“Gezi’yi yazmayacak mısın?” dedi bir dostum. “Ben çok yazdım bunları” dedim, “dinleyen olmadı.” Ormanların, ağaçların kıyımını yazdım, on yıllar oldu. ‘Ceviz ağacımı kestiler’ diye feryat ettim.Bir mahallede sakız ağacını tepeleyenlere verdim bedduayı buradan. Topraklara basmaya kıyamayan Süheyl Ünver’i imdada çağırdım. Yeryüzünü cennete çevirmeye ant içmiş Turgut Cansever’in ruhundan medet umdum. Duymadılar, anlamadılar…Kimselerin umurunda değilken, İstanbul’un silüetine kıydınız, diye celallendim. Bu şehir bunca betonu nasıl taşır diye isyan ettim. Kulakları sağırdı… Evimin karşısındaki kel bayıra ‘Emsalsiz bayır’ süsü verip haykırdım, ses veren olmadı. Yıllar böyle geçip gitti, kederler içinde dolanıp durdum. Duymadılar, anlamadılar. Yüksek zevklerine, benzersiz keyiflerine zarar gelsin istemediler. Şimdi bakıyorum, güzelim ağaçlar kesilerek kondurulmuş karşıdaki görkemli sitenin sakinleri, akşamları tencere tava çalıyor. Şımarıkça, acımasızca… Birileri haydutça yolları kesip başörtülü bir kadını aracından indirip darp ediyor. Birileri o korkunç heyula arabalarının kornalarına basarak eyleme geçiyor akşamları. Bayağı, ikiyüzlü, sahte…“Hayır” dedim, “ben Gezi’yi filan yazmayacağım.” Böyle kör döğüşü zamanlarda mürekkebim kurur benim. Elim kaleme varmaz. Herkes kulağını adamakıllı tıkamıştır, gözüne at gözlüğünü takmıştır. Ne duyar, ne de görürler. Yalnız içgüdülerinin, bilenmiş hınçlarının esiridirler. Gök gürlese, davul çalınsa, bana mısın demezler. Yazıp konuşmak neye yarar?Kimileri nefislerinin atına binmiş gidiyor. Kim durdurabilir onları? Bizim yazıp söyleyeceklerimiz mi? Şehrin duvar yazılarına bir bakın! Bunlar, aklını yitirmemiş hangi insanın sözü olabilir? Akıllar susmuş, gönül kapıları sürgülenmiş. Azgın duygular, birikmiş hınçlar, köpürmüş nefretler konuşuyor. İçlerinde ‘aydınlar’, ‘sanatçı’lar, okumuş ‘cici çocuklar’ varmış; yazık! Oysa başka diller gerektirirdi isyan bile. Biraz vicdan isterdi, unutmuşlar…Daha ne yazabilirim! Kör döğüşlerinde kime ne söylenir? Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük diyene sözün gücü yeter mi? Hasta komşusunun üstünde tencere tıngırdatanı kim durdurabilir? Şehirleri tahrip edene; dershane, okul ve parti binası yakıp karşısında alkış tutana hangi söz kâr eder? Ve bütün bunları görmezden gelerek, olup biteni ‘cici çocukların masum talepleri’ne indirgeyen yazarlara, gazetelere, televizyonlara söylenecek ne kalır?Havada toz, duman, gaz, nefret ve küfür uçuşuyor. Dağlarca’nın dediği gibi, havada büyük düşmanlıklar dolaşıyor. Fakat şu günler, her şeye rağmen aydınlatıcı. Yoksa uygar, ılımlı, çağdaş ve uzlaşmacı bildiğimiz nice sanatçının, yazarın, aydının içinde eski bir faşist, basbayağı bir barbar yaşadığını nereden bilecektik! İncecikten bir ‘devrim meltemi’ esiverince hakikat bütün çıplaklığıyla belirdi, gördük! Demek, o cilalı medeni yüzlerin arkasında eski barbarlıklar, susturulmuş hınçlar, bilenmiş düşmanlıklar yatarmış… Bütün bunları ortaya çıkaracak bir vasata ihtiyacımız varmış yalnızca. Çoklarının, öyle medenice oturup konuşası filan yokmuş, öğrendik.Karşımızda aynı dili konuşan ve fakat birbirini anlamayan iki ‘taraf’ var yazık ki. Bu, asıl meselenin bir ‘dil’ meselesi olduğunu söylüyor. Konuşuyor fakat anlaşamıyorlar. Bir tercüman gerek onlara. Bizim gücümüz, bu ‘taraf’ların dilini tercüme etmeye yetmiyor. Bu yüzden, “yazmayacağım” dedim dostuma. Bütün bu yazdıklarımı yok sayıp, şimdi sözü Salâh Bey’e bırakıyorum. O, “Nezleli Karga”da benim yerime konuşuyor. Üstelik ta 1990 yılından...“Bir yazar kendini tüm düşüncelerin, tüm akımların, tüm çalkantıların, tüm alicengiz oyunlarının üstünde tutabilmelidir.Eylemciler, politikacılar bir seyirci gibi durup olayları seyreden bu insanın (yazarın) ne işe yaradığını sormuştur.Yerinde bir sorudur bu.Buna hiçbir karşılık verilemez.Ama ne yapalım sanatçı da kendini olaylara kaptırmadan sanatını yürütmek zorundadır. Nerede coşacağına, nerede suspus olacağına, nerede lobyanın tadını çıkaracağına kendisi karar verebilirse verebilir. Çünkü olayları, olayların üstünden, duygularına kapılmadan, lafı kepeğine karıştırmadan, terazinin ibresini yansızlıktan ayırmadan kavramak ve anlatmak fırsatını yitirmemelidir.Gerçi olaylar içinde kürek çekmek, onların daha iyi anlaşılmasına yarayabilir ama, ne zaman olayların içinde çırpınmak, ne zaman da dışarı çıkmak işinin hesabını da bilse bilse sanatçının kendisi bilir.”Söyleyin, bugün yazılmış gibi değil mi? Ve başka ne söylenebilir?
↧