Ayşe ve Hüseyin Sarısayın beni bu yaz da Heybeli’deki evlerine çağırdılar. Daha bu sabah Hüseyin yine telefon etti, çağrısına ‘şimdilik’ kaydıyla teşekkür ettim.Bu yaz da dedim demin. Çünkü bir iki yaz önce Heybeli’de birkaç gün geçirmiştim, Hüseyin Rahmi’nin adaların en yaslısı dediği Heybeli’de. Bir yaz evi değil Sarısayın’larınki, eski bir ada evi, tepede, tam Ruhban Okulu’nun karşısında. Onarılmış, çok eski ve harap bir evmiş, yeniden yaşanılır hale getirilmiş.Tam karşı tepede Ruhban Okulu, belli belirsiz ışıklarıyla, Bizans’tan, o çok eski Bizans’tan bir hava estiriyordu, gece karanlığında. Bana öyle gelmişti. Zaten Adalar hep Bizans çağrışımlıdır bende; o tarihî dokuyu, bugünün çok değişmiş Adalar’ında boyuna hissederim.Bizans havasının sebepleri belki edebiyattan. Bilge Karasu’nun unutulmaz güzellikteki “Ada” öyküsünü hatırlıyorum. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda (1970) yer alan “Ada” bugün de ve bugün için de dipdiri bir öykü. Bireyin üzerinde siyasal baskıyı öylesine hissettiriyor ki, donup kalıyorsunuz.“Ada”nın edebî değer taşıyan özetini Behçet Necatigil’den Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü’nden alıntılıyorum:“(...) İsa’nın ölüm yaşında, otuz üçünde keşiş Andronikos, manastırdaki arkadaşları İoakim ile Andreas’a haber vermeden, yanına gereçler ve biraz da yiyecek alarak, iki gün önce Bizans’tan kaçmış, bir kayıkla Halkedon’a (Kadıköyü) geçmiş, bir köylüden edindiği atla Pendik’e gelmiş, orada bir köylünün, bir akrabasının verdiği sandalla, tek başına bu ıssız adaya gelmiştir.Sabaha karşı ayak bastığı adada, uzun bir günü, bir yandan çevreyi keşfetmekle, bir ara leyleklerin göçünü seyretmekle, bir yandan da buraya gelişinin nedenlerini düşünmekle geçirir: Bizans imparatoru, kutsal resimler (ikonalar) karşısında tapınmanın puta tapıcılık olduğu konusunda bir yarlığ çıkarıp, kiliselerde bu resimleri yok etmek, yakmak üzereydi. Kaçtığı ada, Andronikos’dan yalnız inancını değiştirmesi değil, eski inancına göre hareket etmesi de istenmeyecek bir yerdir. Gün sona ererken Andronikos, bir kısmını dolaştığı adada, içecek, su ve barınağını yapmaya elverişli bir yer bulmuştur; yarın yeni hayatını kurmaya başlayacaktır, şimdi rahatça uyuyabilir.”Handiyse birer kan çanağıdır Adalar...Bizans’ın baskıcı, zaman zaman hayli kanlı tarihinin Adalar’a etkisi, yansıması, İstanbul Geceleri’nde (1952) Samiha Ayverdi’yi epey eskilerde irkiltmiş. Süslü püslü, bakımlı, köşklerle bezenmiş Adalar’da, Ayverdi, Abdülhak Şinasi’nin yaklaşımına uzak, Bizans’ın sürgüne gönderilmiş, pek çoğunun gözlerine mil çekilmiş imparatorlarını, imparatoriçelerini anımsar. Handiyse birer kan çanağıdır bu Adalar...Abdülhak Şinasi’yse bütün ‘Ada anlatıları’nda mutlu, esenlikli, mimoza kokulu günlerden söz açmış. Elbette onları okurken de esriyip gitmiştim, hele Büyükada’nın Nizam Caddesi’ndeki köşklerin tasvirine öylesine vurulmuştum ki, bu sayfaları bugün de ezbere okuyabilirim.Fakat Bizans ağır basmış olmalı; sonunda Prinkipo’da (Büyükada) geçen Hepsi Alev’i (2007) yazdım. Romanımın baş kişisi Basileus Eireni’ydi. Kan çanağı Bizans’ı yazmak daha çekici gelmişti...Oysa benim Adalarım hep, Füruzan’ın “Günübirlik Ada” hikâyesi gibidir, pek çok yıllar hep günü birlik! Yalnız bir yaz, Maden’de konuk kalış, bütün yaz gidip gelişler, bir de Sarısayın’ların Heybeli’sinde birkaç gün. Ayverdi’yle Karasu’nun ürkütücü Adalar’ını da, Hisar’ın dingin Büyükada’sını da, işin tuhafı, çok seviyorum.Ben çok seviyorum ama, Prens Adaları’na horgörülerle bakanlar olduğunu unutmuyorum. 