetçi yorumları ile de dikkat çekti. Son günlerde de ırkçı KKK hareketinin kendisine verdiği desteğe sessiz kalmakla eleştiriliyor.

Peki, nasıl oluyor da Amerika'yı bir erime potası, göçmen ülkesi yapan ‘değerler'in antitezi Trump, kendine bu derece destek bulabiliyor? Dünyanın her yerinde olduğu gibi geniş kitlelerle elitler arasındaki bakış açısı farkı Amerika'da da geçerli. Harvardlı Amerikalı bir hocamdan biraz elitist bir alıntı yapmak gerekirse; yığınlar niteliksizdir. Yönlendirmeye de açıktır. Trump da ekonomik kaygıların zirve yaptığı, geçmişin aksine tek maaşla ev geçindirmenin zor hale geldiği, lise mezunlarının iş bulmakta zorlandığı, ‘dağdan gelip bağdakini' iş hayatında kovan göçmenlerle rekabetin kızıştığı bir iklimde ortaya çıktı. Bir anlamda ‘korku faktörü'ne oynadı. Korku ile cahil cesareti birleşince de ancak ‘reality show'da olur denecek bir kâbus görmeye başladı Cumhuriyetçiler.

Amerika'nın aklıselim kesiminin rahatsız olduğu Trump'ın beklenmedik yükselişinden en çok memnun olan isim ise Hillary Clinton olsa gerek. Muhtemel bir Clinton- Trump eşleşmesinde, Amerika'nın elitleri ülkelerinin bir televizyon showu malzemesine dönüşmesine izin vermemek için ellerinden geleni yapacaktır.

1999 depremi sonrasında Bill Clinton, Türkiye ziyaretinde o kadar sempati toplamıştı ki ‘burada seçime girse kazanır' yorumları yapılmıştı. Şimdilerde ise Trump'ın para ve ün zaafı, cehaleti, korku siyasetine oynaması ve kendisinden olmayan herkese düşmanlığı göz önüne alındığında, Türkiye'de seçimlere girse kazanacağını tahmin etsek yanılmayız.

Mustafa Edib Yılmaz - AB'nin eksik hesabı

$
0
0

Hiç şüphesiz Avrupa Birliği, 60 yıla yaklaşan tarihinin en büyük kriziyle boğuşuyor.

28 üyeli koca Birlik, daha iyi bir hayat umudu ile yollara düşen fakir Asya ve Afrikalılar karşısında tabir caizse bir yılda diz çökmüş durumda. Dağılma tahmininde bulunanlara her gün yenileri katılıyor. Kuvvetli iyimser ise neredeyse kalmadı.

AB'nin varoluşsal sorun haritasında müzmin aday Türkiye kilit bir yerde. BM rakamlarına göre 2015'te 1 milyondan fazla yasa dışı göçmen denizyoluyla AB'nin güney sınırlarına ulaşmış. Bunların yüzde 80'inin izlediği yol da Türkiye'den hareketle Ege üzerinden Yunan adaları şeklinde olmuş. Bu kabaca bir yılda 800 bin kişi yapar. Üç gün evvel bu konudaki en güncel verileri yayınlayan Uluslararası Göç Örgütü'ne göre 2016'nın geride bıraktığımız ilk iki ayında Türkiye rotasını kullanan yasa dışı göçmen sayısı da 120 bin 369. Yani geçen yılın günlük 2 binin üzerindeki ortalaması bu yıl da aynen korunmuş. Yalnız bir nokta çok önemli: 2015 Ocak-Şubat aylarında bu güzergâhı kullananların sayısı bu yılın 30'da 1'i düzeyinde, yalnızca 3952'ymiş. Yani zorlu kış koşullarının bile çoluk çocuk bunca insanı bu tehlikeli yolculuğa çıkmaktan caydırmadığı, aksine geçtiğimiz iki ayda sayılarının katlanarak arttığı göz önüne alındığında AB'nin henüz en kötüyü görmediği ortada. Önümüz bahar ve yaz artık. Havalar ısınıyor. Krizin altındaki ateş de harlanacak, özellikle bazı AB başkentlerindeki tansiyon da tırmanacak demektir bu.

O başkentlerin başında Berlin var. Bu devasa ‘insan nehri'nin ana varış noktası Almanya'da iltica başvuruları bir milyonu çoktan geçti. Art arda üç genel seçim zaferiyle Avrupa demokrasilerinde eşine zor rastlanır bir siyasi başarı elde eden Şansölye Merkel'in iktidardaki en müşkül günleri. Göçmen akınının geçen yıl 29 Kasım'da Ankara'yla imzalanan ve hamisi olduğu anlaşmaya rağmen sürmesi, ülkesinde olduğu kadar Avrupalı muhatapları nezdinde de liderliğini epey sorgulatıyor. Basına yansıdığına göre çözüm formülü için ise Türkiye'den bu yıl ocak ve şubat aylarında günde ortalama 2 binin üzerinde seyreden yasa dışı girişleri binin altına düşürmesini istiyormuş. Bu gerçekleşirse Avrupalı ortaklarını merkeze Türkiye ile işbirliğini alan planına razı edebileceğine inanıyormuş. Bunu okuduğumda AB için felaket senaryolarına meylettiğimi söylemeliyim. Fena halde eksik bir hesap bu!

Bir kere, bu göçmenler ve onları bu yolculuğa çıkaran insan kaçakçılarından bahar ve yaz aylarında geçen yıla oranla 30 katına çıkardıkları kış performanslarının da altında kalacaklarını beklemek aşırı iyimserlik. Şayet Merkel'in kırmızı çizgisi günde 1000 kişi ise bu çizginin kısa sürede anlamsızlaşacağını öngörmek zor değil.

Sonra, bir şekilde makul görülen bir rakam, günlük 300-500 ya da şimdi olduğu gibi 1000 fark etmez, telaffuz edildiğinde bunun Avrupa hayali kuran diğer göçmen adaylarını da bu yolculuktan caydırmayacağı; aksine onları bu tehlikeli yola revan olmaya daha da fazla teşvik edeceği de açık. Bazılarının kabul göreceği şeklindeki söylenti bile herkesi o bazılarından olmak için yollara dökecektir. Hem de sadece Suriye'den değil. Şu anda olduğu gibi Irak, İran, Afganistan, Pakistan, Bangladeş ve 10'larca Afrika ülkesinden…

Ve nihayet bunca insan, siz nasıl tedbirler alırsanız alın, kendilerine göre ülkelerindeki berbat koşullar iyileşmedikçe öyle ya da böyle Avrupa'ya ulaşmak için yola çıktığında, onlara bakıp ellerini ovuşturan ve bizzat AB verilerine göre yalnızca geçen yıl bu işten 6 milyar dolar para kazanan insan kaçakçıları onları kapınıza kadar getirmeye devam edecektir. İnşallah yanılırım…

Mümtaz'er Türköne - Kişiler ve politikalar

$
0
0

Politikayı belirleyen kişilikler değildir, asıl kişiliği belirleyen politik zaruretlerdir.

Anayasa Mahkemesi kararını önce sevinçle karşılayan, sonra Cumhurbaşkanı'nın açtığı "tanımıyorum" çığırından sonra çark eden grup başkan vekilinin bağlı olduğu tek kişinin kişiliğini bile aşan politik zaruretlerden hatta mecburiyetlerden bahsediyorum. Türkiye'nin kaderi tek bir kişinin kaprislerine esir edilemeyeceğine göre, fani olan kişileri ve kişilikleri aşan bir ufka ve analiz düzeyine ihtiyacımız var. Başbakan Cumhurbaşkanı'nın "hükümetin başıyım" iddiasına itiraz ederken kişilik ile politika kafa kafaya çarpışıyor. "Uymayacağı anayasa üzerine neden yemin etti?" eleştirisi de bir politikaya değil kişiliğe yapılıyor. Ülkenin bütün sorunları gelip bir ikilemde düğümleniyor: Erdoğan'ın önümüze koyduğu "ya ben, ya anayasal düzen" açmazını, politika mı yoksa kişilik mi çözecek?

Çok fazla kişisel renk ve desen taşıyan iktidarlar, toplumun ortak paydalarını çürütürler. Hepimizin üzerinde anlaştığı hukuk kuralları varsa ve aklımız yerindeyse şu "karizma" denilen bir tek kişinin olağanüstü yeteneklerine ve kurtarıcı özelliklerine neden ihtiyacımız olsun? Hangisinden vazgeçelim? Karizma sahibi liderden mi, yoksa teamüllerden, güvenilir ve adil hukuk kurallarından ve bu kuralları karşılaştığımız her zorlukta uygulamakla görevli kurumlardan mı? Anayasa Mahkemesi ile politik manevra yeteneklerini defalarca ispatlamış Cumhurbaşkanı arasında bir tercih yapmaya zorlanıyorsunuz. Ya bu anayasal kurumu, ya da cumhurbaşkanını tanıyacak, sonunda hangisine saygı duymanız gerektiğine karar vereceksiniz? Hangisine saygı duyacaksınız? Sizi bu seçimi yapmaya zorlayan kişiye ve onun kişiliğine mi, yoksa önüne gelen davayı karara bağlamış olan yüksek mahkemeye mi? Grup başkan vekili bile, kişisel tercihi doğru tahmin edemediği için yalpalıyor. Ya bizler ve koskoca ülke, bu kişisel kaprislerin rüzgârları altında yönümüzü-yolumuzu nasıl bulacağız?

Zühtü Arslan ile meslektaşız, yazdıklarını, kitaplarını okudum, birkaç toplantıda tebliğlerini dinledim ve konuştum. İlmin temeli tevazûdur, Arslan'ın da ne akademisyen ne de yargı mensubu olarak yazdıklarının ve kararlarının önüne geçen hırsına ve iddiasına şahit olmadım. Anayasa Mahkemesi'nin tartışılan kararı birine yaranmak için değil, tam tersine baskılara direnerek verilen bir karar. Cumhurbaşkanı sizi tanımıyor, Başbakan bile ortada bir yerde durup kararı eleştiriyor, Adalet Bakanı açıktan savaş ilan ediyor, nerdeyse tekel haline gelmiş medya topyekûn bir saldırı başlatıyor.

Ne dersiniz: Kimin tavrı kişisel? Cumhurbaşkanı kişisel tavrını "saygı" kelimesini kullanarak netleştirdi; karara "saygı duymadığını" söyledi. Karara katılmazsınız, eleştirirsiniz; peki "saygı duymamak" ne anlama gelecek?

Anayasaların kendisi de Anayasa Mahkemesi gibi, çoğunluğa mensup olmayanların hakkını-hukukunu çoğunluğa karşı korumak için var. Anayasalar bu yüzden temel hakları koruyan ve koruyacak kurumları ve mekanizmaları oluşturan metinlerdir. Çoğunluğun temsilcisi "saygı duymuyorum" deyince, söz bütün menzilleri aşıp, iktidarda temsil edilmeyen kesimlerin temel hak ve hukukunun ortasına bir havan mermisi gibi düşüyor. Daha kötüsü, kişiler ve kişilikler gibi kuralların ve kurumların üzerine bir kâbus gibi çöküyor. "Anayasa Mahkemesi kararına saygı duymuyorum" sözü, "çoğunluğun temsilcisi olarak azınlığın hak ve hukukunu takmıyorum" anlamına geliyor. "Ya ben, ya anayasa?" diye ikisinden birine saygıya zorlandığınız zaman ülke tam ortadan ikiye bölünüyor. İktidarda temsil edilmeyen yüzde 50'nin saygısını bu açmazdan nasıl çıkartıp, "devletin ve milletin başı olan cumhurbaşkanına saygı"ya dönüştüreceksiniz?

