![]()
2004 yılında MÜSİAD için hazırladığımız ‘Güneydoğu Asya Tecrübesi Işığında Türkiye IMF İlişkileri’ adlı rapor kamuoyunda çok yankılandı.Raporda, ‘borç ödemeye ve nakit döngüsünü kurmaya yönelik IMF programı ile krizden çıkılabilir ancak kalkınma olmaz. Bir an evvel IMF ile olan ve ömrünü bitiren istikrar anlaşmasının yerine kalkınma öncelikli bir program ikame edilmelidir’ görüşünü savunmuştum. Türkiye bu anlaşmadan bir türlü çıkamadı. Buna 2005-2010 döneminde Ergenekon terör örgütünün komploları pek izin vermedi. Muazzam referandum ve ardından gelen 2011 yılındaki genel seçim sonuçlarıyla halk AK Parti’ye ‘artık koşmana bak’ diye hem destek hem de emir verdi. Başbakan da artık ‘çıraklık ve kalfalık geride kaldı, bizi asıl ustalık döneminde görün’ dedi ve umutları yeşertti.Bugün, bu gücüne ve ustalık dönemine rağmen benim geldiğim yer koskocaman bir hayal kırıklığıdır. IMF gitmiş, modeli kalmış ve sermaye tahakkümü gelip Başbakan’ın kapısına dayanmıştır. İki senedir yazılarımı takip edenler, testi kırılmadan yeterince uyarı yaptığımı bileceklerdir. AK Parti’nin üç adet riskinden bahsede-geliyorum:Birincisi Türkiye’yi mimarisiz bir şekilde sermayenin kucağına oturtmuş olması. Burada slogan ‘başka çare yok. Para onlarda. Hele bir gelsinler, nasıl olsa yaparlar.’ Bu konuda onlarca yazı yazıp, kitap ürettik. Bu alandaki en önemli çalışmamız 2008 yılında tam 3 cilt olarak İstanbul Ticaret Odası Yayınları’ndan çıktı. Çalışmanın adı ‘Türkiye’nin Küreselleşmesi: Fırsatlar ve Tehditler.’ O çalışmada hangi koşullar altında Türkiye’nin küreselleşmenin nimetlerinden azami faydalanabileceğini ve hangi koşullar altında ağır bedel ödeyeceğini detaylı tartıştık. Geldiğimiz aşama artık risk ve maliyetlerin, fırsatların çok önüne geçtiğini gösteriyor. Başbakan ‘sermayenin rengi mi olurmuş’ noktasından bugün, ‘sermaye komplosu’ noktasına gelmiş durumda.Hükümetin ikinci büyük riskini ustalık döneminde Türkiye’nin birikimi ile çalışmak yerine kendi dar çevresine hapsolması olarak gösterdik. Liyakati gözden çıkaran Başbakan bunu sadakat ile ikame etti. Takımı değil de başarıya giden yolda kendisini her şeye muktedir, ‘magnum opus’ olarak gördü. Ancak düşündüğü ya da memleket için gerekli hamleleri hayata geçirecek, altını dolduracak bir ekibi yok. Göz kararı ve el yordamıyla, emir komuta zinciri içinde bugün yaptıklarını, yarın pervasızca bozuyorlar. Her ikisine de ‘devrim-vari başarı, siz ne anlarsınız, yerinize oturun’ diyorlar. Şu sıralarda Ankara’da tam bir bürokrat kıyımı var. Yüzde 50 reyle gelen bir hükümet, yüzde 5’lik marjinal bir kesimin vizyonu ile ülke yönetmeye kalkınca, ‘75 milyonun başbakanı’ söyleminin de altı boş kalıyor. Beşeri sermayeyi çok yüceltmeyen devletler ve şirketlerin yandaşlarla yola devam etmesi mümkün değil.Hükümetin üçüncü büyük riski, büyük projelerde ve şehir rantında somutlaşan bir yolsuzluk, tarafgirlik, kayırmacılık algılamasının toplumda derinleşmesi. Bunlar ‘şuyuu vukuundan beter’ işlerdir. Vatandaşın ispat etme zorunluluğu yok, öyle inandığında bitersin.Gezi Parkı’nda sembolleşen olay kısaca; şehirleri baskı altına alan gayrimenkul talanı ve lobiciliği ile bunu gizlemek üzere Başbakan’ın benimsediği sert, dışlayıcı ve onur kırıcı söylemdir. Başka bir şey değil. Olaylar kontrolden çıkıp da başka tehlikeli mecralara sürüklenince Başbakan tartışmanın eksenini ‘faiz lobisine’ kaydırdı. Doğrusu; çıkar gruplarıdır. Bankacılıkta, özelleştirmede, büyük ihalelerde, perakende yasasını engelleyen AVM dukalığında...