1990’lardaydı, yirmi yıl önce, bir yazarımız, 1940’larda ilk basımı yapılmış romanını günümüz okuruna iletirken, eserine önsöz eklemişti. Bu önsözde o yılların edebiyatını değerlendiriyor, “birkaç kişinin dışında”, romancıların, tefrikacıların ortalığı “işgal” ettiğini, “ceplerini doldurduklarını”, halkı merhametsizce “uyuttuklarını” ileri sürüyordu.Bu romancılar Büyükada’da, Boğaziçi’nde geçen melodramlar, aşk sahneleri, veremli kız edebiyatı yazmışlar. Kendisi okuru uyarmak ve söz konusu “rezilliği sarsmak” amacıyla gerçekçi eserini kaleme almış, bize bir köyü anlatmış. O zaman dayanamayıp şöyle yazmıştım:“Bu hastalıklı anlayışın yıllardan beri Türk edebiyatını kandırdığını düşünüyorum.”Söylemem gereksiz, hayli hırpalamışlardı yazdığımı. Büyükada edebiyatının göz boyayıcı olduğu bir kez daha yinelenmiş, dahası, Sait Faik’in içliliklerle örülü Burgaz, Hayırsızada öykülerine bile dudak bükülmüştü. “Haritada Bir Nokta”yı, “Son Kuşlar”ı söyleyecek olmuştum, işe yaramaz bir romantizm saymışlardı.Kerime Nadir’in, Muazzez Tahsin’in adalarda, o zamanın en popüler adası Büyükada’da geçen romanları var mı, aklıma gelmiyor şu an. Onları andım, çünkü uzunca dönem ‘en zararlı’ romancı onlar sayılmışlardır. Kerime Nadir’in Samanyolu’nda bir Heybeli, sanatoryum sahnesi var, şimdi aklıma geldi. ‘Verem edebiyatı’ ama, döneminin bir ‘belgesel’i gibi de okunabilir. İtiraf edeyim, ben çok yararlanmıştım.Esat Mahmut’un eski bir romanı Büyükada’da geçer. Hangisi? Hatırlamıyorum. Ne var ki Büyükada sahneleri aklımdan çıkmamıştır: Taşkın alafranga dünyamızın varını yoğunu o romanla saptamıştım, diyebilirim.İddiaya göre, Büyükada’da, Boğaziçi’nde geçen romanlar, öyküler ‘beyin yıkayıcı pembe edebiyat’tır. Refik Halid Karay, iddiacılara bakılırsa, zaten pembe edebiyat yazarıdır.Yazarlığının ikinci döneminde, yazınsal değeri yüksek, çok renkli popüler romanlar yazmış Refik Halid’e edebiyatımız o kadar borçludur ki, dile getirilmesi, incelenmesi sayfalar sürer. Bu, Bizim Hayatımız’ı anmak istiyorum: Boğaziçi’nde geçen Bu, Bizim Hayatımız hem serüvencil yapısıyla, hem eşsiz Türkçe’siyle kendi alanında bir başyapıttır!Karay’ın İstanbul’un Bir Yüzü (1920) Büyükada’ya yazı geçirmeye gelen savaş vurguncusu yeni zenginleri dile getirir. Büyükada’daki yaşama biçimleriyle bu yeni zenginler, ‘yeni zenginlik’ konusunda hayatımıza bugün de ışık tutuyor. Keşke okunsa!Adalar’ın sonbaharı esin yurdu olabilirBüyükada-Adalar: Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ını, Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnu’unu, Abdülhak Şinasi’nin eserlerini nasıl yadsıyabiliriz?! Benim için, Tanpınar’ın Huzur’undaki Büyükada, herhalde otuz kırk yıldan beri capcanlı! Orada, o günlerde, o roman kişileriyle; üstelik gerçek hayatımdan daha yakın...Gelişigüzel bir sıralamayla Mehmed Rauf’un Eylûl’ü -hem Boğaziçi hem Büyükada-, Peyami Safa’nın Server Bedi adıyla yazdığı bazı romanları, yine aynı yazarın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nu, ötekileri, tümü de Büyükada’dan söz açmış bu romanları “hasta bir romantizm”in verimi saymak olası mı?Peride Celal’in 1970’lerden sonra yazdığı Burgaz öykülerini unuttuğum sanılmasın. Her biri mücevher gibi yontulmuş öyküler. Örnekse “Toz Duman”. Peride Celal, bir yandan da, göçen ‘Ada kültürü’ne, geleneğine işaret ediyordu...Sarısayın’lara, uygun görürlerse, eylül ortasında Heybeli’ye gelmek istediğimi söyleyeceğim. Adalar’ın sonbaharı esin yurdu olup çıkabilir. Maden’de kaldığım evde, ekim sonuydu artık, Yarın Yapayalnız’ı yazmaya karar vermiştim, hasta, yaşlı çamlardı kararıma yol açan. Kara duygularıma, pençesine düştüğüm melankoliye yalnızca hasta çamlar, ıssızlık, günlerin erken kararmaya başlaması iyi geliyor...
↧