Bütçe görüşmelerinde bir soru üzerine Adalet Bakanı 1.845 kişinin, "cumhurbaşkanına hakaret" suçundan yargılandığını açıkladı. Cumhurbaşkanına hakaret fiili Ceza Kanunu'nda bir "saygısızlık suçu" olarak düzenleniyor. Maddenin bölüm başlığı "Devletin egemenlik alametleri ve organlarının saygınlığına karşı suçlar" başlığını taşıyor. Bu başlık altında bir madde sonra (301) "devletin yargı organlarını alenen aşağılama" suçu yer alıyor. Demek "saygı duymuyorum" sözü, "cumhurbaşkanına saygısızlık" ile "yargı organına saygısızlık" suçunu karşı karşıya getiriyor ve sizi iki suçtan birine ortak olmaya zorluyor.

Aslında kişilerle, hukuk ve aklın kendine mecburen yer bulduğu politikalar karşı karşıya geliyor

Emine Eroğlu - Keşke bilselerdi!

$
0
0

Onunla ilk, Kur'an-ı Kerim'de Yâsin Sûresi'nde karşılaşıyor, isminin Habib-i Neccar olduğunu farklı kaynaklardan öğreniyoruz. “Neccar” marangoz anlamına gelen bir kelime.

Hikâyesi Hz. İsa'nın iki havarisinin bir şehre (muhtemelen Antakya) gelerek halkı iyiliğe ve doğruluğa davet etmesiyle başlıyor. Sonra o iki elçi, bir üçüncüsü ile takviye ediliyor. Tefsir âlimleri bize isimlerinin Yuhanna, Pavlus ve Şemûnü's-Safâ (Simun Petrus) olduğunu söylüyorlar.

O kutlu elçiler, zulmedenleri adalete, tecavüz edenleri hadde, cehaletin karanlığında boğulanları aydınlığa çağırıyor. Henüz Habib-i Neccar sahnede yok.

Tahmin edeceğiniz gibi bu çağrının mukabelesi kabalık ve zorbalık oluyor.

Kent halkı, kendilerine davet ulaştığı andan itibaren mazuriyetlerini yitiriyor. İradenin hakkını vermek ya da vermemek arasında bir tercihle baş başa bırakılıyorlar. “Dün”e geri dönemeyecekleri, bundan sonra da hayat karşısında aynı insan olarak kalamayacakları için öfkeleniyorlar. Elçilerin kendilerine uğursuzluk getirdiği iddiasında bulunuyor ve eğer söylemlerini sürdürürlerse onları taşa tutmakla tehdit ediyorlar.

Düşüşleri tam da bu noktada başlıyor:

Dediler ki: “Biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık, eğer vazgeçmezseniz sizi taşlarız ve bizden size acı bir azap dokunur.” Elçiler: "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi uğursuzluğa uğruyorsunuz? Hayır, siz aşırı giden bir milletsiniz,” diye karşılık verdiler. (Yâsî;n Sûresi, 18, 19)

Amacı göz ardı eden anlamı da göz ardı eder

Şehir halkı böylesine hırçınlaştığına göre, sadece düzenlerini değil çıkarları da tehdit altında hissediyor olmalılar. Zira muktedirler, hedefleri şaşma, planları bozulma riski altındaysa vahşileşir. Jung'un penceresinden bakarsak, insan davranışları geçmişten getirdiği sebeplerden olduğu kadar geleceğe dönük maksatlardan da etkilenir.

Kötülükte sınır tanımazlık, bir topluluğun vasfı haline gelmişse toplumsal paranoya had safhaya ulaşır. Dünyevi imkânları ellerinde bulunduranlar bütün duygu, meleke ve kabiliyetleri ile menfaatlerini korumaya odaklanır. Her muhalif ses susturulur, her adalet davetçisi “düzen bozucu” olarak damgalanır. Halkı doğruluğa çağıran hakikat elçileri de uğursuz (paralel, haşhaşi, vatan haini vs.) olmakla suçlanır, azap dokundurmakla (itibarsızlaştırma, işten atma, hapis, gasp, iftira vs.) tehdit edilir.

Taşa tutma, toplumsal bir galeyan hali olduğu için kitle psikolojisine işaret eder. Konumu, makamı ve çevresi elverişli olan her zorba ya da oligark, yığınları kör kütük arkasından sürükler, kendi sesini halk korolarına tasdik ve tekrar ettirir. Arenaları dolduran Roma halkının tek ses ve tek nefes halinde kan ve ölüm istemesi gibi...

Gerçekte, uğursuzluk onlara ancak “kendilerinden” gelmektedir.

Şehrin en uzak ucundan koşarak gelen adam

Habib-i Neccar tam bu gerilimin ortasında çıkar sahneye. “Şehrin en uzak ucundan” ve “koşarak” gelir.

O, Kur'an tipolojilerinden biridir. Kadın ya da erkek, her asırda karşımıza çıkabilecek bir kahraman. İhtiyaç duyulduğu anda, tam zamanında gelen. Elçileri desteklemek, hakka şahitlik etmek, “doğru söylüyorlar” diyebilmek için ölümü göze alan bir hakperest.

Konumunun “şehrin en uzak ucu” olarak belirtilmesi, bir aşkınlıkla maddeten ve manen şehrin (dünyanın) uzağında kalabilmesindendir. Elçiler gibi “bir vazife ile gönderilmiş” değildir. Karye halkındandır, fakat “onlardan” da değildir. İçinde neşet ettiği toplumun düşündüğü gibi düşünmeyen, inandığı gibi inanmayan, yaşadığı gibi yaşamayan biridir. Kendini ahlaki çözülmelerin dışında tutabilmiş, menfaat çarkının içerisine girmemiştir.

Gelişi koşarak olduğuna göre sırtına yüklenmiş bir minnet yükü, bu kadar cesur bir çıkış yapabildiğine göre de ayağına takılacak bir yanlışı yoktur. İmam-ı Rabbanî; Hazretleri'nin dediği gibi, “Lâ” süpürgesiyle yolları temizleyebildiği için “illellah sarayı”na varabilmiştir.

Yolun sonuna gelindiğinin farkındadır. Son sözleri o söyleyecek, nihaî; uyarıyı o yapacaktır. Heyecanı ve samimiyeti beyanına yansır. Hakikate aşinalığın baş döndürücü derinliği ile kurar cümlelerini. Uçurumun kıyısında dolaşan birilerini, kendilerini boşluğa bırakmasınlar diye, ikna etmeye çabalıyor gibidir. “Ey kavmim” diye sahiplenerek seslenir muhataplarına. Akla, kalbe, hisse ve vicdana birlikte hitap eder. Hidayette oluşlarına yaptığı vurgu ile elçilerin hakikate adanmışlıklarını, ücret istemeyişlerine dikkat çekerek de beklentisizliklerini imler.

“Ey Kavmim, kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun!” (Yâsî;n Sûresi, 21)

Kahraman

Habib-i Neccar'ın, elçileri linç etmek üzere toplanmış, galeyan halindeki halkın önüne atılırken başına gelecekleri bilmediğini düşünmek safdillik olur. O, tarihi bir fırsatı değerlendirmiş, iradesinin hakkını vererek varlığını İlahi bir lütufla gaybî; olmaktan çıkarıp ölümsüzleştirmiştir.

Thomas Carlyle, Kahramanlar adlı meşhur kitabında utilitaire (faydacı) telakkilerden nefret ettiğini ve hayatın kökünde yalnız uluhiyet ve kahramanlık bulduğunu söyler.

Belki Antakya halkının içerisinde elçilere reva görülen zulmü desteklemeyen birileri vardı. Ama durumun ciddiyetini kavrayamadıkları, birtakım mülahazaların arkasına saklandıkları ve nihayetinde kendilerini var kılmayı başaramadıkları için onları tanımıyoruz. Akıbetleriyle de zulmedenlerle beraber oluyorlar.

Bir bilselerdi

Kıssanın sonu beklendiği gibidir. Elçilerin Antakya halkında uyandırdığı nefret Habib-i Neccar'a yönelir. Ayetin gelişinden onun kavmi tarafından katledildiğini öğreniyoruz.

Oysa o, kendisine “Buyur cennete gir!” denildiğinde bile halkını hatırlayarak:

“Ah halkım bir bilseydi!” diyecektir.

“Ah bir bilselerdi, Rabb'imin beni affettiğini, beni ikramlara gark ettiğini!..” (Yâsî;n Sûresi, 27) e.eroglu@zaman.com.tr

Mustafa Ünal - Erdoğan, Davutoğlu'nu değiştirir mi?

$
0
0

Cumhurbaşkanı Erdoğan'la Başbakan Davutoğlu'nun arasının açık olduğunu bilmek için siyasetin mekânlarında dolaşmaya veya kulağı delik gazeteci olmaya gerek yok.

Sokaktaki insan da farkında. Çatlak artık iyice belirginleşti çünkü. Konuşmalara, açıklamalara, davranışlara yansıyor. Sorun sadece üslup farkı değil. ‘Temel politikalarda' görüş ayrılığı var.

Son tartışmada ortaya çıktı. Davutoğlu, ‘ortalık çalkalanırken' birkaç gün sessiz kaldı. Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuksuz yargılanmasından yana olduğu herkesin malumu. Ancak Erdoğan, Afrika'ya giderken çıtayı o kadar yükseğe koydu ki, Davutoğlu'nu safını seçmek zorunda bıraktı.

Yoksa Davutoğlu daha mutedil dil ve tavır geliştirebilirdi. Ne Numan Kurtulmuş gibi ‘kişisel görüş' çizisini koruyabildi ne de Bekir Bozdağ gibi bayrak açtı. Mecburen Erdoğan'ın yanında saf tuttu. Buna rağmen siyasi pozisyonunu da korumaya çalıştı. Açıkça ‘Başbakan benim' mesajı verdi.

Saray çevresinden yükselen ‘Erdoğan hem devletin, hem hükümetin başı' meydan okumasını cevapsız bırakmadı. “Anayasa'da cumhurbaşkanının da, başbakanın da yetkileri açık. Tartışılmasını doğru bulmam.” dedi. Kısaca Saray ve çevresine Anayasa'daki yerini hatırlattı. Az bir şey değil bu.

Ankara'da soru Erdoğan ile Davutoğlu arasındaki büyüyen çatlağın varlığı değil. Merak edilen, bunun ne tür sonuçlar doğuracağı. Erdoğan, Davutoğlu tercihinden dolayı pişman. Nedeni mi? Davutoğlu'nun zaman zaman ‘başbakan' gibi davranması. Bürokrat atamalarından iç ve dış ziyaretlere kadar. Başkanlık sistemindeki gönülsüzlüğü... Bir iş dünyası örgütünün toplantısına katılmasının bile sıkıntıya neden olduğunu söylersem mesele daha iyi anlaşılır.

Ondan istenen bu değildi. Kulvar dışına çıkmaması ve Saray'ın gölgesinde siyaset yapmasıydı. Yolun başında bu rolü kabullenmişti. Erdoğan normal başbakan arasaydı, o koltuğun sahibi Davutoğlu değil, Abdullah Gül olacaktı. Bunu yüzüne de söylediği herkesin dilinde Ankara'da.

‘Görüş ayrılığı veya çatlak' gibi kavramların durumu tam izah ettiğini söylemek de zor. Onun ötesi söz konusu. ‘Kavga, savaş' kelimeleri ağır. ‘Sürtüşme veya mücadele' diye tanımlamak daha doğru olur. Bir cephe mücadelesi de yok ama. Hele Davutoğlu'nun Saray'a karşı cephe açacak ne cesareti var ne de gücü. Kongre ve 7 Haziran sonrası inisiyatif alabilirdi. Şartları değerlendiremedi, fırsatı kaçırdı.

