Tablonun sol üst köşesinde kırmızı bir hilal var. Kanı vurgulamak için bu rengi seçmiş belli ki ressam.Ve hilalin ortasında bıçak gibi keskin bir beyaz diş çıkıyor. Tam karşısında ağzını açmış yılankavi bir beyaz pençe onu yutmak istiyor fakat bu hamle olmaktan öteye geçemiyor. Bu bıçaklı hilal ve diş tek başına bir çağrışım yüküne sahip olabilir lakin nereden baksanız beş metre genişliğinde ve üç metre yüksekliğindeki tablonun asıl odak noktası çenelerdir. Karşılıklı iki savaşçı ellerinde kılıçla pala arası bir şeyler tutuyorlar fakat çeneleriyle savaşıyorlar sanki. Sağ alt köşedeki solgun ve sarı güneş çaresiz yukarı çıkamıyor. Hiç çıkamayacak.(Soldan) Semih Kaplanoğlu, Ömer Erdem, Beşir Ayvazoğlu, Haydar ErgülenMeşhur ressam Lubardo’nun Karadağ Kültür Bakanlığı’nın duvarını süsleyen bu resmi umulur ki ebediyen Balkanlar’ın ruhu olmaz. Hele burada, Çetince’de, çetin bir soru olarak değil çetin bir umut diye parlar. Dışarıdan içeriye süzülen çapkın ıhlamur sağanağı asıl ruh olur.Zor bulunmuş bir orman gülü gibiKaradağ Cumhuriyeti’nin başkenti Podgorica’dan söz açacağım ama ilkin Çetince’de durmak gerek. Çünkü ben Çetince’de ıhlamur çarpmasına uğradım ve hâlâ başım dönüyor. Atalarımızın ‘ce’ ekiyle tabiatının yamanlığını yumuşatıverdiği Çetince, Karadağ’ın kültür başkenti. Podgorica’yı geride bırakıp dağları döne dolana geçince varıyorsunuz oraya. Şehir dediğime bakmayın burası sevimli bir kasaba aslında. Lakin gururu hiç eksik değil… Belli ki tecrübesi de var. Zor bulunmuş bir orman gülü gibi. Sakin. Mağrur.Mademki ben merak rüzgârının bir oğlu olarak başı göğe erecekmişçesine oradan oraya geçip gidiyorum, omzuma çökecek geceden ayağıma takılacak taştan şikâyet hakkım olmayacak hiç. Öyle bırakıyorum kendimi Çetince’ye. Birden, ilkin birden sonra da adım adım, köşe köşe, sokak sokak, cadde cadde onlarla, ıhlamurlarla karşılaşıyorum. O da ne, uzun boylu bir Karadağlı tam ıhlamur dalının önünde duruyor, uzun boyunun avantajını kullanarak büyük ve geniş burnuyla kokluyor çiçekleri. Sanki dallar bu burun için özellikle bu yükseklikte çiçeğe durmuşlar. Bir an bunun bir şaka olabileceğini düşünüyorum. Dünya umurunda değil adamın. Öylesine burnunu sokuvermişti çiçek salkımına. Sanki dünyayı içine çekiyor pervasızca. Bense bu ipek sarısı pençe pençe ıhlamur hevenklerinden yayılan keskin ve baygın kokunun tesiriyle bir pervane döngüsünün içine düştüm, sendeledim, savruldum. Olan olmuştu, Balkan havası beni çarpmıştı. Şimdi kalkıp bir bir herkese selam vermek, kahvenin duvarın hatırını sormak, geçmişten değil daha çok gelecekten konuşmak istiyordum. Bu ıhlamur ormanı gökteki bulutlarla yarışırcasına, koyu mavi gökyüzünün altında beyazdan ve sarıdan kuşaklar kuruyordu durmadan. Demek olabiliyordu, bir şehir baştan sona bir ağaçla donatılabilir, her yan, her köşe, her boşluk, her an onunla doldurulabilir, kuşatılabilirdi. Tıpkı Potgorica’nın her yönden dağlarla ve sularla çevrilmesi gibi. Tabiat kadim bir maneviyat gibi serilmiş