![]()
Suriçi’ndeki selatin camileri Ramazan’a rağmen boşmuş. Ekrem Dumanlı’nın bu konudaki yazısını okuyunca yüreğim sızladı.Teşhisi de gayet güzel koymuş: “Suriçi’nin insansızlaştırılması.” Çoktan beri bu düşünce vardı. Suriçi trafiğe, ikamete kapalı bir müze haline dönüşecek, seyretmeye gezmeye gelenlerin hizmetinde olacak. Mantık buydu. Camiler önce namaz kılmak içindir. Mimarisi, silüet katkısı falan sonra gelir. Cemaatsiz caminin ruhu olmaz. Bir zamanlar Fatih Camii’ne gitmiştim. Çocukluğumdan çok âşina bir ses duyup heyecanlanıyorum ama; bir sütunun yanına rastlamıştım, kalabalıktan o konuşan âşina sesin sahibini göremiyordum. Bir ara görebildim. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’ydı. 5-6 yaşımdan beri Hocapaşa Camii’nde her cuma vaazlarını dinlediğim sevgili hocam. Kalbimin güm güm attığını hissettim.“Hatimle teravih” denilince hep aklıma bu konu gelir. Camiler boş, hatimlisi olmasa da olur. Sen git evinde sabaha kadar kıl. Yorgunluğu ve sıkıntıyı yenmeye çabalayarak “huşu” sağlanamaz her şeyden önce. Huşu ile kılınan 2 rekat namaz bile, kendinle mücadele edercesine kılınan çok namazdan daha bereketlidir. Onu da huşu ile yapıyorsan ne âlâ. Ama zor. Samimi olalım. Ben her Ramazan çocuk sayılacak yaşlarımdan beri tefsir hatmi yapardım; bunu yaparken aldığım notlar defterler dolusudur. Hangisi daha yararlı ve zenginleştirici? Ayrıca aynı metotla yaptığım senelik hatimlerim de vardır. Bazen ara vermem ve başka ciltleri karıştırmam gerekirdi. Ve sabahtan akşama kadar bu türlü meşguliyetler beni çok mutlu eder, yorgunluğumu da hazlı bir hâlet ile hissederdim.Selatin camileri ve bazı özel camiler bambaşka vasıflar taşır. Bizim o camilere derin ihtiyacımız, onların da bizim üzerimizde bazı hakları vardır. Yanından, denizden, şuradan buradan bakana ne güzel görünüyor ise, senin bazen o camide namaz kılmak gibi bir gönül borcun yok mu? Camiler de şehirler de insanla canlılık kazanır. Bu şehrin nüfusu bir milyon yok iken o selatin camileri doluydu. Şimdi şehir 15 milyona çıktı, büyük camiler boş! Aklın alacağı şey değil. Bu sonucu hazırlayan en büyük yanlış, ilk uygulamasını Beyazıt Meydanı’nda gördüğümüz, “bazı yerleri trafiğe kapatmak”tır. Bu hatayı ilk defa Menderes yaptı ve ortasındaki havuzun sağından solundan tramvayların geçtiği o güzelim meydan yok oldu gitti. Bak göreceksiniz ileride Taksim Meydanı ve civarı da öyle olacak ve oraları güvenlik açısından “riskli bölge” haline gelecek. Zaten kenar köşeleriyle öyle bir “derin bölge” vardı, şimdi o görüntünün güvenilmezliği tamamen açığa çıkacak. Trafik yeraltına inecek, yeraltı âlemi yukarı çıkacak çeşitli yönleriyle. Cağaloğlu’ndaki lisemden, bir devamsızlık günü çiseleyen yağmur altında Yeşilköy’üne; Emirgan’da vapurdan inip Sarıyer’ine yürüdüğüm İstanbul. Evimin mahallesi kadar benimdi. Bazı gençlik gecelerimde sabaha karşı Karagümrük’ten Sultanahmet’teki evimize, etrafım arkadaş arabalarıyla dolu olduğu halde, yürüyerek dönerdim. Bazı sabahlar da kimseye söylemeden bir kafa dengi arkadaşımla Sultan Selim Camii’ne gider, namazdan sonra Haliç’i seyredalardık sohbet ederek. Yavuz gösterişi sevmezdi; bakımsız türbesini hep tebessümle seyrederdim, “yakışmış!” diyerek. Sadece camilerde değil bazı gönüllerde de boşalma var. Bu paralelliği kurmak yadırganabilir. Ama içimi anlatabilsem, bazılarının hukuk suçunu değil gönül vebalini açıkça yazabilseydim yadırgamazdınız. Bazı gönül borçlarını unutmak vefasızlığı, sadece itiraza değil, affa da mecal bırakmaz. Ne var ki boş mabetlerin hüznü gibi vakur olmalıyız. Bazı meseleler akılla olduğundan daha çok gönülle ilgilidir. Susarım ama gönlümden ağzımdan kalemimden evet çıkmaz.