İşin sonu nereye varacak? Erdoğan, Davutoğlu'nu değiştirir mi? Birkaç ay önce önemli bir AKP'li ile konuşurken, “Ankara'da erken seçim ihtimalinden söz ediliyor ama olağanüstü kongre daha yüksek olasılık.” demişti. Davutoğlu'nun yerine Binali Yıldırım formülüne de atıf yaparak.

Binali Yıldırım'ın eskisi kadar istekli olmadığını söylemeliyim. Ülkenin içinde bulunduğu ağır şartlar Yıldırım'ı da etkilemiş durumda. Yakın çevresine, eski hevesini yitirdiğine ilişkin yorumlar yaptığını duydum.

Saray ile Çankaya arasında esen sert rüzgârların ne getireceğini kestirmek zor. Bir sancı olduğu muhakkak. Ve lakin şartlar değişim ve doğum için pek elverişli değil. Şikâyetine rağmen Saray'ın Davutoğlu ile yoluna devam etmesi bana daha gerçekçi görünüyor. Nedeni Davutoğlu'nun gücü veya yerinin doldurulamayacağından değil. Ülkede kontrolün giderek zorlaştığı ve değişimin başka sorunlara neden olacağı düşüncesi...

Derenin tam ortası… At değiştirmek güç, geriye dönmek imkânsız, ileriye gitmek müşkül bugünün siyasi havasına göre. Yarın her şey tersyüz olabilir. Ben suyun yüzeyindeki çalkantıyı değerlendiriyorum. Bir de derinde fokur fokur kaynayan bir dip dalga var...

Turhan Bozkurt - TMSF, Bank Asya'da çuvalladı

$
0
0

Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) Başkanı Şakir Ercan Gül'ü taaccüple takip ediyorum. Bir haftadır, Bank Asya'da rutin bir fon işlemi tesis edilmiş gibi bir hava estiriyor. “3 ay içinde satarız, yoksa tasfiye ederiz.” diyor.

Hayli atak görünen Şakir Bey, Bank Asya'nın yönetiminin tamamının TMSF'ye geçtiği 29 Mayıs 2015'ten iki gün sonra verdiği 31 Mayıs 2015 tarihli beyanatını unutmuş olmalı. Hafızasını tazeleme sadedinde beyanatından iki cümleyi iktibas ediyorum: “Bankanın özvarlığı artıda. Hem hakim ortakların hem de borsa ortaklarının hisselerine dokunmayacağız.” TMSF Başkanı, yönetimi devr aldıklarında Bank Asya'nın 900 milyon TL ödenmiş sermayesi ve yaklaşık 1,7 milyar TL özkaynağı olduğunu ifade etmek istiyor. Aynı tarihte sermaye yeterliği ise alt limit yüzde 12 olmasına rağmen yüzde 17'nin üzerinde idi.

Bu sözler de ne mânâya geliyor? Madem özvarlıklar artıda, TMSF'nin Bank Asya'da ne işi var? Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun (BDDK) ‘bankacılık tarihine kara bir leke' olarak geçen 3 Şubat ve 29 Mayıs 2015 kararlarında bu suallerin cevabı yok. Zira yüksek mevkilerde birileri, suç olduğunu bile bile 13 ay boyunca iftira ve karalamalarla batıramadıkları Bank Asya'yı bu kez BDDK marifeti ile gasp etmeye karar verdi. Sıkışınca faiz lobisinden dert yansalar da faizsiz bankacılığın lideri Bank Asya'yı şahsî; ihtiraslarına kurban etmekten haz duydular. ‘Anahtarlarını masamda istiyorum.' talimatına boyun eğildiği için bugün Bank Asya giyotinin altında.

Bank Asya'nın TMSF'den evvel 30 milyar TL'ye yakın aktif büyüklüğü vardı. Rakam, 10 milyar TL'ye geriledi. Banka bu kadar baskıya rağmen kredilerini tahsil ettiği gibi parasını yatıran hiçbir kişiye mağduriyet yaşatmadı. Mevduat 20 milyar TL'den 5 milyar liraya kadar geriledi. Bir kişi bile “Paramı alamadım.” demedi. Hiçbir bankanın başına gelmesini arzu etmem, lakin benzer bir batırma teşebbüsüne bu kadar uzun müddet maruz kalan hangi banka ayakta kalabilir?

Bankaya el konulması için aranan ‘taahhütlerinin yerine getirilememesi', ‘malî; sisteme zarar verme', ‘sistemik riske sebep olma' ve ‘mevduat sahiplerinin zarar görmesi' gibi müşahhas gerekçelerden hiçbiri Bank Asya'da mevcut değildi. Zaten yönetime el koymayı haklı çıkaracak gerekçeleri olsaydı öyle dolaylı yollara sapmazlardı.

TMSF tıpkı Koza İpek Medya gaspında olduğu gibi Bank Asya'da da yönetim fiyaskosuna imza attı. Resmen çuvalladılar. En azından bankanın kârlılığını artıracak adımlar atabilirlerdi. Öyle yapmadılar. Bankanın elini kolunu bağladılar. Fatura tahsilatı gibi gelir artırıcı adımları atmadılar. Banka küçüldükçe TMSF memurlarının yüzlerinde gülücükler açtı. Ne ortakların ne de banka müşteri ve çalışanlarının hakları muhafaza edildi. Şimdi ortaklardan hiçbir hak talep etmeden cebren satışa imza atmaları isteniyor.

Şakir Bey, ileride ağır tazminatlar ödememek için ortakların ‘muvafakatname' vermesini ima ediyor. Diğer eliyle de tasfiye sopasını gösteriyor. Böylece dosya AİHM'ye gitmeyecek ve gayri hukukî; işlemlere imza atanın yanına kâr kalacak! Sadece bilgi işlem altyapısı 100 milyon dolar eden Bank Asya marka değeri, portföyü ve şube ağı hiçe sayılarak Vakıf ya da Ziraat Katılım'a üç kuruşa devredilecek, esas gayeleri bu. Hukuk devleti ile bağdaşmayan yöntemler, Bank Asya ortaklarına reva görülüyor.

Gelirinin tamamını faizden temin eden bankalara devlet imkânları ile katılım bankası kurdurma garabetine imza atan AKP hükûmeti, diğer yandan faizsiz bankacılıkta rüştünü ispat etmiş Bank Asya'yı batırmak için ne lazımsa yapıyor. Her sahada geriye giden Türkiye'de mülkiyet hakkının müdafaası adına Bank Asya kritik bir destek noktasıdır. TMSF Başkanı Şakir Ercan Gül'ün ‘ya satış ya tasfiye' dayatması ile bu destek kırılırsa hep beraber uçurumdan aşağı düşeceğiz.

Hükûmet, ekonomide güven bunalımını aşmak istemiyor muydu? Buyursunlar, Bank Asya'da ihlal edilen hakların iadesi ile işe başlasınlar.

Nuriye Akman - Kariyer huzurla bağdaşır mı?

$
0
0

Kiralık Aşk dizisinin Defne'si Elçin Sangu kariyerinin zirvesinde, aynı durumdaki her genç kadının baş etmesi gereken sorunları yaşıyor.

Bir kısmı fazla sevilmek, bir kısmı da kıskançlıktan doğan meseleler. Teninin porselen beyazlığı, saçlarının doğal kızıllığı, dal gibi bedeni, aydınlık gülüşü, giyim tarzı, hastalıkları, canlandırdığı karakterin sevimliliği, reklam filmleri, yeni dizi teklifleri, erkek arkadaşıyla ilişkisi… Kimisi asparagas, kimisi gerçek her gün yeni bir habere malzeme oluyor.

Yok efendim, tükenmişlik sendromuna yakalanmış diziden ayrılıyormuş, yok efendim erkek arkadaşı onu çok kıskanıyormuş da artık bu işi yapma diyormuş. Vay efendim 30 yaşında nihayet başrol kapmasının kıymetini bilmeli ve şımarıklık etmemeliymiş, bir erkek yüzünden böyle bir fırsat tepilir miymiş…

Magazin haberleri böyle yazılıyor işte. Genelde haberin öznesine olay doğrulatılmadan. Ne uydursan pazarda alıcısı var çünkü. “Mal” tezgâha düşünce doğru-yalan fark etmeden herkes curcunaya dahil oluyor. Eh, biz de sözümüzü sakınmayalım: Aman Elçin Hanım, seni olduğun gibi kabullenmeyen adamdan hayır gelmez! Yeterince meşhur değilken elini tutup da, çok parlayınca aman mesleğinden vazgeç diyorsa, “yar saçların lüle lüle, sevgilim sana güle güle” şarkısını söyleme zamanı gelmiş demektir!

Bu dünyada güzelliğin ve başarının cezaya dönüşmesi kaçınılmaz. Hem gündemde kalıp hem de yara almamak mümkün değil. Kariyerin huzurla bağdaşması emek ve bilgelik ister. İşin püf noktası şu: Hayatta öncelikler sıralamanı doğru yapacak ve taşıyabileceğin yükü sırtlanacaksın.


Çocuklara oyuncu adı koymak

Türk dizileri dünyada öyle popüler olmuş ki, özellikle Ortadoğu, Bulgaristan ve Azerbaycan'da yeni doğan bebeklere oyuncuların isimleri veriliyormuş. Bu Cihan mahreçli haber beni benden aldı! Eminim Türkiye'de de benzer bir durum yaşanıyordur. Düşünebiliyor musunuz, çocuğunuza ekranda sırf fiziğini ve oyunculuk tarzını beğendiğiniz insanların adını koyuyorsunuz. O kişiyle seyrettiğiniz dizinin dışında hiçbir bağınız yok, kişiliğini tanımıyorsunuz. Aman da benim kızım Beren Saat gibi, Tuba Büyüküstün gibi, Meryem Uzerli gibi güzel olsun. Aman da oğlum Kıvanç Tatlıtuğ'a, Kenan İmirzalıoğlu'na, Barış Arduç'a benzesin! Hatırlarsınız, bir dönem de Polat Alemdar furyası vardı. Türk halkları coğrafya farkı gözetmeden magazin figürlerini böylesine ciddiye alıyor işte. Nüfus kayıtları üzerinde yapılacak istatistiki bir çalışma, oyuncuların popülaritesi kadar Türklük bilincinin ulaştığı muasırlık seviyesini de gösterirdi. Keşke biri yapsa da kafa bulsak biraz.


Atıf Keçeci - Geriye lig kaldı

$
0
0

Türkiye Kupası, Süper Lig mücadelesiyle birlikte yürütülüyor. Daha önce oynanan Galatasaray ve Fenerbahçe müsabakalarındaki ilgisizliğe karşılık Konya'daki seyirci sayısından dolayı bu şehrimizin futbolseverlerini kutlamak gerek. Bir tebrik de tribünlerin gösterdiği fair-play anlayışlarına.

Fenerbahçe derbisinden sonra Başkan Fikret Orman'a yaptırılan basın toplantısının bir konusu da gecenin hakeminin baba kütüğünün Konya oluşuydu. Artık giderek ucuzlamaya başlayan Beşiktaş duruşunda eğer ‘Maçın hakemi değiştirilsin.” diye bir racon kesiliyorsa ve bu istek reddediliyorsa bu durumu oluşturanların ‘bu duruşu' bir daha gözden geçirmeleri lazım.

Başkan, yeni peydah olan medya danışmanı zatı muhteremden (!) çıktığı söylenen bu yaptırımlara kanmamalı. Etrafına topladığı trolleriyle kendini bir güç gibi göstermeye çalışan bu zat, Beşiktaş için giderek tehlikeli olmaya başlıyor.

