Karadağ’ın önemli şehirlerinden biri olan Bar’a 28 Haziran günü akşama doğru gittik.Avrupalı turistlerin bir hayli itibar ettikleri, başkent Podgorica’ya aşağı yukarı bir buçuk saatlik mesafede, sevimli bir sahil şehri... Maksadımız yüzyıllar boyunca bir Osmanlı şehri olarak yaşamış eski Bar’ın muhteşem kalesini görmek, Osmanlı devrinden kalma tarihî eserleri ziyaret etmek ve Bar’ın fatihi olduğu söylenen Karagözoğlu Hüseyin Paşa’nın torunlarından Beyazıt Karagözoviç’le tanışmaktı. Karver Kitabevi tarafından düzenlenen, bu yıl Türk şiiri ele alındığı için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Yunus Emre Enstitüsü’nün destek verdiği “Karadağ Yolunda” adlı kültür ve sanat festivali vesilesiyle haziran sonunda Podgorica’ya uçmuştuk. Festivalde ülkemizi şair olarak Ömer Erdem, Haydar Ergülen ve Hayriye Ünal, sinemacı olarak Semih Kaplanoğlu temsil ediyordu. Ben de Karadağ’ın kültür başkenti Çetince’de “Balkanlar’da Türkler ve Türk Kültürü” konulu yirmi dakikalık bir konuşma yaptım. Karadağ, Osmanlıların I. Murat devrinde ilgilenmeye başladıkları, Fatih devrinde büyük ölçüde Osmanlı topraklarına katılmış olmakla beraber dağlık bir bölge olduğu için düzenin zor sağlandığı, sık sık isyanlarla çalkanan ve 93 Harbi’nden sonra imparatorluktan kopan bir bölgeydi. Bağımsızlığını kazandıktan sonra Kral Nikolay’ın başkent yaptığı Çetince’nin ismi, Karadağ’ı çok iyi ifade eden bir kelime. Her şeye rağmen Osmanlı kâinatının bir parçası haline geldiği, günümüze ulaşmayı başaran eserlerden rahatlıkla anlaşılıyor. Festivali organize eden Karver Kitabevi’nin kullandığı bina bile nehir kıyısına kurulmuş bir Osmanlı hamamı... Karadağ’ı, bağımsızlığını ilan ettikten sonra resmen tanıyan ilk devlet Osmanlı Devleti’dir. Çetince’de şu anda tiyatro okulu olarak kullanılan bina, Osmanlı Devleti’nin büyükelçilik binasıymış. Sultan II. Abdülhamid, Kral Nikolay’la yakından ilgilenmiş, yardımda bulunmuş, hatta İstanbul’a davet edip ağırlamış. Ne var ki, Balkan Harbi’nde Osmanlı’ya ilan-ı harp eden ilk ülke bu minik devlet oldu. Bugün yaklaşık 600 bin kişilik nüfusa sahip, milli parası olmayan, AB üyeliğini beklediği için Avro kullanan ve daha ziyade turizm geliriyle ayakta durabilen, sarp dağları, derin vadileri, nefis İşkodra gölü ve uzun sahil şeridiyle görülesi bir ülke… “Balkanlar’da Türkler ve Türk Kültürü” konulu konuşmamı, Çetince’de, Kültür Bakanlığı binasının bir salonunda yaptım. Anlattıklarımı kısaca şöyle özetleyebilirim: Balkanlar’da Osmanlıların eline geçtiğinde çoğunun isimlerinden başka varlıkları olmayan küçük köylerde hemen bir cami, han, hamam, imaret vb. kondurulup sitenin çekirdeği oluşturulur, çok zaman toprağa bağlı köleler olarak devralınan yerli halka da yeni imkânlar sağlanarak insanca yaşama, dillerini, dinlerini, kültürlerini serbestçe koruyup devam ettirme imkânı verilirdi. Böylece yurt edinilen yeni topraklarda kişiliksiz köylerden kısa zamanda pırıltılı şehirler doğar, bunların her biri Osmanlı kâinatının bir parçası haline gelirdi. Yerliler bu kâinatın ayrı düşünülemez unsurlarıydı; onlar bizi kendilerine benzetir, biz onları kendimize benzetirdik. Balkan halklarını Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak için hiçbir zaman sistemli bir faaliyet gösterilmedi. Aksi takdirde İmparatorluğun dağılma sürecinde Balkan milletleri dipdiri ayağa kalkamazlardı. Balkanlar’da aşağı yukarı dört yüz yıl süren bir Avrupa Birliği’nin Osmanlılar tarafından gerçekleştirildiği unutulmamalıdır. Benden sonraki Karadağlı üç ilim adamı dikkate değer konuşmalar yaptılar. Bunlardan biri olan Boşnak asıllı Enver Kazaz, Osmanlı döneminin zannedildiği kadar halkların rahat ettiği bir dönem olmadığını söyledikten sonra örnek olarak bir rüşvet hadisesinden söz etti. Bunun üzerine, özetle şunları söyledim: “Söz konusu çağlarda dünyanın hiçbir yeri güllük gülistanlık değildi. Rüşvet de dünyanın her yerinde ve her çağda kolay kolay başa çıkılamaz bir problemdir. Dolayısıyla münferit hadiselere değil, tarihin bütününe bakmak gerekir. Stefan Duşan’ın Balkanlar’da Osmanlılardan önce kurduğu imparatorluk, onun ölümünden sonra bir anda parçalanmıştı. Tito’nun kurduğu imparatorluk kırk yıl dayanabildi. Peki, asimilasyon politikası uygulamadığı halde, Osmanlı Devleti, Balkan halklarını beş yüz yıl boyunca bir arada nasıl tutabilmiştir?” Şunu söylemedim: “Balkan halkları dipdiri ayağa kalkarken İspanyolların Endülüs’te yaptıklarının bir benzerini yaptılar.” Karadağ’a bir yıl kadar önce büyükelçi olarak atanan ve kısa zamanda bu ülkenin tarihini ve kültürünü öğrenerek ruhuna nüfuz eden Büyükelçimiz Mehmet Niyazi Tanılır’ın makam arabasında Bar’a doğru yol alırken bunları düşünüyordum. Eski Bar’da Karagözoğlu Hüseyin Paşa’nın kim bilir kaçıncı göbekten torunu olan ve bir pastane işleten Bayazıt Karagözoviç’le tanıştık. Bu sevimli adamın Mehmet Niyazi Bey’le samimiyeti şaşırtıcıydı; büyükelçimiz eski tip hariciyecilerden olsaydı, Beyazıt Amca -değil samimiyet kurmak- yanına bile yaklaşamazdı. 19. yüzyılda konuşulan Türkçeden geriye ne kaldıysa onu konuşabilen Beyazıt Amca’dan Bar’da çok fazla Türk kalmadığını, geriye kalanlardan sadece birkaç kişinin kendisi gibi Türkçe konuşabildiğini öğrendik. Dondurma ikram ettiği pastanesinin duvarlarını eski Bar’ın ve ailesinin fotoğraflarıyla donatmıştı. Fotoğraflarda Bar, her şeyiyle bir Osmanlı şehri olarak gülümsüyordu. b.ayvazoglu@zaman.com.tr
↧