Başbakan Erdoğan, Samsun’da yaptığı “Milli iradeye saygı” mitinginde şöyle konuştu: “Brezilya’da da aynı oyun oynanıyor. Aynı semboller, afişler, Twitter, Facebook, uluslararası medya... Aynı merkezden yönetiliyor. Türkiye’de başaramadıklarını Brezilya’da başarabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Aynı oyun, aynı tuzak, aynı amaç...”Erdoğan’ın bu beyanı Türkiye ve Brezilya’da yaşananları karşılaştırma ve tahlil için iyi bir çıkış noktası sağlıyor. Önce benzerliklerle başlayalım: Türkiye Başbakanı Erdoğan ile Brezilya Başkanı Dilma Rousseff’in ortak noktaları, ikisinin de gençliklerinde (biri İslamcı, diğeri Marxist) siyasi akımlar içinde yer almışken, ülkelerinde hem ekonomik kalkınmaya hem de demokratikleşmeye büyük katkı yapan liderler oldular. Onların liderliğinde her iki ülkede de “fikri, vicdanı hür” orta sınıflar gelişti. İstanbul’daki protesto gösterileri Taksim Gezi Parkı’nda eski bir kışlayı ihya için ağaçların kesilmesiyle, Sao Paulo’da otobüs ücretlerine 20 kuruşluk zam ile tetiklendi ve ikincisinde çok daha yaygın ve güçlü olmak üzere, bütün ülkeye yayıldı. İki ülkede de protestolar, görünürde basit nedenlerle çıkmış olsa da, çok daha derin ve kapsamlı siyasi ve sosyal nitelikteki rahatsızlıkları dile getirmeye yöneldi. İki ülkede de protesto gösterileri sosyal medya üzerinden örgütlendi; yukarı–orta sınıftan gençler tarafından başlatıldı, ancak Türkiye’de vesayetçiler, ırkçılar ve kargaşa çıkarmak isteyenler, Brezilya’da yağmacılar ve anarşistler tarafından gasbedilmek istendi. İkisinde de protestocular medyayı itham ettiler: Brezilya’da gösterici şiddetini öne çıkardığı, Türkiye’de ise polis şiddetini gizlediği için. Benzerlikler burada bitiyor.Benzemezliklere gelince: Erdoğan, protestoları öfkeyle karşıladı ve polise güç kullanarak engelleme emri verince en az 4 kişi öldü, 10 kişi gözünü kaybetti, yüzlercesi yaralandı. Rousseff ise protestoları demokrasinin derinleşmesinin bir işareti olarak yorumladı ve bundan gurur duyduğunu açıkladı. Erdoğan, protestoları “iç ve dış düşmanların, faiz lobisinin” seçimle gelen hükümeti devirmek için bir tezgâhı olarak niteleyip, toplumu hükümetten yana ve karşısında olanlar olarak kutuplaştırmaya yöneldi. Rousseff ise protestolardan ders çıkardı; kamu ulaşım sisteminin, sağlık ve eğitim sisteminin ihyası, yolsuzluklarla mücadele için yasal düzenlemeler sözü verdi, hatta bu konularda bir referandumun hazırlıklarına başladı.Erdoğan, protestoların, esas olarak “halkı sürü, kendisini onun çobanı olarak gören” tavrına, hemen her alanı kendi yaşam tarzı ve ahlak kurallarına göre düzenleme çabalarına yönelik birikmiş tepkilerin patlaması olduğunu görmezden geldi; bunlardan seçimli yıllara girerken “düşman” yaratıp saflarını tahkim amacıyla yararlanma yolunu tuttu; polisi orantısız şiddet uygulamaya yönlendirdi. Rousseff ise protestoları, demokratik ülkelerde genellikle olduğu gibi, çeşitli sıkıntıları olan halkın “gazını almak” için bir imkân olarak değerlendirdi.Brezilya’da protestoları, iktidarı yıpratmak ve devirmek için “aynı merkez” tarafından tezgâhlanan bir oyun olarak yorumlamak siyasilerin aklının ucundan dahi geçmedi, çünkü ne kadar istenirse istensin ateş olmayan yerden duman çıkarmanın mümkün olmadığı biliniyordu. Brezilya’da kimsenin aklından sosyal medyayı “bela” olarak nitelemek de geçmedi, çünkü sosyal medyanın demokratik katılımın bir aracı, bu nedenle otoriter yöneticilerin korkulu rüyası olduğu biliniyordu. s.alpay@zaman.com.tr
↧