Düne dönecek olursak; ilk göze batan, Şenol Güneş'in kadro yapısıyla oynamasıydı. İki kenar bekini değiştirdi ve Olcay Şahan tutkusundan vazgeçip oyuna Gökhan Töre ile başladı. Ondan da istediğini alamayınca ikinci yarıya Kerim Frei ile girdi. Konya tarafında da Aykut Kocaman kısmi rotasyon yapmıştı. Beşiktaş'ın yarı final vizesi için 2 farklı galibiyete ihtiyaç duyması ve gollere ulaşmak için sergilenen futbol ilk 15 dakika için umut verse de sonrasında Konya oyunu dengelemeyi bildi.

Bunda en büyük etken, savunma futbolunun en büyük özelliği olan alan kontrolünü disiplinli bir şekilde uygulamalarıydı. İlk yarıda Gomez'le buluşan ilk kenar ortası, 26'da Quaresma'dan geldi. Konya kenar beklerinin, Gökhan ve Quaresma'yı önlerinde oynayan kenar hücumcularının da yardımıyla iyi marke etmeleri, konuk takımın gol ayağı Gomez'le irtibatlarının kesilmesini sağladı.

Alışılan, ikinci yarıdaki Beşiktaş baskısını 75'ten sonra izlesek de Gomez ve Marcello ile yakalanan fırsatlardan istifade edilemedi. Şenol Güneş skor yakalamak için aylardır oynamayan Mustafa Pektemek'ten medet ummuştu ama bu yanlış seçim de tutmadı. 85'te Konya, konuk takım defansının “Bir zarar gelmez.” diyerek markajsız bıraktığı Meha'nın 18 dışından sert ve düzgün vuruşuyla kendisini yarı finale taşıyan gole imzasını attı.

Siyah-Beyazlılar zaman zaman Quaresma ve Kerim ile mücadele gücünü artırsa da rakibin katı ve disiplinli savunma futbolunu deşifre edemediği için yenildi ve elendi. Hakem Yaşar Kemal Uğurlu maça atanmasıyla ilgili yapılan spekülasyonların müsabakaların başlarındaki bazı pozisyonlarda etkisi altında kalmış olacak ki çalmadığı hatalı düdükler vardı.

Bülent Korucu - AYM kavgasının perde arkası

$
0
0

Anayasa Mahkemesi, gazeteci Can Dündar ve Erdem Gül'ün tahliyesinin yolunu açınca küçük kıyamet koptu.

Haşim Kılıç'ın başkanlık döneminde benzer krizler yaşanmış, ancak şimdikinin dalga boyuna hiç ulaşmamıştı. Başkan Zühtü Arslan ve 12 üyenin darbecilik suçlamasıyla yargılanmasını talep edecek kadar abartılı bir öfke şovu izliyoruz. Twitter'ın açılması kararında ‘gayri milli' ilan edilen mahkeme, seçim barajını gündeme aldığında da yoğun taciz ateşi altına alınmıştı. Haşim Kılıç'ın AK Parti'yi tek başına kapanmaktan kurtarmış olduğu gerçeği bile linci önlememişti. Hatta Yüksek Mahkeme'nin HSYK, Sulh Ceza Yargıçlığı ve makul şüphe ve benzeri demokrat aydınlarca çok eleştirilen onayları dahi cezalarını hafifletmiyor. Hidayet Karaca ve Mehmet Baransu gibi gazetecilerin başvurularına aynı demokrat tavırla yaklaşmamaları da ‘iyi hal' indirimi getirmiyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ‘Kararı tanımıyorum, saygı duymuyorum, uymuyorum' çıkışından sonra iyice cesaretlenen yandaş medya, hakaretin dozunu artırdı. ‘Sen kime kandın Zühtü?' diye tahkir edilen Başkan'ın bunları hak etmediğini yapanlar da biliyor. Milli Görüş geleneğine yakınlığına dair tanıklıklar bugünkü gerçeği tam yansıtmayabilir. Ama başkan seçilmesi için kimlerin nasıl kulis faaliyeti yürüttüğü arşivlerde duruyor. Öyleyse bu hiddet ve şiddetin sebebi nedir?

Korku cumhuriyetlerinde ilk tuğlayı muktedirler koyar, lakin kalın hücre duvarlarını herkes kendi örer. Korku, korkuyu çeker. Özgürlük de aynı şekilde avdet eder; hiçbir muktedir, pişman olup geri çekilmez. Bireyler ve kurumlar özgürlüğü mümkün olabileceğini gördükçe cesaretlenir. Böylece elleriyle inşa ettikleri hapishaneleri yıkarak çıkabilirler. AYM'yi hedef alan ve orantısız güç kullanımına yol açan kampanyanın izahı burada. Kurulan sistemin hayatiyeti korku duvarlarının yıkılmamasına bağlı. İstisnasız ve amasız itaat isteniyor. Küçük bir tereddüt ve duraksama bile kitlesel hipnotizmayı bozabilir. Şimdi Karar Gazetesi'ni çıkarmak için hazırlık yapan Mustafa Karaalioğlu ve ekibinin Star Gazetesi'nden tasfiye edilmelerinin sebebi de buydu.

Cesaretin bulaşıcılığından korkuluyor. Anayasa Mahkemesi'nin uluslararası konjonktür veya yerel dinamiklerden güç alarak verdiği kararın çorap söküğüne dönüşmesi endişesi hakim. Anayasa Mahkemesi gibi sistemin en güçlü kurumlarından birine atılan meydan dayağının daha küçük birimleri sindireceği öngörülüyor. Mevzi kayıplarının bozguna dönüşmemesi ve safları sıklaştırmanın yolu küçük sorunları orantısız tepkilerle boğmak. Bu arada ülkenin büyük sistematik krizlere girmesinin önemi yok.

AYM üyelerinin yargılanması özel kanuna tabi; kendi içinde soruşturma ve yargılama mekanizmaları var. Bir sulh ceza yargıcının kararıyla olabilecek işler değil. Bu bilgilere rağmen yargılamadan söz etmenin tek anlamı var: Pazarlığı yüksekten açmak. Ayrıca ‘AYM'ye bu yapılıyorsa…' ürküntüsü oluşturmak. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla vaziyeti…

Yaşar Hacısalihoğlu - FETÖ teröristlerine karşı istiklal ve demokrasi mücadelesi…

$
0
0

Fetullah ihanet şebekesinin paralel devlet yapılanmasına dudak bükenlere, küçümseyenlere, reddedenlere bugüne değin her zaman karşı çıkarak, Türkiye'nin en önemli meselesinin, bu ihanet şebekesinin tüm kılcallarına varana kadar kazınması olduğunun altını hep çizdik.

Türkiye PKK/PYD-DAEŞ-DHKP-C gibi terör örgütlerine karşı mücadele verirken, bu mücadeleyi yapması gereken güvenlik kurumlarının içinde böyle bir ihanet şebekesinin varlığının nasıl vahim bir durum olduğunu hep hatırlattık.

Belki de 15 Temmuz 2016 akşamı çok kimsenin tahmin edemeyeceği bir durum gerçekleşti. Bu ihanet şebekesi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde (TSK) uzunca bir süredir yuvalanmış, askeri liselere giriş sınavları sorularını çalarak özel yetiştirilmiş birçok maşasını TSK'ya sızdırmış ve TSK içinde bu maşalar son derece maskeli ve gizli bağlarla işleyen bir yaşam sürdürmüş ve birçoğu yüksek rütbelere, generalliklere yükselmişlerdir. Bu ihanet şebekesi, son yıllarda bizzat kendi eliyle gerçekleştirdiği kumpaslarla da TSK içinde çok daha fazla hareket alanı ve güç birikimi sağlamışlardır.

Bu gizli ve çok tehlikeli yapılanma; daha önce emniyet içindeki güçlü ağıyla, hukuk alanındaki gizli örgütlenmesiyle bütünleşerek 17/25 Aralık'ta ilk en kapsamlı darbe teşebbüsünde bulunmuş, başaramamış ve ardından bütün umutlarını TSK içindeki örgütlenmesine bağlamış ve 15 Temmuz 2016 akşamı eyleme geçmiştir.

Bu eylem, terör eylemidir. Halka ateş açan, tankları insanların üstünden geçiren, milli iradenin mekanı Gazi Meclis; Türkiye Cumhuriyeti Meclisi'ne (TBMM) bombalarla saldıran bu örgüt açık bir terör örgütüdür.

Bu örgüt; Fetullahçı Terör Örgütü'dür. (FETÖ) TSK üniformasını kirleterek taşıyan bu hainler, asker görüntüsü altında silahlı teröristtirler. Yapmak istedikleri, terörle devleti ele geçirmek ve küresel baronlarının hizmetine sunmak ve böylece yeniden Türkiye'nin bağımlılığa teslim olmasına, İstiklalinin zedelenmesine zemin hazırlamak ve esas olarak bu asil milletin hürriyetine ve istiklaline darbe vurmaktır.

Bu durumun ciddiyetini bu topraklara yüreğiyle zihniyle bağlı olan herkesin çok iyi anlaması ve bu ihanet şebekesine, bu terör örgütüne karşı mücadelede ortak olması gerekir. Zira bu mücadele daha kapsamlı, daha hızlı ve tüm bağlantılarıyla yapılmak zorundadır.

15 Temmuz 2016 akşamı terör estirip, vatan evlatlarını şehit ederek, darbe yapmaya kalkışanların suçuna, sadece ordudaki bu ihanet şebekesinin unsurları değil, daha önce TSK'dan emekli olanlar, devletin tüm kurumlarında ve üniversitelerinde açıkça bilinen veya kriptolaşanlar da ortaktır.

İhanet şebekesi, FETÖ terör örgütünün; devlet içindeki ve diğer tüm kurumlarındaki kılcal damarlarına kadar tüm unsurları temizlenerek, adaletin karşısına çıkartılmadıkça kimse huzur beklemesin.

Bu topyekûn mücadele, esasen yeniden milli mücadeledir. Bu ihanet şebekesi gayri-milli kimliğiyle, yabancı istihbarat örgütlerinin ve küresel çıkar baronlarının maşalarıdır.

16 Temmuz 2016 sabahı paralel çetenin kirli, katil, maşaları tek tek veya topluca teslim olurken yabancı işgalciler gibiydiler ve başta bu millet kerim devletine ve yılmaz liderine sahip çıkarak, vatansever tüm güvenlik güçlerinin cansiperane mücadelesiyle, Türkiye'nin istiklalini hiçbir gücün yıkamayacağını tüm dünyaya bir kez daha ilan ettiler... Ve 15 Temmuz 2016 tarihini “istiklal ve demokrasi günü” olarak tarihe kazıdılar…

İstiklal ve demokrasi şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyorum… FETÖ teröristlerinin saldırısıyla ağır yaralanan çok kıymetli dostumuz EGM TEM Daire Başkanı Turgut Aslan'a ve tüm vatansever yaralılarımıza Rabb'im acil şifalar versin…

Bercan Tutar - 'ABD'nin çocukları' bu kez başaramadı

$
0
0

Türkiye'ye yönelik çok uluslu bir işgal hareketi daha Türk halkının Çanakkale ve Kut'ül-Ammare'yi aratmayan direniş ruhuyla hezimete uğratıldı. Haçlı piçlerinden aldıkları işaretle seçilmiş Cumhurbaşkanı ve hükümeti tankla, topla, savaş uçaklarıyla devirmeye kalkışan “fettuşi robotlar”a en güzel cevabı destan yazan halk verdi. Tarihi bir zafere daha imza attılar. Ezan ve salalarla sokağa dökülen bu millet, darbeye yeltenen FETÖ'cülere unutamayacakları bir darbe indirdi.

