![]()
Karton panolardaki 140 çift göz, Almanya’da kötü ekonomik gidişata dikkat çekmek ve farkındalık yaratmak istiyor. “Hepimizin gözü senin üzerinde!” iması var hükümete. Bu dikkat çekici fotoğraf, panoları hazırlayan baskı grubunun amacı dışında etkiledi beni ve aslında hepimiz körüz dedirtti. Neden mi?1-Çünkü göz kendini göremez. Ya aynaya başvuracak ya da ona bakan başka bir göze. İki durumda da gözünü görmüş olmaz. Aynadaki, gözünün sadece imajıdır, diğer gözde de ancak bakışının yarattığı duygulardan bahsedebilir. Sonuçta kendi gözüne yabancıdır insan. Buna rağmen kusuru hep başka gözlerde arar. Gözden maksat, şekli ve rengi değil elbette, gördüklerini anlamlandırma becerisi. En az bildiği kendisi iken, doğrunun ve güzelin tekeline sahip çıkması.2-Kaldı ki göz, kendi dışındakileri de tam göremez. Daima eksiktir gördüğü. Bu, görülecek şeylerin çokluğundan değildir sadece, tek bir nesneye bile odaklansa, onu bütün boyutlarıyla kavrayamaz. Misal eline baksa, derisinin tüm kıvrımlarını, renk değişimlerini, damarlarını, kemiklerini, tırnaklarını yani salt fiziki özelliklerini dahi seçemez, kabaca bir fikir edinebilir sadece. Bir şeyi layıkıyla görebilmenin tek şartı vardır, o da o bir şeyin diğer her şeyle ilgisini de görebilmek. Hak erenleri bir yana bırakırsak, allameyi cihan olsak, bir ömre değil bin ömre sahip olsak erişemeyeceğimiz bir yetenek!3-Körlüğümüzü gösteren en önemli şey, şu anda gördüklerimizin daha önceden gördüklerimizin süzgecinden geçmesi ve geçerken de unutkanlığımız, değerlerimiz ve önkabullerimizin nesneleri ve olayları çarpıtmasıdır. Daha önce gördüklerimiz de öncekiler tarafından bozulduğundan bu körlük çemberi hiç kırılmadan ölene kadar gücünü korur. Asıllar yerine gölgelerin peşinden koşar dururuz artık. Tabii bu koşuda birbirimizin gözünü çıkarmayı ihmal etmeyiz.4-Fotoğrafta bir çocuk var. Yağmurdan korunmak için mi, oyun saikiyle mi, yoksa fotoğrafı çekenin ricasıyla mı bilinmez, panolardan birinin altına saklanmış. Diyelim o bizim oğlumuz, canımız ciğerimiz. Yine de onun neyi nasıl gördüğünü bilemeyiz. Sadece evladımız değil, kimsenin gözünden bakamayız dünyaya. Acaba gözlerini kiralayanların ne kadarı bu bilinçle bakıyordur dünyaya? Ve bizler, o gözlere bakanların durumu nedir? Aramızda başı toprağa eğik bir şekilde yürüyen varsa, selam olsun ona.İçimizde dağlar var...3776 metre yüksekliğindeki Fuji dağı. Geçtiğimiz haziranda bir uçağın penceresinden çekilmiş. Ne muhteşem bir görüntü, öyle değil mi? İnsanın koşup dağın boynuna sarılası geliyor. Ya da bulut olup etrafında dönesi...Dağ... Telaffuz ederken bile gönlü dolduruyor. Dağ... Kimine gölgelik, eteklerinde soluklandığı... Kimine yuva, taşından faydalandığı... Kimine güvenlik, sırtını dayadığı... Kimine yücelik, aşkınlığa davet aldığı... Kimine macera, zirvesine tırmanılacak... Kimine sevgili dost... Kimine kaybetmek istemediği post...Kuran’a göre dünya çalkalanmasın diye sabit duran ama aynı zamanda da bulutlar gibi yürüyen dağlar... Hadlerini bildiklerinden Allah’ın emanetini yüklenmeye korkan dağlar... Kıyamette ufalanıp savrulacak, pamuk gibi atılacak dağlar...Hz. Adem, cennetten yeryüzüne indiğinde kendini bir dağda bulmuştu.Hz. İbrahim, öldürdüğü dört kuşu, bir dağın dört köşesine koymuş ve sonra onları çağırmıştı da kuşlar canlanıp ona koşmuştu.Hz. Musa, Rabb’ini görmek istediğinde, ona “Dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin” denmişti de İlahi tecelliyle dağ parça parça olmuştu.Hz. Nuh, oğlunu gemiye binmeye ikna edememişti, “Beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım” demişti oğul ve dağları aşan dalgalarda boğulmuştu. Kurtuluş gemisi sular çekilince bir dağa oturmuştu.Hz. Davud’la emrine verilen dağlar, sabah akşam birlikte tesbih ediyorlardı.Hz. İsa, göğe bir dağdan yükselmişti.Hz. Muhammed’e (sas) ilk vahiy bir dağda gelmişti.Demek ki bir mekândan çok idrak anı dağ. En değerli hediyenin alındığı ve bir borcun yüklenildiği an. Borcu nasıl ödeyeceğini de öğreten an. Çiğsek pişiren, hamsak olgunlaştıran, tadımız yoksa baharatlandıran ve bütün bunlar olabilsin diye taşı toprağı, otu, ağacı, kurdu, kuşu, yılanı, çIyanı bekleme salonu haline getiren an. Belki de hepsinden önemlisi çıkışın gerçek anlamının iniş olduğunu öğreten an.Maddenin değil mananın şarkısı bu. En tepeye ulaşan, idraki açılırsa engel aşmışlığın, bayrak dikmişliğin zaferiyle değil, lütuftan ürpererek döner aşağılara, eteklere, ovalara... Dağ nedir bilmeyenlere zirve ile zeminin bütünlüğünü anlatmaya... Öyleyse biz sıradan insanların Fuji’ye, Klimanjaro’ya, Alplere, Andlara, Erciyes’e, Ağrı’ya çıkmamıza gerek yok... Ufkumuzda bir dağ görünmüyor diye üzülmeye... Niye? Çünkü dağ dışımızda değil içimizde... An olur, çağırır bizi de...