Mayıs ve haziran ayları benim için farklıdır; çünkü mayısta Necip Fazıl’ı, haziranda Peyami Safa’yı Hakk’ın rahmetine yolcu ettik.Necip Fazıl yalın kılıç İslam derdi; İslamiyet’in yücelikleriyle karılmış, dilden dile dolaşan mısraları, keskin üslubu ve kitleleri heyecanlandıran konferanslarıyla ardında bir ekol bıraktı. Mayıs ayının ikinci yarısı Üstad’ımızı anmakla geçti. Haziranın on beşinde ölen Peyami Safa için ise geçmiş yıllarda tek yaprak kımıldamadı; bu yıl da farklı olacağını sanmıyorum. Ellili, altmışlı yıllardaki yüksek tirajlı gazeteler Necip Fazıl’ın tavizsiz Müslümanlığını hazmetmezler; dolayısıyla ona sayfalarında pek yer vermezlerdi. Peyami Safa’nın eserlerinde İslamiyet ön plana çıkmaz; fakat okuyan İslami şuur kazanırdı. Aynı zamanda geniş çevreler tarafından aranan köşe yazarıydı. Necip Fazıl hapse girer veya bir başka sebeple yazma imkânından mahrum kalırsa, milli düşüncenin bütün yükü Peyami Safa’nın omuzlarına binerdi. Düşünce hayatımızı üç zaman dilimine ayırmak mümkündür. İslam’dan önceki fikir dünyamızın özünü Yenisey ve Orhun Abideleri’nde görüyoruz. Bilge Tonyukuk, kardeşinin ölümü üzerine düşünceye dalar ve “Zamanı Tanrı yaşar.” der. Bu, insandaki fanilik duygusunun izahıdır; bu izah İslamiyet’le beraber, zamanı da Allah’ın yarattığı şekline dönüşerek, gerçek mihrakına oturacaktır. Abideler daha çok töreden, törenin devlet hayatındaki öneminden söz ederek yeni nesillere yol gösterir. İslamiyet döneminde düşüncemiz “Vahdaniyet” esasına dayanırdı. Milli varlığımızı İslam’ın fetih ruhunun emrine verdik. “İlim Çin’de dahi olsa alınız.” hadisi gereğince ilk Müslümanlar dünyadaki ilim ve fikir hareketlerine bigane kalmadılar. Unutulan Grek felsefesini ele alıp dirilten, İbn-i Sina, Farabi gibi Müslüman düşünürlerdi. İnsanlığın tefekkürünü Müslümanlar temsil ediyordu; fikir ve karşı fikir cedelleşmesini sadece kendi dünyamızda görüyorduk. Fatih, Hocazade’ye Gazali’nin “Tehafütü’l Felasife”si ile İbn Rüşd’ün “Tehafütü’l Tehafüt”ünü kıyaslayarak hangisinin haklı olduğuna dair rapor yazmasını istedi. Hocazade, Gazali’nin fikrini benimsediğini belirtti. İbn Rüşd aklı, Gazali ise nakli öne alıyordu. Akıl öne alınınca naklin pek değeri kalmazdı; fakat nakil akıl ile yorumlandığından insani bu fenomen yerli yerine oturuyordu. Gün geldi muzaffer ordularımız mağlup olmaya başladı. Ceddimiz “Kanun-ı Kadim”e dönmek için büyük gayret sarf etti; demek ki fikir dünyamızın esasından şüphe etmiyorduk; bulunduğumuz noktaya gelirken yolda bir yanlışlık yaptığımıza kaniydik. Fakat “Kanun-ı Kadim”e bir türlü işlerlik kazandıramadık. Bazı kesimler dinimize tavır alınca Ziya Paşa “İslam imiş devlete pabendi terakki/Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı” dedi. Ne çare ki daha sonra şunu ilave etmek zorunda kaldı; “Diyarı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm / Dolaştım mülkü İslam’ı bütün viraneler gördüm” Yeni savaş usulleri ve silahlarının ordumuza yaşattığı dramatik olaylara da bir çare bulmak zorundaydık. Batı’nın üstünlüğünü kabul edip oradan pek çok şey almamız gerektiğine inanan Ziya Gökalp “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” formülünü ileri sürdü. İki umde arasındaki “İslamlaşmak” ilkesi herhalde geniş çevreleri ikna içindi. Cihan devletini yaşatmak amacıyla İslam idealini değil de “Turan”ı hedef gösteriyordu. Ne bu sentetik formül, ne de bu ideal Devlet-i Aliyye’yi yıkılmaktan kurtaramadı. İstiklal Savaşı, kitleleri harekete geçirmek için, milli esasa dayanmak zorundaydı. Mehmed Akif bu esasın özünün İslam olduğunu vurguluyordu. İslami atmosferi soluyarak, milli varlıktan güç alan İstiklal Savaşı’nın öncüleri Batı’ya yöneldiler. Abdullah Cevdet, Ağaoğlu Ahmet gibiler Batılılaşmamızı sınırsızlığa vardırdılar. Batı medeniyeti, kültürlerinin ürünü olduğundan o medeniyete sahip olmak istiyorsak, kültürlerini eksiksiz almamız gerektiğini zihinlere çaktılar. Batı’nın kültür unsurlarını almamıza rağmen, bir türlü muasır medeniyete ulaşamıyorduk. Mazimizden, metafiziğimizden de kopmuştuk. Bu durum Batı’nın bir başka versiyonu olan Sosyalizmi hayatımıza soktu; çok geçmeden aydınlarımız arasında geniş çevre buldu. İşte bu noktada Peyami Safa bütün varlığıyla devreye girdi. “Fatih Harbiye” ve diğer romanlarında Batı ile aramızdaki farkları, bize şahsiyet kazandıran değerlerimizi dile getiriyor; üstün zeka ve etkili kalemiyle gazete köşelerinde milletimizi ve ona hayat veren damarları savunuyordu. Eski tüfeklerin en önemlilerinden biri “Peyami’yi ikna edebilseydik, Türkiye’yi komünist yapardık.” demek zorunda kaldı. Ülkemiz komünist olsaydı, Sovyet Rusya, Arap petrollerine inerdi. Biz de tarihin karanlıklarına gömülürdük. Bugün bayrağımızın altında hür olarak yaşıyorsak, bunda Peyami Safa’nın payını idrak etmemek ya nankörlük ya da zır cahillik olur. m.niyazi@zaman.com.tr
↧