Çengelköy'de şehit olan gazeteci arkadaşımız Mustafa Cambaz ve diğer kahramanların direnişiyle simgelenen bu istiklal ruhu, işgalci “üst aklın” rezil suratına Osmanlı tokadı gibi indi. “Amerika'nın çocukları ve adamları” ilk kez başaramadı. Bu son kurşunlarıydı.

***

Cepheye sürülen köle ruhlu “fettuşiler” kimseyi yanıltmasın. Bu organize terörizmin kurmay karargâhında ABD, Avrupalı devletler ve Rusya'dan oluşan müstemlekeci akıl vardı. Darbe sürecindeki Batılı yayınlara ve ABD'nin sinik tavrına bakınca, bu saldırıyı kimin koordine ettiği netleşiyor.

Nitekim Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Soylu da “Darbenin arkasında Amerika var.” dedi. Biz de biliyoruz ki emperyalist siyasette tesadüflere yer yoktur. Haçlıların Kudüs'ü 1099'da işgal ettikleri gün olan 15 Temmuz'da ülkemize saldırmaları bir rastlantı olamaz.

Can Dündar'ların darbeden birkaç gün önce apar topar yurt dışına çıkarılmasından 30 Mayıs'ta Foreign Affairs'te yayımlanan “Türkiye'nin bir sonraki askeri darbesi” adlı makalesine kadar, her şeyin belli bir planla yapıldığı çok açık. Yoksa daha darbeciler harekete geçer geçmez ABD elçiliği, Washington'a “Turkish uprising/Türk intifadası” başladı diye “beklenen muştuyu” uçurur muydu?

***

Bu nobranlık, bir diplomatik skandaldan öte ‘cürm-ü meşhuttur', suçüstü yakalanmadır. Mısır'daki darbenin de askerî; değil bir “halk darbesi” olduğunu savunmuştu Obama yönetimi. Türkiye için de “halk darbesi” anlamına gelecek “Türk intifadası” ifadesinin seçilmesi bilinçlidir.

Ayrıca darbenin ilk saatlerinde sırra kadem basan Beyaz Saray, ancak rüzgar değişince “Seçilmiş hükümetin yanındayız.” teranesini geveleyebildi. Bunu yaparken bile suçlarını itiraf ettiler. Dışişleri Bakanı Kerry'nin sarf ettiği şu cümleye bakar mısınız: “Darbe çok parlak bir şekilde planlanmış ve uygulamaya geçmiş gibi görünmüyor.” Kerry, “ABD'nin çocukları” başaramadı diye adeta hayıflanıyor.

***

Evet, bu işgalin çok uluslu bir Haçlı saldırısı olduğu ve önceden planlandığının en büyük kanıtı ise Batılı medyanın darbeciler harekete geçer geçmez başladığı militer kara propagandaydı.

Arap basını ve İslam ülkeleri, “Türkler, vatan ne demek iyi biliyor!” diye coşku ve gıptayla direnen halkımıza destek verirken Haçlı medyası “Cumhurbaşkanı Erdoğan Almanya'dan sonra İngiltere'den de sığınma talebinde bulundu. Uçağı Berlin yolunda.” diye kirli manşetler atıyordu.

Batılı medya daha ilk dakikadan itibaren milli iradeyi rehin almaya çalışan darbecileri övgüye boğmaya başladı. Tıpkı Mısır'da olduğu gibi askeri darbeyi bir “milli kalkışma” ve “otoriterleşen Erdoğan'a halkın isyanı” şeklinde sunmaya çalıştılar.

***

İşte tarihe geçsin diye Haçlı medyasının işgalci yüzünü deşifre eden bazı kayıtlar...

Kraliçe'nin gazetesi The Daily Telegraph (İngiltere): “Laik anayasanın koruyucusu asker harekete geçti.”

Obama'nın amiral gemisi NYT (ABD): “Erdoğan Türkiye'yi yönetilemez hale getirdi.”

İngiliz Lordu Strickland'ın gazetesi Times of Malta (Malta): “İsyanda sadece birkaç albay yer almıyor. AB kaynakları darbenin başarılı olacağı kanaatinde.”

Tanklara direnen halkın karelerini çarpıtan Kremlin'in resmi ağzı Sputnik (Rusya): “İnsanlar darbeyi kutlamaya başladı.”

Erdoğan'ın Atatürk Havalimanı'ndaki fotoğrafını kullanan WP ve Newsweek grubu denetimindeki haber portallarından The Daily Beast (ABD): “Erdoğan Almanya'ya değil Londra'ya gidiyor. “

150 milyon takipçisi olan dijital medya devi Vox (ABD): “Demokrasi ve laikliğin düşmanı Erdoğan, askerlerin sabrını taşırdı.”

2006'da “Ortadoğu'nun kanlı sınırları” makalesiyle gündem olan Amerikalı emekli Albay Ralph Peters'in Fox'taki yorumu: “Eğer darbe başarılı olursa İslamcılar kaybedecek, biz kazanacağız.”

***

Darbecilerin başaramayacağı anlaşılınca Batılı medya bu kez hep bir ağızdan “Bu bir tiyatro”, “Nazilerin oyunu gibi”, “Erdoğan gücünü daha da pekiştirecek” diyerek ağlaşmaya ve eski mavalları okumaya başladı.

Bu kirli medyadan demokrasi destanı yazan kahraman milletimize tek satır da olsa teşekkür eden çıkmadı. Çünkü “onlardan olmadıkça bizden asla razı olamayacaklarını” çok iyi biliyoruz.

Kenan Kıran - Tehlike bitmiş değil! Sokaklardayız...

$
0
0

Çok değil. 13 Temmuz'da Anadolu Ajansı'ndan bir haber geçti. Emekli Albay ve Askeri Hakim Ahmet Zeki Üçok, AA muhabirine “Gülen'in emriyle havalanacak F-16'lar var.” açıklamasında bulundu. Bu açıklamadan sadece iki gün sonra...

15 Temmuz'da, Fetullah Gülen'in emriyle TSK içindeki FETÖ/Paralel Devlet Yapılanması üyesi askerler harekete geçti.

F-16'lar halkını bombaladı.

***

Bu nasıl gözü dönmüşlük!..

Deniz Hava Üs Komutanı Tuğamiral Tezcan Kızılelma'nın emriyle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Marmaris'te kaldığı otele saldırı yapıldı. Erdoğan, otelden kısa süre önce ayrıldığı için saldırıdan kurtuldu. Otelde bulunan Cumhurbaşkanı'mızın iki koruması şehit edildi.

Cumhurbaşkanı'mızın ikamet ettiği Beştepe Külliyesi'ne girildi. Pensilvanya'nın askerleri gözaltına alındı. Külliye önüne gelen vatandaşlar darbeci askerler tarafından katledildi.

***

Bu nasıl kalleşlik!..

Meclis'e, Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne, MİT binasına bomba atıldı.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü işgal edilmeye çalışıldı.

Darbecileri engelleyen İstanbul Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan'ın bir koruması şehit edildi.

***

Pensilvanya'nın askerleri, Boğaz Köprüsü'nü işgal ettiler.

Hainler, köprüde işgale karşı çıkan Cumhurbaşkanı'mızın yol arkadaşı Erol Olçak ve 16 yaşındaki oğlu Abdullah Tayyip Olçak'ı şehit etti.

Cumhurbaşkanı'mızın İstanbul programlarında konvoyu yönlendiren motosikletli eskort ekibinin başı Kemal Tosun da köprüde şehit oldu.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mustafa Varank'ın ağabeyi Prof. Dr. İlhan Varank, İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünde darbe girişimini protesto ederken, darbeciler tarafından açılan ateşle hayatını kaybetti ve şehit oldu.

Cumhurbaşkanı'mızın Genel Sekreteri Fahri Kasırga'yı rehin aldılar.

Darbeci askerlerin hedefi Cumhurbaşkanı Erdoğan'dı.

Ancak başaramadılar.

Asla başaramayacaklar.

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, 15 Temmuz Cuma gecesi halkı sokaklara davet etmesi darbecilerin oyununu bozdu.

O gece biz de yollara çıktık.

Eşim çocuklarımla Gaziosmanpaşa Meydanı'ndaydı, ağabeyim Boğaz Köprüsü'ndeydi.

Gazeteye gelirken yolumuz kesildi, yürüdük.

Aracımıza silah çekildi.

Gazeteye geldik, binamızın üzerinden F-16'lar alçak uçuş yaptı.

Korktuk mu?

Hayır.

O gece F-16'lar başımızın ucundan geçerken, “Erdoğan'ın yanındayız. Fetullah Gülen idam edilecek” başlıklı yazımı yazdım.

***

Darbe girişiminde; 2. Ordu Komutanı, 3. Kolordu Komutanı, eski Hava Kuvvetleri Komutanı'nın da bulunduğu 40'a yakın general gözaltına alındı. İfadeleri alınan generaller tutuklanıyor.

Fetullah Gülen'in talimatıyla Cumhurbaşkanı'mızı öldürmek isteyen, Beştepe Külliyesi ve Meclis'i bombalayan, vatandaşlarını katleden darbeci askerlerin tamamı idam edilmeli.

Meclis harekete geçmeli ve idamı öngören yasayı acilen çıkarmalı.

***

Tehlike bitmiş mi?

Hayır.

Dün gece Konya 3. Hava Üssü'ndeki hain askerler polislerimize silahla karşılık verdiler.

Cumhurbaşkanı'mız Recep Tayyip Erdoğan'ın başyaveri Albay Ali Yazıcı ve yardımcı yaverleri, darbe girişiminde yer aldıkları gerekçesiyle tutuklandı.

Korkuyoruz mu bu çeteden?

Hayır.

Sokaklara çıkıyoruz.

Fetullah Gülen'in uşağı darbecilere yaşam hakkı vermemek için sokaklardan ayrılmıyoruz.

Darbecilere boyun eğmeyeceğiz.

Nihat Karademir - Zafer milletindir, kararı da millet vermelidir

$
0
0

Lise ve üniversite yıllarımızda Fetullahçıların bize radikal dediklerini duyardık. Ben ise onları daha çok "sünepe cemaatçi" diye isimlendirirdim.

O kadar korkak, o kadar ürkek, o kadar takiyyeci ve o kadar sümüklülerdi ki onları tanımlamak için sünepeden daha uygun bir sıfat bulamıyordum. Farklı İslami düşüncelere mensup gençlerin sakal ve tesettür gibi ayırt edici sembolleri vardı. Fetullahçının ayırt edici vasfı ise sünepe, korkak ve takiyyeci duruşuydu. Radikal dedikleri ve son dönemlerde siyasal İslamcı oldukları gerekçesiyle tasfiye etmeye çalıştıkları arkadaşlarımız, yine de onlara merhametli davranır ve laikçi/solcu örgütlere ve hatta bazı daha aşırı İslamcı yapılara karşı onları himaye ederlerdi.

Ama nereden bilirdik, küçümsediğimiz o sünepeliğin bir siyasal yöntem olduğunu. Ve merhametimizin bizim en zayıf noktamız, takiyyeciliğin ise onların en güçlü silahları olduğunu. Bu yüzden, Osmaniye'de dostlarımla tur atarken, yanımdaki arkadaş sosyal medyadan Fetullahçıların darbe girişiminde bulunduklarını söylediğinde, son yıllarda yaşanan bu kadar olaya rağmen, yine de şaşırdım. Bir şaka gibi gelmişti. Oysa 2002 yılında halkımız Erdoğan liderliğinde devrimci süreci başlatıncaya kadar, devrimcilik sadece bizim niteliğimiz, hatta bizim gibi düşünenlerin ayrıcalığıydı. Fetullahçılar ise devletin kadrolarına yerleşmek için her alçaklığı yapmaya hazır olan Amerikan İslamcılarıydı.

