Bir zamanlar Samuel P. Huntington’un “uygarlıklar çatışması” teorisi revaçtaydı. Huntington, Soğuk Savaş’tan sonra dünyadaki temel çatışmanın uygarlıklar, yani dinler ve özellikle de Batı Hıristiyanlığı ile İslam arasında yaşandığını ileri sürmüştü. Bu teori, gerçekler karşısında çöktü. Şimdilerde yerini “mezhepler çatışması” teorisi aldı. Buna göre, Arap uyanışları sonrasında Ortadoğu’daki temel çatışma Sünniler ile Şiiler arasında.Gerçek şu ki, Huntington’un teorisi ne kadar yüzeysel ve aldatıcı idiyse, mezhepler çatışması teorisi de öyle. Evet, dinsel ve mezhepsel yakınlıklar, dış politikada bir araç olarak kullanılmak istenebilir. Ne var ki, uluslararası ilişkilerde hemen her zaman belirleyici olan, devletlerin (hükümetlerin takdirine bağlı) ulusal çıkar değerlendirmeleri ve buna göre şekillenen devletlerarası kuvvet dengeleri. Bunu görmek için, Arap uyanışları sonrasında kuvvet dengelerinin altüst olduğu Ortadoğu’ya gözatmak yeter. Sünni İslam’ın Vahhabi yorumunu resmi ideolojisi olarak kabul eden Suudi Arabistan, Suriye’de Beşar Esad diktatörlüğünün baş muhalifi olan (Sünni) Müslüman Kardeşler’e, hatta El Kaide bağlantılı radikal (Sünni) İslamcılara silah sağlıyor. Buna karşılık Mısır’da Müslüman Kardeşler’i iktidardan deviren askeri darbeye destek verdi. Niye?Suudi Arabistan’ın petrol zengini bölgelerinde çoğunluk Şii. Riyad, İran’ın Şii nüfusu kendisine karşı ayaklandırmasından çekiniyor. Bunun için Suriye’deki rejimin devrilmesine, böylelikle Tahran’ın bölgedeki en önemli müttefikini kaybetmesine destek veriyor. Buna karşılık, ana karargahı Mısır’da olan Müslüman Kardeşler’in radikal İslamcıları kendisine karşı kışkırtmasından kuşkulanan Riyad, Mursi’nin iktidara gelmesinden hoşnut değildi, devrilmesinden de şikayetçi olmadığı ortaya çıktı. Riyad’ın dış politikasını belirleyen mezhep dayanışmaları değil, kendisine yönelik tehdit algıları. Aynı şeyi kuşkusuz Türkiye’nin dış politikası için de söyleyebiliriz. Arap uyanışlarına kadar AKP iktidarındaki Ankara’nın (Şii) Tahran ve (Nusayri) Şam ile ilişkilerinde hiçbir sıkıntı yaşanmadı. Ama Beşar Esad diktatörlüğünün devrilmesi ve yerine halkın desteğini alan bir rejimin gelmesi olasılığı, Ankara’nın ağırlığını (Müslüman Kardeşler’i de içeren) muhalefetten yana koymasına yol açtı. Bu mezhepçilikle değil, ulusal çıkar algılamasıyla ilgili bir durumdu. Ankara’nın (Şiilerin hakim olduğu) Bağdat ile arasının açılması da, mezhepçilikle değil Kürdistan bölgesiyle kurduğu yakın ilişkilerin Bağdat’ın işine gelmemesiyle ilgiliydi.Ankara’nın Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarının devrilmesine en sert tepki gösteren başkentlerden biri olması, Müslüman Kardeşler ile yakınlıkla ilgili değildir. Erdoğan’ın laiklikten söz ederek Müslüman Kardeşler’i kızdırdığı günler çok geride kalmadı. Ankara’nın tepkisi bir ölçüde Mursi iktidarında Mısır ile daha yakın ilişkiler geliştirmeye yatırım yapmış olmasıyla, bir ölçüde de Mısır üzerinden yürütülen Türkiye tartışmasıyla ilgilidir.Ankara’nın tepkisi, ilke olarak askeri darbelerle gelen yönetimlere karşı olmasıyla da açıklanamaz. Başbakan Erdoğan’ın Kaddafi’den “insan hakları ödülü” aldığı günlerin üzerinden çok geçmedi. Sudan diktatörü Hasan El Beşir ile yakın ilişkiler sürmekte. Mısır’da Tahrir–2 ayaklanmasıyla Muhammed Mursi’yi deviren orduyla, Tahrir–1 ayaklanmasıyla Hüsnü Mübarek’i deviren ordu aynı değil miydi? Ulusal çıkarların Ankara’yı Mısır’daki yeni yönetimle de iyi geçinmeye zorlayacağını söylemek kehanet olmaz.
↧