yatıyor burada.Potgorica dört bir yanı nehir sularıyla da çevrilmişti. Zaten dağın eteği anlamına geliyormuş. Zirvelerden inen kar suları bütün bir yıl boyunca bu akarsuları coşturuyor. Şehir bir bakıma nehir adası. Sular pırıl pırıl. Berrak. Çekici. Mütevazı ve sakin bir hayatı var şehrin. Çokça bir tarımsal üretimden bahsedilemez ama meyveleri ve sebzeleri, süt ürünleri, özellikle peynirleri, bir de bir de servileri. Evet servileri. Her yan her yön serviler boy atmış. Eğer, benim gibi damağınızın kölesi iseniz günün erken saatinde şehrin merkezinde bulunan açık pazarı gezebilir, unuttuğunuz çilek buğusuna kavuşabilir meyvelerin ve sebzelerin ve elbette peynirlerin saltanatına şahitlik edebilirsiniz. Henüz modern kentin kötü çocuğu olmamış yaşanılası bir amatörlük ve saflık var burada.Bu köprü altında ne işimiz var?‘Niye buradayız!’ diye bir soru kuşu kanatlanıyor birden içimden. Üstelik ‘bu köprü altında’ ne işimiz var. Beşir Ayvazoğlu, Semih Kaplanoğlu, Haydar Ergülen ve ben hemen yanımızda akan nehrin çağlayanına kulağımızı alıştırmış, sığındığımız ağacın altında kahvelerimizi yudumluyoruz o an. Hiç dinmeyen tatlı bir rüzgâr uzaktan yakından taşıdığı ıhlamur kokularını buraya da sürüklüyor. İlhan Berk’i anıyoruz. Sudan söz açıyoruz. ‘Su Allah’ın yüzünü görmüştür’ mısraını okuyoruz Berk’in. Aslında tam olarak bir köprünün altındayız. Köprü bizi şehirden ayırıyor.‘Sonunda köprü altı şairleri de olduk’ deyip gülüşüyoruz. 27-29 Haziran’da yapılan kültür ve sanat festivaline katılmak için buradayız. Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi gösteriliyor. Hayriye Ünal dahil bizim şiirlerimiz Karadağ diline çevrildi ve değişik Balkan ve Orta Avrupa ülkelerinden şair, yazar ve akademisyenler de katılıyorlar bu festivale. Beşir Ayvazoğlu dünden bugüne Balkanlar’la olan maceramızı anlatacak. Organizasyonu Karver adında bir yayınevi yapıyor. Başta büyükelçi Mehmet Niyazi Tanılır olmak üzere Yunus Emre Enstitüsü ve Kültür Bakanlığı destek veriyorlar.Festivalin merkezi Karver’in binası vaktiyle bir Türk hamamıymış ve bugün sadece kubbesi ayakta kalmış. Nehir kenarındaki hamam kalıntısı sonradan genişletilmiş ilginç bir kültür noktasına dönüştürülmüş. Üzerinden büyük bir köprü geçince de sanki modern tasavvurun tasarımına bürünmüş. Üstte arabalar altta kültür ve sanat. Şimdi de bize, köprüaltı şairi olmanın şakasını yapıyor. Dün gördüğümüz nilüfer tarlalarıyla süslenmiş İşkodra Gölü de su ile tabiat arasındaki şiiri akıtıyor etrafa bütün cömertliğiyle. Arnavutluk ile Karadağ arasındaki sınırı da belirleyen muhteşem bir göl İşkodra. Bir yönüyle Akdenizli bu coğrafya, milli parklar alanı aslında. Nilüfer serpintilerinin arasından yol alırken suya, tekrar tekrar suya dalıyorum ben. Günün her saatinde, rüzgâra, buluta, güneşin ışığına göre renkten renge bürünen bu göl uzak şiirleri de çağrıştırıyor bana. Her yer su oluyor. ‘Velhasıl, Karadağ sudan ibaret.’ Ve ıhlamur hevenklerinden. Sarının ışığından. Hayatın amatörlüğünden.
↧