Anladım ki bu sünepelerin bir gün bu kadar cüretkar olabileceklerine zihnim kendini bir türlü hazırlayamamıştı. Belli ki bu yürek, bu cüret onların değildi. Dilimizde sokma akıl diye kavram vardı, ama şimdi karşımızda "sokma bir yürek", ödünç alınmış bir cesaret ya da ABD'de yaşayan bir kahinin bir türlü tutmayan kehanetlerine kesin bir iman vardı.

Ancak fark edemediğimiz bir gerçek daha vardı: Hükümet gerçekten de bunlara çok ağır darbeler vurmuş ve FETÖ ordu içindeki cuntasının tasfiyesiyle sonuçlanacak olan son ölüm vuruşundan önce, son bir umutla kamikaze yapmıştı. Bu cunta FETÖ'nün göz bebeği ve kırk yıllık mücadelesinin nihai amacıydı. Devletin içindeki diğer tüm örgütlenmeler, sırf bu cuntayı tamamlamak ve desteklemek için vardı. Nitekim darbenin püskürtülmesinden hemen sonra gördük ki cuntanın imhası, FETÖ'nün bir bütün olarak imhasının olmazsa olmaz koşuluymuş.

Ancak 15 Temmuz gecesi, asıl şaşırtıcı olan milletin tepkisiydi. Kuşkusuz bu millet geçmişte de böyle zaferlere imza atmıştı. Yeniçeriliğin ilgasında, Ali Suavi vakasında, 1890'lı yıllarda yaşanan Ermeni olaylarında ve Milli Mücadele'de millet çoğu zaman devletin önüne geçmiş ve yapması gerekeni fazlasıyla yerine getirmişti. Fakat zamanla, bunu bize de millete de unutturmuşlardı. 15 Temmuz gecesi millet bunu bir kez daha hatırladı ve hiç kimseden emir ve talimat almadan kendiliğinden sokaklara akarak sadece hükümeti değil, bir bütün olarak milleti de hedef alan takiyyeci cuntayı bertaraf etti.

Bu milletin en doğal hakkıydı. Millete bu hakkı sadece cuntanın gayrimeşru hedefleri ve yöntemleri değil, tarihi de veriyordu. Çünkü FETÖ, halkın zekatları, sadakaları, kurban derileri ile palazlanmış, halkın en zeki çocuklarını alıp devşirmiş ve daha sonraki dönemlerde, bununla da kalmayarak, kamunun kaynaklarını da sömürmeye başlayıp milletten beslenme geleneğini sürdürmüştür. Yıllarca kendini milletin öz evladı gibi yutturan ama özünde başkalarının gayri meşru çocuğu olan bu örgütü uzun bir süre iyi niyetle besleyen millet, 15 Temmuz gecesi FETÖ'nün ipini çekmekten de tereddüt etmemiştir. Çünkü, FETÖCÜ cunta, milletin emaneti olan üniformaları giyinerek, yine milletin emaneti olan silah, tank, helikopter ve uçaklarla milletin meclisini bombalamış, cumhurun başkanına kastetmiş, en stratejik kamu binalarını bombalamış, milletin çocuklarını tanklarla ezmiş ve üzerlerine ağır silahlarla saldırarak onlarca millet evladını şehit etmiştir.

Saldırının şiddeti ise milletin sadece öfkesini ve cesaretini bilemiştir. Millete bu cesareti ise Tayyip Erdoğan'ın liderlik tarzı vermiştir. Çünkü geçmiştekilerden farklı olarak muhtırayı ve namluyu her gördüğünde şapkasını alıp kaçmayan Erdoğan, yıllarca millete iktidarın gerçek sahibinin millet olduğunu haykırmış ve bunu da millete benimsetebilmiştir. Bu liderlik tarzını satın alan millet de Erdoğan tarafından inisiyatif ve risk almaya her çağrıldığında gereğini yapmıştır. Ancak bu son olay göstermiştir ki artık sadece millet cesaretini Erdoğan'a borçlu değildir. Erdoğan da iktidarı ile birlikte cesaretini ve kararlılığını arkasında duran millete borçludur. Öyleyse bugün yapılması gereken iktidarın sadece kaynağı değil, sahibi de olan milletin kararına tabi olmaktır. Zaferin sahibi olan halk idam kararı vermiştir. Millet adına karar veren mahkemelerin vereceği başka hiçbir karar milletin kararı olmayacağı gibi, meşru da olmayacaktır.

Elif Nuroğlu - Uzun bir haftasonu ve sonrası

$
0
0

Bir gecede hayatım değişti dedirten nadir gün ve geceler yaşarız bazen. Belki de 70 yıllık ömürde üç beş defa böyle zamanlara şahit oluruz. Geçtiğimiz Cuma gecesi de böyle gecelerden biriydi. Gözlerimiz uyku öncesi kapanmak üzere iken bir anda kocaman açıldı. Darbe olamayıp da kalkışma ile tanımlanan gece öncelikle biz Türk insanını şaşkına çevirdi.

Rahmetli Özal döneminden beri açık ekonomi olsun diye uğraşılan ve daha Cuma günü açık bir ekonomi olarak tanımlayabileceğimiz Türkiye ekonomisi bir anda ve bir süreliğine ‘kapalı bir ekonomi' haline getirildi! Nedir kapalı ekonomi? En basit tarifle dış dünya ile alım satım ilişkisi olmayan, ne kendisine turist gelen ne kendisi turist gönderen ülke demek. Kapalı ekonomi olmak için resmi olarak böyle bir düzenleme, kanunlarda veya mevzuatta değişiklikyapmaya gerek yok. Darbe yapmaya teşebbüs edin yeter. En sonunda olay kalkışma diye tanımlansa da amacınıza ulaşmış olursunuz. Bir anda tüm dünyanın gözünü korkutursunuz. O an itibari ile ülkenize gelen uçaklar İstanbul semalarından başka ülkelerin, güvenli buldukları bir havalimanına iniş yapar. Henüz kalkmamış uçaklar uçuşlarını iptal eder. Ülkenizde bulunan yabancı turistler ne yapacağını bilmez şaşkın tavuk gibi bir çıkış yolu arar. Ülkenizde sayıları az da olsa devamlı yaşayan yabancı uyruklu insanlar ve yatırımcılar orta ve uzun vadeli planlarını tekrar gözden geçirmeye başlarlar. Yatırımcı ve turist gelsin diye Türk hükümeti ve özel sektör uğraşadursun. İstediği kadar müjde ve teşvik paketi sunmaya çalışsın devlet. Bir gecede bir çuval incir berbat edilmeye kalkışılır.

Yaşadığımız gergin Cuma gecesi bizi bir anda Türkiye'nin içine hapsetti. Öncelikle gelen ve giden uçuşlar durdu. Turistik veya iş amaçlı yapılacak olan tüm geziler ertelendi. Türkiye içi ve yurt dışında yapacağımız iş toplantıları ileriki tarihlere alındı veya iptal edildi. Şimdi sen gel de bizimle toplantı yapacak ve bir iş bağlayacağımız yabancı ortaklarımızı Türkiye'nin güvenli olarak çalışabilecekleri bir ülke olduğuna inandır. Rus turistlere istediğin kadar cazip paketler sun. Allah'tan, bu olay Cuma gecesi yaşandı ve ertesi gün iş günü değildi. Böylelikle borsada olabilecek büyük kayıpların şiddeti aradan geçen iki günde azalmış oldu, balonun havası yavaş yavaş söndü diye ümit ediyoruz. Pazartesi günü piyasaların ekstra hareketli ve gergin geçen haftasonundan etkilenmemesi ve dalgalanmaların az seyretmesi için Merkez Bankası gerekli tedbirleri aldığını açıkladı. Türkiye Bankalar Birliği de şu an için bankacılık sektöründe olağan dışı bir durum olmadığını ve piyasaların haftaya normal seyrinde başlayacağını duyurdu.

Bir darbe girişiminin devlet, millet, basın ve tüm siyasi partiler el ele püskürtülmesinin ardından Pazartesi günü için kaygılanacak bir durum olmadığını belirten Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek siyasi istikrarın daha da güçlendiğini ve Türkiye'de makroekonomik göstergelerin sağlam olduğunu açıkladı.

Bu uzun haftasonunda Türkiye'de yaşanılanlar yabancı yatırımcı gözünde Türkiye'nin siyasi istikrarının gerekirse milletin eliyle sağlanacağı, iç ve dış kuvvetlerin tüm müdahale ve kalkışmalarına rağmen bozulamayacağı fikrini sağlamlaştırmıştır. Türk milleti demokrasiye olan inancını bir kez daha ispatlamış ve Türkiye'nin bu coğrafyadaki diğer ülkelere benzemediğini ve benzemeyeceğini kanıtlamıştır. Biraz atraksiyonu seven ama parasının batmayacağından da emin olan yatırımcıların Türkiye'ye olan inancı bu olayla pekişmiş bile olabilir. Kimse bir şeye kalkışmayaydı iyiydi, ama Cuma gecesi kalkışılması piyasalar için ehven-i şer oldu. Rüyada gibi yaşadığımız bir haftasonunun ardından, Pazartesi günü kötü bir film izlemiş de etkisinde kalmışız gibi, iş hayatımızda pek çok şeyin normale yakın seyrettiği bir gün olur mu acaba?


Mustafa Yazgan - 15 Temmuz 2016… İrin deşildi…

$
0
0

Şâir, ne güzel söylemiş:

Bevvâl-i çeh-i Zemzemi, lânetle anar halk,

Sen “KÂBE” gibi, nâmını hürmetle benam et…

Der ki:

ZEMZEM KUYUSU'NA BEVLEDENİ HALK LÂNETLE ANAR,

SEN, “KÂBE” GİBİ, İSMİNİ HÜRMETLE YÂD ETTİR…

Sevgili milletim, aziz okuyucularım…

Devletime, vatanıma, bayrağıma, Osmanlı coğrafyasına, İslâm ümmetine, can içre can ülkeme, hepinize, hepimize, Recep Tayyip Bey gönüldaşıma, Binali Bey Başbakanıma, Bakanlar Kuruluna, Gâzi Meclisimizin tüm partilerine, bir anda “yek-vücut” olan milletvekillerimize, çok muhterem Genelkurmay Başkan'ım Hulûsi Akar Paşa'ma, Şanlı ordumuzun tüm komutanlarına, “Peygamber Ocağı”nın cihad dervişleri gibi, tesbih çekercesine tetik çeken “Mehmetçik” oğullarıma “GEÇMİŞ OLSUN” derken, Türkiye'min her karış toprağını canları ve kanları ile savunan “Millî; İrade Şehitlerine”, polis ve jandarma kahramanlarına, sivillere, resmi vazifeli vatanseverlere kalbi minnet ve şükranlarımı sunuyorum.

