Image may be NSFW.
Clik here to view.
Kadın çoğunluğunun başörtülü olduğu bir ülkede, bir ailenin tüm kızlarının başörtülü olması ‘tek bir tablo görüntüsü vermek' olarak algılanıyorsa, hayatımızın tüm çoğulcu iddiasına rağmen, başörtülülerin hepsini tek bir küme olarak görüyoruz demektir.Farklılaşma veya tek tipleşme kriterlerimizi oluştururken ülkenin bugününde tesettürü bir belirleyici olarak görmeye itirazım var. Bu bakış açısının gündelik hayatımızın görünmez alanlarına riskli yansımaları olduğundan dem vurmuştum bir önceki yazımda. Gezi Parkı eylemlerinden yola çıkarak ‘podyumlaştırma' üzerine yazdığım bu altıncı yazıda, Nilüfer Göle'nin duran adamla başörtülü kadın kıyaslamasına girmeyi deneyeceğim. Polisin orantısız şiddetine karşı kendi ‘şiddet içermeyen' duruşunu göstermeyi hedefleyen duran adamları başörtülü kızlara benzerlikleri üzerinden kurgulayan alıntıyla başlayayım: “İki eylem biçiminde de gövde dilinin ön plana çıkması, birinin durarak, ötekinin örtünerek, kamusal alana, meydana çıkması söz konusu. Her iki profil de sessiz. Ama her iki duruş da kendileri hakkında tüm toplumu konuşturuyor. Her iki duruş da, örtünen ile dansçı, hem şahsi, hem toplumsal bir muhayyileye dayanıyor. Ama her ikisinin de bireysel duruşu inkâr ediliyor, Kemalizm ya da İslamcılık, komplo teorileri ya da mahalle baskısı tezleri, Batıcı ebeveynleri ya da İslamcı abileri ön plana çıkarılıyor. Kendilerinin aktör olduğu inkâr ediliyor. Başörtülü kadınlar nasıl ki İslami hareketin içinden konuşuyorlar, duran adam da Atatürkçü seküler geleneğin içinden geliyor. Ama her ikisi de bugüne kadar aşina olunmayan bir dil ve kendilerine ait bir estetikle meydana çıkıyorlar, farklılıklarını görselleştiriyorlar.”Başörtülü kızlar üniversitelerde ‘ortaya çıktığında,' bir eylemsellik olarak gördük bunu evet. Çünkü asırlarca bu topraklarda farklı inançtan gelenler arasında bile bambaşka örtünme biçimleri hiç yaşanmamışçasına belleğimiz dondurulmuştu. Başörtülülerin 80'lerin ikinci yarısından itibaren kamusal hayatta görünür olmalarının o dönemde yükselişteki İslamcılık hareketinin dönüşmesine olan katkıları kuşkusuz ki Nilüfer Göle gibi bu harekete dışarıdan bakan biri tarafından, oldukça ‘içerden' algılanabilmişti. O kadar ki, İslamcı kadınlarla ve kanaat önderleriyle yaptığı derin mülakatlar esnasında, kimi zaman onlardan daha net görebilmişti bu hareketin dinamiklerini.Kendisinin Modern Mahrem adlı bu çalışmasındaki (1991) sözleriyle belirtirsek; “İslamcı kadınların İslamcı hareketler içinde ‘erkeklerin tahakkümü altında' ve ‘irtica hareketlerine alet edilen' edilgen roller oynadığına dair varsayımlar, bugünkü pratikler karşısında çok anlam çözücü durmamaktadır (...) Kemalizm'in kadınlar için oluşturduğu ‘fırsat alanı'nı kullanan İslamcı kadınlar, kamusal yaşama katıldıkça, İslami yasakları delmekte, mahrem alandaki kadın erkek ilişkilerini alt üst etmektedirler.”22 yıl sonra, elektronik bilgi uzayında, üniversitelerin büyük şehirlerden çoktan taştığı ve