2023’te 500 milyar dolar ihracat hedefine baştan, hayal, olmaz diyerek burun kıvıranlar bile herkesten daha çok çalışıyor.Elbette hedef önemli ancak hedefe nasıl gidileceği yani strateji çok daha değerli. Bana göre Turquality’yi değerli kılan, ne dünyadaki tek örnek olması ne de amaçları. Değerini dinamik yapısından alıyor. Bu, süreçte ortaya çıkan ihtiyaca göre yeni modüllerin devreye alınması demek. Devlet desteği bir taraftan, işin sahibi Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ve bakanlık bürokratlarının gönüllülüğü diğer taraftan süreç durmaksızın çalışıyor. Turquality sürecinde sayıları 131’i henüz bulan şirketleri bir yana bırakırsak markalaşma sürecine inanan ve bu yolda yapılacaklar konusunda fedakarlık etmeye razı olanların sayısı nedense istenildiği kadar değil. Peki neden? Bakan Zafer Çağlayan cevaplıyor, “Geçmişten gelen bir bilinç eksikliği, uzun yıllar çift haneli enflasyonla yaşamak ve yüksek faiz zaten marka olmadan da yüksek kâr getiriyordu. Hammadde daha fabrika gelmeden değeri artıyor suni kârlar ediniliyordu. Yatırımcıyı marka, Ar-Ge ve inovasyona teşvik edecek gerekli unsurlar yoktu. Bu kavramların anlamı bile bilinmiyordu. Yeni bir marka oluşturmak, Ar-Ge ve inovasyon yapmak yerine mevcut markaları kopyalamak, başkalarının yaptığı Ar-Ge’yi kullanmak çok daha kolaydı. Bugün iş dünyamız gerçek dünyayla karşı karşıya. Şirketlerin düşük kârlarla yaşamayı öğreniyor olması ve ürünlerinin yüksek katma değerli olması gerekiyor. Katma değeri yöneticiler yaratacak. Bu amaçla Koç ve Sabancı üniversiteleriyle 2005 yılından başlayan bir yüksek lisans programı başlattık. 635 yönetici markalaşma sürecinde olan şirketlerin ihtiyacını karşılayacak.” Turquality, ulusal markaları küresele dönüştürmeye çalışıyor. Önerim önce yoğurt, kahve ve baklavaya da konsept olarak sahip çıksa. Kim bilir belki Türkiye’nin sütçüsü Sütaş’ı Türk yoğurduna sahip çıkmaya da ikna edebilir. “Beyhude atı alan dağı aştı.” demek yerine bir yerden başlayın. Thy sadece yönetenlerin değil, türkiye’nin markasıdırMÜSİAD’ın bu yıl üçüncüsünü düzenlediği benim de bu yıl jürisinde yer aldığım Ekonomi Başarı Ödülleri törenine, “Bakan Zafer Çağlayan planlanandan önce katılacak, erken gelin.” dediler ama gelemedi. Bakan Çağlayan, sert dille sahneden THY’den kaynaklanan gerekçelerle törene zamanında gelemediğini söyledi. Salonda THY Yönetim Kurulu üyesi de olan TİM Başkanı Mehmet Büyükekşi de vardı. Bakan, canlı yayına da yetişeceğinden ötürü hızlandırılmış bir ödül töreni yapıldı. Uzun zamandır gazetecileri yücelten bir ödül töreni yapmak isteyen MÜSİAD Başkanı Nail Olpak ve yarışmanın jüri başkanı Kemal Yamankaradeniz’i jet hızıyla yapılan ödül töreni epey üzdü. Üzüntüleri daha çok kazanan haberlerin neden ödüle layık görüldüklerini kimsenin öğrenememesiydi. Bu yıl arzu edildiği gibi bir ödül töreni olmadı, seneye deyip kazanan habercileri gönülden kutluyorum. “THY ülkemizden çıkacak ilk küresel marka olacak aman gözümüz gibi koruyalım.” diyenlerdenim. Bu nedenle de iş yavaşlatma dahil tüm süreçlerde yasal zeminde yapılan her türlü eyleme, beklemelerden ötürü içimi tüketse de anlayışla yaklaşıyorum. Ancak oturduğum koltukta bırakılan ve beni koltuğa yapıştıran cikletin suçlusunun sanki benmişim gibi hissettirip yardımcı olmak istemeyen ve Londra’ya pantolonumdaki koca cikletle indiren uçuş ekibini anlamam mümkün değil. Derdim pantolon değil, anlamaya çalıştığım bu durumdaki yolcuların muhatabının kim olduğu. En iyi olmak demek uçak, ulaşılan nokta sayısı ve gökyüzünde karnıyarık ikramı değil, müşteri memnuniyetini yükseltmektir. Hava taşımacılığında memnuniyet de çalışanların başarıya ne kadar inandıkları ve ortak olduğuyla ölçülür. Son dönemde basına da yansıdığı üzere THY’de en iyi olma hedefine olan inançta her kademede çözülmeler var. Unutulmamalı ki THY sadece onu yönetenlerin değil, Türkiye’nin markasıdır…Gözüme takılıp aklımda kalanlarUzun zamandır bir fırsatını bulsam da yazsam dediğim birkaç şey gözüme takılıyor. Atatürk Havalimanı’nın yurtdışından gelenlerin çıktığı salonda önünden geçtiğimiz Bayrampaşa Otogarı’nı hatırlatan rengarenk neonlarla bezenmiş, araba kiralama ve konaklama yazıhaneleri. Yazıhane çünkü görüntü 1980’lerin vitrinleri gibi. Oysaki dış hatlar geliş salonunun İstanbul’a ilişkin ilk intibaı oluşturacağı düşünülürse ilk gördükleri bu kasaba lokantası kıvamındaki ışıklı reklamların nasıl bir algı oluşturduğunu düşünmek gerek. Kaldı ki her bir kapının önünde müşteri kapmaya çalışan bıçkın delikanlıların Kapalıçarşı’daki gibi yoldan geçeni çığırtkanlık yaparak apartmaya çalışması da tartışılması gereken bir başka durum. Havalimanında bir başka tuhaflık taksiciler. Uçak sersemi bir halde dış hatlardan çıkarken kavga eder gibi avaz avaz taksi trafiğini yöneten şahıs ve birbirlerine kavga eder gibi telaşla bağıra çağıra konuşan taksiciler. Biz bile irkiliyorken turistleri düşünemiyorum. Yine bir başka ayrıntı Dolmabahçe Sarayı’nın önünde yer alan zarif saat kulesinin hemen önünde kulenin mimari zarafetini bir anda silip atan parlak, hareketli dijital duyuru panosu. Sarayın sükunet içindeki asil duruşuna hiç yakışmayan bu pırıltılı pencereyi hemen kaldırsalar ne iyi olur. Her zaman yaptığımız gibi akla gelen en kolayı seçmek yerine biraz estetik kaygı duysak.
↧