* * *

Manisa'da iki ay “tımarhane”de kalıp çıktıktan sonra, “Manisa'da va'z etmek istiyorum..” talebine karşı, Hilmi Türkmen Bey'in “Hoca! Hastane'den yeni çıktın. Şimdi vaaz'a başlarsan, millet adını “Deli Hoca”ya çıkarır. Seni Hatay'a gönderelim..” dediği, oraya gidip vaaz kürsüsünde sallama-sümük ağlama krizine girip, elindeki “KUR'AN”ı, câmi cemaatına fırlatan, daha sonraki yıllarda (1982-83'lerde) “Arananlar” listesinde ismi ve fotoğrafı yayınlandığı halde, İzmir'de, her cuma vaaz veren ama tutuklanamıyan(!) İzmir Emniyet Müdürlüğü lojmanında saklanan, korunan.. Çember daralınca CIA eliyle ABD'ye uçurulan.. “Türkiye ve İslâm Âlemi”ni hedefleyen'ler için, bulunmaz bir eleman ve “çanta'da keklik” sayılan bir “SÜNEPE KARDİNAL BOZUNTUSU” kendini “Humeyni” koltuğunda görüp, bir “Terör Örgütü” kurarsa, ne olur sizce? Bana göre, “BİR İHÂNET YARASI” için için cerahatlanmaya (irinleşmeye) sancımaya başlar. Ufûnet (iltihap, pis koku) yoğunlaştıkça, Türkiye'ye, “Humeyni” tezâhüratında gelip, Çankaya'dan 100 metre daha yüksekte, kendisi için yaptırılan ve “mason mâbedi mimarisinde” hazırlanan yerleşkeye oturmak ihtirâsı ile, örgüt mensuplarına şu konuşmayı yapar: (NOT: Bursa Uludağ eteklerinde (mi?) aynı mimaride bir inşaatın yapılmakta olduğunu da söylediler)

Gizli Kamera kayıtları-Dinleyenleri de dinlerler..

- Mevcûdiyetinizi hissettirmeden, çok ilerilere gitmek.. taa ilerilere gitmek.. böylece kan damarları içinde dolaşmak.. ve sonra eğer dönülüp gelinecekse, yara almadan, hissedilmeden geriye dönüp gelme meselesi…

Böyle bir dönemde, tam özünüzü bulacağınız, kıvama ereceğiniz ân'a kadar, dünyayı sırtınıza alıp, taşıyacağınız güce ulaşana kadar; o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizde olana kadar, Türkiye'deki devlet yapısı ölçüsüne göre, bütün Anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ân'a kadar her adım erken sayılır. Her adım 20 gününü doldurmadan, yumurtayı kırma gibi bir şey'dir. Civcivleri terkeden bir kuluçka gibi, civcivleri doluya, fırtınaya terketmek gibi bir şey'dir.. ve burada yapılan şey'ler bunlardır. Burada yapılan şey'ler, mikro plânda “dünyayla hesaplaşmak” işidir. Ben duygu ve düşüncemi, kalabalık içinde “mahremce” anlattım. Ama sizin mahremiyete sâdık, mahremiyet mevzuunda hassas duygularınıza sığınarak anlattım.

Diliyorum ki, ellerinizdeki meyve sularının boş kutularını, dışarı çıkarken, çöp sepetine attığınız gibi, açık olmak yanıyla, çöp kutularına atıp, gideceksiniz.

Arz edebildim mi?

“Sırrın, senin esirindir. Söylersen esiri olursun..”

Enes Bayraklı - Türk milletinin şanlı direnişine leke süremeyeceksiniz!

$
0
0

15 Temmuz Cuma akşamı ağustos ayındaki Yüksek Askerî; Şûra kararları sonrasında tasfiye edileceklerini anlayan Fetullah Gülen Terör Örgütü üyeleri, Hasan Sabbah'ın haşhaşi müritleri gibi ölümüne bağlı oldukları liderlerinin emriyle demokrasimizi yıkmak ve devletimizi ele geçirmek için eşi benzeri görülmemiş bir kalkışmaya imza attılar.

Bu sapık imamın, yalancı Mesih'in bağlılarının gözleri o kadar dönmüştü ki Gazi Meclis'imizi, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ni, Polis Özel Hareket Karargâhı'nı kaçırdıkları jetlerle bombaladılar, tanklarla insanları ezdiler, savaş helikopterlerinden sivil insanların üzerine ateş açtılar.

Bu terör şebekesinin amacı darbenin ilk saatlerinde Cumhurbaşkanı'mızı şehit ederek bu milleti başsız bırakmak ve ortaya çıkan kargaşada yönetime el koymaktı. Ama Allah'ın inayeti ve güvenlik kuvvetlerimizin erken davranması ile başaramadılar. Yaşanan ilk şaşkınlığın ardından halk Cumhur Reisimiz Başkomutan Recep Tayyip Erdoğan'ın çağrısı üzerine demokrasiyi savunmak üzere meydanlara akın etti.

Şanlı milletimiz kendisini eğitimsiz ve demokrasiyi içselleştirememiş bir kitle olarak itham eden yerli ve yabancı bütün cahillere, hainlere tarih önünde büyük bir ders vererek çıplak elleri ile tanklara karşı durdu. Köylülerimiz traktörleri ile kamyoncularımız kamyonları ile teröristlerin eline geçen tankları durdurmak, jetlerin havalanmasını engellemek için canhıraş ve insanüstü bir gayret sarf ettiler. Şanlı milletimiz terör çetelerinin karşısında mücadele eden polis teşkilatımızın kahraman üyelerinin yanında durdular.

Cuma gecesi boyunca devam eden bu mücadele sırasında 208 vatan evladı kahpece bu sapık imamın müritleri tarafından şehit edildiler. Fetullah'ın haşhaşileri gözlerini kırpmadan Boğaz Köprüsü önünde toplanan sivillerin üzerine makineli tüfeklerle yaylım ateşi açtılar, tank atışıyla polisimize vurdular ve kaçırdıkları jetlerle alçaktan uçuş yaparak insanlarımıza gözdağı vermeye kalktılar.

Yapılan bu mücadeleye farklı siyasi görüşlere ve sosyal statülere sahip milletimizin tüm kesimleri sokaklara çıkarak destek verdi. Şehitlerimiz arasında Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mustafa Varank'ın ağabeyi üniversite hocası Prof. Dr. İlhan Varank, 16 yaşında aslan parçası oğlu ile şehit olan başarılı reklam şirketi sahibi Erol Olçok, Acıbadem Mahalle Muhtarı Mete Sertbaş ve ismini burada yazamadığım her biri birbirinden değerli kahraman vatan evlatları vardı.

Darbe girişiminin ilk anlarından itibaren sessiz kalan yerli ve yabancı kimi hainler darbenin milletimizin cesur iradesi karşısında başarısız olduğunu anlayınca bu şanlı mücadeleye leke düşürmek için büyük bir propaganda savaşı başlattılar. Tankların altına yatarak kahramanca mücadele eden milletimizi DAEŞ katilleri ile bir tutmak için daha şehitlerimizin kanı kurumadan asker kafası kesildi yalanını utanmadan piyasaya sürdüler. Yabancı basının tutumu ise tümden rezildi. Türk halkıyla destek mesajları vereceklerine çoğunluğu Müslüman olan bir toplumun ölüme yürürken tekbir getirmesini “İslamcılar sekülerizmi yıkacaklar, endişeliyiz” diyerek çarpıtmaktan zerre kadar utanmadılar.

Herkes şunu bilsin ki sapık imamın teröristlerinin bütün bu gözü dönmüşlüğüne, barbarlığına, kanun tanımazlığına ve vahşetine karşı Türk milleti cesurca ve itidalle müdahale etmiştir. Sabiha Gökçen Havalimanı'nda bizzat şahit olduğum üzere birçok noktada teslim alınan teröristler polisin korumasında zarar görmeden gözaltına alınmışlardır. Türkiye ve Batı'daki bazı medya organlarının bu kadar büyük bir katliam ve stres altında meydana gelmiş olan bazı aşırı tepkileri şişirmeleri onların gerçek niyetlerini ve kimlerin yanında olduklarını apaçık ortaya koymaktadır.

Şunu zihninize bir kez daha kazıyın, Türkiye Cumhuriyeti'nde demokrasinin teminatı engin bir siyasi bilinç geliştirmiş olan kahraman milletimizin ta kendisidir. Güneş balçıkla sıvanmaz, bu yalanlar ile siz ancak kendinizi küçük düşürürsünüz. Yaverleriniz ile Türk milletinin şanlı direnişine leke sürmeniz mümkün değildir.

Selman Dilek - Bir millet müdahalesi olarak 15 Temmuz

$
0
0

15 Temmuz ülke ve toplum tarihimiz açısından bir milat noktasıdır. Fert, millet, devlet ve medeniyet açısından tarihin önemli bir eşiğinde olduğumuzu göstermektedir. Öncelikle farklı siyasi ve kültürel aidiyetlere mensup olsalar da hemen her vatandaş darbe girişimine tepki vermiştir. Kısa sürede bu ferdi duyarlılık, toplumsal harekete zemin hazırlamış; ortak ideal çerçevesinde halk bir araya gelmiştir.

Başta askeriye olmak üzere resmi kurumlarımızın darbeye karşı duruşu devlet geleneğimizin sürekliliği açısından mihenk taşıdır. Daha genel bir perspektifle bakıldığında, milletimiz tarihi dinamiklerin çağdaş süreçler içerisinde yeniden hayat bulduğu bir medeniyet uyanışının eşiğinde bulunmaktadır. Bu doğrultuda şu söylenebilir: Ferdi milletle, devleti de medeniyetle buluşturan son on yıllık tecrübeye bir tepki olarak bu darbe hayata geçirilmiştir.

Osmanlı çağının ilk darbeleri, Batı'daki gelişim karşısında tedbir alan yönetime karşı muhalefetten oluşmaktaydı. III. Selim'in Nizam-ı Cedit ıslahatlarına karşı 1807'de Sultan tahttan indirilerek, daha önce gerçekleşmesi gereken adımların ertelenmesine neden olundu. İdari tarihimizin belki en hazin hadiselerinden biri Sultan Aziz'in şehit edilmesiyle neticelenen Mithat Paşa cuntasının darbesidir. Saray yağmalanmakla kalmamış, Padişah servetine el konulmuştur. Darbelerin genel karakterini anlamak bakımından önemlidir, cinayet ve yağma bir araya gelmiştir.

31 Mart hadisesi ise çözülmekte olan bir imparatorluğu yeniden toparlayan idareye karşı gerçekleşmiştir. 1909 yılında Meclis kararıyla uzaklaştırılan yalnız Sultan Hamit değil, Osmanlı'nın iç ve dış politikasıdır. Ayrılıkçı düşüncenin toplumsallaşmasına yönelik idari birliğin dağıtılması için dış destekli olduğu aşikâr bir girişimdir. Diğer taraftan istibdat karşıtlığı ile yola çıkan muhaliflerin bir dikta rejimi inşa etmeleri, darbelerin bir diğer hususiyetini resmetmektedir. Uluslararası düzenin bir cihan harbine sürüklendiği ortamda, İttihat ve Terakki Bâb-ı Âli baskınını gerçekleştirmiş, Osmanlı'nın hangi tarafta yer alacağı tayin edilmiştir.

İmparatorluğun hemen her kurumunu miras alan Cumhuriyet devrinde darbeler geleneği de devam etmiştir. Demokrat Parti'ye karşı yoğunlaşan muhalefetin askerde yankı bulmasıyla 27 Mayıs darbesi gerçekleşmiştir. 31 Mart'ta olduğu gibi ülkenin siyasî; ve iktisadî; gelişimini durdurmak üzere bir cunta tarafından yönetilmiştir.

12 Eylül darbesi yine emir komuta zinciri içerisinde gerçekleşmiş; Meclis lağvedilmiş ve yeni anayasa hazırlanmıştır. Yoğun infazların yapıldığı darbe sonrasında, uluslararası ekonomik sisteme entegre bir dış politika hayata geçirilmiştir. Askeri müdahalelerin özelliği açısından farklılık arz eden bir diğer darbe ise yine siyasi gidişatı durdurmak üzere 28 Şubat'ta gerçekleşmiştir.