her ilde kurulduğu bir dönemde, ölçüsüz ve belirsiz bir küreselleşmenin, vahşi kapitalizmin, dijital ilişkilerin, değişen arzu ve şiddet pratiklerinin günışığında bu toplumdaki başörtülüleri (çoktan başka boyutlara evrilerek farklı dinamiklerle kendini ifade etmekte olan) bir İslamcılık hareketine hapsetmek ne derece isabetlidir? Ki bugün yaşam biçimi mevcut iktidar dili tarafından küçümsenen ama ne eğitim hakkı, ne gelecek umutları, ne anadili, ne tarlası, evi, köyü elinden alınmış olmayan bir duran adam ‘direnişini' başörtülü kadının ‘direniş öyküsü'yle vicdanen denkleştirebilelim?Bugün kamusal alanda avukat, milletvekili dahi olamayanların ve olmak için hak talep ettiklerinde yaşam tarzı direnişi yapmaktan ziyade, irticai faaliyet yaptığı için ülkenin tüm ‘kontr' dinamiklerinin (medyadan sokağa) harekete geçtiği bir ülkede... Duran adam ile başörtülü kadını paralel okumaya çalışmak çok sorunlu. ‘Kamusal alan' gibi tartışmalı bir tarifle geniş kitlelerin tesettürünü halen bir eylemsellik olarak yorumlamaya devam etmek de sorunlu. Örtünenleri tek bir tablo gördüğümüzde, bu bizi öncelikle kendi dünyamıza hapsediyor. Örtünerek var olabilmek; bir kadın için dindar veya laik kesimlere karşı mücadeleden ibaret değildir ki. Bir ibadettir. Üniversiteye gitmemiş, evinde oturan, görünür olmanın özgürlük tarifiyle ilişkisini pek kurma gereği duymayan, görsellik üzerinden farklılaşmak gibi bir varoluş kaygısı da bulunmayan ama kendi iradesiyle örtünen sayısız başörtülü kadın var. Onların ‘duran adam' eylemiyle benzerliğini hangi birimle ölçeceğiz? Tesettürü ‘İslamcı hareket'ten ibaret olarak algıladığımızda çok geniş bir Müslümanlık bilincinin neresine oturtmuş olacağız onu?Şu da var: Örtünmeyi mesela salt ‘gövde dilinin öne çıkması' olarak tanımlamakla buradaki sosyolojinin ihtiyaç duyduğu pek çok kavramı anlamlandırmak giderek zorlaşıyor. Tesettürü ‘kendi norm'larınıza uygun olarak böyle kodladığınızda, bazı başörtülü gençler de kendilerini bu tanımlama üzerinden anlamlandırmaya başlıyor. Örtünmenin vücudu, mekanı, vakti bir emanet olarak görmekle ilişkisinden veya hakikatin birliğine teslim olmanın özgürleştirici niteliklerinden bahsetmenin dili içeri kaçıyor. Bu ‘görselleştiren' söylemin tahakkümü doğrultusunda yeni kuşaklarda da kimi zaman kendini bu dile ispatlama gayreti oluşuyor: “Evet başörtülüyüm ama Heidegger de bilirim, Foucault'dan da zevk alırım. Dostoyevski'yi de yorumlarım, Tarkovski'yi de...” Bu hal, tesettürleri üzerinden bir tür savunma rolü üstlendirdi yıllarca birçok kadına. Örtünmenin iç katmanlarına, gündelik hayatın (cinsler ötesindeki) maneviyatına olan tesirlerine, tesettürün hicap'tan ötesini sezmeye ve sezdirmeye sıra hiç gelmedi. Geriye bu ‘podyumlaştıran' söylemdeki görsel semboller kaldı giderek. Şimdi bu sembol bir ‘eylemsellik' birimiyle ölçülerek duran adamla yan yana seyredilmeye devam ediyor. Farklılıklar görselleştirilerek algılandıkça, podyumlaştırma güçleniyor. (Devam edeceğim...)
Clik here to view.
