İftar vakti. Trafik adamakıllı hafiflemiş. Denizin uğultusu bana kadar geliyor. Kuşların kanatları çarparken havanın sesi bile duyuluyor. Gökyüzü kurşuni bulutlarla kaplı, iki bulut arasında bir bebek hırkası mavisi. Dağların üzerinde Ramazan hilâli, az ötede çoban yıldızı. Önümde adamakıllı demli bir çay, elimde bugün aldığım bir mektup. Özbekistan mektubu.Tam on iki yıl önce sadece son sınıfta derslerine girdiğim bir öğrencimden geliyor bu mektup. “Geç buldum, çabuk kaybettim” dediğim türden bir sınıf. İsim aşina lâkin gözümün önüne bulanık bir suret geliyor. O mu? Odur. Evlenmiş. Üstelik anne olmuş. Kader bir biçimde yollarını Özbekistan’a düşürmüş. Nar Ağacı’nı orada okuduktan sonra yazmış bana. Bunu özellikle vurguluyor, çünkü orada benden bir mektup aldığını sanmış.Kimlikli bir el yazısı. Baştan sona okumak için bir fincan çay zamanı yetiyor. İkinci fincan çayı yudumlarken ikinci kez okumaya başlıyorum. Ali Şir Nevai, Ahmet Yesevi, İmam Buhari, Uluğ Bey, Timur, Ali Kuşçu’nun selâmlarını selâmlarına ekleyerek başlıyor satırlarına. Taşkent’ten, nice âlimler yetiştiren topraklardan yazıyor. Doğasıyla, insanıyla, tarihiyle, bu karmaşık zıtlıklar ülkesini, Semerkant, Buhara, Hive, Taşkent’i adım adım gezmişler. Bir zamanlar Timur devri mimarisiyle donatılmış mavi kubbeli, çinilerle bezeli medreseler, mescidler, Timur’un kabri sonra, kendisine has mimarisiyle kaleler, devasa cümle kapıları. Her biri mavi gök altında sarı topraklar üzerinde açmış mavi çiçekler gibi pırıl pırıl parlıyor.Sosyalizm zamanında hor kullanılmış bu eserler şimdi turizme açılmış. Tarihin mavi duvarlarıyla sosyalizmin beton ve demir duvarları birlikte yükseliyor. Medeniyet, devlet binalarının ihtişamında. Ölüm, etrafı yüksek binalarla çevrili mezar taşlarının üzerindeki resimler kadar yalan. Çünkü ölüme dair haber yok televizyonlarda, gazetelerde. Zaten gazete, dergi, kitap okuyan da yok parklarda, bahçelerde. Pul defterini satılığa çıkarmış bir Rus ihtiyardan başkasını görmemiş kitap sayfasına gömülen. Parlak taşlarla bezeli kumaşlardan, kadifelerden, şifonlardan dikilmiş çeşit çeşit kıyafetler içinde, ağaçlı yollarda, müzikli havuz başlarında, çiçekli parklarda kendinden geçmiş genç kızlar masal âleminde sanki. Diğer tarafta tozun toprağın içinde; ızgara, Özbek pilavı pişirilen odun ateşinin başında, evinin tandırında yaptığı nanları satan altın dişli kızlar.Diyor ki burası zıtlıklar ülkesi hocam. Kimi yerde ekmek kavgasının verildiği kimi yerde ekmeğin çöpe atıldığı bir ülke. Müstakıllığın (hürriyetin) kendilerine sunulduğu kadarını yaşayan, nazik, saygılı, aile değerlerini koruyan, çocukların büyüklere selâm verdiği, büyüklerin çocuklara siz diye hitap ettiği, hanımların erkek rolüne bürünmediği Özbekler. Özbek dilinden, kültüründen kendini korumayı başarmış Ruslar, Türklüğünü vurgulayan Ahıskalılar, 1960 depreminden sonra şehri inşa için gelip yerleşen Koreliler ve ticaret kaygısıyla yaşayan Türkiyeliler, Azerbaycanlılar, Hindular. Hepsini ortak noktada birleştiren ise çay kültürü. Çaynikte demlenen çayın piyalede sunumu. Özbek kız ya da gelin eve gelen misafire çay ve ekmek ikram ederken yarısına kadar doldurduğu piyaleyi baş ve işaret parmaklarıyla altından tutup diğer elini de göğsüne koyuyor. Sanırım bu nazik sunuş ekmeğin ve çayın tadına tat katıyor.Öğrencimin satırlarına çaya dair Türkiye’den hatıralar karışsa da benim aklım pahta gülü (pamuk çiçeği) desenli çaynik ve piyalede sunulan çayda kalıyor.“Size bu edipler topraklarından bir selâm göndermeyi boynuma borç bildim ve bir yılımı burada bu borcun ağırlığıyla geçirdim.” Özbekistan mektubu böyle bitiyor.Bana gelince. Çayı çay kovalarken gökyüzü çoktan kararmış. Zarfı çeviriyorum. Gönderici adresi yok. Cevap beklemez bu mektuplar. Onlar suya taşı atar ve geri çekilirler. Halka halka açılan dalgaları saymak size kalır. Ama böylesi selâma mukabele gerek. Kâğıdın kalemin başına geçiyorum, hiç olmazsa pahta güllü çaynik ve piyaleye dair tasvirler evrakım arasında kaybolmasın.
↧