Yakın tarihimizdeki müdahalelerle, hükümetin dolayısıyla mevcut siyasetin dönüşümü hedeflenmiştir. 31 Mart ve 1960 darbelerinde olduğu gibi yasal ve kurumsal düzenlemelerde bulunularak siyasi istikamet değişmiş; dış politikadaki yönelime ayar verilmiştir. Cumhuriyet tarihi ilerledikçe demokratikleşmenin ve toplumsal bilincin gelişmesi ile askeri müdahalelerde zayıflama görülmektedir.

15 Temmuz ise hem asker hem de toplum açısından büyük bir önem taşımaktadır. Öncelikle selefleri gibi cuntacılar dış bağlantılıdır; dış politikada Batı eksenli bir hizaya gelişi hedeflemektedir. Bu bağlamda 31 Mart'tan Bâb-ı Âli'ye, 60'tan 80'e kadar olan darbe geleneğinin bir devamı niteliğindedir. Sultan Hamid ve Menderes karşıtlığında olduğu gibi siyasi gelişime ket vurmak maksatlıdır. AK Parti hükümetleri dönemindeki kazanımın devamı engellenmek istenmiştir. Yöntemi ülkede kaosun hâkimiyetini ve iç savaşı körükleyecek niteliktedir. Ülke bütünlüğünü sağlayan ve merkezi değeri taşıyan Meclis'e saldırılmış, doğrudan devlet hedeflenmiştir.

Fakat Silahlı Kuvvetler'in ana gövdesinden bağımsız bir cuntaya münhasır bir girişim olarak kalmıştır. Bu zihniyet dönüşümü açısından önem taşıdığı gibi bir asker millet dayanışmasının zemini anlamında ehemmiyet arz etmektedir.

Tarihte ilk defa toplum edilgen rolünü reddetmiş ve bizatihi darbeyi önleyen ana aktör olarak tarihe geçmiştir. İmparatorluk'tan Cumhuriyet'e siyasi tarihimizde ilk defa toplum, devlet kurumlarını aşan etken bir rol üstlenmiştir. 15 Temmuz ortak değerlere bir saldırı olsa da, toplumun ortak duyarlılıkla hareket edebilmesi açısından bir tarihi şahitliktir.

Mustafa Yazgan - İrin temizleniyor (Meydanları Boşaltmayın!)

$
0
0

Aziz milletim! Sevgili okuyucularım!

Tam alnımızın çatını hedefleyen namlu ateşlenmişti.

Bu güzel Türkiye'min şanlı evlâdı, tarihimizden gelen bir refleksle, terörist FETÖ'nün ve arkasındaki “Tapınak Şövalyeleri”nin tasmalı kâtillerinin eline öyle bir vurdu ki, kanlı mermi, başımızı sıyırıp, geçti. Hemen meydanlara koştuk. Ellerde sancaklar, dillerde tekbir… Şehidler, toprağa düştüler bir bir… Soysuzlar'ın klavuzu “Şeytan”dı. Yollar, caddeler, köprüler, meydanlar ateş kusan bombalarla tarandı. Türkiye'nin her karış toprağında sanki “Çanakkale” canlandı. Çanakkale'de kahpe düşmanlara karşı savaşan ve şehid düşen kahramanların bir asır sonra yaşayan torunları “Devletini, vatanını, bayrağını, birliğini, demokratik irâdesini, istiklâl ve istikbâlini kanları ve canlarını sebil ederek korudular. Tankların azgın paletleri önünde, gece karanlığında uçan helikopterlerden açılan ateşlerin altında, yaralı ayağı ile sekerken, hiç tanımadığı bir kardeşinin imdadına koşan bu asil milletin gençleri, “Vahşi Batı”nın firengili-çopur suratına, kızarıklığı kıyamete kadar sürecek bir “Osmanlı tokatı” vurdular. En az 35 yıldan beri, bölmek, yıkmak, iç savaş çıkarmak için ürettikleri pit-bull cinsi vahşi köpeklerden daha vahşi “terör örgütleri”nin, Mehmetçik'in karşısında çöküp, yok edilişlerini görünce, Papa'nın elini öpmek ve “papalık misyonu”(!)na yardımcı olmak için Vatikan'a giden “SÜNEPE BİR KARDİNAL BOZUNTUSU”nu TC Devletine karşı kullanan dünya masonluğu, siyonizm, Bilderberg Yahudileri, İsrâil, ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, Avrupa Hristiyan Birliği gibi onlarca illegal kuruluş, kullandıkları KARDİNAL'i bütün kin, hırs, şöhret ve intikam duyguları ile başımıza belâ ettiler. Ona ümid verdiler. Uzun yıllar içinde bu belâ, yalanla, dolanla, para ile, mevki ve makam vaadi ile, devletimizin her kademesine, birimine, kurumuna sızdırıldılar. Alçakça din istismarı, merhamet dilenciliği, duygu sömürüsü ve himmet adı altında korkunç rakamlara erişen “servet vurgunculuğu”na, “kara para aklama sahtekârlığına” girdiler. İllegal toplantılar kesiksiz devam etti. Böyle böyle bir “Mel'un Darbe Organizasyonu” içinde ilerlerken, uygun zamanı bir engerek yılanı sinsiliğinde beklediler. Fâili meçhul cinayetlerle, birçok insanın kanına girdiler.

Türkiye'min yüz akı, pırıl pırıl bir maddi ve mânevî; temizlik içindeki gönüldaşım, dâvâ arkadaşım, î;mân kardeşim Recep Tayyip Bey'i hedefe aldılar. Asıl maksatları “Yükselen, gelişen, kalkınan, sâdece Türkiyemiz için değil, Osmanlı coğrafyasının, İslâm ümmeti'nin, ezilen, sömürülen tüm ülkelerin “ümidi-duâsı-örneği” olarak yepyeni bir geleceğe kanat açan Türkiye'yi durdurmaktı. Suikast yaptılar, Allah (cc) korudu. Engel çıkardılar. Rabbim engelleri yıktı. Terör, karışıklık, Gezi olayları, MİT TIR'ları, anarşi kışkırtması… derken PKK-DAEŞ-PYD-IŞİD gibi tasmalılar bir bir hezimete doğru sürüklenince, son imkânları olan “Don Kişot isimli Kardinal”e HAŞHAŞİ yemini ile bağlanıp, aklını teslim edenlere “DARBE(!)” yaptırma yoluna girdiler.. İşte! Görüyorsunuz.. Allah (cc) rezil kepaze etti hepsini. Şimdi “İrin Temizleme” vaktindeyiz. Ama dostlarım! Sakın ha sakın! Meydanları boş bırakmayalım. Su uyur, düşman uyumaz.. Biliyorsunuz. Sular uyusa da, biz uyumayacağız. Her şey Türkiye için…

Nihat Karademir - Osman'ın kapısında nöbet tutmaktır Hüseyinlere yakışan

$
0
0

Aşağıdaki yazı, 17 Aralık darbe kalkışmasından hemen sonra yazılmıştı.

Ülkemiz uzun zamandır failleri ve sonuçları sadece Türkiye ile sınırlı olmayan ve genellikle dini kavramlar ve semboller üzerinden üretilen şiddetli bir dünyevi hesaplaşmaya sahne olmaktadır. Uluslararası alanda “küresel hegemonya ile beraber dönüşen” içeride ise yine küresel hegemonya ile kurduğu gayrimilli ve dolayısıyla gayrimeşru ilişkilerle “hegemonyaya dönüşmeye çalışan” kapalı ve korkutucu bir yapı bu çatışmadaki stratejisinin önemli bir kısmını İslam tarihinin sembol olaylarını kendi çıkarları için manipüle etmek üzerine kurmuştur.

Bu süreçte kullanılan sembol olayların en verimlisi ise Kerbela'daki faciadır. Tarihin garip bir cilvesidir ki Kerbela'da yaşanan acı, İslam dünyasının birçok bölgesinde aile hanedanlıklarının meşruiyet kaynağı, İran gibi baskıcı rejimlerin ideolojik aygıtı ve Haşhaşiler örneğinde olduğu gibi vahşi cinayetlerin bahanesi olabilmektedir. Tıpkı Mesih'in can veren nefesinin Haçlılar elinde insanlığın nefesini kesen bir ölüm fırtınasına dönüşmesi gibi.

Ne acıdır ki bu gelenekler bugün de hala devam ediyor. Neoconlar, insanlığı yine Mesih adına yok ederken, İslam dünyasında onlarla iş tutanlar ise sıkıştıkları zamanlarda “bize yapılanlar yeni bir Kerbela'dır.”, “biz bu çağın Hüseyinleriyiz.” diyerek haykırıyorlar. Oysa onlar neredeyse ümmetin her karış toprağının birer Kerbela olduğu bu dönemde söyledikleri her sözle, attıkları her adımla ve adeta Süfyani bir akılcılıkla “bana dokunmayan Yezid bin yaşasın” makamında yaşadılar. En çok Hüseyinlik tasladıkları dönemde ise “Osman'ın evini kuşattılar.”

Evi kuşatılan her Osman'a yapılan suçlama aynıydı: Güya Osman yolsuzluk yapmış ve kendi akrabalarına ve yakınlarına devletin/ümmetin makamlarını arpalık olarak dağıtmıştı. Ancak ne gariptir ki bu kuşatmanın arkasındakiler de Osman'ın döneminde devlete yerleşmiş akrabalarıydı. Osman'ın katlinden en çok yine onlar istifade edecekti. Tarih kendini ne kadar da kusursuzca tekrarlıyordu. Evi kuşatılan Başbakan'ı suçlayanlar da “kendilerine ne istediniz de vermedik.” denilenler olacaktı.

Onlar dün korkudan kendi anne-babaları, eşleri, çocukları ve mesai arkadaşları ile bile takkiye üzerinden iletişim kurarken bugün devletin yeni sahipleri olduklarını vehmedecek kadar kadrolaşanlardı. Şayet Osman'ın mahremine girebilselerdi, geçmişte seleflerinin yaptığı gibi, onlarca yıl bu ülkeyi “Osman'ın intikamını almak” bahanesi ile terörize edecek ve tıpkı geçmişteki örneklerinde olduğu gibi hiç kimseye erdemlice/insanca yaşama hakkı tanımayacaklardı.

Mademki hikâye aynıydı, öyleyse yapılması gereken de bellidir: Alilik, Hasanlık ve Hüseyinlik iddiasında bulunan herkes Osman'ın evinin önünde nöbet beklemelidir. Çünkü şayet bir kere Osman'ın evine girebilirlerse geriye ne Ali, ne Hasan ne de Hüseyin kalacaktır. İnsanlık işte o zaman yeni saltanatları ve saltanatı için karşısına Kerbela çölünde Hüseyin bile çıksa tanımayacak Yezidleri bir daha görecektir. Yezid adına kalkan kılıçların ve atılan okların bahanesi de yine Osman'ın intikamını almak olacaktır.

Bunu önlemenin yolu ise bizlerin Yezid'in tahtına konmak için Hüseyin maskesi takıp sonra da Osman'ın evini kuşatanlarla, bir daha kimse Hüseyin'in acısını yaşamasın diye Osman'ın kapısında nöbet tutan Hüseyinleri birbirine karıştırmayacak kadar feraset sahibi olmamızdır. İmam Ali bu ferasete sahip olduğu için evlatlarını Osman'ın evini savunmaya göndermişti. Onlar orada Osman ile beraber kendilerinin ve kendileri ile beraber insanlığın nöbetini tuttular. Ama o gün birkaç kişinin feraseti, cesareti ve samimiyeti yeterli olmadı.

O halde daha az Kerbela için evlatlarını nöbete gönderecek daha çok Ali ve Osman'ın yanında daha çok Hasan ve Hüseyin olmalıdır.

Viewing all 11844 articles
Browse latest View live